Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Salı, Aralık 3, 2024
No menu items!
Ana SayfaBilimEvrimEvrim Aldatmacası’ndan ‘Yaratılış Atlası’na Mantıksızlıklar silsilesi

Evrim Aldatmacası’ndan ‘Yaratılış Atlası’na Mantıksızlıklar silsilesi

Yoktan yaratma, bilim dünyasının kavramı değildir. Bilimsel açıklamalar, maddenin ve enerjinin yoktan var, vardan yok edilemeyecekleri varsayımlarına dayandırılır. “Bilimsel Yaratılışçılık”, bir düşünsel ucubedir. Evrim kuramının gerçeği yansıtmadığı yolundaki savlar bundan elli yıl önce kulağa hoş gelebilirdi. Artık çok geç. Biyoteknoloji uygulamalarıyla birlikte, evrim artık “kuram” sayılmaktan çıkmış bir olgu konumuna yükselmiştir.

EVRİM ALDATMACASI MI, DEVRİN ALDATMACASI MI?

Bugünlerde bir kitap ortalıkta “hayalet” gibi dolaşıyor: Evrim Aldatmacası (Evrim Teorisinin Bilimsel Çöküşü ve Teorinin İdeolojik Arka Planı). “Kendini” kentten kente, caddeden caddeye “atıyor” (1). Nereden çıktı? (Vural Yayıncılık, İstanbul); Ne zaman çıktı? (hiçbir yerinde basım tarihi yok); Kim yazdı? (önkapakta “Harun Yahya” diyor; arkakapakta açıklanıyor: “Harun Yahya müstear ismini kullanan yazar… ayrıca Cavit Yalçın müstear ismini de kullanmaktadır” -ne açıklama ama); Kim çıkardı? (içinden, gerisinde Bilim Araştırma Vakfı’nın bulunduğu anlaşılıyor; ya onun gerisinde kimler var; kimlerce destekleniyor o karanlık); Çıkaranların amacı ne? (kitaba karşı, evrime sahip çıkanları “yaradan”a inanmıyor diye gösterip, dar-ül harb’de içteki imansızlara cihat açmak mı?) (2).

Değil malların, canların bile parayla alınıp satıldığı şu zamanda niye parasız dağıtılıyor? Kaçıncı baskısı? Kaç tane dağıtıldı? Daha kaç tane dağıtılması hedef alındı? Ve kapağı niye 1985 yılında Sosyal Yayınlarca basılan: Amerikan Bilimler Akademisi, Bilim ve Yaratılışçılık başlıklı, Akademi’nin ilgili inceleme komitesinin çeşitli bilim dallarından on bir üyesince kaleme alınan ve Bilimler Akademisi tarafından oybirliğiyle benimsenen “bilimsel yaratılışçılık” savlarına yanıt olan görüşleri içeren yapıtın Engin U. Akkaya tarafından Türkçe çevirisinin kapağına benzetilecek biçimde “dizayn” edilmiş? (3) Kitap 126 sayfa. Lüks baskısı Ankara’da profesörlerin odasına (aydınlansınlar diye olmalı ya da Sivas’takiler gibi “aydınlatırız” diye de olabilir) (4) bırakılıyor. İstanbul’da kitap fuarında (gerçeğe acıkanlara!) üçer beşer sandviç gibi dağıtılıyor.

Bir görüntünün görüntüler dünyası

Kitabın iki bölümden oluştuğu söylenebilir (Bu bir kitap tanıtma yazısı değildir). 12. sayfaya kadar Evrim Kuramına “bilimsel” denebilecek savlarla karşı çıkılıyor. Bu sayfada görüntü birden değişiyor. Yazar dinsel hatta, mistik bir görünüme bürünüyor ve özetle şöyle diyor: “Dış Dünya” olarak bilinen şey, “yalnızca” duyu organlarımızdaki sinirlerimize ulaşan uyarıcıların yol açtığı “elektrik sinyallerinin” beyinde yarattığı etkidir (s.121). Beynimizi de dışarıda bırakmaksızın gördüğümüz her şey, aynen televizyon ekranındaki gibi (s.122) bir hayal, bir görüntüdür. Ve sonul yargı (s.121′de) veriliyor: Bunların hepsi hayalse, görüntüyse “Gerçek olan şey ruhtur. Madde ise sadece ruhun gördüğü algılardan ibarettir (Algı yanılmalarıdır demek istese neyse). Tüm bunlar görüntü ise gerçek olan Allah’tır.”

Yazarın yaptığı, idealizmin bilinen taktiğidir: Biliyoruz ki, cansız madde tek başına (can’dan, ruh’tan bağımsız) vardır. Ama can, ama ruh denilen şeyler (duygu ve düşünceler) ancak madde ile birlikte görülürler, madde ile birlikte var olabilirler. Komaya girmiş bir insanda olduğu gibi beyni moleküllerine çözülmüş bir insanda da duygu, düşünce ummak boşunadır. Buna karşın, madde ile canın ve ruhun “ayrılmazlığı” çiğnenir, kafada önce nicelik-nitelik, organ-duyu, madde-mana (anlam), madde-ruh ayrımı yapılır. Sonra bu ikinciler birincilerin üzerine çıkarılır; en sonunda birincilerin varlığı yadsınır. Gerçeklik tam anlamıyla tepetaklak edilmiştir. Yazarın da yaptığı budur. Ancak bunu yapış biçimi “ilginçtir”: “Bu yazıları okurken içinde olduğunuzu sandığınız odanın aslında içinde değilsiniz… Aksine oda sizin içinizdedir” (s.115).

Düşünüyorum öyleyse yokum

Bildiğim kadarıyla felsefe, düşünce tarihinde, hiçbir düşünür, yazarın bu yolda ulaştığı “başarıya” (!) ulaşamadı. Bir şeyin yokluğunu kanıtlayarak başka bir şeyin varlığını kanıtlama mantığını ileri sürme yürekliliğini (!) kimse gösteremedi. Bu bakımdan solipsizm bile yaya kalır. Gerçekten, solipsizmde de zihindeki tüm görüntülerin nesnel varlığı yadsınmakla birlikte, kişinin kendisinin varolduğu kabul edilir; bunu yansıtan bir adlandırmayla, saygınlığı ilgili çevrelerde sıfıra yakın olan bu felsefeye Türkçe’de (tek ben varım savına göndermeyle) “tekbencilik” denmektedir. Yazar “beynini” de görüntü sayıp, onun nesnel varlığını da yadsımış olmaktadır. Onunla birlikte o sayfaya kadar Evrim Kuramını yıkmada kullandığı maddeyle, fosillerle, hücrelerle ilgili olarak kendinin öne sürdüğü tüm olguları ve bilgileri (ayrımında olmasa da) yadsımış bulunmaktadır. Kısacası, dönüp kuyruğunu yemeye başlayan masal ejderi gibi kendini yiyip bitirmektedir. Kendi savlarını kendi yıkmaktadır, hepsini görüntü, dolayısıyla yok sayarak. Sonuçta Descartes’ı da tersine çevirip, “düşünüyorum öyleyse yokum” gibi bir noktaya varmaktadır (Kafamdaki kendi simgem, varlığım hakkındaki düşüncem, aslında bir görüntüdür; öyleyse yokum).

Nesne-görüntü ilişkisi: Telefondaki ses analojisi

İşin aslı son derece yalındır. Yazarın “görüntü” dediği “simgelerdir”. Elbette gözümüze, beynimize taş, taşın parçası, kum taneleri girmez. Beynimizde onun görüntüsü oluşur. Ancak iki türlü görüntü vardır: nesnel karşılığı bulunan ve bulunmayan görüntüler, nesnel karşılığı bulunan ve bulunmayan simgeler. Yaşamımda hiç cin görmedim, kimsenin cin görüp ya da cinlerin varlığını algıladığını sanmıyorum. Ama Cin içkisini fazla kaçıran bir kimse cin görebilir; kafasında cin imgesi, cin simgesi, cin görüntüsü oluşabilir. Gerçekte ise önünde yalnızca boş Gin şişesi vardır (5). Yazar karşılığı olan ve olmayan görüntü ayrımını (bilerek mi, bilmeyerek mi?) yapmıyor.

Bu konuyu bir örnek ile noktalayacağım: Telefondaki ses, sevdiğim kimsenin sesinin beynimdeki yankısı, sözleri (simgelerle gönderdiği duygularının, düşüncelerinin simgeleri) olup, elbette onun karşı karşıya iken duyduğum sesi değildir. Duyguları, düşünceleri ve sesi birçok kodlamalardan, dönüşümlerden geçmiştir. Ses titreşimi olmuştur, telefonun ağızlığının diyaframını titreştirmiştir ve bu titreşim elektrik dalgaları oluşturup kulağıma, beynimin işitme odağına gelmiştir. Tüm bunlara karşın duyduğum sesi sevdiğimin sesi saymamda sakınca yoktur. Kuşkulanırsam ertesi gün kendisine sorabilirim: “Dün telefona sen mi çıktın?, ‘Öf be’ diye sen mi konuştun”, “Evet, özür dilerim sesini algılayamadım. Gene o adam rahatsız ediyor sandım, kapattım.” “Üzülme, üşütmüşüm, boğazım ağrıdığı için sesim perdelendi.” Sorun bitmiştir. O sesin, o simgenin nesnel karşılığı varmış. Nesneler insanların beyninin dışında vardır. Beyindekiler yalnızca simgeleridir. Simgeleri olmaları, onların nesnelerinin olmadıkları anlamına gelmez. Bıçağın görüntüsü, bıçağı kaydırdığımızı gösterdiğinde doğruyu göstermiştir. Duyduğum acı, akan kan, görüntü değildir. Sevdiğim kişi de görmüştür (Bilindiği gibi felsefede buna, objektivizme yakın bir anlamla, “entersübjektivizm” denmektedir).

Rastlantıya (6) karşı “dizayn” (7) kanıtı

Varlığa mutlak “görüntü” penceresinden bakan bir kimsenin, işin başında yadsıdığı nesneyi ve onun hareketini (olguları) kavraması beklenemez. Gene de yapıtın başına dönüp, evrime karşı getirdiği ve “bilimsel” dediği belli başlı kanıtlara bakalım. Moleküler biyoloji ve evrim biyolojisini ilgilendiren kanıtların değerlendirilmesini uzmanlara bırakarak, kanıtların genel bilimsel değerleri üzerinde duracağım:

“Bilim adamlarının bir bölümü tesadüflerin karmaşa ve düzensizlikten başka bir şey oluşturmadığını gözleriyle gördükleri halde, evrendeki ve canlılardaki tasarımın ve düzenin tesadüfen ortaya çıktığını savunurlar”.

Önce, bu kanıt, evrende her şeyin bir düzen (yetkin bir tanrısal düzen) içinde olduğu yolundaki saf dinsel inanca dayanır. Ancak, günlük deneyimlerimiz kadar bilimsel saptamalar da (8), hem cansız doğada hem canlılarda düzen kadar düzensizliğin de bulunduğunu göstermektendir: Gökcisimleri birbiriyle çarpışmakta, atmosfere meteorlar yağmaktadır. İnsan beyni son derece karmaşık bir örgüttür (düzendir) ancak bir kurşun bu düzeni darmadağın etmektedir. Sağlık bedenin belli bir düzen durumudur. Hastalıklar bu düzeni altüst edip bırakmaktadır. Genlerde belli bir andaki düzen, bir mutasyonla bozulmakta, bunu (söz konusu mutasyon o canlının yok olmasına yol açmamışsa) yeni bir düzen izlemektedir. Canlılık bir düzen ise, ölümle sonuçlanan bir hastalıkla, söz konusu canlının molekülleri bir düzensizlik ardından, cansız doğanın düzenine geri dönmektedir.

Rastlantıların düzensizlikten başka bir şey doğurmadığı görüşü de doğru değildir. Rastlantılar, bir düzeni bozabilecekleri gibi, onu bozup yeni bir düzen getirebilirler. Gerçekten bir mutasyon, bir canlının (eski) düzenini bozup (canlı bunun sonunda yaşar kalabilmişse) söz konusu genin kopyalanması (redüplikasyonu) ile, o canlıda yeni bir düzen doğabilmektedir. Ve bunu bilebilmek için moleküler biyoloji uzmanı olmak gerekmemektedir.

Peki rastlantı nedir? a) İnsanın bilinçli, amaçlı eylemiyle bir araya getirilen cansız nesnelerin yol açtıkları dışındaki tüm olaylar; b) Canlılarda, genlerin kopyalama, organların onlarla bağlantılı sıradan işlevleri dışındaki tüm değişmeler; c) İnsanlarda bilinçli, kasıtlı olanlar dışındaki tüm karşılaşmalar rastlantıların ürünüdür. C (karbon) ile 02 (oksijen) kasıtlı, bilinçli buluşmazlar. C ortamına herhangi bir nedenle dalan 02, onunla (rastlantı sonucunda) tepkimeye girer. Bir esinti, çiçek tozunu savurup, çiçeğin dişilik organına yapıştırabilir. Bunu, çiçeğin balını emmek amacındaki bir arı da, bilinçsiz, kasıtsız olarak yapabilir. Bunların arkasında bir amaç, bir tasarım arayan kimse (9), yumurtayla buluşamayan milyonlarca spermi, döllenmeyle sonuçlanmayan binlerce çiftleşmeyi de açıklamak zorundadır; ya da “hedefine ulaşamayan” bu hareketleri söz konusu amacın sahibi olan gücün başarısızlığına vermelidir. Rastlantı konusunda kitapta (s.4) şunlar da söylenmektedir:

Canlılık tesadüfen oluşmamışsa, bilinçli bir biçimde var edilmiştir… yaratılmıştır, bu gerçek yalnızca bir inanç biçimi değil, akıl, mantık ve bilimin (10) vardığı ortak bir sonuçtur.

Bu, bir varsayım (oluşmamışsa varsayımı) üzerine, okuru ikili olasılık (ikili seçenek) kıskacına alıp, ona birini dayatma taktiğidir. Bilimsel bir dürüstlükle bir üçüncü olasılık göz önüne alınarak “canlılığın nasıl oluştuğunu daha bilemiyoruz” denebilirdi. Bir dördüncü olasılık olarak, yalın cansız yapılardan “karmaşık, simetrik, örgütlü yapılara geçilmesiyle oluştuğu savları da var” denebilirdi. Bunlar söylenmiyor, evrimci bilim adamlarının yaradılışı kabul etmemeleri “inanç” ile açıklanıyor. İnancın hangi kafaların ne denli “saygın” tutumu olduğu anımsanmış olmalı ki (s.4) inançlar ikiye ayrılıyor: batıl inançlar ve batıl olmayan inançlar (diyelim batıl inançlar – atıl inançlar) ayrımı yapılıyor. Hangi inancın batıl olup hangisinin batıl olmadığına kim karar veriyor? İnanan taraflardan biri.

Rastlantının, cansız yaşamdaki (düzendeki), canlı yaşama geçişteki, mutasyonlardaki ve evrimdeki (kitapta ikide bir eleştirilip yadsınan) rolü hakkında son olarak şu söylenebilir. Rastlantı ürünü tepkimeler keyfi değildir. Birbirlerine ne kadar çok rastlarlarsa rastlasınlar, altın ile oksijen birbirleriyle tepkimeye girmezler. Girenler (en elemanter kimya bilgisine göre) elektron durumlarına, kovalent bağlarına göre, bir düzen, bir yasalılık ürünü olarak girerler. DNA’daki genetik materyale yenilerinin katılması, eskilerinin çıkması, yer değiştirmeleri de rastlantı+olanaklıklara göre olur. Nobel Ödüllü moleküler biyolog François Jacob, bu nedenle yapıtına Mümkünlerin Oyunu (Fransızca ilk baskısı 1981, Türkçe çevirisi 1996) adını vermiştir. Rastlantı ürünü bir mutasyon, DNA’nın kopyalama sistemine girince, rastlantısallıktan çıkıp, kaostan kurtulup, örgüte, düzene girmiş olur. Formülleştirirsek, tepkileşmeler, Zorunluluk-Rastlantı-Zorunluluk (Z-R-Z) biçiminde işler.

“Olasılığa” karşı “olan”

Yazarın en çok güvendiği kozlardan biri de, evrim kuramını, onun en sağlam kalesi olan moleküler biyoloji alanında yıkıp teslim almak (ve yerine yaratanı koymak) düşüyle kullandığı “olasılık” kavramı: İlk canlının karmaşık bir dev molekülün oluşmasıyla ortaya çıktığı evrimci savına karşı, hesap kitapla (s.69′da) “500 aminoasitlik bir protein molekülünün meydana gelmesi ihtimalinin 10950′de 1 olduğu” bulunur. “Matematikte 1050′de 1… istatistiksel olarak gerçekleşme ihtimali ‘0′ olan bir ihtimal olarak tanımlanır” notuyla, böyle bir olasılığın “sıfır” olacağı sonucuna varılır. Bu hesapta (s.61′deki) “hücrenin yaşamını sürdürebilmesi için, bütün temel parçaların … aynı anda ve aynı yerde var olmuş olması” koşulu aranmaktadır. Böyle bir olasılık sıfır görülerek, söz konusu yapının yaratılış dışında hiçbir açıklamasının olamayacağı söylenmektedir. Hatta (s.66′da) evrendeki elektronlarının toplamının bile 1079 olduğu anımsatılarak, bu tür varoluşun olanaksızlığı vurgulanmaktadır. İyi de, bu hesap niye evrimcilerden soruluyor; yaradancılardan, sihirbazlardan sorulmuyor? Evrendeki bütün elektronların toplamını aşan bir olasılıkla, ilgili molekülleri “aynı anda ve aynı yerde ve belli bir düzen içinde bir araya getirme”, evrimcinin doğada karşılaşıldığını söylediği bir olgu değildir. Bir yaradanın yaratma işlemi olabilir. Hesap, yaradanın ya da bir büyücünün, onu “Ol” sözüyle ya da bir el hareketiyle yoktan var ettiği savına inananlara sorulmalıdır.

Adı üzerinde, “evrimci sav”, hem cansız hem canlı doğada, yalından karmaşığa, zamanla (milyarları bulan yıllar içinde; milyonlarca, belki milyarlarca tepkimeyle) evrimle, gittikçe daha karmaşık yapılara geçildiğidir. Formülleştirirsek, süreç, sözgelimi ilkin iki elementle başlamıştır; a ile b’nin birleşmesi olasılığı diyelim yüzde ellidir; ab oluştuktan sonra ona c elementinin takılması da elli; abc’ye d elementinin takılması da elli; ya da ona benzer olasılıklar. Tümünün bir anda oluştuğu savı ve bunun olanaksız olasılığı, evrimcilere yüklenemez.

Gerçekten, bin yıllık bir çınarın o anki biçimini almasında milyarlarca rastlantı (insanın ya da bir yaratıcının kastının ürünü olmayan olay anlamında rastlantı) devreye girmiş olabilir. Ama bunlar “olasılık” değil, “olan” şeylerdir. Olanın olasılığı olmaz. Sonucu alınmış olan maçı kimin kazanacağı yolunda olasılık hesapları yapılmaz. “Olan olmuş, biten bitmiştir” (11). Böyle bir olanaksız olasılıktan, o çınarın o biçimiyle yeniden ve bir anda oluşturulması tartışılırken söz edilebilir. Ki bu da, yaratmadan başka bir şey değildir. Olanaksız olan, zaman (olayların ardısıralığı) olgusunu dışlayan yaratmadır.

Hele yoktan yaratma, bilim dünyasının kavramı değildir. Bazı dinlerde bile, yaradan için, daha önce var olan kaos durumunda bulunan maddeye biçim, düzen verme savıyla yetinilir. Yaratılan şey, yazarın söylediği gibi “görüntü” bile olsa, varlığı bir beyni, ona ulaşan bir dalgayı ya da elektrik sinyallerinin ve uyarıcının kaynağı maddelerin varlığını gerektirdiğinden, yoktan var edilemez. Bilimsel açıklamalar, maddenin ve enerjinin yoktan var, vardan yok edilemeyecekleri varsayımlarına dayandırılarak işletilir. Yaratış savında elbette bulunulmuştur; bulunulabilinir. Ama bu savlar, kampusun dışında ileri sürülmelidir. Varlığın, olguların, olayların, ereksellikçi yaratış kavramıyla açıklanması dine özgüdür. Nedensellikçi varoluş kavramıyla işletilen bilimsel açıklamayla birleştirilemez. Bu nedenle “bilimsel yaratılışçılık”, bir düşünsel acubedir. Harun Yahya da bu iki birleşmezi birleşmeye zorlarken, bir acube yaratmaktadır: Varlığın ve olayların, yalnızca kafamızdaki görüntüler olup, onların aslında var olmadıklarını söylemektedir. Var olanın görüntüleri yaratan Allah olduğunu, üstelik görüntüleri, bir kez yaratıp bırakmakla kalmayıp, her an yeniden yarattığını (görüntü dediği beyniyle) kavramıştır. (?) Ki bu, bilime uymadığı gibi, gelmiş geçmiş hiçbir dine de uymamaktadır; ne de günlük yalın pratiklerimize uymaktadır. Bir açlığı, bir acıyı giderebilirsiniz. Ama acı, ama açlık bir görüntü ise, onu değiştirmeye gerek kalır mı? Değiştirmek istesen de nasıl değiştirebilirsin? Açlığa yol açan nedeni (ya da görüntüyü) üstelik tanrı görüntüleri her an yeniden yaratırken, sen, neden olan görüntüyü onu etkileyerek değiştirip sonuç olan görüntüyü değiştirmeyi nasıl umabilirsin. En iyisi otur oturduğun yerde.

Yazar, Allah’a görüntüyü her an yeniden yaratma keyfini tanıdıktan sonra, olayların ardısıralığı (düzeni) ile ilgili bir sorunun yandaşlarına sorulması durumunda düşülecek güçlüğü görmüş. Bunun da bir açıklamasını sunmuş. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmaya benzese de, açıklama (s. 124) şöyle: “Allah görüntüleri bir sıra, bir düzen ile yaratır”; “bir çiçek görüntüsü yaratmadan önce, bir tohum görüntüsü yaratır”! Neden? Yanıtı yok. Buna söyleyecek hiçbir sözüm yok!

Yazarın ileri sürdüğü görüntünün karşılıksızlığını (yokluğunu) göstermek için harcadığım bunca zamana doğrusu acıdım. Elime hiçbir şey geçmeyeceğini ve okuyucuya bilinenler dışında bir şeyin varlığını gösteremeyeceğimi, işin başında biliyordum. Benimkisi bir hayaleti kovalamak oldu.

Damla damla

Yazarın bilime bazı katkılarını da (!) anmadan geçemeyeceğim:

“Bilim, Allah’ın kanunlarını keşfetmeye, açıklamaya ve kayda geçirmeye yardımcı olan yöntemler bütünüdür” (s.8).

Tapınaklarda hangi yasalar keşfediliyor acaba?

“Hücrenin değil kendisi, mitokondri, ribozom vs. organellerinden bir tanesi bile sentezlenemez” (12) (s.60).

“Canlılığın her aşaması bizlere Allah’ın varlığını ve gücünü kanıtlayan bir delil niteliğindedir” (13) (s.78).

“Yaşam, organizmayı oluşturan parçaların ya da moleküllerin bir arada bulunmasından çok daha öte metafizik bir kavramdır. Yaşam Allah’ın ‘Hayy’ (hayat sahibi) sıfatının yansımasıdır. Ancak O’nun dilemesiyle başlar, sürer ve sona erer… Her şey gibi yaşam da Allah’ın tek bir ‘Ol’ emri ile olur” (s.86).

“Tabiat kanunları dediğimiz şeyler Allah’ın görüntüleri bir düzene göre yaratmasından başka bir şey değildir… Gemilerin sürekli yüzer şekilde yaratılmasını bizler suyun kaldırma kuvveti olarak yorumlarız. Gerçekteyse ayetlerde ‘kuşları gökte Allah’tan başkası tutmuyor’ veya ‘gemileri sizin için yüzdürür’ gibi ifadeler, doğada herhangi bir güç olmadığı, Allah’ın olayları bu şekilde düzenlediğini anlatmaktadır” (14) (s.124).

YARATILIŞ ATLASI’NA ELEŞTİRİ: EVRİM ARTIK BİR OLGUDUR

Büyük Patlama (bugün için) hâlâ bir kuram konumunda bulunsa da, evrim “kuram” sayılmaktan çıkmış bir olgu konumuna yükselmiştir. “Yaratılış” bir inanç olmasına karşın doğrulanmış olmasa da yanlışlanabilir olmasına bakılarak bir kuram sayılabilir. “Yetkin yaratılış” ise olgulara uymayan “yanlışlanmış kuram” durumundadır. “Bilimsel Yaratılışçılık” savına gelince, bilimsel nedensellikçi epistemolojik anlayışla elde edilmiş bilgilerin ereksellikçi inançlar için (kötüye) kullanımı olup “kuram” değeri bile yoktur. Bir düşünsel ucubedir. Neden?

Yukarıdaki Evrim Aldatmacısı kitabı için söylenenler Yaratılış Atlası için de söylenebilir. Savlar değişmemiştir. Ne var ki geçen süre içinde eleştirilen kitap (altı kiloya çıkıp) ağırlaşınca, eleştiriler hafif kalmıştır. Buna oranla eleştiriler de ağırlaştırılmalı, “kültürel evrim geçirilmemiştir” gibi yeni desteklere yeni eleştiriler getirilmelidir.

Ne var ki, eleştiri konusunda “bilime karşı dinden yana” olanların (avantası var mı bilmiyorum ama) bir avantajı vardır: Ulaştıkları (ilkokul öğrencisinden (15) milletvekillerine) insanlar, fosillerin anlamını ve yorumunu onları ortaya çıkaran uzmanların yazılarını ve yorumlarını okumadan söz konusu yapıttan öğrenmektedirler. Paleontologların, arkeologların, paleoantropologların, paleobotanikçilerin, zoologların, fizik antropologların, kültürel antropologların, ileri çözümleme ve tarihlendirme (örneğin C14 radyokarbon tarihlemesi) yöntemleriyle ulaştıkları bilgileri ve bu bilgilere dayanan evrim biyologlarının, moleküler biyoloji uzmanlarının ne yazdıklarını bilmeden, bu ağır atlasın resimlerinin büyüsüyle etkisi altında ezilmektedirler. Bu soruna çözüm bulunmalı.

Bir kuramın kanıtlanmamış olması, ona seçenek kuramın doğruluğunun kanıtlanması anlamına gelmez

Yapıtta (yukarıdaki yazıda eleştirilen “bir şey -madde- yoksa tanrı vardır” türü) mantık hataları bulunmaktadır. Örneğin bir kuramın kanıtlanmamış olması, ona seçenek kuramın (ya da kuramlardan birinin) doğruluğunun kanıtlanması anlamına gelmez. Doğada nedensel rastlantının değil erekli düzenin bulunduğu saptanmış olsa bile, bu zorunlu olarak o düzeni belli (tek) bir tanrının yarattığı (tek) sonucuna götürmez. Söz konusu “düzen” saptamasına ek olarak a) tanrının varlığının da kanıtlanması + b)o düzeni yaratanın o (tek) tanrı olduğunun kanıtlanması + c) ereklediği gibi işlediğinin de gösterilmesi gerekir.

Çünkü ortada aynı değerde başka kuramlar da durmaktadır. Örneğin Panteist kuramda tanrı ile evreni, yaratan ile yaratılanı ayırmayıp, erek, tasarım ve düzenin doğanın içinde bulunduğu, doğanın kendisini yaratan (hiç değilse bilinmeyen varoluşundan sonra) kendi kendini üreten, değiştiren, geliştiren bir yapıya sahip olduğu ileri sürülmektedir.

Bir başka kuram olan Aristotelescilikte, yaratıcının kabul edilmesine karşın, yaratıcının içine “yetkinleşme ereği” (telos) koyup ona ilk hareketi (orimus mobile) verdikten sonra kendi başına bırakıp evrimini izlediği ileri sürülür. Yani yaratış ile evrimin bile birbirini zorunlu olarak dışlamayacağı söylenebilir.

Bu anlayışın bir başka örneğini Katolik filozof Francamer vermiştir (16). Kitabı Mukaddes’te (çoğu kere anlamını düşünmeden) tanrının insanı kendi surette yarattığını (Kuran’da üstelik kendi ruhundan üflediğini – A. Ş.) okuduğumuzu anımsatır. Bunun, insanın da yaradanı gibi bir yaratıcı olduğu anlamına geldiğini söyler. Evrimi yadsımak şöyle dursun, insanın tanrıyla el ele doğayı ve kendini yetkinleştirme yolunda yürüdüğü sonucuna varır.

“Yetkin yaratılma” savı gerçeğe uyuyor mu?

Atlas’ta bir başka mantık hatası (ya da mantık numarası) her bir canlı türünün tek tek ele alınıp okurun evrim geçirmeyip yetkin olduğu sonucuna zorlanmasıdır. Evrim türler, hatta tüm canlılar çapında bir sorundur. Bir tür ötekilerle karşılaştırılmadıkça elbette birinin (bu ara insanın) daha evrimleşmiş olup olmadığı söylenemez. Ama tek tek ele alınınca türlerin yetkin olup olmadığı da söylenemez.

Örneğin, büyük kedilerden çitanın kaplana göre daha hızlı koşması, bu konuda kaplandan daha yetkin olduğunu söyleme olanağı verir. Ama buradan gidilerek bile tüm türlerin yetkin yaratıldığı söylenemez. Çünkü koşmada kaplan çitadan yetkin değildir. Aslında değil insan, hiçbir canlı türü için mutlak anlamda “yetkin” kavramı kullanılamaz. Bir türün ancak ötekinden “daha yetkin” olduğu söylenebilir. Bu durumda bütün canlı türlerinin yetkin yaratıldığı savı (kuramsal düzeyde bile) güme gider. Bir de “yetkin yaratılma” savını gerçekliğin sınavından geçirelim.

Kedinin “temizlik organları”nın yetkin bir temizlik sağladığını kim söyleyebilir? Kiri yalayıp yutmak mı yetkinliktir, insan gibi yıkamak mı? Kaldı ki “kedi temizliği” bile yetersizdir. Başına ancak patisini yalayarak onun kanalıyla ulaşıp temizleyebilmektedir. Sırtına ise hiç ulaşamamaktadır.

Köpeğe gelelim, yaşamında dişleri kadar önemli olan koşma yeteneği, terleyemediği için darboğaza takılmaktadır. Hızlı enerji kullanma sonucu oluşan suyun dili bir karış çıkarıp nefes nefese kalmakla atılmaya çalışılmasının yetkinlik neresinde?

BBC’nin 2007 başında gösterime giren bir doğa belgeselinde çok özel bir kelebek türü görüntülenmiştir. Baharın bir gününde, ama tek bir gününde kozalarından çıkıp, tırtıllıktan metamorfoz geçirerek kelebeğe dönüşüp, çiftleşip yumurta bırakıp ölmektedirler. “Bir gün de olsa mutlu yaşamışlardır, bu da bir yetkinliktir” denebilir. Ama bir gün yaşamalarının nedeni mutlu olup yaşama doymaları değil (evrimlerinde ters bir mutasyon sonucu olmalı) ağızlarının ve anüslerinin bulunmamasıdır.

“Kamili mahlukat” (yaratıkların en yetkini) insana gelelim. İlkel dönem yaşadı yaşamadı, geçmişinde yamyamlık vardı yoktu, bir yana bırakalım. Çağımız ilkel topluluklarından biri, emperyalist İngilizlerin adayı ele geçirdikten sonra kafatası avcılığını yasaklamaları üzerine (Gordon Childe’ın Tarihte Neler Oldu kitabında yazdığına göre) yaşamlarının anlamını ve şevkini yitirmiş, içkiye vurmuş, üremez olup yok oluşa geçmişlerdir. İlkel kafatası avcıları mı yetkin, emperyalist İngilizler mi?

İnsanın kültürel evrimi yok mu?

Bu çerçeve daha başarılı uyarlanmayla tanımlanan biyolojik (organik) evrimden çok kültürel evrimle ilgilidir. İslam felsefesinden biyolojik evrimin kabul edilmediği sonucuna varılsa da kültürel evrimin de yadsındığı söylenemez. İslamlığın “cahiliye devri”nden kurtulması başlı başına bir kültürel evrim sayılmaktadır. Ama biz Atlas’ta görüyoruz ki, (İslam adına mı değil mi belirsiz) insanlığın kültürel evrimi de yadsınmakta, örneğin taş çağının yaşanmadığı, ilk dinin tek tanrılı olduğu ileri sürülmektedir. Bu, kuramda yalnız evrim biyolojisine değil tarih bilimine de karşı çıkmaktır. Gene kuramı bırakıp duruma bakalım.

Ur kral mezarlarında, Cang şef gömülerinde, İnka, Aztek tapınaklarında, hatta Tevrat’ta, yakılan çocuk kurbanı sunulan Kenan tanrısı Molok ile ilgili bilgilerde, kurban (üstelik tanrı adına kurban) olgusunun binlerce somut kanıtı ortaya çıkarılmıştır. O toplumların insanları da tanrının yarattığı yetkin canlılardı. Sonra insan kurbanı kaldırıldı. Son örneklerinden biri gene emperyalist İngilizler’in Hindistan’da yasakladığı ölen Brahman din adamıyla birlikte karısının diri diri yakılarak kurban edilmesi kalıntısıydı. İnsan kurbanı geleneğinin aşılması bir kültürel evrim sayılmayacak mı?

Bu soruya, “insan kurbanı kalkmış olsa da, din savaşları, etnik arındırmalar, uluslar arası savaşlar, engizisyon, Naziler çok daha fazla insanı kurban etti” yanıtı verilebilir. O zaman da yaratıldığından beri, yaratıldığı biçimiyle “yetkin” olduğu savı tehlikeye girer. Ayrıca her şeyi her an yetkin yaratan bir tanrıdan söz ediliyorsa, onun yetkin yaratıklarının bu “düzen”lerine karşı çıkmak tanrının yaratışına ve düzenine karşı çıkmak olmaz mı? Sömürüsüz, savaşsız, daha iyi bir insanlık (insanlığın kültürel evrimi) için çaba göstermenin ne gereği kalır? Zaten (Atlas’ın mantığı izlenirse) durumu insan değiştiremez her şeyi her an Allah yaratıyorsa, insan bir şey yapmıyor, yapamaz demektir. Hadi Tanrı yaptırıyor denirse bu kez tüm öldürme, yaralama, işkence, Hiroşima olaylarının sorumluluğu Tanrı’ya yüklenmiş, fatura tanrıya kesilmiş olmaz mı?

Biyolojik evrim kabul edilmeyip, onun düzeneği mutasyonlar yadsınamayınca, tüm mutasyonların zararlı ve düzeni bozucu olduğu kaçamağıyla kurtulunmak istenmişti. Yanıtı, bunun uzun zamandaki toptan sonucu “tersine evrim” olur diye verilmişti. Kültürel evrimin yadsınmasında da benzeri bir kaçamağa başvurulduğu anlaşılıyor: Totemcilikten, çoktanrıcı dinlerden tektanrıcı dine doğru kültürel bir evrim olmamıştır. Olsa olsa ta baştan tektanrılı olarak çıkan dinin yozlaştırılmasıyla çoktanrıcılık çıkmıştır, deniyor. Tanrının yetkin yapıtı ve düzeni bu konuda da bozulmaya, yozlaşmaya açık. Kültürel evrim yok yalnızca kültürel birikim varsa ve değişme hep kültürel yozlaşma yönünde oluyorsa, kültürel birikim de tek geri vitesiyle işleyip insanlığı “tersine evrim” yoluna sokacak demektir. Alem gider mersine (evrime) biz gideriz tersine (nereye?).

Evrim düşüncesi, artık bir kuram değil bir olgunun dile getirilişi

Yaratılış Atlası’nda savunulan görüşlerin neresini tutsan elinde kalıyor. Evrim kuramının gerçeği yansıtmadığı yolundaki savlar bundan bir elli yıl önce kulağa hoş gelebilirdi. Artık çok geç. Genetik bilim gelişip biyoteknoloji uygulamaları başlamadan bu yazdıklarınızla, resimlediklerinizle bugünkünden çok daha fazla insanın aklını çelebilirdiniz. Bu olanağınız bugün hızla daralıyor. Bir diyabeti (şeker) hastası düşünün. İnsülin iğnesi alacak. Eskiden sığır, domuz karaciğerlerinden çok masraflı bir süreçle süzülen bu hormon, bugün E-koli olarak bilinen bir bakterinin çıkarılan bir gen yerine insanın insülin sentezleyen geninin yapıştırılmasıyla yaratılan yeni bir bakteri türüne ürettiriliyor. Bu iş için 60 milyon hayvan karaciğeri yerine şekerli su dolu 200 kiloluk bir fermantasyon kazanına rDNA (DNA’sı değiştirilmiş) bakteriler bulunan birkaç damla katmak yetiyor (17). Bakteriler şekerli suyla ürerken o genin sentezlediği insülin de çoğalıyor. Sonra bu süzülüp biyoteknoloji ürünü insülin olarak (en az on yıldır) eczanelerde (ineğinkinden çok daha ucuza) satılıyor. Şeker hastası olarak (kitabına inanmış olsanız da) Adnan Hoca’ya değil doktora başvurduğunuzda reçeteye bu ilacı sarıp elinize veriyor. Genetik yapısıyla oynanmış (yani evrimden geçirilmiş) insülin ilacını evrime karşı olduğunuz için kabul etmeyip kullanmayacak mısınız? Kullanırsanız (ve hâlâ evrime karşıysanız) ürününden yararlandığınız bir gerçeği yadsımış duruma düşmez misiniz?

Özetle evrim düşüncesi, artık elli yıl önce olduğu gibi bir olasılıktan söz eden bir kuram değil, bir olgunun dile getirilişi (18). Laboratuarda (doğa süreçleri taklit edilerek) gerçekleştirilen bir olayın, doğada, kendiliğinden (evet, evet, rastlantıyla) gerçekleşmesinin önünde ne gibi bir engel var (gene rastlantılar dışında)? Üstelik elimizde böyle bir mutasyonun ve yeni bir bitki türünün evriminin somut kanıtı da var: İnsanlar kültürel evrimle yabani tahıl toplayıcılığından üreticiliğine geçtikten sonra, önce sulama mutasyon yaratıp evcil buğday ırkını oluşturmuştur. Ama bu evcil tahıla Hazar dolaylarında keçiyüzlü ot (Aegilops squarossa) bitkisinin bazı genleri karışınca, hamuruna özmeklilik kazandıran glütenli “ekmeklik buğday” (Triticum aestirum) rastlantıyla oluşmuştur. Rastlantıyla oluşan bu genetik değişiklik, her tohum bire elli tohumluk başaklarıyla kopyalanınca (redüplikasyon süreciyle) düzenlilik kazanarak bugün hamurunun (glüten yüzünden) esnekliğiyle analarımızın, aşçılarımızın harikalar yarattığı ekmeklik buğdaya kavuşulmuştur (19). Dolayısıyla evrimin artık bir kuram olmaktan öte bir olguyu yansıttığını göğsümüzü gere gere söyleyebiliriz.

Karmaşık yapıların doğması için evrendeki atom sayısını aşan olasılıklar gerekmez

Rastlantılarda olasılık oranı yanılgısına, çalışmalarında istatistik, matematik yöntemler kullanan ilgili doğa bilimcilerince yanıt verilmiş olmalı ya da verilecektir. Ama bu savdaki zayıf noktayı görmek için doğa bilimcisi olmak gerekmez:

Evrim biyologlarının hiçbirisi, tüm genlerin rastlantıyla bir araya gelmesiyle bir canlı türünün oluşacağını söylemiyor. Söylenen, en yalın yapılardan (bir yaratıcının erekli yaratısıyla değil anlamında) rastlantıyla zaman içinde eklenen moleküllerle giderek karmaşıklaşacağı. Buna göre iki molekülden oluşan bir gen parçasına 3. molekülün eklenmesi olasılığı diyelim yüzde 1′dir. Üç moleküllüye 4.sünün de (geçecek belki 10 belki 100 yıl içinde) eklenmesi olasılığı da yüzde 1 olsun. Böyle böyle yüzbinlerce, milyonlarca yıl içinde karmaşık yapıların doğması için hiç de evrendeki atom sayısını aşan olasılıklar gerekmez.

“Karmaşık bir yapının bütün parçalarının aynı anda eksiksiz olarak bir araya gelmesiyle bir organın ya da canlının yaşamaya işlev göstermeye başlaması” olanaksız derecede olasılığı gerektirip, tam da “yaratma” savına yöneltilebilecek en güçlü eleştirilerden biri olup, bunun bilimsel yaratıcılık savını savunan yazar(lar)ca geliştirilmiş olması, (böyle bir amaçları olmadığına göre) rastlantının kendilerine oynadığı acı bir oyun olmalı!

DİPNOTLAR:

1) Gerçekten, elimdeki kardeşimin bir sokakta, duvar dibinde bulup getirdiği kopyası.
2) Aynı tarihlerde Ankara Üniversitesi Bilgi İşlem Merkezi’ne sızmış admin@hilafet.com adresli “Cumhuriyet bayramı kutlamaları konusunda, Müslümanlar’ın tavrı ne olmalıdır” başlıklı e-postadaki şu sözler, böyle bir olasılığı düşündürebilecek niteliktedir: “Hayatımızın tüm boyutlarını kirleten, fertlerin ahlakını bozan, toplumu kokuşturan, Kuran’ın tabiri ile ‘pislik’ kelimesi küfür sistemi (olan) Cumhuriyeti ortadan kaldırıp ‘güzel’ kelime olan tevhid esasına dayalı İslami hayatı hakim kılacak ve insanlığa hidayet ve nuru davet ve cihat yolu ile aleme taşıyacak olan Reşidi Hilafet devrini kurmak için samimi cemaat ile çalışmak gerekir.”
Harun Yahya’nın bu e-postanın yazarı gibi hilafetçi olup olmadığı yolunda elimde bilgi ve ipucu yok. Olmasa bile, bu kitabın hilafetçilerin üzerindeki etkisinin ne olabileceği yolunda bir görüşüm yok. Ancak hilafetçilerin dünyayı “dar-ül-İslam” ve “dar-ül-harb” olarak ayırıp, Türkiye’yi bu ikinci ülkeler içine sokmaları, bu tür kuşkuları besleyebilecek olgular.
3) Amerikan Bilimler Akademisi’nin raporunda, “bilimsel yaradılış” ile ilgili görüşleri, akademi üyelerince şiddetle terslenen Prof. Gish’in ve Prof. Morris’in görüşlerine sahip çıkılıp kendileri Amerika’dan çağırılıp, “Evrim Teorisinin Çöküşü: Yaratılış Gerçeği” başlıklı konferanslar dizisinde konuşturulduklarına göre, yapıt apaçık söz konusu yapıtın (kitabının) Türkçe okurlar için hazırlanmış yanıtı. Bu ara Prof. Gish’in başkanı olduğu ABD Yaradılış Enstitüsü’nün Türkiye’deki kopyasının Bilim Araştırma Vakfı adını almış olması gözden kaçırılmamalı.
4) Kitapta (s.9) evrimcilerin, sahte dincilerin “Allah adına uydurdukları sahte dini halka İslam olarak tanıtan zihniyetin her türlü rezilliğini ortaya dökerek” istemeden de olsa Allah’ın buyruğunu yerine getirdikleri söyleniyor. Ve Allah’ın bu din düşmanlarını birbirine kırdırarak gerçek dini ayakta tutmasıyla ilgili görülen şu ayet aktarılıyor: Bakara 251: Eğer Allah’ın insanların bir kısmı ile bir kısmını defi (engellemesi) olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı.
5) Bu örneği, geçenlerdeki bir konuşmamda, izleyicilerden bir arkadaşın katkısına borçluyum.
6) Yazar bir yerde (s.8) tesadüf ve rastlantı sözcüklerini yan yana kullanmaktadır. Farklı anlamlarda kullanmışsa açıklamalıydı. Bu yolda bir açıklanmaya rastlanmıyor. O zaman bizim zamanımızda ortaöğretimde öğretilen şu tekerlemeyi anımsatmakta yarar var: “Bab-ı Ali kapısından mürur edip geçerken Tesadüfen rast geldim bir atlı süvariye ben.”
7) Kitapta (s.5) bilinçli dizayn teorisinin önde gelen adı olan Amerikalı mikrobiyolog Prof. Behe’nin “son kırk yıl içinde hücreyi araştırmak için gerçekleştirilen tüm çabalar, çok açık biçimde, bağıra bağıra tek sonucu veriyordu: “Dizayn” (yani tasarım) sözleri aktarılmaktadır.
8) François Jacob, 1965 yılında Nobel Ödülü’nü alan Fransız genetikçi (Mümkünlerin Oyunu, çev: Turhan Ilgaz, İstanbul, 1996, Kesit Yayıncılık, s.78) doğada canlılar arasında organlarda Darwin’in de gözlemlediği eksikliklerin fazlalıkların bulunduğunu söyledikten sonra, doğanın yetkin tasarımlar yaratmaya çalışan bir mühendisten çok, elinin altında ne varsa onlarla karşısına çıkan sorunları çözmeye çalışan bir yaptakçının (bricolage) işine benzetilebilecek biçimde işlediği sonucuna varmaktadır.
9) Jacob (s.124′de) bu konuda “Maddeyi kuran parçacıklara bir tür ‘psike’ (ruh) atfetmek hiçbir sorunu çözmüyor. ‘Yaşam’ın moleküllerin kendi aralarındaki düzenleşinin bir ürünü olması gibi ‘zihin’in de beyin düzenlenişinin bir ürünü olduğu sonucuna varmaktan kaçınmak oldukça zordur” diyor.
10) Yaradılışın bilimin de ulaştığı bir sonuç olduğunun söylendiği sayfanın hemen ardında (s.6) “bilim dünyasındaki önde gelen isimlerin önemli bir bölümünün ateist olmalarının nedeni dogmatik materyalist bakış açısıdır” deniyor. Ve bu durumun açıklanması için “kitaba” sığınılıyor: Enam, 111 “Onlara melek indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı yine inanmayacaklardı” (Ne diyelim? Hele bir melek indirilsin, hele bir ölüler konuşsunlar o zaman düşünürüz, siz de yargınızı o zaman verirsiniz!) Sürdürerek, evrim teoricilerinin, evrimin büyüsü, telkini altında beyinlerinin muhakeme yeteneğinin, algı ve şuur mekanizmalarının bozulduğu söyleniyor. İnsan aklına, ister istemez zikirler, Mevlut’daki “her nefeste Allah adı di müdam, Allah adıyla olur her iş tamam” sözleri, bismillah ile atılan adımlar geliyor.
11) Bu deyişi bir öğrencimin yazılı kağıdında (başka bir bağlamda ve bir başka anlamda kullandığı) sözden aldım.
12) Yazarın Urey-Miller (1953) deneyi benzeri deneylerden kaçınıldığını yazmasına karşılık, bkz. Gözen Erdem, “İlk Canlının Ortaya Çıkışı”, Cumhuriyet Bilim Teknik, No: 581, (1998)’de bu yolda yeni yeni deneylerin yapıldığı, bunlarda da biyo-organellerin elde edildiği anlatıldıktan sonra, yazarın ABD’li meslektaşlarıyla gerçekleştirdiği (1992′de Science dergisinde yayımlanan) araştırmalarından söz edilmektedir. Buna göre proteinlerden önce oluştuğu kanıtlanan en kısası 70 zincirle olan RNA molekülünün laboratuvarda 14 zinciri sentezlenmiş bulunmaktadır. Araştırmacı yazar tümünün sentezlenebileceğinden kuşkusunun bulunmadığını yazmaktadır.
13) Jacob, (Mümkünlerin Oyunu, s.11′de) bunun tam karşıtı bir görüşle, “Bu kavram bugün bütün biyolojiye egemendir; çünkü en çeşitli alanlarda, onsuz yalıtılmış bir durumda kalacak gözlemler yığınını bir araya getirmektedir. Çünkü yaşayan dünyanın ve onun olağanüstü çeşitliliğinin bir açıklamasını sağlamaktadır” dedikten sonra (s.49-50′de) şunları söylemektedir: “Evrim izleri bugün, hücrelerimizin her birinde karşımıza çıkmaktadır. Yüzyılımızın başından bu yana birikmiş olan verileri modem Darwincilik’e çok yakın bir kuram olmaksızın açıklamak artık imkânsız hale gelmiştir. Bu kuramın bütünlüğü içinde bir gün çürütülebilme olasılığı, şimdiki halde sıfıra yakındır”
14) Jacob, (s.118′de) sanki kafasında Harun Yahya için yanıt hazırlamış gibi: “Eğer maymunun üstüne zıplamak (sıçramak) istediği dal için oluşturduğu görüntünün gerçekle hiçbir ilgisi bulunmasaydı, ortada maymun kalmazdı” diye yazmaktadır.
15) Atlas bir fakültenin öğretim üyelerine (parasız) dağıtılmış. Bir arkadaşım gösterip “seni daha çok ilgilendirir, al” deyince, ilkokula başlamış oğlu “verme, resimlerine bakıyorum” dedi.
16) Bkz. H. Göksel – A. Şenel (çev. ve der.), “Biyoteknoloji, Genetik Mühendisliği ve İnsanlığın Geleceği”, Ankara, 1987, V Yayınları, dizin.
17) Bkz. a.g.y.
18) Bkz. A. Şenel, “İnsan ve Evrim Gerçeği”, Ankara, 2003, Özgür Üniversite Kitaplığı yayını.
19) Bkz. A. Şenel, “İnsanlık Tarihi”, Ankara, 2006, İmge, s.313.

[Doç. Dr. Alâeddin Şenel’in bu makalesi Bilim ve Gelecek dergisinin Nisan 2007 tarihli 38. sayısında yayımlanmıştır.]

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments