Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeFriedrich Wilhelm NİETZSCHEZerdüşt'e giden yol | Bir Nietzsche Anlatısı - Will Durant

Zerdüşt’e giden yol | Bir Nietzsche Anlatısı – Will Durant

Şimdi de sanattan, bilime ve “hiçbir zorbalığın nüfuz edemeyeceği barınak” olan felsefeye döndü. Spinoza gibi o da tutkularına, onları inceleyerek hâkim olmaya çalıştı: “Bize gereken şey, heyecanların kimyasıdır.” Böylece, bundan sonra yazacağı kitap “İnsanca, Aşırı İnsanca”da (1878-80) psikolog oldu ve bir cerrahın insansızlığıyla, en ince duyguları ve en benimsenen inançları incelemeye başladı. Hem de kitabını, aleyhinde söylenenlere kulak asmadan, bütün kahramanlığıyla adı ve en ince duyguları ve en benimsenen inançları incelemeye başladı. Hem de kitabını, aleyhinde söylenenlere kulak asmadan, bütün kahramanlığıyla adı kötüye çıkmış Voltaire’e adadı.

Derken, 1879’da henüz gençken, maddî mânevî bir çöküntü içinde olduğunu duydu. Ölümün eşiğindeydi sanki. Ve yiğitçe hazırlanmıştı bu sona: “Söz ver bana,” diyordu kız kardeşine; “ben ölünce, tabutumun başında dostlarımdan başka kimseyi bulundurmayacaksın. Meraklı kalabalıktan uzak tutacaksın beni. İster rahip olsun, ister başka biri, ben savunmasız kalmışken, mezarımın başında yalanlar söyleyecek kimseleri bulundurmayacaksın. Mezarıma özü sözü doğru bir dinsiz gibi ineyim.” Ama iyileşti. Cenaze töreninin de ertelenmesi gerekmişti. Bu hastalık, onda sağlıklı olma, güneş, hayat, kahkaha, raks ve ‘Carmen’in “güney müziği” tutkusunu uyandırdı. Aynı zamanda, ölümle savaşmaktan doğan daha güçlü bir istem kazanmıştı. Spinoza’nın doğal sınırlara ve insanın alın yazısına sevinçle katlanışı gibi, o da aynı çizgiye yükselmek için büyük bir çaba gösterdi. “Benim büyüklük formülüm Amo Fati’dir (kader aşkı); yalnız her gerekliliğe katlanmak değil, aynı zamanda onu sevmek;” diyordu. Ne var ki, bunu söylemesi yapmaktan kolaydı.

Daha sonraki kitaplarının adı ‘Sabah Kızıllığı’ (1881) ve ‘Kıvançlı Bilgelik’ (1882), şükreden bir iyileşme dönemini yansıtır. Bu kitaplarda, daha sonra vereceklerinden daha kibar ve nazik bir dil kullanmaktaydı. Bir yıldan bu yana durgun günler geçirmişti. Üniversitenin verdiği maaşla yalın bir hayat . Gururlu filozof bir ara yumuşamış, bu ince zayıflığın kurbanı bile olmuştu: Âşıktı. Ama sevdiği Lou Salomé, aşkına karşılık göstermemişti. Nietzsche’de, insana rahatlık vermeyecek keskin bir göz ve derin bir bakış açıcı vardı. Paul Rée daha az tehlikeli biriydi. Bunun üzerine Nietzsche umutsuzluk içinde çekip gitti. Giderayak da kadınlar için özdeyişler savuruyordu. Gerçekte safdildi, hevesle doluydu, romantikti, yalın denecek derecede yumuşaktı. Yumuşaklığa karşı savaşı da, onu büyük hâyâl kırıklığına uğratan ve hiçbir zaman iyileşmeyecek bir yara açan, o, erdemi içinden çekip atmak için yaptığı girişimdi.

Aradığı sesi bulamaz olmuştu: “İnsanlarla yaşamak güç, sesini çıkarmadan edemiyor insan.” İtalya’dan geçerek, Sils-Maria Alplerinende, yukarı Engadine’ye gitti. Erkek kadın, herkesten nefret ediyordu. İşte, o yapayalnız yüksekliklerde en büyük kitabının ilhâmı geldi:
“Oturmuş bekliyordum orada, neyi? Hiçbir şeyi,
Tadına varıyordum, iyi ve kötü’nün ötesinde,
Bazen aydınlığın, bazen gölgenin;
Derken dostum, ansızın bir, ikileşti,
Ve yanımdan Zerdüşt geçti.”

“Rûhu yükselmiş, kabından taşmıştı.” Yeni bir öğretmen bulmuştu kendine: Zerdüşt. Yeni bir tanrı – Üstün İnsan. Ve yeni bir din. İlhâmının ateşiyle, felsefesi şiire dönüşmüştü. “Bir türkü okuyabilirdim; okuyacağım da; boş bir evde de olsam, yalnız kendim için de olsa.” Ne büyük yalnızlık vardır bu sözlerde! “Ey büyük yıldız! Nice olurdu mutluluğun, aydınlattıkları olmasaydı eğer! Bak! Bilgeliğimden usandım artık, çok bal toplamış arılar gibi: Eller gerek bana, onu almaya uzanacak!” “Zerdüşt Böyle Dedi”yi yazdı. (1883) ve “Richard Wagner’in Venedik’te, rûhunu teslim ettiği kutsal anlarda” bitirdi. Bu kitap, “Parsifal”e verilen muhteşem bir karşılıktı. Ne var ki, “Parsifal” ölmüştü.

Kitap, gerçekten Nietzsche’nin şâheseriydi. Kendi de bunu biliyordu. “Bu eserin özel bir yeri var,” diye yazıyordu sonradan. “Şairleri aynı solukta anmayalım; böylesine güçlü bir eser olmasa gerek… Bütün büyük rûhların canı ve iyiliği biraraya getirilseydi, ortaya çıkacak bütün, Zerdüşt’ün tek vaizini yaratamazdı.” Gerçi biraz abartma yok değil bunda! Ama yine de XIX. yüzyılın en büyük kitaplarından biridir. Nietzsche, kitabını bastırmak için epey güçlükle karşılaşmıştır. İlk bölümünün gecikmesinin nedeni, makinelerin 500.000 ilâhi kitabı basmakla oluşuydu. Ardından da bir sürü Yahûdi düşmanı broşürler basılacaktı. Yayınevi sahibi son bölümü hiç basmamaya karar verdi. Para getirmeyeceğini düşünüyordu. Böylece Nietzsche, kitabın bütünü basılabilsin diye, kendi cebinden ödemek zorunda kaldı. Ama ancak kırk kitap satılmış, yedisi armağan olarak dağıtılmıştı; birinden de teşekkür gelmişti yalnızca. Kimse övmüyordu. Nietzsche kadar yalnız kişi olmamıştır dünyada.

Zerdüşt otuz yaşına gelince, vaktini düşünmekle geçirdiği dağdan iner. Amacı, İranlıların Zerdüşt’ü gibi halka vaaz vermektir. Ama halk ona sırtını çevirir ve bir ip cambazını seyretmeye başlar. Derken, ip cambazı düşer ve ölür. Zerdüşt onu sırtına alıp uzaklaşır. “Hayatını tehlikeye attığın için, seni kendi ellerimle gömeceğin,” der. “Tehlike içinde yaşa,” diye vaaz veriyordu. “Şehirlerinizi Vezüv’ün eteğinde kurun. Gemilerinizi, bugüne kadar kimsenin açılmadığı denizlere gönderin. Seferber olun hep.”

Zerdüşt dağdan inerken, ona Tanrı’dan söz eden bir ihtiyarla karşılaşır. Yalnız kaldığında, içinden şöyle der: “Nasıl olur, bu ihtiyar aziz ormanda yaşarken, Tanrı’nın öldüğünü nasıl duymamış olur?” Elbette ölmüştü Tanrı, bütün tanrılar ölmüştü.

“Çünkü eski tanrılar nice önce öldüler. Doğrusu, iyi ve kıvançlı bir sondu bu, Tanrılar için!

Tan ağarırken oyalanarak ölmediler, nice söyleseler de bu yalan! Tersine, bir zamanlar ölesiye gülmüşlerdi kahkahalarla!

Tanrı’nın kendisinin en zındıkça söz ettiği bir anda olmuştu bu: “Tek bir Tanrı vardı! Başka tanrılarla çıkmayacaksınız karşıma.”

Yaşlı, sakallı bir zalim Tanrı, kıskanç bir Tanrı, böylece unutuvermişti kendini. Ve bütün tanrılar katılasıya gülüp tir tir titrediler oturdukları yeri ve bağırdılar: “Sofuluk, Tanrı yok, tanrılar vardır demek değil midir ki?”

Kulakları olanlar işitsin!

Böyle dedi Zerdüşt.”

Ne neşeli bir Tanrıtanımazlıktı bu! “Tanrıların olmayışı, sofuluk değil midir?” Tanrılar olsaydı, ne yaratabilirlerdi ki? Tanrılar olaydı, nasıl dayanabilirdim kendimin de Tanrı olmamasına? Demek ki, tanrılar yoktur.” Benden daha sofu olmayan varsa, gidip kulak vereyim onun vaazlarına.”  “Yalvarırım size kardeşlerim, toprağa bağlı kalın, sizlere doğaüstü umutlardan söz edenlere inanmayın. Zehirleyicidirler onlar. İster bilsinler, ister bilmesinler.” Nice dünkü baş kaldıranlar, hayat için gerekli bir uyuşturucu gibi sonunda bu tatlı zehire dönüyor.  “Yüksek İnsanlar,” onun öğretisini vaazetmek ve kendilerini hazılamak için Zerdüşt’ün mağarasında toplanırlar; Zerdüşt bir süre onları yalnız bırakır. Döndüğünde, “dünyayı kendi sûretinde yaratmış olan” (yani mümkün olduğu kadar saçma yaratmış olan) eşeğe, günlük sunmakta olduklarını görür. Pek ahlâksal bir davranış değilse de, metin şöyle devam eder:

“İyi ya da kötü bir şey yaratması gereken, doğrusu ilkin yok edici olmalı; değerleri paramparça etmeli.

Böylece en yüksek kötü, en yüksek iyiliğin bir parçası olur. Ama bu yaratıcı iyilikti.

Bunun üstüne konuşalım, nice kötü olsa bile, ey bilgeler bilgileri. Susmak daha kötüdür; açıklanmayan gerçekler zehirler insanı sonradan.

Gerçeklerimizden dolayı bir şey patlayacaksa, patlasın varsın! Daha nice evler var kurulması gereken.

Böyle dedi Zerdüşt.”

Saygısızca bir iş mi bu? Ama Zerdüşt; “Kimse kimseye nasıl saygı gösterilmesi gerektiğini bilmiyor artık,” diye yakınıyor ve kendisi için ‘Tanrı’ya inanmayanların en sofusu” diyor. İnanca özlem duyuyor; kendisi gibi “büyük nefretin acısını çeken, Tanrı’nın ölmüş olduğunu ve henüz hiçbir Tanrı’nın beşikte ve kundakta olmadığını bilen kimseler için” acı duyuyor. Derken yeni bir Tanrı’nın adını açıklıyor:

“Öldü bütün tanrılar; şimdi artık üstün insan yaşasın, istemimiz…

Size üstün insanı öğretiyorum. İnsan aşılması gereken bir şeydir. Onu aşmak için ne yaptınız?..

İnsanda büyük olan şey, onun hedef değil, köprü oluşudur. İnsanın sevilecek yanı bir geçiş ve yıkım oluşudur.

Kendilerini mahvederek yaşamayı bilenleri severim ben, çünkü onlardır öteye gidenler.

Büyük nefret duyanları severim ben, çünkü onlardır gerçek tapanlar, öteki kıyının özlemini çeken onlardı.

Mahvolmak ve kurban edilmek için, yıldızların ötesinde bir neden aramayanları severim ben, toprak bir gün üstün insanın toprağı olsun diye, kendilerini toprağa kurban edenleri severim.

Hedefini belirleme zamanı gelmiştir insanın. En yüksek umudunun tohumunu dikmek zamanı gelmiştir insanın…

Deyin bana kardeşlerim, insanlığın hedefi yoksa, insanlık yok demek değil midir?

En uzak adama karşı duyduğunuz sevgi, komşunuza olan sevginizin üstündedir.”

Nietzsche her okurun, kendini üstün insan olarak düşüneceğini önceden görür gibi oluyor. Buna karşı tedbir almak için de üstün-insanın henüz doğmadığını söylüyor. Biz ancak onun öncüleri olabiliriz, onun yetişeceği toprak olabiliriz. “Yeteneğinizin ötesinde bir şey istemeyin kendinizden.” Yalnızca üstün insanın tanıyacağı mutluluk, bizim için değildir. En iyi hedefimiz çalışmaktır bizim. “Uzun bir süre mutluluğum için çabalamayı bıraktım. Şimdi işim için çabalıyorum yalnızca.”

Nietzsche Tanrı’yı kendi görüntüsünden yaratmış olmasından hoşnut değil; kendini ölümsüz yapmak zorunluluğunu duymaktadır. Üstün-insandan sonra, sonrasız tekrar gelmektedir. Her şey tekrarlanacak, en ince ayrıntısına kadar, sayısız defalarca. Nietzsch’de, kan, silâh ve pişmanlık Almanya’sı ve bilgisizlik çağından Zerdüşt’e kadar, insan zihninin bütün erdemleri de tekrar tekrar gelecektir. Korkunç bir öğreti. Evet deyiciliğin ve hayatın kabulünün en son ve güçlü biçimi. Nasıl olurdu bu? Gerçeğin mümkün olan türlü karışımları sınırlıdır, zaman sonsuzdur. Günün birinde ister istemez hayat ile madde, bir zamanki biçimlerine dönecektir ve bu alın yazısı da, yine bütün tarihin dolambaçlı yolunu yeniden dönecektir. Gerekircilik bizi böyle bir çıkmaza sokuyor işte. Zerdüşt’ün bu son dersini vermekten niye çekindiği anlaşılıyor. Korkuyor, titriyor, geri çekiliyordu. Derken bir ses geldi: “Ne düşünürsün kendini, ey Zerdüşt! De diyeceğini de, paramparça ol!”

Felsefenin Öyküsü – Will Durant
Türkçesi: Ender Gürol

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments