Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaBilimPsikolojiFreud'da Toplum,Kültür,Din Felsefesi | Ali Babaoğlu

Freud’da Toplum,Kültür,Din Felsefesi | Ali Babaoğlu

Başlangıcından itibaren psikanalitik kuram din, sosyoloji, uygarlık tarihi ve güzel sanatlar alanlarına da yayılıp yansımaya başlamıştır. Bu yansımalar belki psikanalizin yüzyılımız eğilim ve düşünceleri üzerine yaptığı en önemli etkidir. Asıl amacı olan psikiyatri ve tıp alanındaki etkisinin görece zayıfladığı sırada doruğa çıkmış görünen bir etki. Bugün özellikle uygulamalı sosyoloji denilebilecek olan politika, ekonomi ve eğitim konularında psikanalizin bulguları olmaksızın hiçbir girişim değerli sayılmıyor. Hele uluslararası savaş ve barış stratejileri üzerinde çıkarsama ya da uygulamaya yönelik bütün araştırma ve planlamalar kesinlikle psikanalizin egemen gölgesi altında yürüyebiliyor. Bu yönelişin temellerinde Freud’un çağında çok eleştirilmiş, yandaşlar kadar karşıtlar da kazanmış olan yazıları yatmaktadır.

Freud her ne kadar küçük gören söylemlerde bulunmuşsa da felsefeyle hep yakından ilgilenmiş; yazılarında felsefeyi hem sıkça kullanmış, hem de doğrudan doğruya felsefe yapmıştır. Gerçekten de çağında psikolojinin ve biyolojinin genel olarak felsefe temeli olmaksızın düşünülmesi pek söz konusu olamazdı. Özellikle de tam yeni araştırma ve buluşların yapılmakta olduğu antropoloji ve sosyoloji alanının psikanaliz kuramını etkilememesi ve ondan etkilenmemesi beklenemezdi.

Daha 1907’de saplantılı-zorlantılı nevrozun belirtilerinin dinsel tören ve uygulamalara benzerliğinden girerek dinin evrensel bir nevroz, saplantılı-zorlantılı nevrozun da bireysel bir din olduğunu ileri sürmüştü (Freud, 1907). 1912’deyse, belki en ünlü yapıtı olan Totem ve Tabu ile Freud, yalnızca dinin değil aynı zamanda uygarlığın da kökenlerini incelemeye başlamış ve bireysel Oidipus karmaşasıyla insanlığın tarih öncesi arasında koşutluklar ortaya çıkarmıştır. Tylor, Lang, Frazer gibi etnolog ve sosyal-ant-ropologların araştırma sonuçlarına dayanarak ilkel tabularda ve nevrotik fobilerde aynı irrasyonel özelliği; büyü işlemlerinde ve nevrotik fantezilerde aynı düşünce tümgüçlülüğünü görmüştür. Buradan giderek nevrotik belirtilerle ilkellerdeki toplumsal ve kültürel görüntülerin ve uygarlığın kökenlerinin ortak temellerine ilişkin bir kuram gelişmeye başlamıştır. Bu ortak temeli oluşturan düzenek ilk atanın öldürülmesi öyküsünde, Oidipus karmaşasının bir yansımasında görülmekteydi. Freud’a göre her küçük oğlan çocuk babasını öldürmek ve annesiyle evlenmek gizli dileğini yenmek zorundaydı. Bu sorunu başarıyla atlatabilirse babanın tasarımını kendi içine alır, böylece üstbeni kurulmuş olur ve sonunda normal bir olgunluk ve erişkinliğe ulaşabilirdi. Eğer bunda başarısız olursa nevroz kaçınılmazdı. Bu olgu dizgisi her insanın kaderinde vardı. Ama bu bireysel kader insanlığın tarih öncesinde gerçekleşmiş bir olayın yansımasından ibaretti. Binlerce yıl önce insanlar sürüler halinde zalim bir atanın sultası altında yaşamaktaydı. Bu ata, sürünün bütün kadınlarını kendi elinde tutup, yetişkin oğullarını sürü dışına atıyordu. Bu dışa atılan oğullar ayrı bir toplulukta, eşcinsel duygular ve davranışlarla yaşamak zorundaydılar. Bir rastlantıyla, ya da amaçlı olarak oğullar bir fırsat bulup babalarını öldürdüler ve yediler. Böylece öfkeleri doymuş fakat aynı zamanda totemcilik de başlamış oldu. Atayı temsil eden totem hayvanını, atanın kendisiymiş gibi sayıyor, fakat belli zamanlarda onu öldürerek yiyorlardı. Babalarını öldürdüklerinde onun kadınlarını almaya cesaret edememişlerdi. Bunun nedeni bir yandan babaya geç bir itaat, ama öte yandan asıl bu kadınların paylaşılması amacıyla erkeklerin birbiriyle boğuşmaya girebilecekleri korkusuydu. Bunlar baba katli ve ensest yasağıydı. Bu, insan uygarlığının, ahlak ve dinin başlangıcı, aynı zamanda da Oidipus karmaşasının öncülüydü.

İnsanlığın ilkel dönemlerde, erkek bir tiranın yönetimi altında, sürüler halinde yaşadığı düşüncesi, Darwin’in bir varsayımıydı. J. J. Atkinson (1903), Darwin’in bu düşüncesini alıp işleyerek genişletmişti. Ona göre; babanın, rakibi olan oğullarını sürü dışına sürmesi sonucunda birbirinin yakınında yaşayan iki küme oluşmaktaydı. Birinde baş erkek, elde edilmiş olan kadınlar, kendi kızları ve her iki cinsten çocuklar bulunmaktaydı. Öbüründe de olasılıkla bir poliandri durumunda yaşamakta olan sürülmüş oğullar bulunuyordu. Bu sürgün erkeklerden bir bölümü kendilerini babadan daha güçlü hissettikleri zaman ona saldırıp öldürdüler ve yediler. Aralarındaki en güçlü genç erkek babanın yerine geçti. Bu savaş durmadan yinelenebilirdi ama Atkinson’a göre günlerden bir gün babanın kadınlarından biri onu, günü gelince yerini almak üzere oğullarından birini saklamaya ikna edebildi. Tek koşul oğulun babanın kadınlarına dokunmaması olacaktı. Ensest yasağının başlangıcı bu olaydı. Freud ayrıca semitik kültürlerin kökenine ilişkin William Robertson Smith’in (1970) kuramından da etkilenmişti. Buna göre insanlar küçük klanlar halinde totem inancı ve kurallarıyla yaşamaktayken o totemi belli zamanlarda öldürüp ortak ziyafetlerde yemekteydiler. Aslında o sıralarda henüz yeni olan etnolojik ve antropolojik araştırmalar son derecede büyük ilgi çekiyordu ve bu türden varsayımlar her yandan pıtrak gibi fışkırıyordu. Bu yüzden Freud’un bunların herhangi birinden, ya da birçoğundan etkilenmiş olması da olasıdır.

Buna ek olarak o çağa denk gelen önemli bir olay tam da bu eskiye ilişkin varsayımların çağdaş bir versiyonu gibiydi. Bu da Osmanlı İmparatorluğu’ndaki 1908 devrimiydi. Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu o güne kadar yüzyılın en korkunç despotu olan bir sultanın, II. Abdülhamid’in sultası altında bulunuyordu. Avusturya-Macaristan’a komşu bu dev ve çağdışı imparatorluk, bütün Avrupa’da olduğu gibi onunla çatışmalı bir dostluk içinde yaşamaya çalışan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu aydınlarının da müthiş ilgisini çekiyordu. Benzeri bir patriyark tarafından yönetilmekte olan Rusya’nın ve iyi baba figürü sunan Büyük Frederik’le Bismark’ın egemenliğindeki Almanya’nın tehditleri arasında Avusturya-Macaristan yıllarca tonton bir imparatorun ve onun halk tarafından ilgi ve sevgi gören ailesinin egemenliği altında ikili duygular içindeydi. Bu arada Balkanlar’daki bütün yahudiler, Osmanlı sultanına karşı daha da karmaşık duygular taşıyorlardı. Avusturya-Macaristan yahudileri ve Rus yahudileri hiçbir zaman normal vatandaşlık sıfatını bile kazanamazken Safarim denilen Osmanlı yahudileri bütün Balkan ülkeleri ve bu arada Avusturya-Macaristan topraklarında da Osmanlı sultanının kişisel himayesi altında, neredeyse diplomatik sayılabilecek bir dokunulmazlık ve dolayısıyla da büyük bir refah içinde yaşamaktaydılar. Kendisi de bir Galiçya yahudi ailesinden gelen Freud için de sultan, herkese karşı zalim olan, ama kendilerinin bir bölüm kardeşlerini öbür zalimlere karşı koruyan bir baba figürü oluşturmaktaydı. Bu despot bütün tebaası üzerinde yaşam ve ölüm yetkisini tek başına elinde tutmakta, bir kısım azınlıklarla birlikte kendi öz oğullarını da acımadan öldürmekte (o sırada Bulgar, Ermeni ve Yunanlılar’ın azınlık-bağımsızlık hareketlerine karşı olan tenkiller Avrupa’ya korkunç katliam haberleri olarak gitmekteydi; ayrıca zindanlarda boğulan Türk aydınlarının haberlerini de Avrupa büyük bir duygusal paylaşımla almaktaydı), hareminde de binleri bulan kadınları kendi keyfi için tutmaktaydı. 1908’de “oğullar zalim babaya karşı bir olup ayaklandılar”. Genç Türkler sultanı tahttan indirerek ulusal bir toplum düzeni kurdular. Osmanlı İmparatorluğu’nda sanatların ve düşüncenin bir anda yeşerip geliştiği gözlendi. Böylece tam da etnologların ilkel atanın katline ilişkin söyledikleri ilgiyi çekmekteyken, bu efsane Avusturya aydınlarının gözlerinin önünde yineleniyordu. Bu durum, benzeri kuramsal düşüncelere karşı kuşkusuz ki daha az eleştirel bakılmasına, bu mitin daha kolay kabul edilmesine yol açmış olabilir (Ellenberger, 1970).

Freud’a göre totem inançlarından sonra gelişmiş olan dinler için de aynı köken, insanlığa bir daha hiç huzur vermeyen aynı olay geçerliydi. İnsan toplumu “birlikte işlenmiş suçun suç ortaklığı üzerinde, din suçluluk duygusu ve pişmanlık üzerinde, ahlak da kısmen böyle bir toplumun gereklilikleri, kısmen de suçluluk duygusundan ileri gelen tövbe duygusu üzerinde durmaktadır”. Totem ve Tabu’nun sonunda Freud ilkel sürü ile bugünkü insanlık arasında yeniden köprüler kurmaya çalışmakta, bunu, “bir kimsenin ruhsal yaşamındaki aynı ruhsal süreçleri yaşamakta olan” kitle ruhunda aramaktadır. Ruhsal süreçler bir sonraki kuşaklarda da, belki doğrudan açıklamalar ve doğrudan geleneklerle sürmektedir. Ama bir neden de psişik yatkınlığın kalıtımla geçişidir. Her insan, kendi bilinçdışında diğer insanların tepkilerini yorumlamak, yani başkalarının kendisinin duygu kabarmalarından almış oldukları izlenimleri geri çevirebilmek için belli bir aygıta sahiptir. Bütün âdetlerin, törenlerin ve usullerin bilinçdışı anlaşılabilmesi, bunların kökeni büyük atayla olan ilişkilerde yatsa bile, yeni kuşakların da aynı duygu mirasını taşımalarını sağlamaktadır. En sonunda da Freud, ilkellerin acaba psişik gerçeği, yani fanteziyi, gerçeğin yerine koymuş olup olamayacaklarını, yani gerçekte sürünün atasını hiç öldürmemiş olmalarının mümkün olup olmadığını da sormaktadır. Burada nevrotik kişinin ilişkilerini tartışır. Çocuktan başlayarak nevrotik insanın düşmanca ve canice dürtüleri kendi güçsüzlüğünden dolayı hiç uygulayamayacağı, bunu ancak fantezilerinde yaşatacağı, ama belki de ilkel insanın bu fiili gerçekten de işlemiş olabileceği sonucuna varır.

Freud’un toplum psikolojisi üzerine yazıları 1921’de yayımlanan Kitle Psikolojisi ve Ben Analizi ile devam etti. Burada Freud, özerk bir toplum güdüsünü reddeden bir sosyoloji taslağı öneriyor ve toplumsallık güdüsü yerine libido kuramını öne sürüyordu. Söz konusu çalışmasında Le Bon, MacDougall ve Trotter’in kuramlarını tartışmaktaydı. Ona göre Le Bon’un kitle kuramı önderin gücünün gizini açıklayamıyordu. Kendisi libidonun bireyi öndere bağladığını ve onu bütün bireyselliğini bırakmaya yönlendirdiğini ileri sürüyordu. Geçici, örgütsüz kitlelerin yanı sıra dayanıklı ve yapay olan kitleler de vardı. Bunların örnekleri kilise ve orduydu. Burada bireyin öndere olan bağı bir sevgi bağıydı ve önderin de kendisini sevdiği aldanışıyla bu bağ güçlenmekteydi. Bireyler kendilerini önderle özdeşleştiriyorlar ve böylelikle ortak kimlikleriyle birbirlerine bağlanıyorlardı. Libidonun bu belirtileri daha temelde olan bir şeyi örtmekteydi. Bu örtülmekte olan da saldırgan dürtülerdi. Grup çöktüğünde saldırganlık şiddet boşalımları şeklinde ortaya çıkmaktaydı. Ya da güvenin yitimi panik biçimini alan bir kaygıya yol açıyordu. Bireyleri gerçekten birbirine bağlayan, temeldeki imrenme ve saldırganlık duygularıydı. Popüler bir şarkıcı bir genç kız sürüsünü kendine çektiğinde, bu kızları birbirlerinin saçını başını yolmaktan alıkoyan tek şey, onların o genç adama karşı ortaklaşa duydukları hayranlıktı. “Sosyal duygular böylece önceden düşmanca olan duygunun, özdeşleşme niteliğinde olumlu bir yapışmasına dayanmaktadır… bütün bireyler hem eşit olmak, hem de bir kişi tarafından yönetilmek istemektedirler.” Freud’un bu sonucu, Hobbes’un toplumun kökenine ilişkin kuramından pek de farklı değildi. Thomas Hobbes’un 1651’de kaleme almış olduğu Leviathan, Freud’un aynı düşünce sürecinde daha ileride de izlenebilecektir.

Kitle Psikolojisi ve Ben Analizi’ni esinlendirmiş olan en önemli dış etkinin ise I. Dünya Savaşı’nın sonunda 1918’de yüzlerce yıllık şaşmaz, yıkılmaz devletlerin, kesin egemen monarşilerin yıkılışı olduğu kuşkusuzdur. Freud o bir zamanların muhteşem K.u.K. monarşisinin(*) payitahtı olan, o güzelim Viyana’da imparatorluğun yıkılışını bütün ayrıntılarıyla yaşamıştı. Yıkılışın ardından gelen panik ve kargaşanın en yakın ve anlayan tanığıydı. Habsburg’ların veda etmesiyle birlikte koca imparatorluk unufak oluvermiş, Macaristan, Çekoslovakya, Sırbistan, Hırvatistan ve Slovenya, Yukarı Tiroller ve Galiçya Avusturya’dan kopmuş, başkente korkunç bir şaşkınlık ve korku çökmüş, sokak çarpışmaları, ayaklanmalar birbirini izlemişti. Öbür büyük imparatorluklar daha da beter durumdaydı. Almanya henüz durulmamıştı ve bulunduğu tünelin ucunda da henüz hiçbir ışık görünmüyordu. Rusya büyük bir devrimle Romanoff’ları başından atmış, ama ardından son derecede kanlı bir iç savaşa düşmüştü. Osmanlı İmparatorluğu da yıkılıp gitmiş ve imparatorluğun temel unsuru olan Türkler bir kurtuluş savaşı sürdürüyordu. Ama o imparatorluktan kopmuş olan topraklarda durum feciydi.

Daha önce de, 1871’de Prusya-Fransa savaşı ve Paris komünü sonrasında Batı Avrupa’da benzeri bir karamsarlığın ortaya çıktığı, isyanlar ve bölgesel savaşların birbirini izlediğine ilişkin olarak da çeşitli görüşler ileri sürülmüştü. Filozof Hyppolite Taine Fransız devriminin tarihini yazmış ve ayaklanmalarla toplu katliamların sosyal ve psikolojik nedenleri üzerinde durmuştu. Taine’ in düşünceleri ve bulgularını Fransa’da Gabriel Tarde “Les Lois de l’imitation” ve “Les crimes des foules” adlı yazılarında, İtalya’ da da Scipio Sighele yazılarında işleyip geliştirmişlerdi. Tarde, taklit adını verdiği bir intrapsişik olgu düşünmekteydi. Taklit bilinçli ya da bilinçsiz olabilirdi. Bireylerde olduğu kadar gruplarda da ortaya çıkabiliyordu. Ona göre baba, oğlu için ilk tanrı, ilk rahip ve ilk modeldi. Oğulun babayı taklidi toplum biçimlenişinin köklerinde yatan ilk olguydu. Bu süreç baskı ya da zora değil prestije dayanmaktaydı. Prestij de Tarde’a göre hipnotizme benzeyen bir durumdu. Zekâya ya da istem gücüne değil, irdelenemez bir fiziksel çekime bağlıydı. Ve bu çekimin “olasılıkla cinsellikle görünmez bir bağlantısı olabilirdi”. Tarde sevgi ya da öfkeyle bir araya gelen kalabalıklardan söz ediyordu. Sighele de hiçbir kitlesel olgunun kalabalıkların tarihsel ve sosyal içeriği ve özgün kompozisyonu hesaba katılmaksızın anlaşılamayacağını belirtiyordu. Tarde, Taine ve Sighele’nin bu görüşlerini Le Bon almış, aşırı basitleştirmiş ve Psychologie de foules (Kalabalıkların Psikolojisi) adlı yapıtında sunmuştu. Ona göre kalabalığa katılan bir kimse kendi bireyselliğini bırakmakta ve kalabalıktan bir parça “kalabalık ruhu” ödünç almaktaydı. Bu durum ancak insanlığın ilkel bir zihinsel konumuna hipnozda olduğu gibi gerilemiş olmakla açıklanabilirdi. Le Bon bu kavramını tarihteki çeşitli olay ve öykülere uygulamaktaydı. Bu kitap çağında çok büyük bir başarı kazandı. Çoğu için bu basitleştirilmiş kuramsı düşünceler tartışılmaz bilimsel gerçekler olarak kabul edilivermişti. (Şimdi bile özellikle sağ kanatta buna ilişkin, bu kitaptan yansıyan düşünceler bilimsel veriler gibi kullanılmaktadır.) İşte Freud’un yaklaşımı Le Bon’a karşı çıkmaktadır. Buna karşılık yakından irdelendiğinde Freud’un Tarde’a yaklaştığı sezilebilir. Tarde’ın taklit (imitation) dediğine Freud özdeşleşme (identifikation) demekte ve düşüncelerinin çoğu da Tarde’ın psikanalitik kavramlarla anlatılmışını andırmaktadır.

1920 ve 1923’te art arda yayımlanmış olan Jenseits des Lustprinzips (Haz İlkesinin Ötesinde) ve Das Ich und das Es (Ben ve İd) adlı yapıtlar Freud’da yeni bir dönemeç oluşturmaktadır. Burada önceki bilinç, bilinçdışı, bilinçaltı gibi topik ayrımlar bırakılıyor, haz-hoşnutsuzluk gibi zıtlıkların önemleri azalıyor, libido kuramı, Oidipus karmaşası bile biraz kenara çekiliyordu. Artık yeni bir yapısal model, İd, Ben ve Üstben’den oluşan katmanlar modeli öne geçiyordu. Freud’un bu son modeli o tarihten ölümüne kadar bütün klinik olgu çalışmalarında ön planda kalmıştır. Psikanalizin bundan sonraki gelişiminde de, bütün çatışma ve savunmaların mekânı olan Ben birinci önemdeki yerini sürdürecektir. İd ve Üstben, tıpkı dış stres ve travmalar, dürtüler ve güdüler gibi çok önemli faktörlerdi. Fakat Ben bütün bu etkileşimlerin olup bittiği sahne ve atölyedir. Freud’un son günlerinden başlayarak, psikanaliz okuluna Ben-analizi ve daha sonra da Kendilik kavramı hâkim olacaktır.

İşte bu önemli dönüşümle birlikte Freud’un toplum ve uygarlığa bakışında da çok önemli kilometre taşları ortaya çıkar. Bunlardan en önemli iki tanesi 1927’de yazılmış olan Die Zukunft einer Illusion (Bir Yanılsamanın Geleceği), öbürü de 1930’da yayımlanan Das Unbehagen in der Kultur (Uygarlığın Huzursuzluğu) adlı yapıtlardır.

Bir Yanılsamanın Geleceği’nde Freud uygarlığımızın, özellikle de aşılması gereken bir “çocuksuluk artığı” (ein Stück Infantilismus) olan dinsel tasarımların varlık ve işlevlerinin geleceğini ele almaktadır. Bu elbette psikanalizin bir toplum eleştirisi ve uygarlık eleştirisi etkisi yapabilmek amacı açısından önemlidir. Freud “analizin bilimsel etkisini tıbbi etkisinden daha önemli saydığını ve terapide de onun aydınlatma ve yanlışlıkların açığa çıkarılmasıyla kitle etkisinin, tekil insanların tedavisinden daha etkili olduğunu” sık sık belirtmekteydi (Freud/Pfister, 1963).

Freud’a göre dinsel tasarım ve algılamalar “bir uygarlığın servetinin belki de en önemli parçasıdır”. İnsan uygarlığını “insanların doğanın güçlerine egemen olabilmek için ve onun ürünlerine insanların gereksinimlerini doyurabilmek amacıyla el koyabilmek, öte yandan gereken bütün düzenekleri insanların birbirleriyle olan ilişkileri ve özellikle de ulaşılabilen ürünlerin paylaşımı için düzenleyebilmek üzere kazanmış oldukları bütün bilgi ve beceriler” olarak tanımlamaktadır. Böyle bir uygarlık becerisi Freud’a göre yalnızca bir iş becerisi değil, aynı zamanda tekil insanların, diğerlerinin hatırı için, kendilerine acı gelse de dürtülerden vazgeçmeye katlanmalarını gerektirir. Böylelikle kendi toplum ve uygarlık karşıtı eğilimlerini aşacaklardır. Bu eğilimler insanların, kendiliklerinden çalışmaktan ve kendi hırslarına karşı gerekçelerden hoşlanmamalarından ileri gelmektedir. Kendi dürtülerinin egemenliği için ileri çıkmış olan önderlerin etkisiyle uygarlaşan bir davranışa zorlanılabileceğine ise Freud hiç inanmamaktadır. Bu bakımdan insanın eğitilebilirliği daha önemlidir. Eğitilebilirliğin sınırı da bir eksiklik, hastalıklı bir durum ya da aşırı büyük dürtü basıncı olabilir. Bu bakımdan insan uygarlığının en önemli tarafı maddi servet ve onun paylaşımı değildir. Uygarlıkta önemli olan, “katılanların moral ortamı” ve “ideal ve sanat yaratılmasına olan katılım”dır. Çünkü bundan narsisistik türden bir doyum ve ayrıca yapılan işten duyulan gurur şeklinde doyum sağlanabilir. Ayrıca katılanların belli bir uygarlık düzeyini paylaşıyor olmalarının verdiği bir doyum da vardır.

Uygarlık ve kültür üzerine bu düşüncelerin ardından Freud asıl konuyu yani insanların, altedilemeyen doğa ve kader karşısındaki çaresizliklerinin anlatımı ve aynı zamanda başa çıkma yöntemi olarak dinsel tasarımlarını ele alır. Böyle bir çaresizlik Freud’a göre sürekli bir korkuya ve doğal narsisizmin ağır bir zedelenmesine yol açar. Bu yüzden teselliye ve güvensizliğin giderilmesine gereksinim ortaya çıkar. “Daha ilk adımda bile kazancı büyüktür. Bu kazanç doğanın insanlaştırılmasıdır. Kişiliği olmayan güçlere ve kaderlere karışılamaz; bunlar her zaman yabancı kalır. Ama eğer unsurları arasında insan ruhundaki gibi tutkular söz konusuysa, eğer ölüm kendiliğinden olan bir şey değil de kötü bir istemin gücünden ise, doğada her tarafta insanın kendi toplumundan tanıdığı varlıklar dolaşıyorsa, o zaman insan derin bir nefes alabilir, kendini tümüyle yabancı bir ortamda bile tanıdık hissedebilir, anlamsız korkusu üzerinde ruhsal olarak çalışabilir. Belki hâlâ savunmasızdır ama artık çaresizlik içinde felç olmuş değildir, en azından tepki gösterebilir; hatta belki savunmasız da değildir. Dışarıdaki şiddet uygulayan bu insanüstü varlıklara karşı, kendi toplumunda kullandığı çareleri kullanabilir, onları yanına çağırabilir, yatıştırabilir, kandırabilir, bu tür etkilerle onların gücünün bir kısmını çalabilir. Doğa bilimlerinin yerine böylece psikolojinin geçmesi yalnızca hemen rahatlama sağlamakla kalmaz, duruma daha fazla egemen olmanın yolunu da açar” (Ges. Werke XIV).

Bu durumun çocuk/ebeveyn, özellikle de çocuk/baba ilişkisinde bilinen bir örneği olduğundan, her iki durum arasında bağlantılar kurulması da çok doğaldır. Böylece doğa güçleri de, düşlerde olduğu gibi dileğe uygun olarak nitelik değiştirir; önce baba niteliği kazanır ve sonunda tanrılar haline gelir. Bu yalnız çocukluktan bir örnek değil, filogenetik örnek, yani insanlığın yüz binlerce yıllık geçmişinden gelen bir deneyimdir.

İnsanlığın, doğa güçlerine egemen olduktan sonra da korkuları sürdüğü için tanrılara gereksinim de sürer. Kaderin acımasızlığına, ölüm karşısındaki çaresizliğe karşı teselli bulabilmek, uygarlığa uyum sonucunda yüklenilmiş olan acıları azaltabilmek için tanrılara gereksinim vardır. Giderek bütün tanrıların paylaştığı temel güce sahip olan bir mutlak tanrı düşüncesi gelişir. Bütün hikmete, bütün iyiliklere ve bütün adalete sahip olan tek bir Tanrı ortaya çıkar. İnsan bütün öbür tanrıların ardına gizlenmiş olan asıl büyük gücü, doğanın ana çekirdeğini serbest bırakabilmiş olmaktan dolayı da üstelik gurur duyar. Gerçekte bu en baştaki Tanrı düşüncesine bir geri dönüştür. Artık Tanrı bir tek olunca bunu babayla özdeşleştirmek de çok daha kolay olur. Böylece babayla olan ilişkilerin içtenlik ve yoğunluğuna da yeniden ulaşılmış olur.

O halde dinsel tasarımların değeri yalnızca işlevlerinden değil aynı zamanda içerdikleri gerçekliktendir. Freud işte bu psikolojik gerçekle ilgilenir ve dinsel öğretilerin, ispatlanamaz oldukları için asla inanılmamaları gerektiği sonucuna varır. Bunlar deneyimlerin ya da düşüncenin sonuçları değil, yalnızca yanılsamalardır; insanlığın en eski, en güçlü, en zorlu dileklerinin doyumudur. Güçlerindeki giz, bu dileklerin gücüdür. Freud’a göre yanılsamanın mutlaka yanlış olması, yani gerçekleştirilemez ya da gerçeğe zıt olması geremez. Bu yönden hezeyandan farklıdır. Böylelikle Freud dinsel inanç öğretilerinin, bireylerin olduğu kadar insanlığın bütününü de etkiledikleri için, daha kesinlikle ispat edilebilmesini istemektedir. Bu noktadan başlayarak Freud tam anlamıyla bir aydınlanma dönemi bilgesi gibi davranmaya başlamaktadır. Eğitimin din dışı, hatta din karşıtı olması gerektiğini savunmaktadır. Böyle bir eğitim hiçbir inanca yer vermeyecek, yalnız akla dayanacaktır. Ona göre bu da bir yanılsama olabilir ama bu denenmelidir. Eğer böyle bir eğitim işe yaramazsa o zaman kesin olarak şu yargıya varılabilir: “İnsan zekâdan yana zayıf bir yaratıktır ve yalnızca dürtü dileklerinin egemenliğindedir.” İnsanoğlunun “Evren’in büyüklüğü karşısında derinden dinsel duygulandığı” kavramına da karşı çıkmakta ve onun ancak bir sonraki adımda, yani bu duyguya karşı imdat aramaya başladığı tepkisiyle dinsel olduğunu kabul etmektedir. “Buradan daha ileri gitmeyen, büyük evren karşısında insana verilen küçük role teslim olan kişi, kelimenin tam anlamıyla dinsiz sayılmalıdır.” Öğrenmek ve araştırmak için uğraşmaktan başka Freud’un insanlar için önerdiği ve koşul olarak kabul ettiği bir şey “insan sevgisi” olmalıdır. Bu insan sevgisinden ne anladığını ise 1926’da Romain Rolland’a yazdığı bir övgü yazısında şöyle anlatmaktadır:
“Ben kendim insan sevgisine, duygusallıktan ya da ideallerden dolayı değil, soğukkanlı, ekonomik nedenlerden tutunuyorum, çünkü bizlerin dürtü donanımımız ve çevremizin koşullarında insan türünün yaşamda kalabilmesi için en az teknik kadar vazgeçilemez buluyorum” (Ges. Werke XIV).

Bir Yanılsamanın Geleceği yapıtıyla Freud kuşkusuz ki militan-savaşçı-devrimci kimliğini takınmış bulunuyordu. O güne kadar geniş bir araştırmacı ve kuramcı düşünür bilimadamları kadrosunun yardımıyla, sayısız klinik olgu ve araştırmayla, kuram tasarım ve taslaklarıyla gelişmiş olan psikanaliz artık son adımına, toplum psikolojisi yoluyla aydınlatma ve uyandırma işlevine girmiş bulunuyordu. Oysa zaman durmamış, akmış ve insanlığı çok büyük bir yıkımın eşiğine kadar getirmiş bulunuyordu. Bir yandan Orta Avrupa’da yükselmekte olan faşizm doruğuna Alman ve Avusturya topraklarında yaklaşırken, öte yandan Avrupa’nın aristokrasi ve büyük burjuvasinin kokuşmuşluk ve çöküşü artık her yerde elle tutulur, gözle görülür hale gelmişti. İnsanlar bir savaşın yeniden olasılaşmış olduğunun farkındaydılar ve derinden derine bunun içe işleyen paniğini yaşamaktaydılar. Bu sırada Sigmund Freud, Goethe Ödülü’nü kazandı. Ödülü kendisine haber veren, Frankfurt Kent Yönetimi Sekreteri Dr. Paquett’in mektubunda da belirtildiği gibi ödül “bilimadamı, düşünür ve yazar sıfatları kadar devrimci sıfatına da” verilmişti. Aynı günlerde Das Unbehagen in der Kultur yayımlandı. Metis bu kitapla işte Sigmund Freud’un doruk yapıtlarından biri olan bu yazıyı sunuyor.

Burada kitabın adı üzerinde kısa bir açıklama gerekebilir. Kitabın Almanca adı, düz ve basit bir çeviriyle “Kültürün Huzursuzluğu” şeklinde çevrilebilir. Oysa “kultur” sözcüğünün çeşitli dillerdeki kapsamı arasında kimi farklar bulunmaktadır. Fransız dili ve onun etkisiyle bizim dilimizde kültür, uygarlığın, eğitimle kazanılan rafine ürünlerinden yeterince faydalanılmışlık durumunu anlatmaktadır. Kültür bu bağlamda müzik, yazın, plastik ve görsel güzel sanatlar, insan bilimlerine ilişkin bilgiler, iyi tarih, iyi coğrafya, yeterince yabancı dil bilebilme yetilerini kapsayan bir kavramdır. Öte yandan “kültür mantarı” gibi yapaylık anlatan bir kullanımı da bulunmaktadır. Alman dilindeyse “kultur” çok daha geniş bir anlam ve bu arada biraz da özel bir anlam içermektedir.

Kökeni Latin dilindeki “colere” (yetiştirmek, bakmak) fiilinden türemiş olan “cultura” (tarım ve bakım) sözcüğünden gelen “die kultur”, Alman dilinin büyük sözlüğü Duden’e göre: 1. a) insanlığın yüksek gelişmişliğinin bir dışa vurumu olarak, bir topluluğun ruhsal, sanatsal, yaratıcı edimlerinin bütünlüğü; b) belirli bir topluluk tarafından, belirli bir bölgede, belirli bir çağ boyunca başarılmış olan özgün ruhsal, sanatsal, yaratıcı edimlerin bütünlüğü; 2. a) insanın uğraşı, anlatım ve edimlerindeki incelmişlik, eğitilmişlik; b) bir kimsenin eğitim görmüşlüğü; 3. a) arazinin ekime uygun duruma getirilmesi; b) (bir ürünü) yetiştirmek; 4. ekim; 5. belirli bir besi yerinde inceleme amacıyla yetiştirilmiş mikroorganizmalar anlamlarını taşımaktadır. Bu anlamlardan 2, 3, 4 ve 5. maddelerde gösterilenler dilimizde de aynen kullanılmaktadır. Ancak Duden’in 1. maddede gösterdiği ve böylelikle Alman dilinde ilk akla gelen kullanım biçimi, Türkçemizde o kadar ve aynı çağrışımları yapacak biçimde kullanılmamaktadır. Bunun nedeni Alexander von Humboldt gibi çok büyük bir bilim adamının, İbni Haldun’un yüzyıllar önce ortaya koymuş olduğu bakış açısını yeniden canlandırarak modern coğrafya, etnoloji ve hatta bir bağlamda sosyolojinin temellerini atmış olmasıdır. Tam aydınlanma çağının temsilcisi olan bu büyük düşünür “kültür” sözcüğünü bir özgün halkın, insanlığın ortak uygarlığına yapmış olduğu, diğer halklarınkinden farklı, özgün katkılarının bütünü olarak ele almış ve kültürler arasındaki yüksek ya da ilkel gibi farklılıkları tümüyle reddederek ilkel kavramına da karşı çıkmış, belirli bir teknoloji açısından daha geri gibi kabul edilegelen halkların aslında kendi çevrelerinin gereksinimleri bakımından tam elverişli, mükemmel kültürlere sahip olduklarını göstermiştir. Böylece onun dilinde “kultur” her insan toplumunun, çevresiyle başedebilmek ve kendi ruhsal iç dünyasını da çevreyle uyumlulaştırmak için, teknolojik becerilere katmış olduğu bütün yüksek insani değerleri anlatmaktadır. Bu büyük Prusyalı’nın getirmiş olduğu kavram, merkezi yönlendirmelerden büyük ölçüde etkilenen Alman diline bu şekilde girmiştir. Böylelikle Almanlar “kulturvölker” dedikleri zaman, yüksek kültürü olan ileri Batı uygarlığı ülkelerini değil, özgün bir uygarlığa sahip olan halkları kastederler. Örneğin Mayalar, Papualılar ya da Yakutlar birer Kulturvolk’turlar. Gene “Batı uygarlığı”nı anlatmak için de “Abendländische Kultur”dan söz edilir. “Kulturschock” denildiğinde kastedilen, kültürü olmayan insanların kültürle karşılaştıklarında apışıp kalmaları değil, iki farklı kültüre ilişkin töre, âdet ve dünya görüşlerinin birbiriyle karşılaştıklarında yaşanan şaşkınlıktır.

Bu bağlamda Almanca “kultur” sözcüğünün karşılığı dilimizde en iyi olarak “uygarlık” olabilir. “Aztek uygarlığı”, “Roma uygarlığı”, “Mısır uygarlığı” bağlamında bir uygarlık. Bu yüzden kitabın adı Uygarlığın Huzursuzluğu olmuştur.

Freud’un din sosyolojisi ve psikolojisi üzerindeki çalışmaları 1933’te yayımlanan Über eine Weltanschauung (Bir Dünya Görüşü Üzerine) ve son olarak da 1939’da, ölümünden az önce yayımlanmış olan Der Mann Moses und die monotheistische Religion (İnsan Musa ve Tektanrılı Din) adlı yapıtlarıyla sürmüştür.

Freud’un toplum, uygarlık ve dini eleştiren görüşleri onun psikanalitik uygulamalarından gelişmiştir. Bu görüşler psikanalize belki doğrudan bağlanamaz ama bunlar da psikanaliz gibi aydınlatıcı özellik taşımaktadırlar. Freud her zaman toplum, uygarlık ve dinin ancak bireyden yola çıkılarak ele alınabileceğini savunmuştur. Freud felsefi bir sistem oluşturmaya pek uğraşmamıştır; ama bu yapıtlarıyla tekil bilimsel verilerin insanlığın toplumsal, kültürel ve dinsel davranışlarının açıklamasına kolayca taşınabileceği ve aktarılabileceğine inancını göstermektedir. Aslında Sigmund Freud yaşamı boyunca felsefe yapmış, yani düşünmüş ve düşünce ve bulgularını akılla gerekçelendirmiştir. Bilgi kuramı açısından bakıldığında Freud her zaman Kant öncesi bir eleştirici gerçekçi olarak ele alınabilir. İnsan aklına ancak onu yalanlamak amacıyla yaklaşmıştır. Bütün bu çalışmalarında Freud sosyal bilimlere en küçük bir ödün vermemiştir. Bu tutumu görüşlerinin bugün özellikle eleştirilebilmesine yol açmaktadır. Ancak onun bilimsel çalışma yöntemi olarak kendi çalışmalarında da sadece psikanaliz yöntemini uygulamış olduğu unutulmamalıdır. Konulara psikanaliz yönteminin uygulanabilirliği ise, toplumbilimcilerin bütün karşı koymalarına karşın bugün geçerliliği kabul edilmiş bir görüştür. Ve uygulamada da etkisini göstermektedir. Bu bakımdan en azından üzerinde tartışmak ve Freud’un bütün eserlerindeki temel kavramları daha kapsamlı olarak kavrayabilmek için bu yapıtların okunup incelenmesi ve üzerlerinde tartışılması zorunludur.

(*) K.u.K.: König und Kaiser: Kral ve İmparator: Avusturya-Macaristan devlet sistemine göre imparatorun unvanı. Habsburg hanedan monarşisi bu sıfatla anılır. Metne dön

Kaynaklar

Atkinson, J. J. (1903), Primal Law, Londra, Longmans.
Ellenberger, H. F. (1970), The Discovery of the Unconscious, New York, Basic.
Freud, S. (1907), “Zwangshandlungen und Religionsübungen”, Ges. Werke VII, S. Fischer, Frankfurt/M., 1961.
(1912-13), Totem und Tabu, Ges.Werke, IX.
(1920), “Jenseits des Lustprinzips”, Ges. Werke XIII.
(1921), “Massenpsychologie und Ich-Analyse”, Ges. Werke XIII.
(1923), “Das Ich und das Es”, Ges. Werke XIII.
(1927), “Die Zukunft einer Illusion”, Ges. Werke XIV.
(1933), “Über eine Weltanschauung”, Ges. Werke XV.
(1939), “Der Mann Moses und die monotheistische Religion”, Ges. Werke XVI.
Freud, S. ve Pfister, O. (1963), Briefe (1909-1939), yay. haz. E. Freud – H. Meng, S. Fischer, Frankfurt/M.
Smith, W. R. (1970), Lectures on the Religion of the Semites, alıntılayan Henri F. Ellenberger, The Discovery of the Unconscious, New York, Basic.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments