Bir dostumla hoşbeş edip yemek yiyoruz. Bana son zamanlarda dinlediği bir semineri ballandırarak anlatıyor. ‘Kişisel gelişim’ seminerlerinden bir tanesi daha. ‘Senin aklında ne kaldı bu seminerden?’ diye soruyorum.’Kendi önümüzden çekilmemiz lazım’ diyor. Bingo! Milletçe kas geliştirir gibi kişilik geliştiriyoruz. Meddahlık yeteneği ileri psikologların huşû içinde dinlenildiği seminerler, ‘yaşam koçluğu’, kuzey Amerika’nın kolaycı formülleriyle şişirilmiş kişisel gelişim kitapları derken gelişim ateşiyle yanıp kavruluyoruz! Bu memlekete akıl sır ermiyor. Kristal gibi, bir yanda en pespayesinden ‘içini göster, yaralarını göster, bununla rahatla’ programları, öte yanda ‘sen aslında başka birisin, potansiyellerini harekete geçir’ diyen gelişimciler. Ne oldu, ne oluyor da ‘kişisel gelişim’ bizi bu kadar ilgilendiriyor? Yüzeysel sloganlar, ‘hadi aslanım, hadi koçum’ gazlamaları, hayata dair o sahte bilgelikler..bütün bunlar neden şimdi alıcı bulmaya başladı? Moderniteyle birlikte ‘benliğin yükselişi’ne tanıklık ediyoruz.
Benliğin hayatı tek başına anlamlandırması ve insanın duygularına yakınlaşmak suretiyle ‘kendi’ benliğini bulması gerektiği düşüncesi ‘kişisel gelişim’ mitinin belkemiğini oluşturuyor. Bir kültürel kurgu olarak kişisel gelişim, benliğin yükselişi sürecinde ortaya çıktı ve özellikle ABD mahreçli popüler psikoloji eliyle yaygınlaştırıldı. Bu yazıda ‘benliğin yükselişi’ne eleştirel bir gözle bakmaya çalışacağım. Modernitenin yükselişiyle birlikte benliği diğerlerinden ayırt eden şeye (‘ben’ kimliği), insanları birbirine bağlayan şeyden (‘biz’ kimliği) daha fazla önem verilmiştir. Kimi yazarların ‘terapi kültürü’ kimilerinin de ‘terapinin zaferi’ olarak isimlendirdiği bu süreç; bize ‘gerçek benlik’lerimize yakınlaşmamızı, içimizdeki beni keşfedip geliştirmemizi telkin eder. Gerçek benlikleriyle temas eden bireyler aile baskılarının yapay tortularından, sosyal rollerden, başkalarının beklentilerinden özgürleşen kişilerdir. Modern toplumda sağlam, üzerinde anlaşılmış değerler bulmak zordur. Değerler sorumluluklardan haklara doğru bir dönüşüm göstermiş, ahlaki ödevler yasallıkla yer değiştirmiştir. Ahlaki doğru üzerinde güçlü ve kolektif bir inancın olmayışı kendisini pek çok biçimde ifade eder: Yaygın şüphecilik, ahlaki bir görececiliğin tanınması, kurnaz kural bozucuların takdir görmesi bunlardan birkaçıdır. Ahlakilik bize doğru ve yanlış üzerine kurallar va’zeder. Geleneksel görüşte ahlaki olmak bazı manevi amaçlara ulaşmak için olmazsa olmaz bir şeydi. Moderniteyle beraber ahlakilik de mevzisini yitirdi. Ahlaki davranış için özdenetim fikri, kişinin kendisini ifade etmesi ve gerçekleştirmesi söz konusu olduğunda kolayca feragat edilecek bir şey halini aldı.
20. yüzyılda psikoloji ve cinsellikteki yeni eğilimlerin de etkisiyle ahlakilik artık ‘baskıcı, otoriteryen ve muhtemelen iç nörotik çatışmalarla ilgili’ bir durum olarak algılanmaya başlandı. Baskıcı ahlakiliğe yönelik tepkiye terapi üzerine kurulu bir insan ilişkileri anlayışı da eşlik ediyordu. Bu görüşe göre amaç insanları mutlu, sağlıklı ve uyumlu kılmaktı; doğru ve yanlış mefhumları görmezden gelinebilirdi, ahlakilik kişinin kendisini ifade etmesine izin vermiyorsa ondan kolayca vazgeçilebilirdi. Terapötik etik ‘önce kendinle barış, önce kendini sev’ diyerek en üstün amaç olarak kendini kabulü gösteriyor ve ahlakiliği buna boyun eğdiriyordu. İnsanlar öfkeli duygularını dahi kabul edip açıklamaya teşvik ediliyordu, öte türlüsü ruh sağlığına ziyandı. Toplumun geçirdiği ekonomik ve toplumsal dönüşüm ahlakiliği toplum hayatiyetinin vazgeçilmez bir vasıtası olmaktan çıkarmıştır. ‘Olduğunuz gibi olun ve kendinizi olduğunuz gibi kabul edin, duygularınızı ahlaki ölçütleri dikkate almaksızın açıklayın’ diyen bir entelektüel hareket ahlakiliği neredeyse açıkça eleştirmektedir. Bu iklimde benliğin yükselişi gerçekleşti. Araştırmalar çağdaş insanın kendisinden bahsetmeyi geçmiş çağların insanına göre daha fazla sevdiğini gösteriyor. İnsanlar kendileri hakkında ana babalarının neslinden daha olumlu düşünüyor.
Geçmiş yüzyıllarda insanlar servet arayışlarını insanseverlik gibi yüksek amaçlara sığınarak meşrulaştırmaya çalışırken, bugün zenginlik, tanınma, iktidar ve nimetlerin peşinde koşmak adeta ekonomik hayatın merkezini işgal ediyor, ahlakiliğin bu arayışı kınayan tutumu anlamsız bulunuyor. Çağımızda kendimizi keşfetmemiz gerekiyor. Pek çok klişe, benliğe yüklenen bu anlamı ele veriyor: Kendi benliğimizi bulmak, duygularımıza dokunmak, kendimiz için doğru olan neyse onu yapmak, kendimiz olmak, bir numarayı aramak, kimlik krizi, ‘ben’ kuşağı vb. Benlik artık pek çok kişinin ortak bir zihinsel meşguliyeti olmuştur. Popüler kitaplar ve sinema kişinin kendisini anlaması, iç doğasını keşfedip geliştirmesi ve kendi tercihlerine göre eylemde bulunması üzerine göndermelerle dolu. Bunlar hazcı eğilimler değil neredeyse yarı kutsal yükümlülükler, kişinin kendi eğilimleri hilafına hareket etmesi yanlış ve uyum bozucu sayılıyor. Benliğin biricikliği yaygın kabul görüyor ve insanlar özel, biricik bireyler olarak davranılmaya hakları olduğunu düşünüyor. Bu kültürel kurgu bize, özel benliklerimizin derinlerindeki inançları ortaya çıkarmamız gerektiğini telkin ediyor. Günümüzde pek çok insan, davranışlarının meşrulaştırıcı kaynağı olarak kendileri için en iyi olanı ve onlara en fazla kişisel tatmini sağlayanı gösteriyor.
Benlikten daha yüce bir ahlaki otorite olmadığında benliğin tercihleri kendiliğinden onaylanmış oluyor. Doğru ve yanlışın, iyi ve kötünün nesnelleştirilebilir ölçüleri olmadığında benlik ve onun duyguları tek başına bir ahlaki kılavuz haline geliyor. Ahlakilik benliğin emrine giriyor ve neyin doğru neyin yanlış olduğunun karar mercii benliğin ta kendisi oluyor. Size doğru geliyorsa doğrudur! ABD’de kadın dergileri üzerine yapılan bir araştırma, ikinci dünya savaşı sonrasında ahlakiliğin giderek daha az biçimde nesnel, bükülmez ve evrensel bir kurallar bütünü olarak algılandığını, daha çok da bireysel bir karar ve kişisel bir sorun olarak ele alındığını gösteriyor. Benliğin değer sağlayıcı bir üs haline gelmesi, dinin ve geleneğin değer ve anlam sağlayıcı özelliklerini kaybetmesiyle birlikte ortaya çıkıyor. Bir değer üssü olarak benlik, aşk ve işe karşı tutumları da belirliyor. Aşk ve iş; benliği keşfetmek, geliştirmek ve kutsamak içindir, bunları sağlayamıyorsalar meşruiyetlerini yitirirler. Benliği geliştirmeyen bir ilişki bozulabilir, kendini ifadeye izin vermeyen bir iş terk edilebilir. Günümüzün insanı kendisini giderek daha fazla güvenliksiz, başkalarının onayına bağımlı, içsel boşluğunu doldurmak için yoğun duygusal yaşantılar peşinde koşan bir kişi olarak hissediyor. Hayata anlam sağlayacak daha geniş bağlam ve değerlerden koptuğu için yaşlanma ve ölüme tahammül edemiyor. Yaşlanma korkusu sadece bir gençlik kültü yaratmıyor, aynı zamanda bir benlik kültü de ortaya koyuyor.
Pop psikoloji de bencilliği ve öz çıkarları artıran ‘kişisel gelişim’ kitaplarıyla bu koroya katılmaktadır. Girişkenlik ruh sağlığının bir belirtisi sayılarak bencillik meşrulaştırılmaktadır. Kişisel tatmin, doğru uyumun kanıtı ve amacı sayılmaktadır. Bu görüşe göre kişinin kendi arzularını, duygu ve düşüncelerini bastırması psikolojik sıkıntı ve ruhsal hastalığın kaynağıdır. Ana akım psikoloji de diğerkam (altruistik) eylemleri gizli bencilliğe bağlayarak diğerkamlığa karşı şüpheci bir yaklaşım sergilemektedir. Modern çağ; önemli, çoğu zaman keşfedilmemiş zenginlikler içeren bir içsel benlik fikri geliştirmiştir. Bu potansiyeller keşfedilmeli, üzerinde çalışılmalı ve ifade edilmelidir. Bu içsel potansiyelleri harekete geçirmek kişinin kendi hayatını gerçekleştirmesi için olmazsa olmazdır. Bu benlik kendi kendini doğurmak ister gibidir. Zamanımızın narsisistik kişiliği yaratıcılığın en üst noktası olarak kendi benliğini yaratmayı görür. Kendisi olmak için kişi gerektiğinde bütün bağlarını koparıp gidebilmelidir. Benlik ve kimlik karşısındaki bu büyülenme hali sadece bir ahlaki zayıflık veya sadece para harcayıp hayatın tadını çıkarmayı öğütleyen modern reklamcılığın bir ürünü değildir, çocuklarımızı nasıl besleyip eğittiğimizle ilgili bir kazadan da fazlasıdır. Benlik artık hayatın temel anlam sağlayıcısıdır. Dinin, geleneksel ahlakın ve geleneğin kaybolması bir değer boşluğu yaratmıştır. Din insanlara toplumun diğer üyelerinin de paylaştığı bir kelime dağarıyla öznel içsel yaşantılarını anlamlandırma imkanı veriyordu. İnsan gayesi hakkında berrak bir öykü olmazsa, ekonomik akılcılık hayatı bireyin kontrolü dışında güçlü kuvvetlere boyun eğdirir. ‘Benliği keşfetme’ pratiği olarak kişisel gelişim ideolojileri, sahte bir maneviyat kurmaktadırlar. Kişisel gelişimin bildik ve genel geçer düsturları ABD’de New Age dinler tarafından yaygın olarak kullanılmaktadır.
Yine ABD’de ‘benliğin yükselişi’ ve toplumun narsistik dönemeci dönmesiyle birlikte ‘yukarıdan insanları gözetleyen’ melekleri konu edinen film ve kitaplarda büyük bir artış görülmüştür. Böylece her birey kendisini kollayan bir melek sahibi olmaktadır. Bu melekler semavi dinlerin meleklerine benzemez, hiç talepkar değildirler, bizden doğru ve adanmış bir hayatı talep etmezler. Bizi bir şeye zorlamaz ama düşlerimizi gerçekleştirir, bizi sever, kollar ve gözetirler. Çağımızda kaybolan anlamı bireyin kendisinin icat etmesi gerekmekte ve bu yüzden de kişi kendi benliğine yönelmektedir.Ahlakilik her zaman çıkarları denetim altına almayı gerektirir ve erdem, benliği aşmayı vazeder. Oysa günümüzde ahlakilik hakları ve sorumlulukları öne alan çıkar üzerine kurulu bir anlayışı ve benliği bilme, geliştirme ve açıklama üzerine kurulu bir dizi yeni erdemi ortaya sürmektedir. Bireysel özerkliği teşvik eden dünya, insanın insandan yabancılaşmasını tırmandırmaktadır. ‘Sadece kendin ol’ düsturu benliğin aydınlanmasının bir kültürel mecburiyeti olarak sunulmaktadır. Kimlik sorunu giderek daha fazla duyguyla ilişkilendirilmektedir. Duygusal determinizmin buyruklarına uygun bir biçimde, kişinin kendisini nasıl hissettiği, benliğin nasıl ve ne olduğunu tanımlıyor. Bu duygular özgüven mitinin içinde sistematik olarak gizleniyor. Bu mite göre düşük benlik sayısı toplumun maruz bulunduğu anahtar sorundur, yüksek öz saygı da onun çözümüdür. Benlik hakkındaki fikirlerimiz sosyal yaşantıyla şekillenir. Kişiler hayatlarını nasıl anlamlandırıyor sualine toplum yeni sorun ve meydan okumalar çıkardıkça bu fikirler değişir. Benlikle aşırı meşguliyet modern bir fenomendir. ‘Ben duygularımın bana anlattığı kişiyim’ der modern insan. ‘Güçsüz ve incinebilir bir kişiyim’.
Çağdaş benliğe izafe edilen çaresizlik duygusu moderniteyle birlikte eşsiz eşsiz bir hüviyet kazanmaktadır. İnsanın incinebilirliğine yapılan vurgu insanları şartların çaresiz kurbanları kılmaktadır. Batı dünyasında 1970’lerden sonra başlayan ve kendinizle ‘barışık olmak’, kendiniz hakkında iyi hissetmek, kendinizi olduğunuz gibi kabullenebilmek gibi düsturlarla ilerleyen popüler yaklaşımlar; din, gelenek ve ahlakın geri çekilmesiyle ortalığı dolduran ‘terapi kültürü’nün ürünüdürler. ABD’de bizi yukarıdan gözleyen meleklerle Terapi kültürünün yükselişinin Terapinin zaferini tartışan yazarlar; terapi kültürünün toplumsal dayanışmanın aşınması, günlük hayatın parçalanması ve geleneksel ahlak kodlarının önemini kaybetmesinin yarattığı güvensizliğe bir cevap olduğunu dile getirirler. Din ve geleneksel ahlakın çöküşüyle ortaya çıkan sosyal ihtiyacın terapötik ethos tarafından doldurulduğu söylenir. Ahlaki uzlaşının parçalanması bireyleri kendi anlam sistemlerini aramaya itmiştir.Teolojinin dili itibar kaybederken psikoloji insan kişiliğinin en iyi niteliklerini anlama ve geliştirme konusunda yansız bir dil sunar. Terapötik ideoloji, ‘büyüsü bozulmuş dünyada’ öznel deneyimi yeniden büyülü kılmayı, ona tılsımını vermeyi vaat eder. Bireyin duygusal dünyasını yeni bir anlamla donatır. Kişinin iç hayatına bir içgörü kazandırmak vaadiyle kişileri ‘gerçek’ benlikleriyle buluşturmayı teklif eder. Bireyin dikkat odağı olduğu yeni bir maneviyat ikliminde kendini açıklama, kendini bilme ve kimliğin duygusal dilde yeniden kurulması; benliğin daha geniş referans noktalarıyla ilişkisini dramatik bir biçimde değiştirir. Günlük hayatta benliğin üzerindeki sınırların önemi kalkar. Popüler kültür geniş dışsal taleplerin benliğin kendisini gerçekleştirmesine engel oldukça gayrı meşru kabul eder. Geçmişin ideolojileri daha yüksek bir amaç uğruna benliği reddederken, terapötik kültür benliğin evetlenmesini iyi bir hayatın merkezine oturtmaktadır. Bu kültür düşük özgüveni insanların hayatlarını kontrol etmelerini güçleştiren görünmez bir hastalık gibi sunar. Dolaşıma soktuğu kültürel mitlerden bir tanesi de toplumsal kötülüklerin altında düşük özgüven sorununun yattığı önermesidir. Oysa bugün psikoloji araştırmaları yüksek özgüvenin düşük öz denetim anlamına gelebildiğini, bunun da saldırgan davranışı tetikleyebildiğini gösteriyor. Değerli sosyal bilimci Roy Baumeister özdenetim duygusunun kişisel gelişim düsturlarından çok daha önemli olduğunu, kendisini denetleyip sınırlandırabilen insanların topluma çok daha büyük yarar sağlayacağını hep dile getirir.
Türkiyede kitapçı rafları ABD’de yazılıp dilimize çevirilen kişisel gelişim kitaplarıyla doldu. Bu kitaplar çok değil on yıl önce rafları süslemiyordu. Bu kabil kitaplar, kanaatime göre, asla kültürel bir süzgeçten geçirilmeksizin dilimize aktarılıyor ve bunlarda yalan yanlış bir sürü pop bilgi sunuluyor. Bu kitaplardaki bilgi kırıntıları hakikate yaslanmıyor, bilime itibar etmiyor. Bunlar ‘başarılı’ olmuş amerikalıların hayat konusundaki yüzeysel felsefelerini ve kolaycı formüllerini içeriyor. Hayatın amerikan bakış açısından kavranamayacak kadar karmaşık, derinlikli ve renkli olduğu coğrafyalarda bu kabil kitapların insanlara söyleyeceği hiçbir şey yok. Sadece popüler kültürler tarafından içeriksizleştirilmiş, içi boşaltılmış insanlar bu kitaplardaki sahte maneviyata itibar edebilir. Gelişmek bir kitaba sığdırılmış sloganları ezberlemekle olmaz, hayatın duvarlarına çarpa çarpa, yaşayarak, tecrübe ederek, yaşadıklarından öğrenerek gerçekleşir. Mevlana’nın ve Yunus’un yüzyıllardır birer ulu ırmak gibi suladığı bu toprakların insanı kişisel gelişimi için bu yüzeysel kitapları rehber edinmemeli. Batı kültürü tamahkarlığın kamçılanması üzerine kuruludur. Biyolojik paradigma bile rekabet esasına dayandırılmıştır, ‘en güçlü olan ayakta kalır’ der. Oysa bugün kainatta büyük bir yardımlaşma olduğunu, hayvanat aleminde ufak dayanışmalarla türlerin varlığını devam ettirdiğini biliyoruz. Başkalarının sırtına basarak dahi olsa yukarılara tırmanma düşüncesi, diğerkamlığı ve ahengi yücelten kadim felsefelerde yer bulamaz. Sözü edilen tarzda kitaplar aslında bize yardımlaşmayı, dayanışmayı, fedakarlık ve feragat gibi üstün insani değerleri değil insanı soysuzlaştıran bazı değerleri telkin ediyorlar. Başarılı olmanın ölçüsü maneviyata önem veren bir toplumda çok farklı olacaktır. Tamamen seküler ve pragmatist bir kültürün içinden üretilen reçeteler ‘başarı’da gaybî kuvvetlerin tesirini ihmal eder, yok sayar. Üstelik başarı nedir? Gayri meşru yollarla servet biriktirmek bir başarı mıdır? Harcayabildiğinden veya ihtiyacından fazlasını elinde tutmak ve bunu ihtiyacı olanlara dağıtmamak bir başarı mıdır? Başarı vb kavramlar tamamen izafidir ve hayata biçtiğiniz anlama göre farklılaşır. Kapitalist kültürün başarı tanımlaması, hayatı metafizik bir bakışla anlamlandıran birisi için özenilecek bir durumu işaret etmez, ancak tiksinti uyandırabilir.Bu kitapları alanlar da kelimenin en iyi anlamıyla saf insanlar olsa gerektir. Kitaplarla hayatlarımızı bir ölçüye kadar değiştirebiliriz belki ama onlarla kısmetimizi değiştiremeyiz. İyi kitaplar hayata dair bir derin bilinç, bir farkındalık uyandırırlar.
Kötü kitaplar hayata dair kolay formüller öne sürerler. O kolay formülleri bir tehlike anında namluya sürdüğünüzde hepsi elinizde patlar. Bu yazıyı bilge romancı Soljenitsin’den bir alıntıyla bitiriyoruz: ‘Eğer arzularımızla taleplerimizi kesin biçimde sınırlamayı, çıkarlarımızı ahlâki ölçütlere tabi kılmayı öğrenmezsek, insan doğasının en kötü yanları dişlerini gösterirken bizler-yani insanlık-paramparça olup gideceğiz. Çeşitli düşünürler birçok kez dikkat çekmiştir buna (ben de burada, 20. Yüzyıl Rus filozofu Nikolay Loski’nin sözlerinden alıntı yapıyorum): “Bir kişilik, benlikten daha yüksek değerlere yönelmemişse, kaçınılmaz olarak yozlaşma ve çürüme baş gösterir.” İzin verirseniz ben de kişisel bir gözlemimi sizinle paylaşacağım. Ele geçirerek değil, ancak ele geçirmeyi reddederek gerçek manevi doyuma ulaşabiliriz. Başka bir deyişle: Kendi kendini sınırlandırma yoluyla. Kendi kendini sınırlandırma, bugün bize tümüyle kabul edilmez, zorlayıcı, hatta itici bir şey olarak görünüyor, çünkü atalarımız için gereklilikten doğmuş bir alışkanlıktan yüzyıllar boyunca gitgide uzaklaştık. Onlar, çok daha büyük dış sınırlamalarla yaşadı ve ellerinde çok daha az fırsat vardı. Kendi kendini sınırlandırmanın olağanüstü önemi, bütün zorlayıcılığıyla ancak bu yüzyılda çıktı insanlığın karşısına. Yine de, çağdaş hayattaki çeşitli karşılıklı bağlantıları göz önüne alınca bile, ne kadar güç olursa olsun , hem ekonomik hem de politik hayatımızı yavaş yavaş onarmayı ancak kendi kendini sınırlandırmayla başarabileceğimiz görülmektedir. Bugün pek çok kimse kendisi için bu ilkeyi kolayca kabullenmeyecektir. Ancak modernliğimizin giderek daha karmaşık hale gelen koşullarında kendi kendimizi sınırlandırma, hepimizin varlığını koruması için yegane doğru yoldur. Ayrıca bu, bizim üstümüzde bir Bütüncül ve Yüce Otorite bulunduğunun -ve bu varlık karşısında tümüyle unutulan boyun eğme duygusunun- yeniden farkına varmamıza da yardımcı olur. Ancak tek bir gerçek ilerleme olabilir: Tek tek bütün bireylerin manevi ilerlemelerinin, hayatlarının akışı içinde kendilerini yetkinleştirme derecelerinin toplamı.’
Bilmem bu yazıyla kendi önümden çekilebildim mi?