Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazartesi, Aralık 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaPolitikaDünyaSiyonizm ve Filistin sorunu tarihçesi

Siyonizm ve Filistin sorunu tarihçesi

İsrail ve Filistinliler arasındaki mücadele dünyada en uzun süren ve patlamaya en yatkın anlaşmazlıklardan birinden kaynaklanıyor.

Anlaşmazlığın kökeni, Akdeniz sahiliyle Şeria Nehri arasındaki bölgede hak iddiasına dayanıyor.

Son 100 yıl Filistinlilere sömürgecilik, sürgün, askeri işgal ve onu izleyen kendi kaderini tayin etme hakkı mücadelesi getirdi. Kayıpları ve acılarına sebep olarak gördükleri bir ulusla bir arada yaşama yolundaki zorlu arayış da cabası.

İsrail’in Yahudileri için ise dünyanın her yanında yüzyıllar süren zulüm ardından atalarının topraklarına geri dönüş, barış ve güvenlik getirmedi. Komşularıyla pek çok kez bölgesel savaşlar yaşadılar.

1897 – Birinci Siyonizm Kongresi

Birinci Siyonizm Kongresi İsviçre’nin Basel şehrinde toplandı. 1896’da gazeteci Theodor Herzl, ”Der Judenstaat” yani Yahudi Devleti adlı bir kitap yayınlamıştı ve kongrede bu kitaptaki fikirler tartışıldı. Herzl, Viyana’da yaşayan bir Yahudi’ydi. Yahudiler’in kendi devletini kurmasını savunuyordu. Ve özellikle Avrupa’daki Yahudi düşmanlığına karşı bu fikri geliştirmişti.

Kongrenin sonunda, Basel Programı yayınlandı. Bu belgede, Filistin’de bir Yahudi vatanının kurulması ve Dünya Siyonizm Teşkilatı’nın bu amaca ulaşmak için faaliyete geçirilmesi öngörülüyordu.

1897’den önce, çok az sayıda Siyonist göçmen zaten bölgeye gelmeye başlamıştı. 1903’e kadar, bunların sayısı 25 bine ulaştı. Çoğu da Doğu Avrupa’dan gelmişti. Bölgenin yarım milyona yakın Arap sakiniyle birlikte yaşıyorlardı. O zamanlar Filistin, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçasıydı. 1904 ila 1914 arasında 40 bin kişilik bir ikinci göçmen dalgası geldi.

1917 – Dengeler değişirken

Birinci Dünya Savaşı sırasında da Filistin ve çevresi Osmanlı idaresindeydi. İngiltere’nin desteklediği Arap güçleri Osmanlı hakimiyetine son verene kadar da bu durum sürdü.

İngiltere savaşın sonunda, 1918’de bölgeyi işgal etti.

25 Nisan 1920’de alınan Milletler Cemiyeti kararıyla, İngiltere’ye, bölgenin manda idaresi için yetki verildi.

Bu değişim döneminde üç söz verildi.

1916’da Mısır’daki İngiliz idarecisi Sir Henry McMahon, Osmanlı’nın Arap illerinde Araplara bağımsızlık sözü vermişti.

Bununla beraber galip devletler Fransa ve İngiltere arasında gizlice imzalanan Sykes-Picot Antlaşması, bölgeyi bu ülkeler arasında ikiye bölüyor, Filistin’de ise uluslararası idare kurulması öngörülüyordu.

1917’de, İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Filistin’de Yahudi halkları için bir vatan kurulması sözü verdi. Bu vaat, Siyonistlerin önderlerinden Lord Rothschild’e gönderilen mektupta yer alıyordu. Bu mektup Balfour Deklarasyonu olarak anılıyor. | Yukarı
1929-1936 Arapların tepkisi

İngiltere mandası altındaki Filistin’e Siyonist proje kapsamında yüzbinlerce Yahudi göç etti. Bu da Arap topluluklarda öfkeye, isyana yol açtı.

1922’de İngiltere’nin düzenlediği bir nüfus sayımı, Yahudilerin sayısının, Filistin’deki 750 binlik nüfusun yüzde 11’ine ulaştığını gösteriyordu. Bundan sonraki 15 yılda 300 bin Yahudi daha gelecekti.

Siyonistlerle Araplar arasındaki düşmanlık, Ağustos 1929’da kanlı çatışmalara dönüştü. 133 Yahudi, Filistinliler tarafından öldürüldü. İngiltere polisi de 110 Filistinliyi öldürdü.

Arapların tepkileri, 1936’da, geniş çaplı uygulanan genel grevle birlikte sivil itaatsizliğe dönüştü. Zaten o tarihe kadar, militan Siyonist örgüt Irgun Zvai Leumi, Filistin ile şimdiki Ürdün’ü ”kurtarmak” amacıyla, Filistinli ve İngilizlere ait hedeflere saldırılar düzenlemekteydi.

Temmuz 1937’de İngiltere’de, Hindistan’dan sorumlu eski devlet bakanı Lord Peel’in başkanlığındaki bir Kraliyet Komisyonu, bu bölgeyi Yahudi ve Arap devletleri arasında ikiye bölmeyi önerdi. Yahudi devleti, İngiliz mandasındaki Filistin’in üçte birini kaplayacaktı ve Celile Denizi ile sahildeki düzlükleri içine alacaktı.

Filistinli ve Arap temsilciler teklifi reddetti. Göçün durmasını ve azınlık haklarına saygılı bir üniter devlet kurulmasını istediler. Şiddet içeren muhalefet 1938’e kadar sürdü. Ta ki, İngiltere’den gönderilen takviye birlikler tarafından bastırılıncaya dek.

1947 – Birleşmiş Milletler devrede

Filistin’i 1920’den beri idare eden İngiltere, Siyonist-Arap sorununu çözme sorumluluğunu 1947’de Birleşmiş Milletler’e devretti.

Bölge şiddet olaylarıyla sarsılıyordu. Yahudiler artık nüfusun üçte birini oluşturuyordu. Ama toprakların yüzde 6’sı onların elindeydi. Avrupa’daki Nazi zulmünden kaçan yüz binlerce Yahudi’nin buraya ulaşması çözüm arayışını daha da acil hale getirdi. İkinci Dünya Savaşı’nda 6 milyon Yahudi öldürülmüştü.

BM’nin kurduğu özel komite, bölgeyi Filistin ve Arap devletleri arasında bölmeyi önerdi. Arap Yüksek Komitesi diye anılan Filistinli temsilciler, teklifi reddederken, Yahudi temsilciler kabul etti.

Paylaşım planı, Filistin’in yüzde 56,47’sini Yahudi devletine, yüzde 43,53’ünü de Arap devletine bırakıyordu. Kudüs ise uluslararası bir idare altında olacaktı. 29 Kasım 1947’de BM Genel Kurulu’nda 33 ülkenin oyuyla plan onaylandı. 13 ülke karşı oy vermiş, 10 ülke de çekimser kalmıştı. Filistinlilerin reddettiği plan hiç uygulanmadı.

İngiltere, 15 Mayıs 1948’de, Filistin’deki manda idaresine son verme niyetini ilan etti ancak bu tarih öncesinde çarpışmalar başladı.

İngiltere halkı, askerlerinin ölümü nedeniyle Filistin’de İngiliz varlığına karşı çıkmaya başladı. Ayrıca İngilizler, ABD’nin daha fazla Yahudi mültecinin buraya kabul edilmesi için uyguladığı baskıya öfkeliydi. Bu da Siyonizme Amerikan desteğinin artışının işaretiydi.

Hem Arap hem de Yahudi taraflar, yaklaşan savaş için güçlerini seferber ediyordu. Yahudi milis güçlerinin Arap köylerinde “temizlik” operasyonları 1948 yılında Aralık ayında başladı.

1948 – İsrail’in kuruluşu

İsrail Devleti, 2 bin yıldır kurulan ilk Yahudi devletiydi. Tel Aviv’de 14 Mayıs 1948’de saat 16:00’da ilan edildi. Karar, son İngiltere birliklerinin bölgeyi terk ettiği ertesi gün yürürlüğe girdi. Filistinliler, 15 Mayıs’ı “El Nakba” diye anarlar, yani “Felaket” günü.

1948’e girilirken Arap ve Yahudi birlikleri birbirlerinin elindeki topraklara saldırıyordu. Yahudi güçleri, İrgun ve Lehi militanlarının desteğinde, daha fazla ilerleme kaydetti; Yahudi devletine ayrılmış toprakların yanı sıra, Filistinlilere ayrılmış bölgeleri de ele geçirmeye başladı.

Irgun ve Lehi örgütlerinin militanları, 9 Nisan’da Kudüs yakınlarındaki Deir Yasin köyünde çok sayıda Filistinli’yi katletti. Katliam haberi, Filistinliler arasında hızla yayılıp dehşet yarattı ve yüz binlercesi Lübnan, Mısır ve şimdi Batı Şeria denen bölgeye kaçtı.

Yahudi orduları, Necef Çölü’nde, Celile’de, Batı Kudüs’te ve sahildeki düzlüklerin birçok bölümünde galip geliyordu.

İsrail devleti ilan edildikten bir gün sonra, Ürdün, Mısır, Lübnan, Irak ve Suriye orduları, hemen İsrail’de işgale başladı ama püskürtüldüler. İsrail ordusu küçük bölgelerde süren direnişi de bastırdı. Ortaya çıkan ateşkes hatları, İngiltere mandasındaki Filistin’in çoğunluğunu İsrail’e bırakıyordu.

Mısır, Gazze Şeridi’ni elinde tuttu. Ürdün de Kudüs çevresindeki toprakları ve şimdi Batı Şeria denen bölgeyi ilhak etti. Bunlar, İngiltere manda topraklarının yüzde 25’ini oluşturuyordu. Bu durum 1967 savaşına dek sürdü.

1964 – FKÖ’nün kuruluşu

1948’den beri, İsrail’in ortaya çıkışına verilecek karşılığa önderlik etmek için Arap devletleri arasında rekabet vardı. Bu yüzden Filistinliler olaylara seyirci kalıyordu.

1964’te Kudüs’te kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) hemen ardından Arap devletleri tarafından tanındı. Bu devletler FKÖ’nün esasen kendi kontrollerinde kalmasını istiyordu.

Ama Filistinliler gerçekten bağımsız bir örgüt istiyordu ve 1969’da örgütün başkanlığını ele geçiren Yaser Arafat’ın amacı da buydu. Kendisine bağlı, beş yıl önce gizli olarak kurulmuş El Fetih örgütü, İsrail’e karşı operasyonlarıyla ün kazanıyordu.

El Fetih savaşçıları, 1968’de Ürdün’de İsrail birliklerine ağır kayıplar verdirdi.

1967 Savaşı

İsrail ve Arap komşuları arasında artan gerginlik, 5 Haziran 1967’de başlayan 6 Gün Savaşları’na yol açtı. Orta Doğu anlaşmazlığının çehresi bu altı günde değişti.

İsrail, Mısır’dan Gazze ve Sina Yarımadası’nı, Suriye’den de Golan Tepeleri’ni aldı. Ürdün güçlerini de Batı Şeria ile Doğu Kudüs’ten çıkardı.

Mısır’ın güçlü hava kuvvetleri, savaşın ilk günü saf dışı bırakıldı. İsrail uçakları, daha başlangıçta Mısır hava kuvvetlerini havalanamadan yerle bir etti.

Toprak kazanımları İsrail’in kontrolündeki alanı iki katına çıkardı. Zafer, İsrail ve yandaşları için yeni bir güven ve iyimserlik havası yaratıyordu.

BM Güvenlik Konseyi, 242 sayılı kararı aldı. Kararda, savaşla toprak kazanımı reddediliyor, son çarpışmalarda ele geçirdiği yerlerden İsrail’in çekilmesi isteniyordu.

BM’ye göre, bu savaşta 500 bin Filistinli daha mülteci haline geldi; Mısır, Lübnan, Ürdün ve Suriye’ye göç etti.

1973 Yom Kippur Savaşı

Yom Kippur, yani “Kefaret Günü”, Yahudilerin en önemli dini bayramı. 1967’deki savaşta kaybettikleri toprakları diplomatik yollardan geri alamayan Mısır ve Suriye, 1973’teki Yom Kippur bayramı sırasında İsrail’e karşı taarruza girişti. Bu çarpışmalar, Ramazan Savaşı diye de anılır.

Başlangıçta Mısır ve Suriye, Sina ve Golan Tepeleri’nde ilerleme kaydettiler. Üç hafta süren çarpışmalar sonunda bu durum değişti. İsrail neticede bazı yerlerde 1967’deki ateşkes hattının da ötesine geçti.

İsrail güçleri Golan Tepeleri’ni aşarak Suriye içinde ilerlemeye başladı. Gerçi sonradan bu toprakları bıraktılar. Mısır’da da, İsrail güçleri toprak kazandılar, Süveyş Kanalı’nın batı yakasına geçtiler.

ABD, Sovyetler Birliği ve BM, diplomatik müdahalelerle ateşkes anlaşmasına varılmasını sağladı.

Mısır ve Suriye, toplam 8 bin 500 asker kaybetti. İsrail’in can kaybı ise 6 bindi.

Savaş sonunda İsrail, askeri, diplomatik ve ekonomik destek açılarından ABD’ye daha da bağımlı hale geldi. Savaşın hemen ardından Suudi Arabistan, İsrail’i destekleyen ülkelere petrol ambargosu başlattı. Petrol fiyatları bütün dünyada hızla yükselirken küresel nitelikte bir ekonomik kriz baş gösterdi ve ambargo Mart 1974’e kadar sürdü.

Ekim 1973’te, BM Güvenlik Konseyi, 338 sayılı kararı aldı. Bunda, taraflardan, bir an önce çarpışmaları durdurmaları ve müzakerelere başlamaları isteniyordu.

1974 Arafat’ın BM’ye ilk gidişi

Arafat liderliğindeki FKÖ ile Ebu Nidal gibi, FKÖ dışındaki Filistinli örgütler, İsrail ve diğer hedeflere karşı 1970’lerde bir dizi eylem düzenledi.

Kara Eylül diye de bilinen Ebu Nidal’in örgütü, 1972 Münih Olimpiyatları’ndaki eylemde 11 İsrailli sporcuyu öldürdü.

Filistin’in tamamını “kurtarmak” için silaha başvuran FKÖ’nün lideri Arafat, bir yandan da BM’de barışçı çözümü savunduğunu anlatan ilk konuşmasını yaptı. Siyonist projeyi kınadı, ama ekledi: “Bugün bir elimde zeytin dalı, bir elimde kurtuluş savaşı veren birinin silahı var. Zeytin dalını düşürmeyin.”

Bu konuşma, Filistinlilerin uluslararası tanınma çabalarına büyük katkı sağladı. Bir yıl sonra ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan Harold Saunders, Arap-İsrail barışı müzakere edilirken Filistin halkının meşru çıkarlarının da hesaba katılması gerektiğini söylüyordu.

1977 – İsrail’de sağın yükselişi

İsrail’in 1948’de kuruluşunda İrgun ve Lehi gibi aşırı grupların katkısı büyüktü. Ama bu örgütlerin mirasçısı Herut (sonradan Likud adını alıyor) Partisi, 1977’ye kadar hiçbir seçim kazanamadı.

İsrail siyaseti bu tarihe kadar sol kanattaki İşçi Partisi’nin hakimiyetindeydi. Likud ideolojisi, İsrail idaresinin İngiliz mandasına dahil olan bütün topraklara, yani Ürdün de dahil Kutsal Kitap’ta anlatılan “Büyük İsrail’e” yayılmasını savunuyordu.

Eski İrgun lideri Menahem Begin başkanlığındaki yeni hükümet, Batı Şeria ile Gazze Şeridi’nde yerleşim açmayı hızlandırdı. Amaç 1967’de kazanılan toprakları ileride geri vermemek için gerekçeler sağlamaktı.

Tarım Bakanı Ariel Şaron bu faaliyetleri körükledi; Şaron 1981’e kadar yerleşimlerle ilgili bakanlar komisyonunun başındaydı.

1979 – İsrail ve Mısır barışı

Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat 19 Kasım 1977’de İsrail’e uçup Knesset’te, yani parlamentoda konuşma yapınca dünya şaşkına döndü.

İsrail’i tanıyan ilk Arap lider Sedat oldu. Yom Kippur Savaşı’nı daha dört yıl önce başlatan da kendisiydi. O savaş nihaî sonucu getirmemişti.

Mısır ve İsrail, 1978’de Camp David anlaşmalarını imzaladı. Metinde Orta Doğu’da barışın çerçevesi çiziliyordu ve buna Filistinlilere sınırlı özerklik verilmesi de dahildi. İkili barış anlaşmasını da Sedat ile Begin Mart 1979’da imzaladılar.

Sina yarımadası Mısır’a geri verildi.

İsrail’le kendi başına pazarlığa giriştiği için Mısır, Arap devletleri tarafından boykota uğradı.

Enver Sedat 1981’de kendi ordusundaki İslamcı unsurlar tarafından öldürüldü.

1982 – İsrail Lübnan’ı işgal ediyor

İsrail, Lübnan sınırına yakın yerleşim birimlerini saldırılardan korumak amacıyla bu ülkenin güneyine asker soktu. Ama Savunma Bakanı Ariel Şaron orduyu başkent Beyrut’a kadar götürdü; FKÖ’yü bu ülkeden çıkardı.

Sina’daki son İsrail birliklerinin geri çekilmesinin üzerinden daha iki ay bile geçmemişti. Lübnan işgali, Ebu Nidal örgütünün İsrail’in Londra büyükelçisine suikast girişimi üzerine başlatmıştı.

İsrail birlikleri Beyrut’a ağustos ayında vardı. Yapılan ateşkes anlaşması uyarınca FKÖ milisleri çekilince, Filistin mülteci kampları savunmasız kalmıştı.

İsrail güçleri 14 Eylül’de Beyrut etrafında birikirken, Hıristiyan Falanj milislerin lideri Beşir Cemayel, başkentteki karargahında bir bombanın patlamasıyla öldü. Ertesi gün İsrail ordusu Batı Beyrut’u işgal etti.

16 Eylül’den 18 Eylül’e kadar, İsrail’le ittifak yapan Falanjistler, Sabra ve Şatilla kamplarında yüzlerce Filistinliyi öldürdü. Neredeyse bir asrı bulan Ortadoğu mücadelesindeki en katlı katliamlardan biriydi bu. Şaron, savunma bakanlığından başka bir göreve geçmek zorunda kaldı. Çünkü 1983’te İsrail’de yapılan bir soruşturma, onun katliamı önlemek için harekete geçmediğine hüküm vermişti. Sabra ve Şatilla katliamları Ariel Şaron hakkındaki ”savaş suçlusu” iddialarının kaynağı.

Bazı görgü tanıkları, İsrail askerlerinin, Hıristiyan milislerin kamplarda neler yapacağından haberdar olduğunu, hatta olanları izlediğini anlatıyor.

İntifada 1987-93

İsrail işgaline karşı intifada, yani kitlesel ayaklanma Gazze Şeridi’nde başladı; kısa sürede Batı Şeria’ya yayıldı.

Protestolar, sivil itaatsizlik şekline büründü. Genel grevler düzenlendi, İsrail ürünleri boykot edildi, duvarlara yazılar yazıldı ve yollarda barikatlar kuruldu. Ama uluslararası ilgi toplayan protesto şekli, ağır silahlarla donanmış İsrail askerlerine taş atan Filistinlilerdi.

İsrail ordusu karşılık verdi; çok sayıda Filistinli sivil yaşamını yitirdi. 1993’e kadar süren protestolarda toplam can kaybı bini aştı.

1988 – FKÖ barışa kapıyı açıyor

İsrail büyük askeri gücüne rağmen 1987’de başlayan intifadayı durduramıyordu. Eylemleri İsrail işgali altında yaşayan Filistinlilerin tamamı destekliyordu.

1982’de Lübnan’dan sürüldükten sonra Tunus’a yerleşen FKÖ için de bu ayaklanma tehlike işaretiydi. Filistin “devrimi” hedefine dönük mücadelede dikkatler, FKÖ ve diaspora yerine işgal topraklarına dönmüştü. FKÖ başrolü kaybedebileceğini düşünmeye başladı.

Sürgündeki hükümet işlevi gören Filistin Ulusal Konseyi, Kasım 1988’de Cezayir’de toplandı ve 1947’deki Birleşmiş Milletler kararında yer alan ”iki devlet” çözümünü kabul etti. Oylamada kabul edilen kararda ayrıca terörizm kınanıyor; BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararına dayalı müzakere isteği dile getiriliyordu. 242 sayılı karar, ayrıca 1967’de, İsrail’in ele geçirdiği topraklardan çekilmesini öngörüyor.

ABD, FKÖ ile diyaloğa girişti. Ama İsrail hala FKÖ’yü terör örgütü olarak görüyor, muhatap almak istemiyordu. Bunun yerine İsrail Başbakanı Yitzak Şamir, kendi kaderini tayin hakkına ilişkin bir anlaşmaya varılmadan önce işgal topraklarında seçim yapılmasını önerdi.

1991 – Madrid Zirvesi

1991’de çıkan Körfez Savaşı FKÖ için felaket niteliğindeydi. Yaser Arafat, Irak’a destek verdiği için Körfez bölgesindeki zengin hamilerini kaybetmişti.

Irak’ın Kuveyt’i işgaline son verilmesi ardından ABD yönetimi Ortadoğu’da barış arayışına ağırlık verdi. Bu girişimler mâli olarak zayıflamış ve siyaseten tecrit edilmiş Arafat için, İsrail’deki muhafazakar Başbakan Yitzak Şamir’e oranla daha değerliydi.

ABD Dışişleri Bakanı James Baker’ın defalarca yaptığı ziyaretler, Madrid’de bir uluslararası zirve toplanmasına zemin hazırladı. Suriye katılmayı kabul etti; umudu, Golan Tepeleri’ni geri alacak müzakerelere girmekti. Ürdün de daveti kabul etti.

Ancak Şamir, terörist olarak gördüğü FKÖ ile doğrudan muhatap olmak istemiyordu ve bu yüzden önde gelen Filistinli simalardan oluşan bir Filistin-Ürdün heyeti oluşturuldu. Bu Filistinliler FKÖ üyesi değildi. Zirve öncesindeki günlerde ABD, İsrail’le ender görülen bir cepheleşme içindeydi. İşgal edilmiş topraklarda Yahudilere yerleşim birimlerinin inşa edilmesi yüzünden İsrail’in alacağı 10 milyar dolarlık kredi garantisini askıya almıştı.

30 Ekim’de başlayan tarihi zirveyi dünya izledi. Eski düşmanlara, yaklaşımlarını açıklamaları için 45’er dakikalık konuşma fırsatı verildi. Filistinliler, İsrail’le paylaşılan bir gelecek umudunu dile getirdi. Şamir Yahudi devletinin meşruiyetini anlattı. Suriye Dışişleri Bakanı Faruk el Şara ise Şamir’in ”terörist” geçmişini anlattı.

ABD zirveden sonra İsrail’in, Suriye ve Filistin-Ürdün heyetleriyle ayrı ayrı ikili görüşmelerde bulunması için hazırlık yaptı.

1993 – Oslo Barış Süreci

Haziran 1992’de İsrail’de sol kanadın, yani İşçi Partisi’nin iktidara gelmesi çok kuvvetli bir barış sürecini başlattı.

Sertlik yanlısı olarak gösterilen Başbakan Yitzak Rabin ile “güvercin” olarak gösterilen Şimon Peres ve Yosi Beilin, Filistinlilerle barışı konuşacak çok uygun bir ekibi oluşturuyordu. Körfez Savaşı’ndan sonra konumu zayıflayan FKÖ bu barış pazarlığından sonuç almayı umuyordu.

Washington’daki ikili görüşmeler tıkanınca İsrail, FKÖ’nün katılımına yönelik itirazını kaldırdı. Daha da önemlisi Dışişleri Bakanı Peres ve yardımcısı Beilin, Norveç’in girişimi olan gizli bir müzakere zemini kurma imkanını inceliyordu.

Washington’daki ikili görüşmelerden sonuç alınamayacağı anlaşılınca gizli Oslo kulvarı 20 Ocak 1993’te açıldı. Norveç’in Sarpsborg kasabasında görülmemiş ilerleme kaydedildi. Filistinliler işgal topraklarından aşamalı çekilmeye başlaması karşılığında İsrail devletini tanımayı kabul ediyordu.

Görüşmeler İlkeler Deklarasyonu’nu getirdi. Bu belge Washington’da imzalanırken, Arafat ile Rabin arasındaki tarihi tokalaşmayı 400 milyon insan canlı izledi.

1994 – Filistin Yönetimi’nin kurulması

İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü, İlkeler Deklarasyonu’nun başlangıçta nasıl uygulanacağı konusundaki anlaşmayı Kahire’de 4 Mayıs 1994’te imzaladı.

İsrail, Gazze Şeridi’nin çoğunu terk ediyordu. Sadece Yahudi yerleşimleri ve etraflarındaki arazilerde İsrail varlığı sürecekti. Batı Şeria’da ise Eriha kentini Filistinliler’e bırakıyorlardı. Bu pazarlıklar güçlükle yürütüldü ve Batı Şeria’nın El Halil kentinde düzenlenen bir katliam neredeyse görüşmelerin kesilmesine yol açıyordu. Tarihi İbrahim Camii’nde sabah namazı kılan Filistinliler’in üzerine makineli tüfekle ateş açan Yahudi yerleşimci Baru Goldstein, 29 kişiyi öldürdükten sonra öldürülmüştü.

Anlaşmanın içinde de aşılması gereken zorluklar vardı. Metinde beş yıllık geçiş dönemi içinde İsrail ordusunun geri çekilme aşamaları yer alıyordu. Ama bu aşamalar çok zorlu pazarlıkların sonuç vermesine bağlıydı. Bunlar Filistin devletinin kuruluşu, Kudüs’ün statüsü, işgal edilmiş topraklardaki Yahudi yerleşimlerinin durumu ve 1948 ile 67 arasında göçe zorlanan 3,5 milyon Filistinli mültecinin ne olacağı gibi konulardı.

Barış sürecini eleştirenler 1 Temmuz’da susmuştu. Çünkü Yaser Arafat, Filistin topraklarına bu tarihte geri döndü, coşkulu kalabalık tarafından muzaffer bir eda ile karşılandı. Filistin Kurtuluş Ordusu, İsrail birliklerinin boşalttığı yerlere konuşlandırıldı. Filistin Ulusal İdaresi, yani özerk yönetimin başkanı olarak Yaser Arafat vardı artık. 1996’daki seçim de bunu tescil etti.

1995 – İkinci Oslo ve Rabin suikastı

Filistin yönetimi, Gazze Şeridi’ndeki ilk yılında zorluklarla boğuştu. Filistinli militanların bombalı eylemlerinde onlarca İsrailli öldü. İsrail özerk yönetimin topraklarına giriş çıkışları engelliyor; militanlara suikastlar düzenliyordu. Yeni yerleşim inşaatları da durmadı. Filistin Özerk Yönetimi kendi toplumunun öfkesini kitlesel gözaltılarla bastırmaya çalıştı. İsrail içinde ise barış sürecine tepkiler sağ kanattan ve dini gruplardan geliyordu.

Bu ortam içinde barış görüşmeleri yoğun çaba ile yürütülse de başlangıçta belirlenen takvime yetişilemiyordu. 24 Eylül’de 2. Oslo diye anılan anlaşma Mısır’ın Taba şehrinde ve Washington’da ayrı törenlerle imzalandı.

Bu anlaşma Batı Şeria’yı üçe bölüyordu.

1 – A Bölgesi: Batı Şeria’nın yüzde 7’sini oluşturan bu bölge, Doğu Kudüs ve El Halil haricindeki belli başlı yerleşim merkezlerini tam olarak Filistin idaresine bırakıyor.

2 – B Bölgesi: İsrail ve Filistinlilerin ortak kontrolüne bırakılan bu bölge Batı Şeria’nın yüzde 21’ini oluşturuyor.

3 – C Bölgesi: İsrail bu bölgeyi kontrol altında tutacak, ama aynı zamanda Filistinli tutukluları serbest bırakacaktı.

2. Oslo Anlaşması, Filistinlileri pek heyecanlandırmadı. İsrailli dinciler ise ”Yahudi toprağının” teslim edilmesine öfkeliydi. Öfke ve tahrik içeren bir kampanyaya hedef olan Başbakan Yitzak Rabin, bir aşırı dinci Yahudi tarafından 4 Kasım’da öldürüldü. Suikast bütün dünyaya şok dalgaları yaydı. “Güvercin” diye nitelendirilen ve bir türlü tamamlanamayan barış sürecinin mimarı Şimon Peres başbakan oldu.

1996-1999 Kilitlenme

1996 yılına girildiğinde anlaşmazlık yine kan dökülmesine yol açıyordu . Hamas örgütü İsrail içinde bir dizi intihar eylemleri düzenledi. İsrail, Lübnan’ı üç hafta süreyle bombaladı.

Peres 29 Mayıs’taki seçimlerde, sağcı Binyamin Netanyahu’ya kıl payı yenildi. Netanyahu, Oslo anlaşmalarına karşı çıkıyor, ”güvenlik içinde barış” tezini işliyordu.

Netanyahu işgal topraklarında yerleşim inşasının dondurulması kararını kaldırarak Arapları öfkelendirdi. El Aksa Camii’nin altına, arkeolojik amaçlarla bir tünel kazılması için izin verince de, tepkiler daha da şiddetlendi.

İsrail mevcut barış sürecini eleştirmesine rağmen ABD’nin artan baskısı sayesinde Ocak 1997’de El Halil şehrinin yüzde 97’sini Filistinlilere devretti. ABD’de 23 Ekim 1998’de imzaladığı Wye River Beyannamesi ise, Batı Şeria’dan çekilmenin sürmesini öngörüyordu.

Fakat Wye River’ın uygulanmasına ilişkin itirazlar, Ocak 1999’da İsrail’de iktidardaki sağ koalisyonun çökmesine yol açtı. 18 Mayıs’taki seçimlerin galibi İşçi Partili Ehud Barak’tı. İsraillilerle Araplar arasındaki 100 yıllık kavgayı sona erdirmeyi vaat ediyordu yeni başbakan.

Oslo anlaşmalarında öngörülen beş yıllık geçiş süresi, 4 Mayıs 1999’da sona erdi. Ama Yaser Arafat tek yanlı Filistin devleti ilanından vazgeçirildi. Amaç İsrail’deki yeni yönetimle pazarlığa yeniden başlanmasıydı.

2000 – İkinci intifada

Ehud Barak hükümetinin barışa ulaşacağına dair başlangıçta duyulan iyimserliğin temeli olmadığı zamanla anlaşıldı. Yeni bir Wye River sözleşmesi Eylül 1999’da imzalandı. Ama işgal topraklarından çekilme işleminin devam etmesi mümkün olmadı. Çünkü Kudüs’ün durumu, mülteciler, yerleşimler ve sınırlar gibi nihaî statü pazarlıkları sonuçsuz kalmıştı. Beş yıllık barış süreci sonunda pek bir şey elde edilememesi, Filistin halkında büyük bir bıkkınlık doğurdu.

Barak, Suriye ile barışa odaklandı. Bu alanda da başarı yoktu. Barak yine de İsrail’in 21 yıllık Lübnan macerasına son verdi.

Mayıs 2000’de İsrail’in Lübnan’dan çekilmesi, dikkatleri Yaser Arafat’a yöneltti. ABD Başkanı Bill Clinton ile Ehud Barak kademeli barış görüşmeleri yerine, bütün konularda hep birden sonuç almayı amaçlayan nihai pazarlığa girmeye zorlandı. Bu görüşmeler için ABD başkanının yazlığı Camp David seçildi. İki hafta süren görüşmelerde Kudüs’ün statüsü ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakları konusunda bir uzlaşmaya varılamadı.

Bunun getirdiği belirsizlik içinde, 28 Eylül’de muhalefetteki Likud Partisi’nin Netanyahu’dan sonraki lideri, yılların sağcı politikacısı Ariel Şaron, Mescid-i Aksa’nın bulunduğu kompleksi ziyaret etti. Bunun çok tahrik edici bir hareket olduğu söylendi. Filistinliler bu ziyareti protesto için gösterilere başladı. Ve gösteriler şimdi El Aksa intifadası diye anılan ayaklanmaya dönüştü.

2001 – Şaron’un dönüşü

2000 yılının sonuna gelinirken Başbakan Ehud Barak, giderek kanlı ve öfkeli bir hale gelen şiddet döngüsünün içinde buldu kendini. İsrail’in Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki işgaline karşı intifada tırmanıyordu.

Çevresindeki koalisyon çökerken, Barak 10 Aralık’ta istifa etti. Halktan krizle mücadele konusunda yeni bir yetki istediğini söylüyordu. Ama 6 Şubat’taki seçimleri Ariel Şaron kazandı. İsrailli seçmen 90’lı yıllar boyunca süren ”barış için toprak” formüllerine arkasını dönmüştü. İsrail’in “Filistinli sorunu”na daha katı bir yaklaşımı savunuyorlardı artık.

Şaron, Filistinli militanlara karşı suikastlar, hava saldırıları ve Filistin idaresindeki topraklara düzenlenen baskınların ağır bastığı politikasını daha da şiddetlendirirken, can kaybı yükseliyordu. Filistinli militanlar ise İsrail şehirlerinde intihar eylemleri gerçekleştirdi.

ABD şiddet olaylarını durdurmak için uluslararası çabalara önderlik etti. Ayaklanmaya ilişkin uluslararası soruşturmayı, Amerikalı eski Senatör George Mitchell başkanlığındaki heyet yürüttü. CIA’nın eski Direktörü George Tenet ise ateşkesin nasıl uygulanabileceğine dair yaptığı görüşmeler sonunda bir öneri hazırladı. Ama bu girişimler döngüyü kıramadı.

2002 – Batı Şeria yeniden işgal altında

Birkaç dalga halinde gelen intihar saldırıları ardından, İsrail önce mart sonra da haziran aylarında Batı Şeria’nın neredeyse tamamını işgal etti. 2002 yılının büyük bir bölümünde Filistin kentleri sık sık baskına uğradı, birbirleriyle bağlantısı kesildi, kuşatıldı ya da uzun süreler sokağa çıkma yasağı altında kaldı.

Nisan ayında İsrail güçleri Batı Şeria’nın kuzeyindeki Cenin mülteci kampına girip bölgeyi ele geçirdi. Filistinliler, burada bir katliam yapıldığını iddia ettiler. Kendisi de ağır kayıp veren İsrail ordusu ise örgütlü bir direniş ile karşılaştığını belirterek burada sadece 52 Filistinlinin öldüğü konusunda ısrar etti.

Birleşmiş Milletler’in bu konuda hazırladığı bir rapor, “sivilleri tehlikeyle karşı karşıya bırakan şiddet olayları” dolayısıyla her iki tarafı da suçladı ama ortada bir katliam olmadığı sonucuna ulaştı. Uluslararası Af Örgütü ise İsrail ordusunun Batı Şeria’da Cenin ve Nablus’a düzenlediği operasyonlarda savaş suçu işlediği hükmüne vardı.

Dikkatlerin odaklandığı bir diğer merkez de Beytüllahim oldu. Beytüllahim’deki Mîlad Kilisesi’nde 5 hafta boyunca devam eden kuşatma, mayıs ayında, kiliseye sığınmış olan çok sayıda Filistinli arasındaki 13 militanın sürgüne gönderilmesiyle sona erdi.

İsrailli yetkililer 2002 yılı boyunca Gazze Şeridi ve Batı Şeria’da düzenlenen operasyonların amacının Filistinlilerin terör altyapısını yıkmak olduğunu kaydediyordu.

Ancak hızı kesilmiş de olsa intihar saldırıları yıl boyu devam etti.

Üst üste iki yıldır barış süreci durma noktasına gelmişti. Birleşmiş Milletler, Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve Avrupa Birliği’nden oluşan, “Dörtlü” Orta Doğu’da çözüme yönelik bir ‘yol haritası’ ile süreci yeniden canlandırmaya çalıştı.

2003 – Bush’un Ortadoğu politikası

Yol haritasının yayımlanması, içeriği üzerinde 2002 yılı boyunca devam eden pazarlıklar dolayısıyla gecikti. Belge ancak 2003 yılı nisanında Amerika öncülüğünde Irak’a düzenlenen operasyon sonrasında yayımlandı. Belgenin yayımlanmasına kadar da tüm diplomatik girişimler askıda kaldı.

2003 Haziran’ında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George W. Bush, Ortadoğu konusundaki siyasetini uzun süredir beklenen bir konuşmayla açıkladı.

Bush konuşmasında Filistinlilere ‘teröre taviz vermeyen’ bir lider belirlemeleri çağrısında bulundu.

Filistinli militan grupların yoğun müzakereler ardından haziran ayında ilan ettiği ateşkes ise ancak 7 hafta süreyle geçerli oldu.

2004 – Arafat’ın ölümü

İsrail’in hava saldırıları ve Filistinli militanların intihar saldırılarının yaşandığı bir yıl oldu. İsrail’in mart ve nisan aylarında Hamas’ın ruhani lideri Şeyh Ahmet Yasin’le örgütün önde gelen isimlerinden Abdülazizi el Rantisi’yi öldürmesi Filistinliler arasında büyük tepkiye neden oldu.

İsrail Başbakanı Ariel Şaron, Gazze’den yerleşimcileri ve askerleri çekme planını açıkladı.

Aynı yıl içinde İsrail Yüksek Mahkemesi, duvarın güzergahının değiştirilmesi gerektiğine hükmetti.

Temmuz ayında da Lahey Adalet Divanı duvarı yaşadışı ilan etti. Ancak İsrail bu kararlara rağmen duvar inşaasını sürdürdü.

Ekim ayının sonlarında rahatsızlanan Filistin lideri Yaser Arafat, 11 Kasım’da tedavi için götürüldüğü Fransa’da hayatını kaybetti.

Mahmud Abbas, Filistin Kurtuluş Örgütü liderliğine getirildi.

2005 – Gazze’den çekilme

Ocak ayında Filistin’de yapılan seçimler sonunda Mahmud Abbas özerk yönetimin başkanlığına getirildi.

Ariel Şaron ise, Gazze’den çekilme planı için hükümetinden onay aldı ve plan ağustos ayı sonunda yaşama geçirildi. Gazze’de bulunan yerleşimciler zorla bölgeden uzaklaştırıldı.

2006 – Hamas’ın zaferi

Ocak ayı başında beyin kanaması geçirerek komaya giren Ariel Şaron’un yerine gelen Ehud Olmert, Kadima adlı yeni bir parti kurdu.

Kadima, seçimler sonunda merkez sol İşçi Partisi ve aşırı Ortadoks Şas Partisi’yle koalisyon oluşturdu.

İlk başta güçlü bir kamuoyu desteğine sahip olan Olmert, Hizbullah’ın iki askeri kaçırması ardından temmuz ayında Lübnan’a savaş açtı ve Beyrut’un da aralarında bulunduğu bazı kentleri bombaladı.

Sonunda ilan edilen ateşkesin ardından Olmert, askerleri kurtarmayı başaramadığı ve savaşı yönetme biçimi nedeniyle ağır şekilde eleştirildi.

Filistin’de ise, ocak ayında düzenlenen seçimlerden Hamas ezici zaferle çıktı ve tek başına hükümet kurdu.

Ancak İsrail’in varolma hakkını tanıması ve şiddeti reddetmesi için baskı altında kalan Hamas’a yönelik uluslararası ambargo uygulandı.

Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği, Hamas’ı gerekçe göstererek, Filistin’e mali yardımları durdurunca, Hamas hükümeti kamu çalışanlarının maaşlarını bile ödeyemez hale geldi.

Hamas’la El Fetih arasında tırmanan gerilim çatışmalara dönüştü; bu çatışmalar kimi gözlemcilere göre, Filistin’i bir iç savaşın eşiğine getirdi.

Geçen yılın mayıs ayında, tarafların üzerinde uzlaşabileceği bir siyasi zemin olması için İsrail cezaevlerinde bulunan önde gelen El Fetih ve Hamas’lı isimler, “cezaevi belgesi” olarak anılan bir bildirge hazırlamıştı.

Direnişin 1967’de işgal edilen topraklarla sınırlı tutulmasını ve İsrail’in üstü kapalı olarak tanınmasını öngören bildirgenin başta yarattığı heyecana rağmen, bu belge de anlaşmazlıkları gidermeye yetmedi.

Hamas’ın belgenin bazı noktaları üzerindeki itirazları karşısında Filistin lideri Mahmud Abbas, konuyu referanduma götüreceğini ilan etti.

Bu amaçla Hamas’a tanınan süreler tekrar tekrar uzatıldı, referandum kozu yerini erken genel seçime gitme tehdidine bıraktı, ancak Abbas bu adımları hayata geçirme aşamasına gelmedi.

2007

“İç savaş” endişeleri nedeniyle devreye giren Suudi Arabistan’ın aracılığıyla Mekke’de bir araya gelen Filistinli rakip gruplar Hamas ve El Fetih’in ulusal birlik hükümeti kurulması üzerinde anlaşmaya vardı.

Ancak İsmail Hanya başkanlığındaki hükümetin ömrü uzun olmadı. El Fetih’le Hamas arasında yaşanan çatışmalar sonunda, haziran ayında Hamas Gazze’nin kontrolünü ele geçirdi. Abbas hükümeti azletti. Hamas kontrolü altındaki Gazze’de hükümet kurdu, Mahmud Abbas ise, Selam Feyyad başkanlığında yalnızca Batı Şeria’yı kontrol edebilen bir hükümet kurdu.

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George Bush, temmuz ayı ortasında İsraillilerle Filistinliler arasında barış görüşmelerinin yeniden başlatılmasını tartışmak üzere uluslararası bir toplantı yapılması çağrısında bulundu.

Filistin ile İsrail tarafları “konferansın sonuç bildirgesi” konusunda uzlaşmakta zorlanınca toplantının yapılacağı yer ve tarihin açıklanması son dakikaya kaldı. Amerikalı yetkililer, kasım ayı ortasında konferansın 27 Kasım’da Annapolis kentinde düzenleneceğini açıkladı.

Kaynak: Bianet

Emperyalist savaş yayılıyor

Obama’nın barış elçisi olacağını, Amerika’nın Irak’ta batağa battığı için çekilme kararı aldığını ve Büyük Ortadoğu Projesinin hezimete uğrayıp gündemden düştüğünü düşünenlerin aksine emperyalist paylaşım savaşının en kanlı rauntları daha yeni başlıyor. Obama’yı pazarlayanlar, onun İsrail’i dışlayarak Hamas’la gizli gizli görüşeceği ve sorunu çözeceği yanılsamasını yaymaya ve onu Bush’tan farklı göstermeye çalışıyorlar. Oysa ABD Senatosu ve Temsilciler Meclisi, İsrail’in arkasında olunduğunu vurgulayan bir kararı, savaşın en kanlı günlerinde Demokrat Partinin tam desteğiyle çıkarmıştır. İsrail’in Gazze’den gelen saldırılar karşısında kendini savunma hakkının bulunduğunun söylendiği bu kararda, “güvenli sınırlara sahip demokratik bir Yahudi devleti olarak İsrail devletinin refahı, güvenliği ve hayatta kalması için güçlü ve kararlı destek” taahhüdünde bulunulmuştur. Aynı karar, terörist olarak nitelendirilen ve savaşın sorumlusu ilan edilen Hamas’ı, roket saldırılarına son vermeye, şiddeti terk etmeye, İsrail’i tanımaya ve İsrail ile Filistin arasında daha önce imzalanan tüm anlaşmaları kabul etmeye çağırmaktadır. Dolayısıyla, Obama’nın temsil ettiği Demokratlar, İsrail’e koşulsuz ve tam destek verilmesi ve Filistin ulusal kurtuluş hareketinin tek mücadeleci temsilcisi konumunda olan Hamas’ın ortadan kaldırılması konusunda Cumhuriyetçi Bush ekibiyle aynı çizgiyi paylaşmaktadırlar.

ABD, Büyük Ortadoğu Projesinden vazgeçmek bir yana, onu daha da genişleterek uygulamaya sokmak için var gücüyle çalışıyor. Bu proje Asya’da savaşın Pakistan ve Hindistan’ın yanı sıra Kafkaslar’a sıçratılması, Ortadoğu’da ise Şii-Sünni cepheleşmesinin yaratılması doğrultusunda adım adım hayata geçiriliyor.

İsrail’in 2006 yazında Hizbullah’ı gerekçe göstererek Lübnan’a saldırmasının ardından, bunun Suriye ve İran’la kozların paylaşıldığı bir ilk raunt olduğunu söylemiştik. İsrail’in daha sonraki rauntları bir an önce hayata geçirmeye hazırlandığını da dile getirmiştik.[2] İşte son İsrail saldırısı, hem Lübnan’da alınan yenilginin rövanşı hem de Suriye-İran cephesine karşı girişilen bir ikinci raunt niteliği taşımaktadır. Lübnan Hizbullahının ve Suriye’nin müttefikliğindeki Şii İran’a karşı Suudi Arabistan’ın ve Mısır’ın başını çektiği Sünni cephe her vesileyle bir parça daha tahkim edilmektedir. Nitekim son Gazze saldırısı, bu cephenin yeterince sağlamlaştığını net bir şekilde göstermiştir. Filistin sorununda önemli bir unsur olarak daima devrede olan Mısır’ın, Hamas’ın karşısında tartışma götürmeyecek bir biçimde İsrail’in yanında saf tutması, Şii-Sünni cepheleşmesinde Suudi Arabistan’la birlikte bir kutup başı rolüne soyunduğunu açıkça gösteriyor.

Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, Körfez emirlikleri gibi ülkeleri kapsayan Sünni kutup, ABD’nin ve İsrail’in emperyalist planlarıyla da çakışan bir biçimde, İran’ın bölgedeki nüfuzunu kırmak üzere bir araya gelmiş bulunuyor. Hamas’ın tasfiye edilmesi, İran’ın Arap yarımadasının Batı ucuna uzanan elinin kırılması anlamına da geliyor ve bu yüzden söz konusu cephe İsrail’in Hamas’ı yok etme operasyonuna sessiz kalıyor. Mısır Dışişleri Bakanı Ahmed Ebul Geyt, Filistinlilerin başına bombalar yağarken El Arabiya televizyonuna verdiği bir mülakatta, İran’a ve Suriye’ye yönelik olarak şunları söylemişti: “Arap dünyası dışında İran gibi bir ülke var ve yeni gelen ABD yönetimine «Körfez’deki güvenlikten ya da nükleer dosyadan söz etmek istiyorsanız bizimle konuşmalısınız» demek için bütün kartları elinde tutmak istiyor. Bazı Arap olmayan ülkelerin ve bazı Arap ülkelerinin Filistin meselesinden ellerini çekmelerini sağlamalıyız.”

Geyt, “Arapların Gazze saldırısı konusunda sadece İsrail’i suçlayan dengesiz bir dil kullanmaktan kaçınmaları” gerektiğini söyleyerek, Mahmut Abbas’ın başkanlığını yaptığı Filistin Özerk Yönetimi’ne karşı mücadele eden Hamas’ı desteklemesinden ötürü Suriye’yi de ağır bir dille eleştirdi. Mısır’ın Hamas’ı tanımayacağını ve sınır kapılarını açmayacağını da net bir şekilde ifade etti.

Sünni cephede yer alan diğer Arap devletleri de saldırının sorumlusu olarak Hamas’ı gösterecek kadar pervasız birer işbirlikçi olduklarını kanıtlamışlardır. Kendi çıkarlarını Amerikan emperyalizminin çıkarlarıyla ortaklaştıran Sünni Arap devletleri “Müslüman” İran yerine açıkça “Yahudi” İsrail’i tercih etmektedirler. Bu vesileyle bir kez daha görülüyor ki, emperyalist ideologların “medeniyetler çatışması” safsatasının aksine, yaşanan şey bir Müslüman-Yahudi-Hıristiyan çatışması değil, burjuva devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda kurdukları ittifaklar zemininde yürüttükleri kanlı bir emperyalist savaştır.

Türkiye’nin emperyalist planları

Yaşanan tüm gelişmeler, bu savaşta Mısır’a Arap ülkelerini İsrail karşısında hizaya getirme görevi verilirken, Türkiye’ye de Hamas’ı ıslah ve ikna etme rolünün biçildiğini gösteriyor. Bilindiği gibi, İsrail saldırısından hemen önce dışişleri bakanı Livni Mısır’a giderken, başbakan Olmert de Türkiye’ye gelmişti. Saldırının arkasından bu görüşme nedeniyle muhalefet tarafından topa tutulan Erdoğan, Olmert’in gelişinin Türkiye’nin Suriye-İsrail görüşmelerindeki dolaylı arabuluculuğuyla ilgili olduğunu, saldırıdan kesinlikle haberdar edilmediğini iddia ederek İsrail’e ateş püskürmeye başladı. Hatta diplomatik dil sınırlarını öylesine aştı ki, (sayesinde ne kadar İsrail sevdalısı olduklarını öğrenme fırsatını bulduğumuz) burjuva köşe yazarları, yorumcular, medya gülü burjuva akademisyenler, emekli büyükelçiler vs. bu durumdan fazlasıyla rahatsız olarak, başbakanının devlet adamlığına yakışmayan bir üslupla Türkiye’nin ulusal çıkarlarını hiçe saydığından dem vurmaya başladılar. Onlara göre Erdoğan yaptığı sert açıklamalarla diplomaside ne kadar acemi olduğunu göstermiş, Araplardan çok Araplık yapmış, İsrail’le köprüleri atacak kadar ileri gitmiş, Batı ekseninden uzaklaşmış, arabuluculuk rolüne zarar vermiş, bölgeye asker gönderme şansını tehlikeye atmıştı!

Ancak Erdoğan, diplomasi ve politika konusunda, bu “diplomasi üstatlarını” suya götürüp susuz getireceğini bir kez daha kanıtladı. Başbakan esip gürlerken, başbakanlık başdanışmanı Ahmet Davutoğlu ve Dışişleri görevlileri, Hamas’ı ateşkese ikna etmek ve işbirlikçi Mahmut Abbas yönetimiyle milli birlik hükümeti kurmaya zorlamak üzere Ortadoğu turuna çıkmışlardı. İran ve Suriye’nin aşırı tepki vermelerini engelleyip onları “sağduyulu” hareket etmeye ikna etmek de, bu görevin bir parçasıydı. Bunda son derece başarılı olunduğu, ateşkes sonrası yapılan açıklamalardan ve bizzat ateşkes sürecinden gayet net olarak ortaya çıkıyor.

Erdoğan bir yandan yaklaşan yerel seçimler nedeniyle konuyu iç politika malzemesi haline getirip, Filistin’e destek mitinglerinde onbinleri toplayan Saadet Partisi gibi rakiplerine karşı meydanı boş bırakmadığını göstererek seçmen kitlesinin gönlünü okşamıştır. Öte yandan Ortadoğu halklarının gönlünde taht kurmuştur. Yemen’deki mitinglerde Erdoğan’ın resimleri Chavez’le birlikte yan yana taşınmış, Hamas sözcüleri “komşumuz Mısır yerine Türkiye olsaydı İsrail bunu yapamazdı” diye açıklamalarda bulunmuş, Mısır halkı Mübarek’e Erdoğan’ı örnek göstermeye başlamıştır. Başbakan bunları duydukça coşmuş, coştukça İsrail’e daha sert çıkışlarda bulunmuştur.

Ne var ki Erdoğan, gürleyen ama yağmayan bulut misali, İsrail’le diplomatik ve ekonomik ilişkilerin kesilmesi, askeri anlaşmaların feshedilmesi gibi konuları ağzına bile almamaktadır. Tersine, Venezuela, Bolivya, Katar ve Moritanya İsrail’le diplomatik ve ekonomik ilişkilerini keserken, Suriye ve İran tüm Arap devletlerine diplomatik ilişkiyi kesme çağrısı yaparken, o, devlet adamlığını hatırlatmayı tercih etmiştir: “Devletler arasında esas olan ulusal çıkarlardır”, “bekâra karı boşamak kolaydır”, “bakkal dükkânı yönetmiyoruz”…

Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’in, bir gazetecinin, Türkiye’nin İsrail saldırısından bir gün önce İsrail ile imzaladığı 167 milyon dolarlık silah alımı anlaşmasını iptal edip etmeyeceği sorusuna verdiği yanıt, AKP’nin ve TC’nin konuya yaklaşımını gayet güzel özetlemektedir: “Ülkeler arasındaki işbirliği nedeniyle askeri bağların koparılması söz konusu olamaz, çünkü askeri işbirliği Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hizmet etmektedir.” Türkiye ve İsrail arasındaki askeri ve ticari ilişkiler, başbakanın sert açıklamalarıyla bozulamayacak kadar sağlam bir zemine sahiptir. İsrail’le “savunma sanayii işbirliği” adı altında gerçekleştirilen askeri anlaşmaların parasal boyutu 1,8 milyar dolara ulaşmıştır. Zaten Olmert de, “her politikacı kamuoyunu rahatlatmak için bu tür açıklamalarda bulunmak zorunda kalır” diyerek, devletler arası ilişkilerin iç ya da dış politika gereği yapılan bu tür açıklamalarla bozulamayacak kadar derin dinamiklerce koşullandırıldığını ifade etmiştir.

Türkiye ABD’nin şekillendirdiği Büyük Ortadoğu Projesinin önemli aktörlerinden biridir ve TC’nin Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerde attığı her adım bu çerçevede değerlendirilmelidir. Emperyalistleşme dürtüsüyle hareket eden Türkiye, Ortadoğu’nun ABD emperyalizmi eliyle yeniden biçimlendirilmeye çalışıldığı bu süreçte, bölgenin önemli siyasi aktörlerinden biri olma gayretindedir. Gerek Musul-Kerkük meselesinde, gerek İsrail’in Lübnan’a saldırmasının ardından bölgeye gönderilen emperyalist askeri gücün (sözde barış gücü) içinde yer alınmasında, gerekse şimdilerde Mısır’la Gazze arasında konuşlandırılması planlanan emperyalist gücün Türkiye’nin komutasında şekillendirilmesi çabalarında, baskın olan daima bu dürtüdür.

Bilindiği gibi emperyalist güçler, Mısır’dan Gazze’ye silah kaçakçılığı yapıldığı ve İran ve Suriye’nin bu yoldan Hamas’ı silahlandırdığı iddiasıyla, Gazze-Mısır sınırına uluslararası bir askeri gücün yerleştirilmesini planlıyorlar. Bunun adına da “barış” gücü ya da “gözlemci” güç diyorlar. Peki bu gücün işlevi ve niteliği ne olacaktır? Egemenlerin, gerçek niteliğini gizlemek için söz konusu güce insanların vicdanlarına seslenecek şu ya da bu adı koymaları hiçbir şeyi değiştirmiyor. Çok açıktır ki böylesi bir güç tıpkı Lübnan’da, Somali’de, Afganistan’da, Darfur’da ve dünyanın daha pek çok bölgesinde olduğu üzere emperyalist bir güçtür. İşlevi ise Filistinlileri İsrail saldırısından korumak değil aksine Gazze’yi bir açıkhava hapishanesi olarak tutmaya devam etmektir. Savaş İsrail’le Gazze arasında olduğu halde, söz konusu birlik Mısır sınırına konuşlandırılacaktır. Görevi ise Mısır’dan Gazze’ye İsrail’in onayı dışında hiçbir şeyin geçmemesini sağlamak olacaktır. Böylelikle Filistin halkı açlığa ve sefalete mahkûm edilerek Hamas’a isyan etmeye zorlanırken, Filistin’in direnen en büyük gücü olan Hamas’ın kolu kanadı da kırılacaktır. Ardından İsrail Filistin’i dilediği politikalara zorlayabilecektir.

Kabul edilemez olan, bu emperyalist plana, sendikalar aracılığıyla işçi sınıfının da ortak edilmeye çalışılıyor oluşudur. Barış gücü, gözlemci güç vs. adı altındaki bu tür güçleri ya da Birleşmiş Milletler gibi kuruluşları, emperyalist niteliklerini perdeleyerek kurtarıcı olarak görmek ve göstermek, çok açık ki işçi sınıfını burjuvaziye yedeklemekten öte bir anlam taşımıyor. Örneğin DİSK, KESK gibi konfederasyonlar ve meslek odaları, geçtiğimiz günlerde yayınladıkları bir bildiriyle, “hükümeti ve bütün siyasal partileri BM Güvenlik Konseyi’nde varlık göstermeye” çağırıyor, “Türkiye’nin içinde yer alacağı bir barış gücünün hemen bölgeye gönderilmesini” talep ediyorlardı. Fakat hiçbir konfederasyon, TC İsrail’le diplomatik, ticari ve askeri ilişkilerini kesene kadar bir genel grev örgütlemeye kalkmadı meselâ.

Oysa çok açık ki, İsrail ancak, işçi sınıfının yükselteceği vurucu eylemler (sektörel ya da genel grevler, kitlesel protesto gösterilerinin örgütlenmesi, işbirlikçi devletlerin İsrail’le ilişkilerini kesmeye zorlanması, bu ülkeye giden her türlü silah ve mühimmat akışının fiilen durdurulması vs.) sayesinde baskı altında tutulabilir. Bu noktada, ABD’nin Yunanistan limanları üzerinden İsrail’e göndereceği 325 konteyner silahın sevkiyatını limanı basarak engelleyen Yunan işçi sınıfının geçtiğimiz günlerdeki önemli eylemini vurgulamak gerekiyor.
Filistin sorununun barındırdığı devrimci dinamik

Filistin sorununun tüm bölge için önemli bir devrimci dinamik oluşturduğu son İsrail saldırısı vesilesiyle bir kez daha ortaya çıkmıştır. İsrail katliamına sessiz kalmayarak sokaklara dökülen yüzbinlerce emekçi, bölgedeki burjuva rejimlerin ödlerini koparmıştır. Bu rejimlerin, ayağa kalkan emekçi kitleler karşısında bir fiskelik canı vardır ve buna Siyonist İsrail rejimi de dahildir.

İsrail’in, son yıllarda iyice keskinleşen toplumsal çelişkilerin üzerini örtmek için kitleleri sürekli bir kâbus atmosferinin içinde yaşatması boşuna değildir. Artan işsizlik, yoksulluk, sık sık tekrarlanan genel grevler, binbir parçalı koalisyon hükümetleri, yolsuzluk, tecavüz gibi yüz kızartıcı suçlardan yargılanıp koltuğunu terk etmek zorunda kalan cumhurbaşkanları, başbakanlar, dikiş tutmayan hükümetler… Tüm bunlar kitlelerin mevcut düzenden hoşnutsuzluklarının ve burjuvazinin yönetme sorunuyla yüz yüze olduğunun ifadesidir. İsrail burjuvazisi, Filistinli “teröristlerin” tehdidi altında olduklarını, her an tepelerine Hamas roketleri inebileceğini, Arapların Yahudilerin can düşmanı olduğunu, İsrail’in İran’ın nükleer saldırısıyla yok edilmek istendiğini, kitleleri derin bir korku cehennemine hapsetmekte ve egemenliğini sürdürmenin çaresini savaşı sürekli kılarak tüm bölgeye yaymakta bulmaktadır. Ne var ki, tüm bu baskı, sindirme ve gerçekleri karartma operasyonlarına rağmen, Yahudi işçi ve emekçilerin Siyonist rejime duydukları öfkelerinin artmasının, savaşmayı reddetmelerinin ve her geçen gün daha güçlü bir muhalefet yükseltmelerinin önüne geçilememektedir.

İsrail’in katliam operasyonundan sonra Mısır’dan da küçük çaplı ayaklanma haberleri gelmiştir. Mısırlı işçilerden genel grev çağrıları yükselirken, tüm bastırma çabalarına rağmen halk muhalefeti patlama noktasına ulaşmıştır. İsrail-ABD işbirlikçisi Mübarek diktatörlüğü, işçi ve emekçilerin yükselen tepkisini uzun zamandır polis ve asker gücüyle bastırmaya uğraşarak varlığını korumaya çalışıyor. Ancak bölgedeki her olay işçilerin ve emekçilerin ayağa kalkmasına yol açan bir kıvılcım görevi görebiliyor. Son İsrail saldırısı esnasında Gazze’ye gönderilmek üzere toplanan yardım konvoylarına polisin saldırması, gösterilerin yasaklanması ve göstericilerin gözaltına alınması, rejimin nasıl bir sıkışmışlık içinde olduğunu da göstermektedir. Sadece Mısır’ın değil, bölgedeki tüm devletlerin, İsrail saldırılarının uzaması durumunda ciddi halk ayaklanmalarıyla yüzyüze kalacakları açıktır. Türkiye’de Erdoğan’ın İsrail’e ateş püskürüyor görünmesinin önemli bir nedeni de, İsrail’e karşı yükselen halk tepkisinin AKP iktidarını sallamasını engellemektir.

Yaşanan son vahşet, bölge halklarının can düşmanını Siyonist İsrail devletiyle ve onun arkasındaki emperyalist güçlerle sınırlamanın ne kadar yanlış olduğunu bir kez daha göstermiştir. İşçi ve emekçilerin can düşmanı, bir bütün olarak burjuvazi ve onun kapitalist-emperyalist sömürü sistemidir. On yıllardır barış dolu günlere duydukları özlemle yaşayan Filistin halkının ve diğer Ortadoğu halklarının bu özlemlerine kavuşmasının, burjuvazinin egemenliğindeki bir Ortadoğu’da olanaksız olduğu her vesileyle tekrar tekrar ortaya çıkıyor. İşte tam da bu nedenledir ki, emperyalist senaryoların sahneye koyulmasında her gün yeni bir aşamayla karşı karşıya kaldığımız Ortadoğu’da, proleter devrim, bugün her zamankinden daha yakıcı ve daha hayati bir ihtiyaç olarak kendini dayatıyor. “Tüm halkların ve azınlıkların ayrılma hakları da dahil olmak üzere bütün demokratik haklarını güvence altına almış, gönüllü birlik temelinde oluşturulmuş bir Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri Federasyonunun kurulmasına yol açacak bir Ortadoğu devrimi olmaksızın, bölgedeki sorunlar yumağına kalıcı, yaşayabilir, adil ve demokratik bir çözüm bulmak olanaksızdır. Bu ise ancak işçi sınıfının enternasyonalist bilinç ve örgütlülük düzeyinin yükseltilmesiyle mümkündür. Biz enternasyonalist komünistlere düşen görev, böyle bir örgütlülüğü enternasyonal düzeyde gerçekleştirmek ve bu bilinci tüm dünya işçi sınıfına taşımaktır.”

llkay Meriç

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments