İnsan, hayatı gerçekleştirmek üzere doğar ama her şey ona bağlıdır. Iskalayabilir. Nefes almayı sürdürebilir, yemeye devam edebilir, devamlı yaşlanıp durabilir, mezara doğru gitmeye devam edebilir ama bu yaşamak değildir, bu düzenli olarak ölmektir. Beşikten mezara kadar… yetmiş yıl süren düzenli bir ölümdür. Ve etrafındaki milyonlarca insan bu düzenli, yavaş ölümün içinde ölmekte olduğu için sen de onları taklit etmeye başlarsın. Çocuklar her şeyi çevresindekilerden öğrenirler ve biz ölülerle çevriliyiz.
Öyleyse benim “hayat” ile ne demek istediğimi anlamak durumundayız. O sadece yaşlanmak olamaz, gelişmek olmalıdır. Ve bunlar iki farklı şeydir.
Yaşlanmak herhangi bir hayvanın yapabileceği bir şeydir. Gelişmek ise insanoğlunun ayrıcalığıdır.
Sadece birkaç kişi buna sahip olduğunu iddia edebilir.
Gelişmek hayatın prensiplerinin içinde her an daha da derine doğru gitmek anlamına gelir; ölüme doğru değil, ölümden giderek daha da uzaklara gitmek demektir. Hayatın içine daha çok gittikçe, içindeki ölümsüzlüğü daha çok anlarsın. Ölümden uzaklaşıyorsun; ölümün elbiseleri değiştirmekten, evleri değiştirmekten, biçimleri değiştirmekten başka bir şey olmadığını görebileceğin bir an gelir. Hiçbir şey ölmez, hiçbir şey ölemez.
Ölüm var olan en büyük yanılsamadır.
Gelişme için yalnızca bir ağaca bak. Ağaç büyüdükçe kökleri aşağıya doğru, daha derinlere doğru gelişir. Bir denge vardır; ağaç yükseldikçe kökler de derinlere gidecektir. Küçücük köklere sahip kırk beş metre yüksekliğinde bir ağaç bulamazsın; böylesi devasa bir ağacı taşıyamazlar. Yaşamda gelişmek demek kendi içinde derinlemesine gelişmen anlamına gelir; burası köklerinin olduğu yerdir.
Bana göre hayatın birinci prensibi meditasyondur. Onun dışındaki her şey ikincildir. Ve çocukluk en iyi zamandır. Yaşlandıkça ölüme daha da çok yaklaşıyorsun demektir ve meditasyona girmek giderek daha da zorlaşır.
Meditasyon ölümsüzlüğünün içine girmektir, sonsuzluğunun içine girmektir, Tanrısallığının içine girmektir. Ve çocuk bunun için en iyi niteliklere sahip kişidir çünkü o henüz bilgi yükünü taşımamaktadır, dinin yükünü taşımamaktadır, eğitimin yükünü taşımamaktadır, tüm çöplüklerin yükünü taşımamaktadır. O masumdur.
Fakat, maalesef onun bu masumiyeti cahillik olarak lanetlenmiştir. Cahillik ve masumiyetin bir benzerliği vardır ama aynı şey değillerdir. Cahillik de tıpkı masumiyette olduğu gibi bir bilmeme durumudur ama arada bugüne kadar tüm insanlığın göz ardı etmiş olduğu çok büyük bir fark da vardır. Masumiyet bilgililik değildir ama onun bilgili olmaya karşı bir arzusu da yoktur. O tamamıyla tatmin olmuş, amacına ulaşmıştır.
Küçük bir çocuğun hiçbir ihtirası, hiçbir arzusu yoktur. İçinde bulunduğu an tarafından öylesine özümsenmiştir ki, uçan bir kuş onun gözlerini bütünüyle yakalar; bir kelebek, onun renkleri ve çocuk büyülenir; gökteki ebemkuşağı… ve o bu ebemkuşağından daha önemli, daha zengin bir şey olabileceğini aklına bile getiremez. Ve yıldızlarla dolu gece, yıldızlar ve yıldızların ötesindeki yıldızlar…
Masumiyet zengindir, tamdır, saftır.
Cahillik yoksuldur, o bir dilencidir; şunu ister, bunu ister, bilgili olmak ister, saygın olmak ister, varlıklı olmak ister, güçlü olmak ister. Cahillik arzunun yolundan ilerler. Masumiyet bir arzusuzluk halidir. Ama her ikisinin de bilgisiz olması nedeniyle onların doğası hakkında kafalarımız karışmış olarak kaldık. Aynı olduklarını farz ettik.
Yaşama sanatındaki ilk basamak masumiyet ve cahillik arasındaki ayrımı anlamak olacaktır. Masumiyet desteklenmelidir, korunmalıdır çünkü çocuk en muhteşem hazineyi, hikmet sahibi kişilerin ancak çok çetin gayretler sonucu bulduğu hazineyi beraberinde getirmiştir. Hikmet sahipleri tekrardan çocuk olduklarını, yeniden doğduklarını söylemişlerdir. Hindistan’daki gerçek Brahman, gerçek bilen kendisini “dwij”—iki kez doğan olarak adlandırmıştır. Neden iki kez doğan? İlk doğuma ne oldu? İkinci doğuma neden ihtiyaç var? Ve ikinci doğumda eline ne geçecek?
İkinci doğumda eline geçecek şey ilk doğumda sana sunulmuş olandır ama toplum, ebeveynler, onu çevreleyen insanlar hepsini parçaladı, yok etti. Her çocuk bilgiyle tıkıştırılır. Onun sadeliği bir şekilde ortadan kaldırılmak zorundadır çünkü sadelik bu rekabetçi dünyada ona yardımcı olmayacaktır. Çocuğun basitliği dünyaya onu sanki bir avanakmış gibi gösterecektir; onun sadeliği her şekilde sömürülecektir. Toplumdan korkarak, kendi yarattığımız dünyadan korkarak tüm çocukları kurnaz, uyanık, bilgili yapmaya çalışırız; güçlülerin sınıfında olmalarını isteriz, güçsüzlerin ve mazlumların değil.
Ve çocuk bir kez yanlış yönde gelişmeye başlarsa, bu yolda ilerlemeyi sürdürür; tüm hayatı bu yönde ilerler.
Hayatı ıskaladığını anladığın anda geri getirilmesi gereken ilk prensip masumiyettir. Bilgini bırak, kutsal kitaplarını bırak, dinlerini bırak, ilahiyat bilgilerini bırak, felsefelerini bırak. Yeniden doğ, masum hale gel ve bu senin elindedir. Kendin tarafından bilinmeyen her şeyi, ödünç alınmış her şeyi, gelenekten, kültürden gelen her şeyi zihninden temizle. Başkaları —ebeveynlerin, öğretmenlerin, üniversitelerin— tarafından sana verilmiş olan her şeyden kurtul. Yeniden, bir kez daha basit ol, bir kez daha bir çocuk ol. Ve bu mucize meditasyon sayesinde mümkündür.
Meditasyon sana ait olmayan her şeyi kesip atan ve sadece senin hakiki varlığını koruyan şaşırtıcı bir cerrahi metottur. O her şeyi yakar ve seni çıplak bir şekilde güneşin altında, rüzgârın altında bırakır. Bu sanki, dünyanın üzerine düşen ilk insanmışsın ve hiçbir şey bilmiyormuşsun, her şeyi keşfetmek zorundaymışsın, arayış içinde olmak zorundaymışsın, kutsal bir yolcuğa çıkmak zorundaymışsın gibi bir şeydir.
İkinci prensip ise kutsal yolculuktur. Hayat bir arayış olmalıdır; bir arzu değil, bir araştırma. Şu olmak, bu olmak için bir hırs değil, bir ülkenin başkanı ya da başbakanı olmak değil de “Ben kimim?”i bulmak için bir arayış olmalı.
Kim olduğunu bilmeyen insanların başka birisi olmaya çalışmaları çok garip. Şu an kim olduklarını dahi bilmiyorlar! Kendi varlıklarıyla tanışmamışlar ama bir şey olma hedefleri var.
Bir şey olmaya çalışmak ruhun hastalığıdır.
Sen varlıksın.
Ve varlığını keşfetmek hayatın başlangıcıdır. O zaman, her an yeni bir keşiftir, her an yeni bir keyiftir. Yeni bir gizem kapılarını açar, içinde yeni bir sevgi, daha önce hiç hissetmediğin yepyeni bir merhamet, güzelliğe ilişkin, iyiliğe ilişkin yeni bir duyarlılık gelişir. O kadar duyarlı hale gelirsin ki en ufacık bir ot bile senin için muazzam derecede önem arz etmeye başlar. Duyarlılığın, bu küçücük otun varoluş için en büyük yıldız kadar önemli olduğunu net bir şekilde sana anlatır; bu küçük ot olmadan, varoluş olduğundan daha az bir şey olurdu. Bu küçücük ot eşsizdir, yeri doldurulamaz, onun kendine özgü bireyselliği var.
Ve bu duyarlılık sana yeni arkadaşlıklar yaratacaktır; ağaçlarla, kuşlarla, hayvanlarla, dağlarla, ırmaklarla, okyanuslarla, yıldızlarla arkadaşlıklar. Sevgi geliştikçe, dostluk geliştikçe hayat zenginleşir.
Aziz Francis’in hayatında güzel bir hadise olmuştur. O ölüyordu. Ve o hayatı boyunca, deneyimlerini paylaşarak, bir yerden öbürüne bir eşeğin sırtında seyahat etmişti. Tüm müritleri son sözlerini duymak için toplanmıştı. Bir insanın söyleyeceği son söz her zaman için söylediği en önemli sözdür çünkü hayatının tüm deneyimlerini içinde barındırır.
Ama müritler duyduklarına inanamadılar…
Aziz Francis müritlerine seslenmedi, eşeğine seslendi. Dedi ki, “Kardeşim, sana sonsuz derecede müteşekkirim. Beni bir yerden başkasına hiç şikâyet etmeden, hiç homurdanmadan taşıyıp durdun. Bu dünyayı terk etmeden önce tek istediğim şey beni affetmen; sana insancıl davranmadım.” Bunlar Aziz Francis’in son sözleriydi. Eşeğe, “Kardeşim eşek…” diye hitap edip affedilmeyi dileyen olağanüstü bir duyarlılık.
Daha duyarlı hale geldikçe hayatın büyür: Küçük bir havuz değildir; okyanus gibi olur. Seninle, karınla ve çocuklarınla sınırlanmamıştır; sınırları dahi yoktur. Tüm bu varoluş senin ailen olur ve tüm varoluş senin ailen değilse hayatın ne olduğunu bilmemişsindir çünkü hiç kimse bir ada değildir, hepimiz birbirimize bağlıyız.
Biz milyonlarca şekilde birbirine bağlanmış engin bir kıtayız.
Ve eğer kalplerimiz bütün için sevgiyle dolu değilse, eşit oranda hayatlarımız da kısaltılmıştır.
Meditasyon sana duyarlılık getirir; muhteşem bir “dünyaya ait olma” duygusu verir. Bu bizim dünyamız; yıldızlar bizim ve burada yabancı değiliz. Doğuştan varoluşa aidiz. Onun parçasıyız, onun kalbiyiz.
İkinci olarak, meditasyon sana muhteşem bir sessizlik getirecek çünkü tüm çöplük gitmiş durumda. Bilginin parçası olan düşünceler de gitmiş durumda… engin bir sessizlik ve şaşkın haldesin: Bu sessizlik var olan tek müziktir.
Tüm müzik bu sessizliği su yüzüne çıkarma çabasıdır. Eski Doğunun kutsal bilgeleri tüm yüce sanatların —müzik, şiir, dans, resim, heykel— hepsinin meditasyondan çıktığını sıklıkla vurgulamışlardır. Bu sanatlar kutsal yolculuklara hazır olmayanlar için bilinemeyeni bir şekilde bilinenin dünyasına getirme gayretidir; kutsal yolculuğu sürdürmeye hazır olmayanlar için bir armağandır onlar. Belki bir şarkı, belki de bir heykel, kaynağı arama arzusunu tetikleyebilir.
Bir dahaki sefer bir Gautam Buda tapınağına gittiğinde, sadece sessiz bir şekilde otur, heykele bak. Çünkü heykel öyle bir şekilde yapılmış, öylesi bir orantıyla yapılmıştır ki baktığında sessizliğe düşersin. O bir meditasyon heykelidir; Gautam Buda ile bir ilgisi yoktur.
Bu nedenle tüm bu heykeller; Mahavira, Gautam Buda, Neminatha, Adinatha birbirine benzerler… Jainaların Yirmi bir tirthankaraları… aynı tapınakta hepsi birbirine benzeyen, birbirinin aynısı yirmi dört heykel bulacaksın. Çocukluğumda babama sorardım: “Bana nasıl olup da yirmi dört kişinin hepsinin, birbirinin aynısı —aynı beden, aynı burun, aynı surat, aynı şekil— olabildiğini açıklayabilir misin?”
Ve o da, “Bilmiyorum. Küçücük bir fark bile olmaması benim de kafamı karıştırıyor. Ve bu duyulmuş bir şey değil; şu koskoca dünyada birbirinin aynısı iki kişi bile yokken, yirmi dört kişiye ne demeli?” derdi.
Ancak, benim meditasyonum çiçek açtıkça cevabı buldum; başka birisinden değil. Bu heykellerin insanlarla hiçbir alakasının olmadığı cevabını buldum. Bu heykellerin bu yirmi dört insanın içinde olup biten şeyle bir ilgisi vardır ve bu olan şey tamamıyla aynı şeydi. Biz dışarısına takılmadık; sadece içsel olana ilgi göstermek gerektiğinde ısrarcı olduk. Dışarısı önemsizdir. Birisi genç, birisi yaşlı, birisi siyah, birisi beyaz, birisi erkek, birisi kadın; fark etmez. Önemli olan şey içeride bir sessizlik okyanusu olması. Bu okyanussal durumda beden belli bir duruş alır.
Bunu kendinde gözlemledin ama farkında değildin. Kızgınken gözledin mi? Bedenin belli bir şekil alır. Kızgınken ellerini açık tutamazsın; kızgınken… yumruk. Kızgınken gülümseyemezsin; yoksa gülebilir misin? Belli bir duyguda beden belli bir duruşu izlemek zorundadır.
O yüzden bu heykeller öyle bir şekilde yapılmışlardır ki, sessizce oturur ve bakarsan ve gözlerini kaparsan negatif bir görüntü, bir gölge bedenine girmeye başlar ve daha önceden hiç hissetmediğin bir şeyler hissetmeye başlarsın. Bu heykeller ve tapınaklar ibadet için yapılmamıştır; deneyim yaşamak için inşa edilmiştir. Onlar bilimsel laboratuarlardır; dinle hiçbir ilgileri yoktur! Yüzyıllardır gelecek nesillerin daha önceki nesillerin deneyimleriyle temasa geçebilmeleri için belirli bir gizli bilim kullanılmıştır. Kitaplarla değil, sözlerle değil fakat daha derine inen bir şeyle; sessizlikle, meditasyonla, huzurla.
Sessizliğin geliştikçe, samimiyetin geliştikçe, sevgin geliştikçe yaşamın an be an yaşanan bir dansa, bir sevince, bir kutlamaya dönüşür.
Neden dünyanın her yerinde, her kültürde, her toplumda yılda birkaç günlük kutlamalar olduğunu hiç düşünmüş müydün? Bu bir-iki günlük kutlama sadece bir telafidir çünkü bu toplumlar senin hayatının tüm kutlamalarını senden uzaklaştırdı ve şayet bunu telafi edecek bir şey sana verilmezse yaşamın kültür için bir tehlike haline gelebilir.
Her kültür sana bir takım telafi edici şeyler vermek zorundadır, bu sayede sefaletin, kederin içinde tamamıyla kaybolduğunu hissetmezsin. Ancak bu telafiler sahtedir.
Fişekler ve renkli ışıklar seni sevindiremez. Bunlar sadece çocuklar içindir; senin için onlar sadece rahatsızlık verir. Fakat içsel dünyanda ışıkların, şarkıların sevinçlerin bir sürekliliği olabilir.
Toplumun, baskılanan şey telafi edilmediğinde tehlikeli bir halde infilak edeceğini hissettiğinde onu telafi ettiğini her zaman anımsa. Baskılanan şeyi dışarı salabilmen için toplum bir şekilde sana izin verecek bir yol bulur ama bu hakiki kutlama değildir ve olamaz da.
Hakiki kutlama senin yaşamının içinden, yaşamının içinde çıkmalıdır.
Ve hakiki kutlama takvime göre —Kasım’ın birinde kutlayacaksın şeklinde— olamaz. Garip, tüm yıl boyunca perişan durumdasın ve Kasım’ın birinde aniden sefaletinden çıkıp dans ediyorsun? Ya sefaletin sahteydi ya da Kasım’ın biri sahte; her ikisi de hakiki olamaz. Ve Kasım’ın biri geçip gittiğinde karanlık deliğine geri dönersin. Herkes kendi sefaletinde, herkes kendi sıkıntısının içinde.
Hayat sürekli bir kutlama, bir ışık şenliği olmalı, tüm yıl boyunca. Ancak o zaman gelişebilirsin, çiçek açarsın.
Küçük şeyleri şenliğe dönüştür.
Örneğin Japonya’da çay seremonileri vardır. Her Zen manastırında ve maddi olarak bunu karşılayabilen her kişinin evinde çay içmek için küçük bir ibadethane vardır. Artık çay sıradan, kutsal olmayan bir şey değildir; onu bir kutlamaya dönüştürmüşlerdir. Çay içme tapınağı belirli bir biçimde yapılmıştır; güzel bir havuzlu güzel bir bahçede, kazlar havuzda, çiçekler her yanda. Konuklar gelir ve ayakkabılarını dışarıda bırakmaları gerekir; bu bir ibadethanedir. Ve ibadethaneye girdiğin andan itibaren konuşamazsın; düşünmelerini ve düşüncelerini ve konuşmalarını ayakkabılarınla dışarıda bırakmalısın. Meditasyon pozisyonunda oturursun. Ve ev sahibinin, çayını hazırlayan kadının hareketleri öylesine zariftir ki, sanki dans ederek etrafta dolaşıp çayı hazırlıyor, bardakları, fincanları sanki hepiniz birer tanrıymışsınız gibi önünüze koyuyor. O kadar büyük bir saygıyla… önünde yere eğilir ve sen de onu aynı saygıyla kabul edersin.
Çay, güzel sesler, kendine özgü bir müzik çıkaran özel bir semaverde hazırlanır. Ve seremoninin bir parçası olarak herkes öncelikle çayın müziğini dinlemelidir. O yüzden herkes sessiz, dinliyor… dışarıda, bahçede kuşlar ötüyor ve semaver… çay kendi şarkısını yaratıyor. Bir huzur kaplıyor her yanı…
Çay hazırlanıp herkesin bardağına döküldüğünde her yerde insanların yaptığı gibi içivermezsin. Önce çayın aramasını koklarsın. Sanki cennetten geliyormuşçasına çaydan bir yudum alırsın, buna zaman tanırsın; acelesi yok. Birisi flüt, ya da sitar çalmaya başlayabilir. Sıradan bir şey —sadece çay— ve onlar bunu güzel bir kutsal merasim yapmışlar. Herkes ondan beslenmiş, taze, daha genç hissederek, capcanlı çıkar.
Ve çayla yapılabilen bir şey her şeyle; elbiselerinle, yiyeceklerinle de yapılabilir, insanlar neredeyse tamamen uykuda yaşar; yoksa her dokunun, her elbisenin kendi güzelliği, kendi duygusu vardır. Eğer duyarlıysan, o zaman elbiseler sadece bedenini kapatmak için değildir, o zaman senin bireyliğini dışa vuran bir şeydir, zevkini, kültürünü, varlığını ifade eden bir şeydir. Yaptığın her şey senin dışa vurumun olmalı; üzerinde imzanı taşımalı. O zaman hayat sürekli bir şenliğe dönüşür.
Hasta olup yataklara bile düşsen, bu yatakta yatma anlarını, güzellik ve keyif anları, gevşeme ve dinlenme anları, meditasyon anları, müzik ya da şiir dinleme anları yapacaksın. Hasta olduğun için üzülmene gerek yok. Herkes işyerinde çalışıyorken sen yatağında bir kral gibi rahatlıyorsun; birisi sana çay hazırlıyor, semaver bir şarkı mırıldanıyor, bir dost gelip flüt çalmak istiyor… bunun için mutlu olmalısın.
Bu şeyler herhangi bir ilaçtan daha önemlidir. Hasta olunca bir doktor çağır. Ama daha önemlisi seni sevenleri çağır çünkü sevgiden daha önemli bir ilaç yoktur. Etrafında güzellik, müzik, şiir yaratabilecek olanları çağır çünkü bir kutlama anındaki ruh hali gibi şifa veren başka bir şey yoktur. İlaç en alt seviyedeki tedavidir ama öyle görünüyor ki biz her şeyi unutmuş durumdayız, bu yüzden de ilaçlara güvenmek zorundayız ve üzülüp suratımızı asıyoruz; sanki ofiste yaşadığın muhteşem bir zevk varmış da kaçırıyormuşsun gibi! Ofisteyken acınacak haldeydin —sadece bir gün çalışmıyorsun ve perişanlığına yapışıveriyorsun— onu bırakmayacaksın.
Her şeyde yaratıcı ol, en kötü şeyi en iyisi yap; yaşama sanatı diye ben buna derim. Ve eğer bir insan tüm hayatını, her anını ve her evresini bir güzelliğe, bir zevke dönüştürerek yaşadıysa, doğaldır ki onun ölümü de bütün yaşamı boyunca sarf ettiği tüm çabaların en yüksek zirvesi olacaktır. Son dokunuşlar… onun ölümü, sıradan bir şekilde her gün herkesin başına gelenler gibi çirkin olmayacak.
Şayet ölüm çirkinse bunun anlamı tüm hayatının boşa harcanmış bir şey olduğudur. Ölüm, huzurlu bir kabulleniş, bilinmeyene sevgiyle yapılan bir giriş, eski dostlara, eski dünyaya tatlı bir veda olmalıdır. Onun içinde hiçbir trajedi olmamalıdır.
Lin Chi adındaki bir Zen Ustası ölüyordu. Binlerce müridi son vaazını dinlemek için toplanmıştı, ancak Lin Chi sadece keyifli bir şekilde, gülerek ama tek bir söz bile etmeden öylece yatıyordu.
Onun öleceğini ve tek bir söz bile söylemediğini gören birisi —kendisi de bir Usta olan eski bir dostu; o Lin Chi’nin müridi değildi, bu yüzden ona bunu söyleyebiliyordu— Lin Chi’ye hatırlattı: “Lin Chi, son sözlerini söylemeyi unuttun mu? Senin hafızanda bir sorun olduğunu hep söylemişimdir. Ölüyorsun… unuttun mu?”
Lin Chi dedi ki, “Yalnızca dinle.” Çatıda iki sincap koşuyordu, bağrışıyordu. Ve, “Ne kadar güzel” dedi ve öldü.
“Yalnızca dinle” dediğinde bir anlığına tam bir sessizlik vardı. Herkes onun muhteşem bir şey söyleyeceğini zannetti ama sadece iki sincap çatıda kavga ediyordu, bağrışıyordu, koşuşuyordu… Ve o gülümsedi ve öldü. Ama son mesajını vermişti: Şeyleri büyük ve küçük, önemli ve önemsiz hale getirme. Her şey önemlidir. Şu an Lin Chi’nin ölümü çatıda koşuşan sincaplar kadar önemli, bir fark yok. Varoluşta hepsi aynıdır. Onun tüm felsefesi, bütün hayatının öğretisi, büyük ve küçük olan diye bir şey olmadığı; ondan ne meydana getirdiğinin sana bağlı olduğu idi.
Meditasyonla başla ve bir şeyler içinde gelişmeye devam edecek; sessizlik, sükûnet, saadet, duyarlılık. Ve, meditasyondan ne gelecek olursa, onu yaşama katmaya çalış. Paylaş onu çünkü paylaşılan her şey hızla büyür. Ve ölüm noktasına ulaştığında, ölümün var olmadığını bileceksin. Elveda diyebilirsin, üzüntüyle dökülen gözyaşlarına gerek yok; belki coşkuyla taşan gözyaşları olabilir ama üzüntüden değil.
Ancak masum olmaktan başlamak durumundasın.
O halde en önce, taşıdığın tüm pislikleri fırlat at. Ve herkes o kadar çok pislik taşıyor ki! İnsan niçin diye merak ediyor? Sadece, insanlar sana sürekli bunların muhteşem fikirler, ilkeler olduğunu söyleyip durduğu için… Kendi zekânı kullanmadın. Kendi zekânı kullan.
Hayat çok basit, o coşku dolu bir dans. Ve tüm dünya coşkuyla ve dansla dolu olabilir ama hiç kimsenin hayattan zevk almamasına, kimsenin kahkaha atmamasına, hayatın bir günah olmasına ve hayatın bir cezalandırma olduğuna ciddi biçimde yatırım yapmış insanlar var. Hayatın bir ceza olduğunun, yanlış şeyler yapmış olduğun için acı çekip durduğunun ve hayatın, içine acılarını çekmek için atıldığın bir hapishane olduğunun devamlı olarak sana söylendiği bir ortamda yaşamından nasıl zevk alabilirsin?
Sana diyorum ki hayat bir hapishane değil, o bir ceza değil. O bir ödül ve o sadece onu hak edenlere, onu kazananlara verilir. Artık keyif almak senin hakkın; şayet zevk almazsan bir günah işlemiş olacaksın. Onu güzelleştirmezsen, onu bulduğun gibi bırakırsan varoluşa karşı gelmiş olacaksın. Hayır, onu biraz daha mutlu, daha bir hoş kokulu halde bırak.
Varlığını dinle. Sürekli olarak sana ipuçları veriyor; o sakin, küçük bir ses. Sana bağırmıyor, bu doğru. Ve biraz sessiz olursan kendi yolunu hissetmeye başlayacaksın. Olduğun kişi ol. Hiçbir zaman başkası olmaya çalışma ve olgunlaşacaksın. Olgunluk bedeli ne olursa olsun kendin olma sorumluluğunu kabul etmektir. Kendin olmak için her şeyi riske atmaktır, olgunluk tamamıyla buna ilişkin bir şeydir.