Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Kasım 21, 2024
No menu items!
Ana SayfaPolitikaTürkiyeFaşist hareketin Türkiye siyasetindeki rolü | Burak Gürel

Faşist hareketin Türkiye siyasetindeki rolü | Burak Gürel

Son dönemde yeni bir saldırı kampanyası başlatmış olan faşist harekete karşı alınabilecek en yanlış tavır onun Türkiye siyasetindeki rolünü aşırı milliyetçi bir akımın temsilcisi olmakla sınırlı saymak olacaktır. Oysa Türkiye’deki faşist hareket farklı siyasi konjonktürlerde farklı roller oynamış, bu rollere uygun olarak ideolojik-politik konumunu yeniden üretmiş ve içinde bulunduğu dönemdeki iktidar bloğu ile ilişkilenmeye çalışmıştır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Nazizmin fideliğinde büyüyüp serpilen faşist hareket, 1970’lerin sınıf mücadelesi konjonktüründe sermayenin işçi sınıfının üzerine saldırttığı ölüm mangalarına dönüşmüş, 1990’larda ise Türk şovenizminin en keskin örgütlü gücü olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, faşist hareketin yükselişe geçtiği bu üç farklı dönemde oynadığı rolleri doğru anlamak gerekmektedir. Bu yazı böylesi bir anlama çabasına katkı sunmayı amaçlıyor.
İkinci Dünya Savaşı ve Türk faşizmi

İkinci Dünya Savaşı dönemi faşizmin özgün bir politik akım olarak Türkiye siyasetine dahil olması bakımından önemlidir. Türk faşizmi bu dönemde Nazi Almanyası’nın Sovyetler Birliği cephesinde verdiği savaşın seyrine uygun biçimde yükselmiş ve güç kaybetmiştir. Nazilerin 22 Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’ne saldırması ve kısa sürede ardı ardına başarılar elde etmesi Türk hakim sınıfları içinde Türki kökenli halkları SSCB’den koparıp Türkiye’nin önderliğinde birleştirmeye hevesli Pan-Türkist bir eğilimin oluşmasına yol açtı. Türkiye’de Nazi Almanyası’na yönelik sempatinin artması da aynı döneme rastlar. Günay Göksu Özdoğan’ın da belirttiği gibi “Sovyet topraklarında yürütülen Alman seferlerine ilişkin olarak özel diplomatik temaslarda dile getirilen resmi Türk görüşünün tarafsızlıkla pek bağdaştığı söylenemezdi. 1941 yılının Aralık ayında İnönü, von Papen’e, aslında Türk halkının gönlünün Sovyetler’e karşı savaşan Alman ordularından yana olduğunu bizzat söylemişti. Birçok parlamenterin ve bakanın (Dışişleri Bakanı Saraçoğlu dahil olmak üzere), Almanların Sovyetler’e savaş ilan etmesini sadece ferahlıkla değil, sevinçle karşıladıkları gözlenmiştir. Savaşın başında Müttefiklerin zaferini ümit eden Türk basınının büyük kısmında da Alman yanlısı bir tutuma yöneliş görülmüştür.”[1] Niyazi Berkes, döneme ilişkin anılarında “Alman ordularının […] Rusya’yı yok etme yoluna girmesinin kesinleşme zamanı gelince, Türkiye’nin Almanya’nın yanında savaşa katılacağı görüşü de kesinleşmiş gibiydi” demekte ve Nazi Almanyası’nın Türkiye büyükelçisi von Papen’in Berlin’e gönderdiği 16 Şubat 1942 tarihli rapordaki “Kafkas cephesinde Türklerin bizi destekleyeceklerine kuşku yoktur” cümlesini aktararak iddiasını desteklemektedir.[2]

Türkiye hakim sınıflarının Pan-Türkizme doğru bu yönelimi elbette belirli sınırlılıkları da içinde barındırıyordu. SSCB ne kadar güç bir durumda olursa olsun henüz yenilmemişti ve Türkiye Nazilerle ittifak halinde savaşa dahil olmaya hazır değildi. Almanya’nın bu yöndeki baskılarına karşı “İnönü ve İnönü’nün yönlendirdiği üst düzey politika yöneticileri, Alman yetkililerine, Türkiye’nin, Sovyet toprakları üzerinde herhangi bir hak iddiasının bulunmadığını, ayrıca Sovyetler Birliği’ndeki Türki halklarla resmen ilgilendiği yolunda bir açıklama da yapamayacağını belirttiler. Ancak yarı-resmi kimi ‘üçüncü kişiler’ aracılığıyla Türkçü girişimlerin gayrı resmi bir yolla sürdürülmesine de itirazları yoktu.”[3]

Türkiye’deki faşist hareket ise tam da bu “üçüncü kişiler”in rolünü oynamaya adaydı. Başını Nihal Atsız’ın çektiği, Reha Oğuz Türkkan, Orhan Seyfi Orhon, Rıza Nur, Fethi Tevetoğlu vb isimlerin de içinde yer aldığı hareket, 1939 ile 1944 arasında yayımladığı Ergenekon, Gök-Börü, Tanrıdağ, Orhun, Çınaraltı, Kopuz vb dergileri de kullanarak Türkiye’nin vakit kaybetmeden tüm Türkleri tek bayrak altında toplayacak Turan seferine çıkması gerektiği propagandasını etkin biçimde yapmıştı. Bu dergiler, “özellikle Sovyet-Alman savaşının çıkmasından sonra, savaş çağrısında bulunan yazılarla dolup taşıyordu ve sürekli ‘Türk Birliği’ konusunu işliyorlardı […] Çınaraltı’nda yayınlanan birçok başyazı, ya savaşların insanlık tarihindeki ‘olumlu’ rolünü vurguluyor, ya da Türkiye’nin ‘siyasal’ sınırlarının ötesinde kalan ‘ulusal’ sınırları okuyucularına hatırlatıyordu. Mayıs 1939 ile Temmuz 1942 tarihleri arasında düzensiz aralıklarla yayınlanan Bozkurt ve onun ardından Ekim 1942 ve Mayıs 1943 tarihleri arasında çıkan Gök-Börü, militan bir dil kullanarak Mihver devletleri yanında savaşa girmeyi ısrarla savunuyorlardı. Her iki dergi de ayrıca ‘Büyük Türkiye’ ülküsüne verdikleri ağırlıkla dikkat çekiyorlardı.”[4]

Faşist hareketin kışkırtıcı propagandasının önünde engel olarak görülen kişi ve kurumlar “komünist” ve “Rus ajanı” ilan edilerek sindirilmeye çalışıldı. Faşist hareket, özellikle Atsız ve Türkkan arasındaki liderlik mücadelesinin etkisiyle ciddi iç gerilimler yaşasa da, yükselişini sürdürebildi. İktidar bloğu içinde Şükrü Saraçoğlu gibi kendisine yakın unsurların etkinliklerinin artması da faşistlerin işini kolaylaştırmaktaydı.

Faşist siyaseti güçlendiren bir diğer faktör de Nazilerin Pan-Türkizme verdiği açık destekti. Rıdvan Turan’ın da belirttiği gibi, “Türk Turancılarının bölge üzerindeki amaçlarını da bilen Alman yetkililer, bizzat Hitler’in emriyle Türkiye’deki Turancılara vaatlerde bulunmaktan kaçındılar;” ancak “yine de Sovyetler üzerindeki amaçlar için Türk Turancılarla işbirliği” yapmayı gerekli gördüler. Bu işbirliğini işlevli kılmak için de “Türkiye’deki Turancıları siyasal ve mali olarak desteklemek, devlet içindeki etkinliklerini arttırmak ve böylece Alman çıkarlarına eklemlemek gerekiyordu. Bu nedenle Almanlar, bir kısım Turancı faşisti Almanya’ya davet ederek onlara kimi konulardaki görüşlerini anlatmışlardı.”[5] Aynı dönemde Nazi propagandasının Türkiye’deki etkisini arttırmasının arkasında da söz konusu işbirliği yatmaktadır. Turan’ın saptaması da bu doğrultudadır: “Bütünsel ve genel bir değerlendirme ile Alman propagandası, hedeflediği amaçların tümüne ulaşamasa da, Türkiye’de varolan faşist anlayışın bir hareket olarak organize olması ve gelişmesi konusunda ciddi bir katkı sunmuştu […] Yerel olarak ise propaganda, yerel faşist anlayışın eğilimi ne yönde ise bu eğilimi Faşist Alman amaçlarına eklemleyecek tarzdadır. Bu tarzın Türkiye’deki adı Turancılığı, yani Türk faşizmini yaratmak, diriltmek, desteklemek ve bir ülke politikası haline dönüştürmektir.”[6]

Tam da bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: Alman ve Türk faşistlerinin bu işbirliğinin siyasi sonuçları ne olmuştur? Bu soruya yanıt arayan Berkes, “aydınlar, basın, profesyonel ırkçı, parti içindeki Nazi eğilimlilerden başka orduda da bir kısım yüksek generaller ve birçok genç subay Nazi doğrultusunda bir hükümet değişimi istiyorlar ve Saraçoğlu’nun ikide birde verdiği sinyaller de bunlara cesaret veriyordu. Dışişleri bakanından genelkurmaya kadar (araya profesyonel Nazi ajanlarını da koyarsak) bunların en üst kademesinin bile fırsat çıkınca o doğrultuya dönmeye hazır oldukları” saptamasını yaparak faşist hareketin güç kazanmasının Türkiye’yi nasıl bir felaketin eşiğine getirdiğine dikkat çekmektedir.[7] Peki, bu felaketin eşiğinden nasıl dönüldü? Nazilerin Kasım 1942’de başlayan Sovyet karşı saldırısının ardından 1 Şubat 1943’te Stalingrad cephesinde yenilmelerinin dengeleri SSCB lehine değiştirmesi ve ardından 1944’te Almanya’nın savaştan yenik çıkacağının kesinleşmesi ile birlikte dış politikasını değiştirmek zorunda kalan Türkiye hakim sınıfları önce Nisan 1944’te Almanya’ya krom ihracatını kestiler, bir ay sonra da Türkçü-Turancılara karşı polis kovuşturması başlattılar. Sırf bu olay bile İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye devleti ile Alman faşizmi arasında kurulan özel ilişkiyi ve Türk faşizminin bu ilişki çerçevesinde oynadığı rolü ortaya koymaktadır. Bu kovuşturmanın ardından başlatılan Irkçılık-Turancılık Davası, Türkiye devletinin savaşı kazanan taraflara verdiği bir mesajdı.
1970’lerdeki sınıf mücadelelerinin tarafı olarak faşist hareket

1944 yılında devlet eliyle geriletilen faşist örgütlenmeler 1947’de devletin faşistlere itibarlarını iade etmesinin ardından yeniden canlanmaya başlamıştır. Ancak faşist hareketin 60’lı yılların ikinci yarısına değin ciddi bir gelişme gösteremediği de açıktır. 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren işçi hareketinin ve solun yükselmeye başlaması bu durumu değiştirmiştir. 1965 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin Alparslan Türkeş ve yandaşlarınca ele geçirilmesi önemli bir kilometre taşıdır. 1968 yılında hareketin önde gelen isimleri olan Dündar Taşer, Rıfat Baykal ve Ahmet Er’in yönetiminde Türkiye’nin pek çok bölgesinde “komando kampları” açılmaya başlandı. Kamplar faşist hareketin sokak gücünün askeri eğitiminde önemli bir işlev gördüler.[8] 1968-71 döneminde Türkiye’nin tüm üniversitelerinde sol güçlerle faşist hareket pek çok kez karşı karşıya geldi. 12 Mart 1971’deki askeri müdahaleyi “Bozkurtların komünizme karşı mücadele vazifesini şerefli Silahlı Kuvvetler’e devrettiğini” yazan bildiri ile selamlayan faşist hareket, işçi hareketinin ve solun yeniden yükselişe geçtiği 1974 yılında görevine kaldığı yerden devam etti. 28 Kasım 1974’te yapılan MHP Gençlik Kolları Kurultayı’nın “tekrar dirilmekte olan komünizme karşı” eylem kararı alması önemli bir işaretti.[9] Aynı dönemde “komando kampları da dirilmeye başladı;” örneğin, “Kızılcahamam-Bolu arasında kurulan kampta ülkücü gençler, 1960’lı yılların sonunda Muğla komando kampından yetişmiş Mustafa Sami Başaran başkanlığında silah kullanma, silah söküp takma, bomba yapımı” eğitiminden geçirildi.[10] Faşist hareketin askeri hazırlığı çok geçmeden ilk sonuçlarını verecekti: “1974 yılından sonra siyasal olaylarda ölen ilk on kişi, tıpkı 1960’larda olduğu gibi sol görüşlüydü.”[11]

Bu dönemde faşist hareketin öne çıkan özelliği işçi düşmanlığıydı. Faşist militanlar Türk sermayesi tarafından yaygın şekilde kullanılıyorlardı. “İşçiler içinde genellikle solun örgütlü olması bu durumu ülkücüler bakımından bir ölçüde meşrulaştırıyordu. Onlar, bu yolla işçilerle değil ‘komünizme karşı’ mücadele ettiklerini düşünüyorlardı. Özel sektörde yaygın bir örgütlülüğe sahip olan dönemin Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ile Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS) arasındaki mücadelede ülkücüler yoğun şekilde devreye giriyordu. Elbette bu hizmetlerinin karşılığını ya partiye ve ocağa yüklü bağışlar ya da ‘cep harçlığı’ şeklinde alıyorlardı.”[12] MHP itirafçısı Lokman Kondakçı’nın 30 Mart 1979 tarihinde yaptığı açıklamalar sermaye ile faşist hareketin politik yönelimi arasındaki bağı ortaya koymaktadır: “Cinayetler iç harbe yarar genel başkan da bunu bilir, yapmaması gerekir diye düşünürsün. Demek ki bu tip davranışlara onu itenler, etkileyenler vardır. Türkiye’de işadamları Murat Bayrak, Emin Cankurtaran, Aydın Bolak bunlar özellikle Murat Bayrak sola solun metoduyla cevap verilmezse bu iş olmaz diye düşünürler ve her geçen gün Türkeş’in bu çevrelerle münasebetleri iyiye gitmiştir, bunlar partiye yardımda bulunmuşlardır […] Bunların Türkeş bey üzerinde yüzde yüz etkisi vardır.”[13] Konuya ilişkin en çarpıcı örnek ise Türkeş’in özel doktoru Selim Kaptanoğlu’nun dönemin MESS Başkanı Turgut Özal ve Sakıp Sabancı’nın MHP ile ilişkisine dair anlatımlarıdır. Kaptanoğlu’nun anlatımına göre, “Özal-Türkeş dostluğu 12 Eylül gününe kadar devam etti. Özal, sık sık Türkeş’in evine telefon ediyor ve ‘Efendim, Semra ile size gelmek istiyoruz’ diyerek emrivaki ziyaretler gerçekleştiriyordu […] Bir gün gene Türkeş’in kapısı çalındı. Bu kez Özal patronu Sakıp Sabancı ile gelmişti. MHP Genel Başkanı’na iltifat edip, ‘Siz Türkiye’nin en büyük liderisiniz, komünizme karşı dalgalanan bayraksınız’ dedikten sonra Sabancı ile birlikte getirdiği bond çantayı açtı ve içindeki büyük rakamlara ulaşan parayı milliyetçi harekete yardım olarak takdim etti. Özal, başka işadamlarından da MHP’ye para topladı.”[14]

Bu ilişkilerin siyasi sonu ise DİSK Başkanı Kemal Türkler’in ve pek çok mücadeleci işçinin faşistlerce katledilmesi olmuştur. Faşist hareketin özellikle genç militanları üzerinde etkisi olan anti-kapitalist söyleminin içi boşluğu bu noktada açığa çıkmaktadır. Kısaca ifade etmek gerekirse, faşist hareketin 70’lerde oynadığı karşı-devrimci rolün özünü işçi sınıfını atomize etme ve devrimci/sosyalist güçleri yok etme amacı oluşturmaktadır.
1990’larda faşizmin yeniden doğuşu

12 Eylül askeri diktatörlüğü işçi hareketini ve sosyalist solu ezerken faşist örgütlenmeleri de dağıtmıştır.[15] Hareketin liderlik kadrosu geçici süre için de olsa dinlenmeye alındı, militan kadroların bir bölümü ise çok daha sert şekilde cezalandırıldı. 1980’li yılları 12 Eylül şokunun etkisi altında geçiren faşist hareket, özellikle SSCB’nin dağıldığı 1991 yılı sonrasında tekrar tırmanışa geçti. Bu çöküş hakim sınıfların Pan-Türkist ve neo-Osmanlıcı bir dış politika yönelimini gündemlerine almaları sonucunu doğurdu. Bu politikaları 40’lardan bu yana savunan faşist hareketin hakim sınıflar nezdindeki itibarı arttı. Artık Orta Asya’ya yapılan resmi ziyaretlerin heyetlerine hiç bir resmi sıfatı olmamasına rağmen Türkeş de dahil ediliyor, kontrgerilla ve istihbarat servislerinin Orta Asya’da tezgahladıkları darbe girişimlerine faşist hareketin kadroları da aktif biçimde katılıyorlardı. İşçi Mücadelesi Tartışma Defterleri’nin ilki olan Kızıl Elma, Kanlı Elma-Avrasya’da Yaklaşan Felaket ve Türkiye başlıklı kitap bu duruma şöyle işaret ediyordu: “Türkiye gizli servislerinin Mart 1995’te Azerbaycan’da, Şubat 1999’da ise Özbekistan’da başarısız darbeler düzenlemiş olduğu, artık sağır sultanın bile duyduğu olaylardır […] Nihayet Türkiye politikası açısından pan-Türkizmin iki örgüte kan verdiği ortadadır: MHP ve kontrgerilla. Azerbaycan darbesinin altından Abdullah Çatlı, Özbekistan darbesinden de Enver Altaylı çıkmıştır. Türkiye burjuvazisi Türki dünya üzerinde hegemonya politikasını derinleştirdiği ölçüde faşizm ve kontrgerilla devleti kaçınılmaz biçimde güçlenecektir.”[16]

90’lı yıllarda MHP’ye güç katan bir diğer başlık Kürt meselesiydi. Etkileri bugün çok daha yakıcı biçimde hissedilen şovenizm asker cenazeleri, PKK karşıtı gösteriler ve Kürtlere saldırılar aracılığıyla kitlesel hale geldi ve faşist hareketin kâr hanesine yazıldı.[17]

28 Şubat 1997 tarihinde ordunun Refahyol hükümetine bir tür “muhtıra” vermesiyle başlayan süreç, İslami hareketin devlet eliyle (elbette bir ölçüde) geriletilmesinin ötesinde, işçi sınıfı ve ezilenleri burjuva düzeninin “laik” ve “İslamcı” kampları arasında sıkışmaya, bir başka deyişle cami ile kışla arasındaki sözde kamplaşmanın tarafı olmaya zorluyordu. Alternatif bir işçi-emekçi seçeneğinin ortaya konamadığı bu koşullarda MHP, hem camiyi hem de kışlayı gözeten ve bunu TSK’ya uyumlu bir biçimde yapmaya azami biçimde özen gösteren siyasi performansı ile öne çıktı.

Pan-Türkizmin ve Kürt sorununa yönelik şoven yaklaşımın MHP’nin elini güçlendirmesi, parti ile büyük sermayenin tekrar yakın bir ilişki tesis edebilmesini sağladı. Bora ve Can’ın da altını çizdikleri gibi “MHP üst yönetimi, özellikle yükselişe geçtiği 1990’lar ortasında, devlete olduğu gibi büyük sermayeye de itimat telkin etmeye büyük önem verdi […] Türkeş, 1994 yerel seçimlerinden sonra, “iş çevreleri” ile temaslarını sıklaştırdı, bir dizi işadamı derneğinde konuşma yaptı. Bu konuşmalarda ‘ihracatın kolaylaştırılması’ vb. liberal ilmihal unsurlarının ve Kürt meselesinde MHP’nin kararlı tavrının yanısıra, genellikle laikliğe de yer verdi. Ankara Sanayici ve İşadamları Derneği (ASİAD) başkanı Veli Sarıtoprak, MHP’nin işadamlarına açılmasının timsali oldu. 1994 kongresinde MHP Genel Başkan Yardımcılığına getirilmesi, bu misyonuna verilen önemi de simgeler. Sarıtoprak aynı yıl Milliyetçi Sanayici, İşadamları ve Yöneticiler Derneği’nin (MİSİAD) kuruluşuna öncülük etti. MİSİAD üyeleri, ‘Laik Cumhuriyet’e, Atatürk ilkelerine, hür teşebbüsün ve liberal ekonominin gücüne, insan haklarına ve hukuka, Misak-ı Milli’ye inançlarını’ vurgulayarak, hiç de militan olmayan bir milli burjuva profili çiziyorlardı. MİSİAD’ın temel talepleri, neoliberal ilmihalin çekincesiz bir tekrarından ibaretti: Aşırı merkeziyetçiliğin ve ekonomiye aşırı devlet müdahalesinin eleştirisi, KİT’lerin özelleştirilmesi, çekirdek kadro dışında bütün çalışanlarının işine son verilmesi, hisse senetlerinin alımına-satımına devletin müdahale etmemesi, vd.”[18]
1999 Seçimleri ve sonrası

Neoliberalizmi ekonomi programının asli unsuru haline getiren MHP, kitle ilişkilerinde elbette daha farklı bir yol izledi. Yüzde 18 oy alarak patlama yaptığı 18 Nisan 1999’daki genel seçimler öncesinde “yolsuzluğu ve yoksulluğu” ancak MHP’nin bitireceği demagojisi yaygınlaştırıldı. Bunun yanında elbette Abdullah Öcalan’ın idam edilmesi ve Kürt sorununun “kökünden halledilmesi” türünden “çözüm önerileri” MHP’nin ana gündemini oluşturdu. 1998 Kasım’ından 1999 Nisan’ına kadar sokakta Kürt avı yapmak dahil her türden şoven saldırganlık faşistlerce organize edildi.

Seçim zaferinin ardından kısa süreli yaşanan bahar havası uzun sürmedi. 2001 Şubat’ında patlayan ekonomik kriz 18 Nisan seçimlerinde MHP’yi desteklemiş olan esnafın ve işsizlerin MHP’ye tepki duymasına yol açtı. 1999 Ağustos’unda çıkartılan Uluslararası Tahkim Yasası başta olmak üzere pek çok neoliberal karşı-reform yasası ve özelleştirmeler MHP’nin ortağı olduğu koalisyon hükümetinin imzasını taşıyordu. Özellikle Abdullah Öcalan’ın idam ettirilmesinin başarılamaması MHP’ye yönelik tepkileri büyüttü; Cem Uzan’ın kurduğu Genç Parti’nin sahneye çıkmasının da etkisiyle hızlı biçimde yıpranan MHP, 3 Kasım 2002’deki genel seçimlerde bir önceki seçimde aldığı oyların yarıdan çoğunu kaybederek yüzde 8’e geriledi ve parlamento dışında kaldı. Ancak şurası önemle kaydedilmelidir ki, DSP-MHP-ANAP koalisyonunu oluşturan partilerin diğer ikisi siyaset sahnesinden tasfiye olup bir daha kendilerine gelmeyi başaramazken, MHP 90’lı yılların kazanımı olan çekirdek oy tabanını muhafaza etti. 28 Mart 2004 tarihinde yapılan yerel seçimlerde il genel meclisi oylarını yüzde 10.5’e çıkartması, bütün yıpranmışlığına ve prestij kaybına rağmen bu tabanın genişleme eğiliminde olduğunu gösterdi. Son günlerde yaşanan faşist saldırıların ve anti-Kürt histerinin faşist hareketi güçlendirmeye aday olduğu da kaydedilmeli.
Sonuç

40’ların Türkçü-Turancılığından 70’lerin faşist terörüne ve 90’ların ülkücülüğüne değin faşist hareketin tarihi boyunca yakalayabildiği tüm yükseliş trendleri karşı-devrimci sonuçlar üretmiştir. 40’larda Nazilerle ittifak halinde Turan seferine çıkma felaketinin altyapısını oluşturmaya çabalayan faşistler, 70’lerde ölüm mangaları oluşturarak işçi sınıfı ve devrimci hareketi imhaya yönelmiş, 90’larda ise Pan-Türkizm ve Kürt düşmanlığı üzerinden sermaye düzeninin payandası olmuşlardır. Tüm bu özellikleriyle faşist hareket Türkiye siyasetinin en önemli parçalarından biri haline gelmiştir. Tam da bu yüzden, faşizmi yenilgiye uğratmanın yolu faşist müdahalelere neredeyse bağımlı hale gelen burjuva siyasetine alternatif olabilecek bir işçi-emekçi siyasetini inşa etmekten geçmektedir.

Notlar:

[1] Günay Göksu Özdoğan, “Turan”dan “Bozkurt”a-Tek Parti Döneminde Türkçülük (1931-1946) (İstanbul: İletişim, 2002), sayfa: 138, 139.
[2] Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar (yayına hazırlayan: Ruşen Sezer), (İstanbul: İletişim, 1997), s: 225, 226.
[3] Özdoğan, s: 167.
[4] a.g.e, s: 170.
[5] Rıdvan Turan, Kurt Kapanı-Türkiye’de Faşizm (Ankara: Ütopya, 2001), s: 118.
[6] a.g.e, s: 121, 122.
[7] Berkes, s: 287, 288.
[8] İçişleri Bakanlığı’nın 26 Ekim 1970 tarihinde dönemin başbakanı Süleyman Demirel’e ve valilere sunduğu “Tanıtma Broşürü-Nasyonal Sosyalizm” başlıklı raporda “Komando Kampları’nın Fırtına Birlikleri” isimli Nazi teşkilatlarının bir benzeri olduğunun altı çizilerek […] Komando Kampları’ndaki günlük çalışma programı şu şekilde gösteriliyor: ‘ (03.30 kalkış ve temizlik, içtima ve iyi günler, kamp yemini, sabah namazı, koşu, kültür fizik, sabah kahvaltısı, dinlenme, judo, karate ve güreş çalışmaları, yürüyüş, marş çalışmaları, günlük aktüalite ve tartışmalar, öğle namazı, öğle yemeği, dini konularda sohbet, ikindi namazı, judo, karate ve güreş çalışmaları, serbest dinlenme, dini konularda sohbet, miting dağıtma ve düzenleme usulleri, akşam namazı ve yemeği, akşam yürüyüşü, yatsı namazı, içtima, iyi geceler ve yatış (21.20-22.15).” Necdet Pekmezci, Nurşen Büyükyıldız, Ülkücüler-Öteki Devletin Şehitleri (İstanbul: Kaynak, 1999), s: 39.
[9] Soner Yalçın, Doğan Yurdakul, Reis-Gladio’nun Türk Tetikçisi (İstanbul: Doğan, 2003), s: 35.
[10] a.g.e, s: 37.
[11] a.g.e, s: 35. Bu noktada faşist hareketle kontrgerilla arasındaki özel ilişkiyi de not etmekte yarar var. Bülent Ecevit, kendisiyle yapılan bir söyleşide şunları söylüyor: “Sarıkamış’taydım birlikte yemek yediğimiz komutana Kontr-Gerillayı sordum, ‘var’ dedi. O sırada çevrede dolaşan MHP İl Başkanı’nı göstererek, ‘Yoksa o da mı..’ diyecek oldum. General ‘O başında’ demez mi!” 14 Ekim 1985 tarihli Cumhuriyet gazetesinden aktaran 12 Eylül ve Türkiye Gerçeği-Devrimci Yol Savunması (derleyen: Oğuzhan Müftüoğlu), (İstanbul: Bireşim, 2000), s: 75. Bahçelievler Katliamı’nın tetikçilerinden Haluk Kırcı da anılarında kontrgerilla bağlantısını kabul etmektedir: “[..] O dönemde onlara, bazı genç subaylar patlayıcı getirmektedir. 70’li yılların başında, PKK belası henüz ortalıkta görünmüyordu. Bölgede, siyasi Kürtçülük hareketleri ve sol grupların teşkilatlanma faaliyetleri vardı. Milliyetçi teşkilatlanma ve yapılanmalara ise 70’li yılların ortalarından itibaren hız verilmişti. İşte o arkadaşların anlatımları, bu hassas bölgelerde görülen milliyetçi teşkilatlanmaların başlamasından hemen sonra bazı genç subayların kendileriyle kontak kurduğunu ve gerekli desteği sağladığını ortaya koymaktadır [..] İşte bu bağlamda, birileri, sağ grupların örgütlenmesine yardımcı olmuştur [..] Gizlenmesi gerekmeyen ‘al gülüm, ver gülüm’ler yaşanmıştır.” Haluk Kırcı, Zamanı Süzerken (İstanbul: Burak, 1998), s: 32-35.
[12] Merdan Yanardağ, MHP Değişti mi?-Ülkücü Hareketin Analitik Tarihi (İstanbul: Gendaş, 2002), s: 164.
[13] Suat Parlar, Kontrgerilla Kıskacında Türkiye (İstanbul: Bibliotek, 1997), s: 396.
[14] İrfan Ülkü, 12 Eylül’de Türkeş-Doktoru Selim Kaptanoğlu Anlatıyor (Kamer Yayınları, 1995), s: 55. Aktaran Yanardağ, s: 165.
[15] 12 Eylül darbesi faşist partiyi ve kadrolarını bir süre için dinlenmeye alsa da, faşist örgütlenme en azından iki sektördeki varlığını korumuş, hatta güçlenmiştir. Birincisi devlet kadrolarındaki örgütlenmesidir. Bu dönemde başta polis örgütü olmak üzere, pek çok resmi kurumda ülkücüler etkilerini arttırmışlardır. İkinci alan ise faşist hareketin sermaye ile olan ilişkilerinin bir alt kolu olan mafyatik ilişkiler alanıdır. Ülkücü mafya 12 Eylül sonrası dönemin en önemli olgularından biridir. Bu noktada Türkiye’deki eroin ticareti ile ilgili çalışma yapan Cengiz Erdinç’e kulak vermek gerekiyor. Erdinç’e göre, “Ülkücü mafya aslında 12 Eylül öncesinde İstanbul’da ‘spot’ mafyatik ilişkilerle doğmuştu. 24 Ocak kararlarından sonra alt üst olan ekonomide banker skandalı gibi hadiselerden ‘çek ve senet tahsilatı’ gibi bir hizmet sektörü doğmuş, cezaevinden çıkan ülkücülerden bir bölümü bu işe girişmişti. Önceleri hemşerilik ilişkileriyle mafyaya devşirilen ülkücü mangalar giderek kurumsallaştı. Tahsilat işiyle ilişkilerini ve çaplarını geliştiren ülkücüler bir süre sonra haraç alma, adam yaralama gibi klasik mafya faaliyetlerine de el attılar. 1985 yılındaki Babalar Operasyonu ve devletin ‘uyuşturucuyu ASALA ve bölücüler satıyor’ tezi yeraltında Kürt mafyasının dışlanması ve Karadenizlilere yol verilmesi biçiminde ifade edilebilecek bir denge değişikliğini de ortaya çıkarıyordu. Bunun dışında Kapalıçarşı’daki klasik Ermeni-Rum-Süryani bankerlerin tekeli de Kilisliler tarafından zorlanıyordu. Devlet yeraltı dünyasında düzenlemeye girişecekti. İşte bu noktada ‘ülkücü mafya’ kritik bir rol oynamaya başladı.” F. Cengiz Erdinç, Overdose Türkiye-Türkiye’de Eroin Kaçakçılığı, Bağımlılığı ve Politikalar (İstanbul: İletişim, 2004), s: 267, 268.
[16] Kızıl Elma Kanlı Elma-Avrasya’da Yaklaşan Felaket ve Türkiye- İşçi Mücadelesi Tartışma Defterleri 1 (İstanbul: Özne, 2000).
[17] MHP’nin bu üç eylem biçimi hakkında bkz: Tanıl Bora, Kemal Can, Devlet ve Kuzgun-1990’lardan 2000’lere MHP (İstanbul: İletişim, 2004), s: 103-113.
[18] a.g.e, s: 203, 204.

 

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments