Biliyorum, çok ciddi bir şeylerle uğraşırken, elini arkasında birleştirmiş zatların kıyıdan kıyıdan dolaşıp “Nırç, olmamış! Şunu şöyle yaparsan ancak olur, yoksa hiçbir işe yaramaz” demesindeki gıcıklığı. İnsanda o an nasıl bir şevk kırılması ve sinir oluştuğunu… O pozisyona düşmekten ziyadesiyle korkuyorum şu anda. Ama Diyarbakırlıların dediği gibi “edemiyem” durayım. Olmuyor. Evren Paşa’nın huzuru, huzurumu kaçırıyor.
Kanımca 12 Eylül hadisesi hepimizi ama hepimizi öyle bir delip geçti ki şimdi dönüp de hesaplaşacak hal bulamıyor kimse. “Aman lanet gelsin, uzak olsun” ruh hali herkesi derinden ele geçirmiş durumda. Uzak olsun uzak!.. Bu sebepten, yoğurdu bu denli üfleyerek yediğimiz son bir senedir, vaktiyle ağzımızı yakan sütün tadını kimse dile getirmiyor. Büyük bir deprem atlatmış gibiyiz. Kaybettiğimiz yakınlarımızın acısı, hesap sorulası bir iklimin tamamen uzağında, “Hak’tan” gelen ve çaresizlikle karşılanan bir kabul gibi yerini aldı. İşkenceden kalma acılar ve yaralar, enkaz altından çıkarılmışlığın şansı gibi sayıldı. Ve herkes, 12 Eylül’ü bu ülkenin “utanılası” ortak depremi saydı. Bakmayın yıldönümlerinde hesap sorulmasına dönük taleplere. Aslında her şey, 12 Eylül günü anlamını yitirdi.
İşte şimdi ortaya saçılan darbe planlarına bakıp nasıl öğürüyorsak, kabullenemiyor ve akıl yarılmasına uğruyorsak, 12 Eylül’e karşı da hislerimizi tazelememiz gerekiyor. Darbelerin “olasılıkları” karşısındaki refleksimizle, yakın tarihimizin hâlihazırdaki darbesi arasında bir duygu ve yaklaşım kopuşu olduğu kanaatindeyim. Bunda, girişte söylediğim “uzak olsun” hissi elbette ki etkilidir ama hiçbir şeyin bu kadar basit de olmadığını düşünmekteyim. Darbe planlarındaki rezalete şok olduğumuz oranda, yaşadığımız darbenin şokunu atlatmalıyız.
Evet biliyorum, yıllarca burnumuzdan getiren paşaların evlerinden bir gün polis tarafından alınıp, enselerinden tutuldukları gibi sorguya götürülmeleri, rüyalarımızı bile süslemezdi. Ortaokul sıralarında sınıfın kapısında bekleyen öğrenci “dikaaaat!” çektiğinde pırpırlı omuzlarını daha da bir dikleştirerek sınıfa giren “milli güvenlik dersi örtmeni” askerler, sadece devletin o soğuk sıralarındaki dünyamıza işlemedi. Askerler evimizin damına, babamızın sırtına, köyümüzün yoluna, ağabeymizin hayalarına kadar uzandı. O elleri silkeleyip de üstümüzden atmak kolay olmadı. Evet, hepsinin farkındayım. “Yediğimiz ekmeğin kıymetini bilelim. Sağ olsun AKP!” falan. Ama dostlarım arkadaşlarım. Olmuyor işte. Kenan Evren gibi bir adam Marmaris’te nü’ler çizmeye devam ediyor. Koca bir kıyım yaşandı ama hiç kimse bunun hesabını vermedi. Acaba AKP ideolojisi, sol gibi 12 Eylül’ün cenderesinden geçmek yerine, kendisini var etme olanağını tam da o süreçte yakaladığı için mi 12 Eylül’e fazla kin tutmamakta?
Mademki bir hesaplaşmaya girdik, elimizi ve evimizi temizliyoruz, öyleyse hakikisinden başlayalım derim. Hakikisinden başlayalım ki sürdürücüleri, darbe yapıldığı zaman bu ülkede kimin başına neler gelebiliyor görsünler. Yolu kapatalım, duvarlar örelim, çimentolayalım araları. Geçiş olmasın. Geçmeye kalkışanın üstüne duvar yıkılsın.
12 Eylül süreci yargılanmak zorundadır. Darbe suç ise, bu suçu işleyenler toplum nazarında “insanlık suçu işlediklerine” dair yaftalanmalıdır. Bu saatten sonra hiç kimse kalkıp da Kenan Evren’in kırbaçlanmasını ya da cezaevine atılmasını talep etmiyor. Ama kaç yaşında olursa olsun, Kenan Evren’in suçlu olduğu bu devletin, bu ülkenin yargısının kayıtlarına girmelidir. “O zaman şartlar öyleydi” diye konuşanlar, insanlık suçlarının şartlar değiştikçe şekillenemeyeceğini öğrenmelidir. Asıl önemlisi ve beni kahreden kısım, her yıl 12 Eylül’de sokak röportajları yapan tv ve gazetelere yeni neslin Evren’e dair verdiği cevaplardır. Kimisi onu ressam “kimliğiyle” tanıyor, kimisi tonton bir dede olarak biliyor, kimisi ise hiç tanımıyor. İşte 12 Eylül, arkasında sadece ruhu bozulmuşlar ordusu değil, hafızasızlar ve bilgiden mahrumlar ordusu yaratmıştır. O nedenle sözüm evvela AKP’yedir. Samimiyseniz, sadece kendinize dönük darbe planlarını gündeminize almayın. 12 Eylül’den başlayalım. Gözlerimiz adalet görsün. Biraz da biz “oh” çekelim. Çok mu şey istedik?