Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaKadınKadın'a DairArzu ve İktidar | Ceren Dikmen

Arzu ve İktidar | Ceren Dikmen

“Kendisine ateşli bir mektup yazan adama “en çok neremi beğeniyorsun?” sorusunu soran zalim kadının hikâyesinde adam “gözlerinizi” yanıtını verince kadın adamı baştan çıkartan gözlerinden birini pakete koyarak yollar.” (1)

Yaşamımız tahakküm altında. Gerçeğin yerini bunca imge almışken, imge tek gerçek olmuşken, elimizdeki tek dil bizi çevreleyen, sınırlarına hapseden, nasıl yaşadığımızı belirleyen bu dünyanın diliyken, cinsellik hakkında bir şeyler yazmak zor. Nasıl sevişeceğimiz, nasıl dokunacağımız bile bizim dışımızda ama kuşkusuz bizim de içinde olduğumuz bir süreçle belirleniyor, sonra tüm bu belirlenmişlikler gelip ötekiyle bizim aramıza bir yerlere kuruluyor. Okuduğumuz ve duyduğumuz her şey ideal cinselliğin ancak “yakışıklı ve güzel” bireyler arasında yaşanabileceğini söylerken, biz bu “en iyiyi” yakalama çabasında kendi cinselliğimize yabancılaşıyor, burnumuz büyük gözlerimiz küçük olduğu için neredeyse kendi bedenimizden nefret eder hale geliyoruz.

Dudaklarımız, gözlerimiz, bedenimizin her parçası ayrı ayrı kategorilere bölünüyor ve gittikçe birbirine yabancılaşan organlarımızın her biri birer meta haline geliyor. Bütün bunlardan sonra, eninde sonunda tüketim toplumunun bir metası haline gelmiş olan gözlerimizden birini ona sahip olması için sevdiğimiz kadına ya da erkeğe göndermemiz kolay. Mülkiyet ötekiyle ve sistemle, kendi aramızda kurduğumuz bu karşılıklı ilişkinin yanında kendi bedenimizle kurduğumuz ilişkide de karşılığını buluyor. Bedende göz diye adlandırılan organ, bu sistemin dilinde ancak “gözüm”  diye adlandırıldığında anlamsal izdüşümünü bulabiliyor. Toplumun temel değerlerini öğrenip, haklılaştıracağımız gündelik hayatımızda, hiyerarşik toplumsal ilişkilerin mantığını, verili toplumsal sistemin değerlerini olağanlaştırıyor, işyerimizde, yatak odamızda kendine tüketiciliği, eşitsizliği, yabancılaşmayı temel alan bir sistemle bütünleşiyoruz. Ne yazık, politik farklılaşma hayatlarımızı farklılaştırmıyor. Birbirinin içine girmiş, birbirini belirleyen, etkileyen, süreklendiren iktidar, baskı ve şiddet biçimlerinin yalnızca birine karşı çıkmak yeterli olmuyor.

Cinsellik gündelik hayatımızın diğer pratiklerinden daha özel olduğu yanılsamasına kapılıp ayrı bir yere koyduğumuz ama medyanın, popüler kültürün diğer pratiklerimize oranla üzerine en çok şey söylediği alanlardan biri. Belki de kendisine içsel olan öznellik ve belirsizlikle gündelik yaşamımızın en devrimci pratiği. Bu yüzden de sistemin cinselliği denetlemeye, onu bir model etrafında kurgulamaya ve aynı kılmaya ihtiyacı var. Böyle olunca da cinsellik tüketim toplumunun bütün “şeyleriyle” sarılıp sarmalanıp bir dizi imge olarak sunuluyor. Sevgilinizin, kocanızın önünde nasıl soyunacağınızdan, ses tonunuzu ve bakışlarınızı karşınızdaki erkeğe göre nasıl ayarlayacağınıza dek her şey artık toplumsallaşmanın konusu. “Kapitalizmin yeni müstehcenliği artık aşkın kendisi.” (2)

Her yeni toplumsal sistem kendi devamını sağlamak için kendi kurumlarını oluşturur. Heteroseksüel çekirdek aile kapitalizmin ilk gününden beri cinselliğin ve dinlenmenin gerçekleştirildiği, kapitalist dünyanın değerlerinin yayıldığı, üretim ve tüketimin meydana geldiği etkin bir toplumsal kontrol mekanizması olarak işlev gördü. Bu dünyanın yeni bireyleri toplumsal sistemin değerlerini, cinsiyet rollerini ailede öğrendiler. Aile kapitalizm için önemliydi ama bu önem kapitalizmin bireyleri için de geçerliydi. Verili toplumsal sistemde insanların kendilerini güvenlikte hissettiği, çocuklarının bakımının sağlandığı, ihtiyaçların karşılandığı bir kurumdu aile. Ailenin şiddetli darbeler aldığı ülkelerde aynı dönemlerde ümitsizlik, şiddet, intihar olayları arttı —kuşkusuz biz aile savunucuları değiliz, kadınların ve erkeklerin kendilerini güvenlikte hissettikleri alternatif bir kollektif biçim mümkün. Bu arada kadınların giderek ekonomik olarak erkeklerden bağımsızlaşmaları, gelişen doğum kontrol yöntemleri, kadın hareketinin kazanımları cinselliği tümüyle aile içerisinde yaşanan bir süreç olmaktan çıkardı. Şimdi ise karşımızda üstüne söz söylenmesi gereken kocaman bir alan duruyor: arzu ve iktidar.

Yatağımızda kapitalizmin “şeyleri” —bu şeyler şekerli prezervatiften, cinselliğe kadar her şey— odamızda medyanın gözleri. Bir “seni seviyorum” bile söylenmişliğin ötesinde onca anlam taşıyorken, ötekiyle aramıza giren dilin ürettiği iktidar, iktidarın ürettiği dil, ötekiyle aramıza giren belirlenmiş arzu, ötekiyle aramıza giren kapitalizmin özgürlük terimi. Aynı şekilde orgazm olması gereken, yalnızca bir sonuç olarak hazzı yaşayan, aynı iç çamaşırlarıyla sevişen kocaman bir kitle. Her orgazm artık toplumsal bir orgazm.

Arzu “özgürleştirilip, önümüze farklı biçimlerde sunulurken, aynı zamanda ertelenerek de bir iktidar kuruluyor”. Beklemenin iktidarı, bekletmenin iktidarı. Bir iktidar ilişkisinin varolduğu her yerde olduğu gibi burada da bir hiyerarşik ilişki söz konusu. Kadın ise bu tarz bir iktidar ilişkisinde hiyerarşik sırada —bir yanılsamanın sonucu olarak— önde gidiyor. Erkek ise oynuyor. Sözgelimi tanıştıkları anda aralarında sevişmeye dair bir arzu doğmuş olan kadın ve erkek, bu arzuyu yaşama geçirmeden önce, yemeğe gidiyorlar, dansediyorlar, erkek kadının evine kahve içmeye geliyor, aradan geçen bir on saat ve bu on saatte yapılacak olan her şey de önceden belirlenmiş. Hani arzu özgürdü?
Yeterince büyüdüğümüzde sahip olmayı beklediğimiz sıcak yuvamız, yeterince küçükken sahip olduğumuz ailemiz, daha ilk sözcüğümüzü söylediğimizde içinde yer almaya başladığımız ailesel pratiğimiz. Şu hayatı yaşamamız kurumlarla belirleniyor, cinsellik hakkında ne konuştuğumuz onu nasıl yaşadığımızla iç içe geçiyor. Cinselliğimiz önceleri tüm baskıcılığıyla, yeniden üretimiyle, toplumsal kontrolüyle aileye mahkûm edilirken, bugün garip bir özgürlük tanımının da desteğiyle belirlenmiş arzuya sıkıştırılıyor. “Bunu giyersen daha iyi görünürsün, biraz daha zayıflarsan erkekler seni daha çekici bulur, bunu yersen daha az kilo alırsın” sözcükleriyle çevrili etrafımız. Nasıl daha iyi sevişeceğimizi, ne yediğimiz belirliyor artık.

Herbirimiz birer canlı model gibiyiz. Değişen moda rüzgarlarına göre kılık değiştiren, “daha fazla tüketin”, diyen bir ekonomik sistemin emrine uyarak tükettiği her şeyle ötekini, kendini, aşkı ve cinselliği  de tüketen modelleriyiz. Belki kapitalizmin cinselliğin artık yalnızca aile içinde yaşanmasına ihtiyacı yok ama kâr mantığı varoldukça  —ki bu sistemin olmazsa olmaz koşulu— kapitalizm, tüketen, her gün daha fazla tüketen ve her tüketimiyle cinselliği ve aşkı da metalaştıran bireylere ihtiyaç duymaya devam edecek.

En tepedeki model bize heteroseksüelliği öneriyor. Heteroseksüellik ise tuhaf ama bir o kadar da şaşırtıcı olmayan bir biçimde farklı cinselliklerin olduğu bir yer değil, karşıt birbirine zıt cinselliklerin olduğu biryer gibi sunuluyor. Uzlaşmaz karşıtlık ise içerisinde hiyerarşiyi, kategorileri, ezme ve ezilme ilişkilerini barındırıyor.  Onun gibi olamazsın, öyleyse onu yok et! Karşıtsınız, öyleyse hiçbir şey kalmayıncaya kadar tüket! Piyasa toplumunun ağır kokusu bütün mülkiyet ve tüketim ilişkileriyle yaşamımızın her yerine siniyor.

Karşıtlık ise kendi ideolojik temelini biyolojik determinizmde ve başka birçok yerde buluyor. “İnsanlar genetik olarak heteroseksüeldir” diyen biyolojik determinizm, pratikleri bizimkinden farklı işleyen bireyleri anormal ya da bizden farklı ve uzak gösteriyor. Eşcinselliğin yazarlar, aydınlar arasında yaşanırken olumlanması hem aydınla toplumun arasını açarken, hem de karşıtlık hissini güçlendiriyor, bağlar kopuyor. Kadınsılık, edilgenlik ve dişilik arasındaki bir bağın, erkeklik ise aktiflik ve erillik arasındaki bir bağın kurulmasıyla oluşturuluyor. Erkeği aktif avcı, kadını pasif av haline getiren cinsel pratikte kadın arzunun nesnesi, erkek ise arzulayan, arzu duyduğunu söyleyen haline geliyor. Erkek avını ele geçiriyor, ona sahip oluyor ve artık istediği gibi tüketebilir. Giderek yaygınlaşan medya feminizmin pompaladığı arzu duyan, ele geçiren kadını böylesi bir modelde erkeğin yerine koysak da rollerin değişmesi ilişkinin biçimini değiştirmiyor. Hep aynı iktidar ilişkisi, ancak karşıtlar arasında olabilecek türden: fetheden ve fethedilen.

Cinsiyetçi sistemin iki ayrı cins arasında yarattığı iktidar, toplumun genelindeki iktidar, şiddet ve baskı biçimlerini yeniden üretiyor, meşrulaştırıyor, süreklendiriyor. Tüm toplumun militarize edilmesi için erkeklik militarize edilirken (3) biyolojik determinizm toplumsal cinsiyet rollerinin katılığını, doğallığını ve dolayısıyla değişmezliğini vurguluyor. Kapitalizmin tarihi artık karşıtlar arasında tanımlanan bir tür “heteroseksüelliğin” tarihidir.

“Arzu erkek iktidarının onaylanmasında, oluşturulmasında ve yıkılmasında önemli bir rol oynar. Arzu onu çevreleyen yasaklamalarla, teşviklerle şekillenir. Cinsellik, cinsel farklılıklarla karşı cinse duyulan arzuyla ilgili olan cinselliktir. Arzu erkek egemenliğinin daha genel kalıpları içerisinde konumlanır .”(4) Kapitalizmin dününden bugününe başından beri söylediğimiz gibi arzu ve arzu duyma biçimleri kalıp değiştiriyor. Dün meşru kimliğine yalnızca aile içerisinde kavuşan cinsellik, bugün “özgürce” sevişen, kendi bedeni üzerinde “hak sahibi” olan kapitalizmin yeni kadını tarafından yaşanabiliyor.  (Bunu görmek için piyasadaki kadın dergilerini şöyle bir karıştırmak yeterli.)

Dün eşcinsel arzuyu yadsıyan, eşcinselleri akıl hastanelerine kapatan kapitalizm bugün eşcinsellik hakkında konuşuyor, kimi zaman olumluyor (yine de eşcinselliğin kendi erkeklik rollerini bir tarafa bırakmadan yaşayan erkekler düzeyinde olumlandığını gözden kaçırmamak gerekir). Altında ezildiğiniz güç artık yalnızca kapitalizmin kaba gücü, ailesi, işbölümü, işyerleri değil (kuşkusuz arzunun denetlenme sürecinde bütün bunların önemli bir yeri var). Kapitalizm konuşuyor, konuşturuyor, bizim arzumuz hakkında konuşuyor, kurumlarını ve ailesel pratiğini yeniden biçimlendiriyor.  Bu değişim ise iktidarı, baskıyı, şiddeti ortadan kaldırmıyor, tam tersine tüm bu ilişkiler daha yayılmış, daha içselleştirilmiş ve daha güçlendirilmiş haliyle karşımıza dikiliyor. Biz ise artık “özgürüz” yalnızca kocamızla sevişmiyoruz,  yalnızca “karşıt” cinse arzu duymamız gerekmiyor ama “kahrolsun aile” derken, ailenin dışına çıkıp orada da baskı ve şiddeti bulan kadınlara ne öneriyoruz?

Yapılması gereken tüm değişimleri yadsımak değil, yalnızca tehlikeli gibi görünen bir noktaya dikkat çekmek. Bir kadının cinsel devrimi anlatmak için kullandığı şu sözler tümüyle rastlantı mı ya da çok mu öznel? “Bana göre cinsel devrim, yetişme döneminde el değmemiş olarak kalmam için yapılan baskının tam tersi. Şimdi karşımıza bir başka baskı biçimi çıkıyor ama bu da öteki kadar anlamsız. Yatmaya zorlanmak da yatmamaya zorlanmak kadar kötü bir şey.” (5)
Cinsellik hakkında bir şeyler yazarken lezbiyenlerin ve eşcinsel erkeklerin kişisel deneyimlerini de göz ardı etmemek gerekiyor. Kadın hareketinin yükseldiği dönemlerde bir grup kadın için cinsiyetçiliğe karşı savaşırken, kadınlarla çevrili bir hareketin politik öznesiyle mücadelenin içinde beliren bir cinsel tercih olmuştu lezbiyenlik. Bir diğer grup kadın ise politik bir tutum olarak benimsediler lezbiyenliği. Bunu önerirken gözden kaçırılan, sistemden devralınan bir şey yok mu? Cinsel arzu bu sefer de bir başka taraftan denetim altına alınmıyor muydu? Kadınlar için tek mümkün yaşam ve direnme biçimi olarak dayatılırsa, lezbiyenlik özgür bir cinsel tercih olmaktan çıkıp bir reçeteye dönüşür.

Eşcinsel olmak ise erkeklerin kendi iktidarlarından gönül rızasıyla vazgeçmelerini beraberinde getirmiyor. Her yanımızda bunca iç içe geçmiş hiyerarşik ilişkiler, baskı ve şiddet mekanizmaları varken yalnızca bizimkinden farklı bir cinsel tercihi olumlamak bütün bu sistemin arzu ve iktidar kalıplarını yıkmaya yetmiyor. Üstelik sistem yeni arzu ve iktidar kalıpları yaratarak sürekli kendisini yeniliyor. Eşcinselliğin potansiyel olarak egemen erkeklik ideolojisini tehdit ettiğini söylemek doğru olabilir ama bu tehdidin her an savrulabileceğini gözden kaçırmamalıyız.

Kuşkusuz kapitalizm öncesi toplumlarda bugünkünden farklı bir cinselliğin yaşandığını söylemek, tek doğal olan cinselliğin bugün yaşanan olmadığını göstermek açısından anlamlıdır. Antik Yunan’da her bireyin yaşına ve durumuna göre kimi zaman eşcinsel, kimi zaman da heteroseksüel olarak yaşayabilmesi, Eski Roma’da bir yetişkinin bundan çok zevk almayan bir çocukla aktif ilişkiye girmesinin bir kurum olarak kabulü bazı örneklerden sayılabilir.(6) Ama önemli olan bütün farklı cinselliklerin bugün yaşanan cinsellikten daha az mistik ve baskıcı olmadığını, ataerkil ve sınıflı toplumların hepsinde varolan kurumların, ahlaki önyargıların orada da arzuyu denetlediğini —kuşkusuz medya toplumununki kadar değil— gözden kaçırmamaktır.

“Cinselliğin sosyal olarak kurulduğunu söylemek toplumda eşit haklar için mücadeleden daha fazla bir şeyler yapmak gerekliliğini, insan cinselliğini bir bütün olarak özgürleştirmeyi vurgular.”(7) Önerdiğimiz yalnızca siyasal bir devrim değil, topyekûn bir devrim. Geleceğin toplumunda nasıl bir cinselliğin varolacağını bugünden tahmin etmek olanaksız, ama bugün varolan cinselliğin de ancak bütün iktidar ilişkilerinin, baskı ve şiddet biçimlerinin ve ailenin yerle bir edildiği bir toplumda yıkılabileceği de açık. Eğer sosyalist toplumda cinselliği kontrol eden mekanizmalardan söz edilecekse, bu kontrol yalnızca şiddet, cinsiyetçilik ve mülkiyete karşı işlemelidir. Hiç kimseye hazır reçeteler sunmuyor, bir model önermiyoruz. Bugünden bir başka toplumun ahlak anlayışını kurmanın, bugünün ahlak anlayışını bir başka topluma taşımak olduğunu biliyoruz. Bugün ahlak sözcüğü kendisinde baskı ve eşitsizliği sabitliyor. Kuşkusuz baskı, sömürü ve şiddete karşı eşitlik ve dayanışmadan taraf devrimci bir ahlak anlayışının öncüllerine sahibiz. Sosyalizm projemiz, ancak cinselliğin bireysel olarak kurulduğu, cinsel kimliklerin sonsuz zenginliğinin açığa çıktığı farklılaşmış bir ahlakı içeriyor. İktidarın fethi ve iktidarsızlaşmaya doğru bütüncül bir toplumsal mücadelede cinsiyetçi sisteme karşı oluşturulan cephe hayatın içinde eşit ve özgür bir gelecek kuracaktır.

Yeniyol Mart-Nisan 1994

1) Jean Baudrillard; “Çaresiz Stratejiler”,
9 Eylül Ün. G. SF. Yayınları.
2) Rolend Barthes; “Bir aşk söyleminden parçalar, Metis Yayınları.
3) Yeni Yol; sayı: 13.
Feminist Gündem: Cinsiyetciliğe karşı anti-kapitalist mücadele.
4)Lyne Segal; “Ağır Çekim” Ayrıntı.
5) Shere Hıte ;”Hıte Raporu” Cep Yayınları.
6) George Duby ;”Batı’da Aşk ve Cinsellik”, İletişim Yay.
7) Lyne Segal; “Ağır çekim”,  Ayrıntı.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments