Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazartesi, Aralık 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeMarksizmSosyalizm ve İnsan | Ernesto Che Guevara

Sosyalizm ve İnsan | Ernesto Che Guevara

Geç kalmış olmama rağmen, bu notları Afrika gezim sırasında tamamlıyorum ve bu şekilde sözümü yerine getireceğimi umuyorum. Bunu da başlıkta belirtilen konuya değinerek yapmak isterim. Uruguaylı okuyucuların dikkatini çekeceğini umarım.
Sosyalizme karşı ideolojik mücadelede, kapitalist konuşmacıların ağzından düşmeyen çok yaygın bir iddia da, sosyalizmin yada bizim içinde bulunduğumuz sosyalizmi kurma sürecinin, bireyin devlete itaatiyle karakterize edildiğidir. Bu iddiayı, sadece teorik temellere dayanarak çürütmekle yetinmeyeceğim, Küba’da varolan gerçekleri de ortaya koyacak ve sonra da genel yorumlar ekleyeceğim. Devrimci kavgamızın, iktidarı ele geçirmeden önceki ve sonraki tarihini anlatmakla işe başlayacağım.
İyi bilindiği gibi, 1 Ocak 1959’da doruğuna ulaşan devrimci kavgamızın başlangıç tarihi 26 Temmuz 1953’dür. O günün sabahında Fidel Castro’nun yönettiği bir grup devrimci, Oriente Eyaleti’ndeki Moncada kışlalarına saldırdı. Saldırı başarısızlıkla sonuçlandı. Bu başarısızlık büyük bir felâkete dönüştü. Hayatta kalan devrimciler ise hapse atıldılar, fakat onların genel bir af ile serbest kalmalarından sonra devrimci kavga yeniden başladı.
Sosyalizmin yalnızca tohumlarının mevcut olduğu bu devrede temel etken insandı. Biz tüm güvenimizi bireysel, kendine özgü karakteristikleri, adı ve sanı olan kişilere bağladık. Görev, yetenekleri ölçüsünde bu insanlara emanet edilmişti, başarıya ulaşması ya da başarısızlığa uğraması onlara bağlıydı.
Daha sonra gerilla savaşı aşamasına geçildi. Gerilla savaşı iki farklı unsurdan meydana geldi. Birinci unsur, harekete geçirilmesi gereken fakat bilinçsiz, uyuyan kitlelerden oluşan halk, ikincisi onun öncüsü, hareketin motor gücü, devrimci bilincin ve militan ruhun jeneratörü olan gerillalar. îşte bu öncü güç, zafer için gerekli öznel koşullan yaratan hızlandırıcı bir etkendi.

Burada yine, düşüncemizin proleterleşmesi sürecinde ve alışkanlıklarımızda ve düşünce yapımızda meydana gelen devrimde, temel etken bireydi. Devrimci güçler içinde üst rütbelere kadar ulaşan, Sierra Maestra savaşçılarının herbiri kendi olanaklarına göre önemli işler başarmışlardır. Onlar bu rütbelerine  bu temele dayanarak eriştiler. Bu ilk kahramanlık devresiydi ve bu devrede onlar en ağır sorumluluklar, en büyük tehlikeler için çarpışmışlardır, onlar için bir görevi başarıyla tamamlamaktan başka tatmin edici hiçbir şey yoktu.
Biz, devrimci eğitimi amaçlayan çalışmalarımızda, bu öğretici temel konuya sık sık döneceğiz. Bizim savaşçılarımızın davranışlarında geleceğin insanını sezmek mümkündür.
Devrim davasına kendini adama, tarihimizin başka dönemlerinde de görülür. Ekim Krizi süresince ve Florida kasırgası günlerinde, bütün bir halkın ortaya koyduğu ender rastlanır fedakârlık ve olağanüstü çaba Örnekleri gördük. Bizim temel görevlerimizden birisi de, günlük yaşantımızda da bu kahramanca tutumu sürdürmek için ideolojik noktalardan harekete geçerek bir çözüm yolu bulmaktır.

Ocak 1959’da, hilekâr burjuvazinin çeşitli temsilcilerinin de katılmasıyla devrimci hükümet kuruldu. Temel güç etkeni olarak Direnme Ordusunun varlığı, iktidarın garantisini sağladı.
Sonradan ciddi çelişkiler ortaya çıktı ve hızla gelişti. Şubat 1959’da Fidel Castro başbakanlık, göreviyle hükümetin yöneticiliğini üzerine almak istediği sırada, bu çelişkiler ilk kez altedilmeye başlandı. Bu süreç, aynı yılın Temmuz’unda Başkan Urritia’nın yoğun kitle baskısı altında istifası ile had noktasına ulaştı.
İşte o dönemde, Küba devrim tarihinde, çok iyi bilinen özellikleri sistemli bir şekilde, her zaman varlığını hissettirecek olan bir güç ortaya çıktı. Bu büyük güç, kitleydi. Bu çok yönlü etken ileri sürüldüğü gibi birbirine benzer, aynı tip birimlerin topluluğu ya da uysal bir  koyun sürüsü gibi hareket eden bir yığın değildir ve ayrıca bu kitleler yukarıdan aldığı emirlerle işleyen bir sistem tarafından, böyle bir toplum tipi oluşturmaya zorlanmamıştır. Bu toplumun, liderlerini ve temelde Fidel Castro’yu duraksamaksızın izlediği doğrudur. Fakat Fidel’in kazandığı güvenin derecesi, kesinlikle halkın arzu ve düşüncelerini tam ve doğru bir şekilde dile getirmesinin ve verdiği sözleri tutmak için harcadığı içten çabaların derecesine bağlıdır.
Kitleler tarım reformuna ve devlet işletmelerini yönetmek gibi güç bir göreve katıldı, Playa Giron (Domuzlar Körfezi) deneyini kahramanca yaşadı, CİA tarafından silahlandırılan çeşitli haydut çetelerine karşı savaş içinde çelikleşti; Ekim Krizi sırasında çağımızın en önemli kararlarından birine tanık oldu; bugünse sosyalizmi kurmak için çalışmaya devam ediyorlar.

Yüzeyden bakılırsa, bireyin devlete göre ikinci derecede kaldığını, daha doğrusu bireyin devlete kesinlikle itaat ettiğini ileri sürenler haklı görünebilir. Kitleler, eşsiz bir heyecan ve disiplinle hükümetin ortaya koyduğu ekonomik karakterli, kültürel, sportif görevleri ve savunma görevini yerine getirirler.
İlk adım genellikle Fidel’den ya da Devrim Yüksek Komutanlığından gelir ve onu kendilerininmiş gibi kabul eden halka açıklanır. Bazı durumlarda ise parti ve hükümet, halka faydalı olabilecek yerel deneylerden de yararlanır ve aynı yöntemi uygular.
Bununla birlikte devletin de bazen yanlışlık yaptığı olur. Bu gibi bir yanlışlık yapıldığında, kitleleri oluşturan elemanların, yani bireylerin katkılarındaki azalmanın sonucu olarak, toplumun ortak coşku ve heyecanında da bir azalma olur. Çalışma o derece felce uğramıştır ki, üretilenler son derece az miktardadır. Yanlışların düzeltilmesi zamanı gelmiştir. 1962 Mart’ında Anibal Escalante tarafından partiye zorla kabul ettirilen sekter politikanın sonucu olarak böyle bir olay meydana gelmiştir.
Görülüyor ki, bu mekanizma bir dizi akla uygun tedbirler bulup uygulamaya elverişli değildir. Kitlelerle daha sağlam bağlar kurmak gereklidir ve bizler gelecek yıllarda bu bağlan geliştirmeliyiz. Fakat hükümetin üst kademelerindeki kişisel inisiyatifleri göz önüne getirirsek biz şimdilik, karşılaştığımız büyük sorunlara karşı genel tepkileri öğrenirken hemen hemen yalnızca sezgi yöntemleri kullanıyoruz.
Bu konuda Fidel, büyük bir ustadır. Onun kendisini halkla bütünleştirmede kullandığı kendine özgü yöntem, ancak onu eylem halinde görmekle takdir edilebilir. Büyük kitle toplantılarında, kişi, titreşimleri yeni yeni notalar yaratan iki müzikal melodi arasındaki ahenge benzer bir duruma tanık olur. Fidel ve kitle, bizim savaş ve zafer naralarımızla doruk noktasına varacak biçimde giderek güçlenen bir diyalog içinde birlikte heyecanlanmaya başlarlar.
Devrim deneyini yaşamamış bir kişi için, bireylerin toplamı olarak kitlenin lideriyle karşılıklı olarak birbirine bağlı olduğu bu sıkı birey-kitle arası diyalektik birliği anlamak zordur.
Kamuoyunu harekete getirmeye yetenekli politikacılar ortaya çıktığı zaman, bu çeşitten bazı olaylar kapitalizmde de görülebilir, fakat bunlar, aslında gerçek toplumsal hareketler değildir (eğer bunlar gerçek toplumsal eylemler olsalardı, onları kapitalist diye nitelendirmek pek doğru olmazdı). Bu tip hareketlerin ömrü, bunları yaratan insanların ömrü kadardır ya da bu eylemler, kapitalist toplumun acımasızlığı bu renkli hayallere bir son verene kadar sürer.

Kapitalizmde insan, genellikle kavrayış ve anlayışının ötesinde kalan acımasız yasalarla yönetilir. Yabancılaşan birey, kendisi gibilerin oluşturduğu topluma görünmez bir göbek bağı ile bağlıdır. Bu göbek bağı, kapitalizmin değer yasasıdır. Bu yasa, kişinin bugünkü durumunu ve geleceğini şekillendirerek hayatının tüm yönlerinde işler haldedir.
İnsanların çoğu için kör ve görünmez olan kapitalizmin yasaları, birey üzerinde, düşünmesine fırsat vermeksizin etkili olur. Kişi, yalnızca görünürde sonsuz olan önündeki ufkun genişliğini görür. Kapitalist propogandacıların, başarı olanakları için Rockfeller örneğinden -doğru olsun, olmasın- ders alınması gerektiğini öne sürmeleri, bu ufukları hasıl pembeye boyadıklarını gösterir.
Bir Rockefeller’in daha ortaya çıkması için gereken yoksulluk ve ıstırabın derecesi ve böylesine büyük bir servet birikiminin zorunlu kıldığı ahlaksızlığın ölçüsü perde arkası edilir, bu durumu halkın gözleri önüne sermemiz de genellikle mümkün değildir.
(Emperyalist ülkelerde işçilerin, bağımlı ülkelerin sömürülmesine belli bir oranda ortak olarak, emekçi sınıf enternasyonalizmi bilincini nasıl yitirdiklerini ve bunun, emperyalist ülkelerdeki kitlelerin savaş yeteneklerini nasıl zayıflattığını burada tartışmak yerinde olur. Fakat, bu bizim konumuzun dışında kalır.)
Her halükârda, başarıya giden yolun tehlikelerle dolu olduğu, fakat yetenekli bir bireyin sözümona her şeye rağmen başarıya ulaşabileceği masalı anlatılır. Yol ıssız, ödül ise uzaktadır. Bu yolda insan insanın kurdudur; birey, ancak diğerlerinin mahvolması pahasına başarıya ulaşabilir.

Şimdi, şu şaşırtıcı ve heyecan verici sosyalizmin kuruluşu olayının kahramanı olan bireyi, tek bir varlık  ve toplumun bir üyesi olarak ikili yaşamı içinde tanımlamaya çalışacağım.

Öyle sanıyorum ki, bireyin yetersizliğini ve tamamlanmamış bir eser olduğunu anlayabilmek çok şey ifade eder. Geçmiş çağlardan kalma vaaz ve öğütler, günümüzde de bireyin bilincinde yaşamaktadır; bunları kökünden kazımak için sürekli çalışmak gereklidir. Çalışma yöntemi iki yönlüdür. Bir yandan toplum dolaysız ve dolaylı eğitimle etkisini gösterir, öte yandan ise birey, bilinçli olarak kendini eğitme süreci  içindedir.
Kurulmakta olan yeni toplum, var gücüyle geçmişine karşı mücadele etmelidir. Geçmişin kalıntıları eski piyasa ilişkilerinin sürmekte ısrar ettiği geçiş döneminin tüm özelliklerinde ve bireyi tecrit etmeye yönelik sistemli bir eğitimin izlerinin hâlâ ağırlık taşıdığı toplumun bilincinde varlığını devam ettirir. Mal, kapitalist toplumun ekonomik hücresidir. Mal varolduğu sürece, etkileri, üretimin örgütlenmesinde ve bunun sonucu olarak toplum bilincinde kendini hissettirir.
Marx, kendi iç çelişkileriyle hırpalanan bir ülkedeki kapitalist sistemin patlayıcı dönüşümünden doğan bir dönem olarak geçiş döneminin ana hatlarını belirledi. Buna rağmen, tarihi gerçek içinde, emperyalizm ağacının zayıf dallarının en önce kırıldığı bazı ülkeler gördük. Bu, Lenin’in çok önceden gördüğü bir durumdu.
Bu ülkelerde kapitalizm, halka etkilerini şu ya da bu biçimde hissettirebilecek bir şekilde gelişmişti, fakat tüm olanaklarını yitirmesine rağmen, kapitalizmin çöküşüne neden olan iç çelişkiler değildi. Yabancı bir ezici güçten kurtulma mücadelesi, sonuçlan ayrıcalıklı sınıfın, ezilen sınıfa daha bir üstün gelmesini  sağlayan savaş gibi dış olayların sebep olduğu yoksulluk, yeni sömürgecilik rejimlerinin yıkılmasını amaçlayan kurtuluş hareketleri, bu tür çöküşlerde genel etkenlerdir. Gerisini bilinçli bir eylem tamamlar.
Bu ülkelerde, henüz toplumsal çalışma için tam bir eğitim yapılamamıştır, zenginlikler, yalnızca mülk edinme süreci aracılığıyla kitlelerin ihtiyacını karşıla-. maktan çok uzaktır. Bir yanda az gelişmişlik, diğer yanda sermayenin kaçınılmaz tükenişi, fedakârlık yapılmaksızın hızlı bir geçişi olanaksızlaştırır. Ekonomik temellerin kuruluşuna varmak için daha uzun bir yol vardır. Hızlanan gelişmenin hareket kolu olarak maddî çıkarın o çok çiğnenmiş yolunu izleme eğilimine ise pek sık rastlanır.
Burada, tek tek ağaçlan görüp de ormanı farkedememe tehlikesi başlar. Bizi kapitalizme sıkı sıkıya bağlayan verimsiz araçların (yani ekonomik birim olarak mal, hareket kolu olaraksa kâr ve kişisel maddî çıkarlar vs.) yardımıyla sosyalizme ulaşmak için “aldatıcı umut” yöntemini izlemek bizleri bir çıkmaza sürükleyebilir.
Ayrıca, buraya birçok dörtyol ağzı bulunan uzun bir yolu aştıktan sonra ulaşırsınız, fakat nerede yanlış bir dönüş yaptığınızı tam olarak anlamak güçtür. Zaten kurulmuş olan ekonomik temeller bilinç gelişmesinin mahvına yol açmıştır bile. Komünizmi kurmak, için yeni ekonomik temeller atmak ne kadar gerekliyse, yeni insanlar yaratmak da o kadar gereklidir.
Bundan dolayı kitleleri eyleme geçirecek aracı doğru seçmek çok önemlidir. Temelde bu araç manevi karakterli olmalı, fakat, özellikle toplumsal karakterli maddî canlandırıcı etkenlere de yer verilmelidir.
Daha önce söylediğim gibi, büyük felâket anlarında manevi canlandırıcıları etkili hale getirmek kolaydır; fakat onların etkisini sürdürmesi için yeni değer yargılarının yer aldığı bir bilincin gelişmesine de ihtiyaç vardır. Toplum tüm olarak, çok büyük bir okul haline getirilmelidir.
Üstünkörü bir özetle, bu durum, kapitalizmin başlangıç döneminde, kapitalist bilincin oluşması sürecine benzer, diyebiliriz. Kapitalizm zor kullanır, ama aynı zamanda kendi sistemine uygun olarak halkı da eğitir. Dolaysız propaganda, sınıflı toplumun kaçınılmazlığının gerek bazı “tanrısal köken” teorileri ve gerekse mekanik doğal ayıklanma teorisi aracılığıyla açıklanabileceğine inandırılmış kimseler tarafından uygulanıyordu.
Bu palavralar, karşı konulması olanaksız bir şeytan tarafından ezildikleri masalıyla kandırılan kitleleri uyutur. Hemen ardından bir ilerleme umudu doğar ve burada kapitalizm, gelişme için hiç olanak tanımayan önceki kast sistemlerinden farklılık gösterir.
Bazı insanlara göre, kast sisteminin ideolojisi şudur: itaatkâr kişinin elde edeceği ödül, ölümünden sonra, eski bir inanca göre iyi insanların kabul edildiği efsanevi bir öteki dünyaya gitmektir. Diğer bir takım kişilerde ise şu değişik düşünce vardır: Toplumun sınıflara bölünmesi alın yazısıdır fakat yaptığı işler vs. sayesinde bireyler ait oldukları sınıftan bir yükseğine atlayabilirler.
Bu iki ideoloji de, kendini yetiştiren adam masalı da kesinlikle iki yüzlülüktür.
Bu teoriler, sınıflara bölünmenin sürekliliği yalanının doğruluğunu kanıtlamaya çalışanlar için çıkar sağladığından ortaya atılmışlardır.
Bizde ise, dolaysız eğitim daha büyük bir önem kazanır. Açıklamalar inandırıcıdır, çünkü doğrudur, kaçamaklara gerek yoktur. Dolaysız eğitim, Eğitim Bakanlığı ve partinin danışma organları gibi kuruluşlar aracılığı ile ideolojik, teknik ve genel kültürün bir fonksiyonu olarak devletin eğitim aygıtlarınca yürütülür.
Eğitim, kitlelere kadar uzanır ve bu yeni tutum bir alışkanlık olma eğilimi kazanır. Kitleler bunu benimsemeye ve henüz kendilerini eğitememiş olanları etkilemeye başlarlar. Bu ise, halk eğitiminin en az diğeri kadar güçlü olan dolaylı şeklidir.
Fakat bu bilinçli bir süreçtir; birey yeni toplumsal gücün etkisini sürekli olarak hisseder ve onun standartlarına tamamıyla uygun olmadığını algılar. Birey, dolaylı eğitimin baskısı altında, doğruluğunu hissettiği fakat o zamana kadar azgelişmişliğinin kendisini ona ulaşmaktan alıkoyduğu bir norma kendini uydurmaya çabalar. Kendi kendini eğitir.
Sosyalizmin kuruluşunun bu devresinde, doğmakta olan yeni insanı görebiliriz. Bu süreç yeni ekonomik biçimlerin gelişmesiyle birlikte ilerlediği için yeni insana şekil verilmesi henüz tümüyle bitirilmemiştir, hiçbir zaman da bitirilemeyecektir.
Eğitimi yetersiz kişiler arasından kendi kişisel tutkularını tatmin etmenin ıssız yolunu seçenleri konumuzun dışında bırakalım. Bunlarda, ileriye doğru birlik içinde yürüyüşün yepyeni görünümü karşısında bile, kendilerine eşlik eden kitlelerden tecrit edilmiş olarak kalma eğilimi vardır. . Fakat önemli olan, insanların her geçen gün toplumla tekvücut olma ihtiyaçlarının bilincine varmayı ve aynı zamanda toplumun eylemcileri olarak kendi değerlerini anlamayı sürdürmeleridir.
Onlar, artık uzak arzulara uzanan boş yollarda yapayalnız yolculuk etmiyorlar, onlarla yakın ilişkide bulunan, kitlelerle tekvücut olarak yürüyen parti üyesi öncülerini, ileri işçileri, ileri insanları izliyorlar, öncünün gözleri geleceğe ve kazanacağı ödüle dikilmiştir, ancak, bunların hiçbir kişisel yönü yoktur. Ödül, insanların yeni kişiliklere bürünecekleri yeni bir toplum, yani komünist insanın toplumudur.
Yol uzun ve güçlüklerle doludur. Zaman zaman patikalarda dolanırız ya da geri dönmemiz gerekir, bazen çok hızlı gider ve kitlelerden koparız, bazen de çok yavaş yol alır ve peşimiz sıra gelenlerin sıcak nefesini ensemizde duyarız. Devrimciler olarak bizler, çabalarımızla yol açarak elverdiğince hızla ileriye doğru atılırız, fakat kitleyi kendimizden vereceğimiz örneklerle esinlendirirsek daha hızlı ilerleyebileceğimizi biliriz.
Manevi canlandırıcı etkenlere verilen öneme rağmen iki ana gruba bölünme (sosyalizmin kuruluşuna şu ya da bu nedenle katılmayan azınlığın dışında) toplumsal bilincin ne de olsa az gelişmiş olduğunu gösterir.
Öncü grup ideolojik bakımdan kitlelerden daha ileridir; kitleler yeni değerleri anlarlar, fakat bu kavrayışları yeterli değildir. Öncülerde, onların ön safta görevlerini fedakârca yerine getirmelerini sağlayacak niteliksel bir değişme meydana gelmiştir, kitlelerse ancak yarıyola kadar gelebilmişlerdir, canlandırılmaları ve belirli şiddetteki baskılarla harekete getirilmeleri gereklidir. Bu, yalnızca yenilen sınıfın değil, aynı zamanda zafere ulaşan sınıfın bireyleri üzerinde de etkisi görülen proletarya diktatörlüğüdür.
Bütün bunlar, tam bir başarı için, bir dizi düzenek ve devrimci kuruluşun gerektiği anlamına gelir.
Görevlerini tam yapanları ödüllendiren, yeni toplumun gelişmesini engellemeye kalkışanlaraysa cezalar uygulayan, öncülerin safında yürüyecek olanları seçerek ilerlemeyi kolaylaştıran düzeneklerin kusursuz işleyişiyle, kısıtlamalar, basamaklar ve yolların uyumlu bir bileşimi, geleceğe doğru güvenli adımlarla yol-almanın çoğunluğun isteğine uygun biçimini oluşturur.
Devrimin böyle kurumlaştırılması henüz tamamlanmamıştır. Burjuva demokrasisinin “yasama meclisleri” gibi basmakalıp kurumlarının topluma aşılanmasından son derece büyük bir özenle kaçınırken, sosyalizmin kuruluşunun özel koşullarına uygun biçimde hükümetle tüm olarak toplumu özdeşleştirmenin yolunu arıyoruz.
Devrimin örgütlü biçimlerinin kademeli gelişmesini amaçlayan bazı denemeler pek acele edilmeksizin yapıldı. Herhangi bir formalitenin belki bizi kitlelerden ve bireylerden ayırabileceği ve yozlaşmışlıktan kurtulan insanları görmek olan en yüce ve en önemli devrimci özlemimizi gözden kaçırabileceğimiz korkusu bizim için en büyük engel olmuştur.
Yavaş yavaş giderilmesi gereken örgütlenme yoksunluğuna rağmen aynı dava için mücadele eden bireylerin bilinçli topluluğu olan kitleler şimdi kendi tarihlerini yapmaktadırlar. Sosyalizmde insan, görünüşteki standartlaştırılmasına rağmen daha kusursuzdur; mükemmel aygıtların olmayışına rağmen kendisini ifade etme ve kendini toplumsal örgüt içinde duyma olanakları sonsuz derecede daha fazladır.
Daha hâlâ, bireyin, tüm yönetim ve üretim örgütüne bireysel ve ortaklaşa olarak bilinçli biçimde katılmasının desteklenmesi ve bunun teknik ve ideolojik eğitim ihtiyacı fikrine bağlanması gerektir; öyle ki,  birey bu süreçlerin nasıl sıkı sıkıya birbirlerine bağlı ve ilerleyişlerinin nasıl paralel olduğunu anlasın. Bu şekilde, bir kez yozlaştırıcı zincirlerin kırılmasıyla, insan, tam olarak yeniden yaratılışına eşdeğer olan; toplumsal işlevinin tam anlamıyla bilincine varacaktır.
Bu sözlerimiz, bireyin kültür ve sanat aracılığıyla kendi insanî değerini ve emeğin kurtuluşu sayesinde gerçek yapısını yeniden kazanması biçiminde yorumlanabilir.
Bireyi, yukarıdaki kategorilerin ilki içinde geliştirmek için, emek yeni bir şekil almalıdır. Ticarî ilişkilerin egemenliği altındaki insanın varlığına son verimeli ve bireyin toplumsal görevini tam olarak yapması için bir norm ortaya koyacak sistem yaratılmalıdır. Topluma ait üretim araçları ve makineler yalnızca görevin tamamlandığı yerlerde mevzilenmelidir.
İnsan, tamamladığı işler ve yarattığı nesneler aracılığıyla insan olarak gerçek değerini anlamaya ve yaptığı işin kendisini yansıttığını görmeye başlayacaktır. Çalışma, artık insanın kendisine ait olmayan satılmış işgücü şeklinde bireyin varlığının bir kısmını tüketmesini gerektirmeyecek, bunun yerine kişinin ortak hayata katkısını yansıtan bir eserini, yerine getirdiği toplumsal görevini temsil edecektir.
Toplumsal görevin bu yeni şeklini yaratmak ve bunu, bir yandan daha büyük bir özgürlüğün koşullarını meydana getirecek olan teknolojik gelişmeyle, öte yandan da, insanın, emeğini bir mal gibi satmak ihtiyacıyla hareket etmediği zaman üretimde tam insanca koşullara gerçekten kavuşacağı olgusunun marksist değerlendirilmesi temeline dayanan gönüllü  çalışmayla uyumlu kılmak için, olanaklar elverdiğince, gereken herşeyi yapıyoruz.
Gönüllü çalışıldığı zaman kuşkusuz başka etkenler de ortaya çıkar: Birey, çevresindeki bütün zorlayıcı etkenleri, toplumsal karakterli şartlı reflekslere dönüştüremez ve henüz toplumun baskısı altında çalışır. (Fidel buna “ahlâki zorlama” adını verir.)
İnsanın, yeni alışkanlıklarıyla bağlı olduğu toplumsal çevresinin doğrudan baskısından kurtulan emeğine karşı tutumunda tam bir manevi yeniden doğuş geçirmesi gereklidir. Bu komünizmde mümkün olacaktır.
Ekonomideki değişme nasıl otomatik olarak meydana gelmiyorsa, bilinçteki değişim de kendiliğinden olmayacaktır. Değişmeler, yavaştır, uyumlu da değildir, hızlanma dönemleri olduğu gibi, duraklamalar, hatta geriye dönüşler de görülür.
Daha önce de belirttiğim gibi, bizim, Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi adlı eserinde anlattığı saf bir geçiş dönemi değil, onun önceden göremediği yeni bir aşama, komünizme geçişin başlangıç aşaması ya da sosyalizmin kuruluşu dönemi geçirdiğimizi hesaba katmamız gerekir. Bu aşama, özünü tam olarak anlamayı zorlaştıran kapitalizm unsurlarının yer aldığı bir dönemdir ve şiddetli sınıf savaşları arasında meydana gelir.
Buna bir de marksist felsefenin gelişimini önleyen ve geçiş dönemi teorisinin sistematik gelişmesine engel olan skolastiği eklersek, hâlâ bebeklik çağında olduğumuz ve daha geniş çapta bir ekonomik ve politik teori ortaya atmadan önce, kendimizi bu dönemin tüm belli başlı karakteristiklerini araştırmaya adamamız gerektiğini kabul etmek zorunda olduğumuz ortaya çıkar.

Bundan çıkacak olan teori, kuşkusuz, sosyalizmin kuruluşunun iki temel direği olan yeni insanın eğitimi ve teknolojik gelişmenin üzerine eklenecek büyük bir ağırlıktır. Bu her iki etken için de yapacağımız çok şey vardır, fakat teknoloji konusundaki gecikme hiç affedilmez, çünkü, burada karanlıklar içinde, elyordamıyla ilerleme değil, dünyanın daha ileri ülkelerince hazır açılmış bulunan uzun bir yolu izlemek sözkonusudur. Fidel’in halkımızın ve özellikle onun öncüsünün teknik eğitimine ihtiyaç duyulması üzerinde böyle ısrarla durmasının nedeni budur.
Üretim etkinliğinin işin içine karışmadığı düşünceler alanında, maddi ve manevi ihtiyaçlar arasındaki farkı ayırdetmek daha kolaydır. Uzun zamandan beri, insanlar, kültür ve sanat aracılığıyla kendilerini yozlaşmadan kurtarmaya çalışmaktadırlar. Emeğini sattığı sekiz saat boyunca ölmekte olan insan, daha sonra, ruhsal etkinlikleri sayesinde hayata döner.
Fakat bu ilaç, aynı hastalığın mikroplarını taşımaktadır; çevresiyle ilişki kurmak isteyen yalnız bir insanı andırır. însan, baskı altına alınan kişiliğini savunmakta ve çiğnenmemiş olarak kalan tek özlemi olan estetik düşüncelere ilgi duymaktadır.
Oysaki bütün yaptığı, kaçmaya çalışmaktır. Değer yasası, yalnızca üretim ilişkilerinin çıplak bir yansıması değildir. Tekelci kapitalistler -sadece deneysel yöntemlerle çalışırken bile- sanatın etrafına, onu kendi emirlerine uymaya hazır bir araç haline getirecek karmaşık bir ağ örerler. Toplumun üst yapısı, sanatçının eğitimini yapacağı bir sanat tipini saptar. Buna karşı çıkanlara, toplumun mekanizması aracılığıyla başeğdirilir, ancak çok ender yetenekli sanatçılar, bildiklerini okurlar. Geri kalanlar, ya utanması  kalmamış kiralık adamlar haline getirilir ya da ezilirler.
Bir “sanat özgürlüğü” okulu kurulduysa da, bunun değeri de, biz onunla çatışıncaya kadar -ya da daha doğrusu insanın yozlaşması sorunu ortaya çıkana dek- fark edilmese bile sınırlıdır. Anlamsız ıstıraplar ve bayağı eğlenceler, insanın endişelerinin en elverişli güvenlik supapları halini alır. Sanatı bir protesto aracı olarak kullanma düşüncesiyle mücadele edilir.
İnsan kurallara göre oynarsa, her türlü takdiri kazanır -bu takdir danseden maymunun topladığı alkışa benzer-. Kabul ettirilen koşul, bu görünmez kafesten kimsenin kaçmaya kalkışamayacağıdır.
Devrim iktidarı ele geçirdiği zaman bütün manevi değerleri ellerinden alınmış olan bu gibiler, kurtuluşu kaçmakta buldular, geri kalanlar ise -devrimci olsun, olmasınlar- önlerinde yeni bir yolun açıldığını gördüler. Sanat konusundaki araştırmalar yeni bir canlılık kazandı: Bununla birlikte yollar hâlâ az çok gizlidir ve kaçmaya eğilimli görüşler “özgürlük” kelimesinin arkasına saklanırlar. Bu tutum, bilinçlerinde hâlâ burjuva idealizmini yansıtan devrimciler arasın da bile görülür.
Benzer yöntemler uygulayan ülkelerde, bu gibi eğilimlere karşı aşırıya varan bir dogmatizm aracılığıyla mücadele edilmeye çalışıldı. Genel kültür gerçekte tabu idi, kültürel özlemlerin en yüksek noktasının, doğanın biçimsel olarak tam bir tasavvuru olduğu ilan ediliyordu. Daha sonra bu görüş, göstermek istedikleri toplumsal gerçeğin mekanik bir tasavvuruna dönüştü: bu, yaratmak istedikleri hemen hemen hiç çelişkisiz ve çatışmasız bir ideal toplum hayaliydi.
Sosyalizm gençtir ve bir takım yanlışları olabilir. [ Çok kez devrimciler bilinenlerden farklı yöntemlerle yeni insanı geliştirmek görevi için gerekli bilgiden ve medenî cesaretten yoksundurlar. Bilinen geleneksel yöntemler ise onları yaratan toplumun etkilerinden dolayı kusurludurlar.
(Burada yine biçimle içerik arasındaki ilişki konusuna değiniyoruz.)
Yeni duruma uyamama yaygın bir haldedir, bizi ise maddî kuruluşun sorunları uğraştırmaktadır. Aynı zamanda büyük bir devrimci otoriteye sahip büyük sanat otoriteleri yoktur. Partinin adamları bu görevi ele almalı ve en başta gelen amaç olan halkın eğitimini gerçekleştirmek için çareler aramalıdırlar.
Daha sonraları sadeliğe ve basitliğe doğru bir yönelme belirdi. Herkesin anlayabileceği, “sanat”la uğraşan görevlilerin anladığı anlamda bir sanat yaratma eğilimi ortaya çıktı. Gerçek sanat değerleri küçümsendi, genel kültür sorunu ise sosyalizmin bugününden ve ölü (ölü olduğuna göre de tehlikesiz) geçmişten bazı şeyler alıp benimsemeye indirgendi. Böylelikle sosyalist gerçekçilik, geçen yüzyılın sanat temelleri üzerinde yükseltilmeye çalışıldı.
Oysaki 19. yüzyılın gerçekçi sanatı da sınıfsal bir sanattır, hatta belki de, yozlaşan insanın endişelerini açığa vuran 20. yüzyılın dekadan sanatından da daha salt kapitalisttir. Kültür alanında kapitalizm, verebileceği herşeyi vermiş ve ondan geriye çürüyen bir cesedin iğrenç kokusundan, yani bugünkü sanat dekadansından başka bir şey kalmamıştır.
Sanat için tek sağlam yolu neden sosyalist gerçekçiliğin donmuş biçimleri arasında arayalım? Özgürlük kavramına karşı sosyalist gerçekçilik kavramını ileri süremeyiz, çünkü yeni toplumun gelişimi tamamlanmadıkça özgürlük yoktur ve olamaz. Ne pahasına olursa olsun ille de gerçekçilik diyerek, oturduğumuz yüce makamdan 19. yüzyılın ilk yarısından beri gelişmekte olan sanat biçimlerini mahkûm etmeye kalkışmayalım, çünkü böyle yaparsak geçmişe dönmek ve doğmakta olan ve kendini yaratma süreci içinde bulunan insanın kendini sanatla ifade edişini delilik saymak gibi bir Proudhonvari yanlışa düşmüş oluruz.
Devletin bağışladığı verimli topraklarda çok kolayca çoğalan zararlı otların kökünü kazımayı ve aynı zamanda serbest araştırmayı sağlayan bir ideolojik ve kültürel mekanizma geliştirmeye ihtiyacımız var.
İçinde yaşadığımız yüzyılda mekanik realizmin değil, bunun tam tersinin yanlışını buluyoruz, bunun nedeni ise yeni insanı yaratma ihtiyacının henüz anlaşılmamış oluşudur. Bu yeni insan ne 19. yüzyılın düşüncelerini ne de bizim çürümüş ve hastalıklı yüzyılımızın fikirlerini temsil edecektir.
Henüz bir hayal olmasına ve gerçekleşmiş bir özlem olmamasına rağmen, yirmibirinci yüzyılın insanını yaratmalıyız. Çalışmamızın temel hedeflerinden biri de kesinlikle bu gelecek yüzyılın insanını yaratmaktır; teorik alanda somut başarılar kazandığımız ya da tersine somut araştırmalarımızın temeli üzerinde önemli teorik sonuçlara vardığımız ölçüde, insanlığın davası olan marksizm-leninizme büyük bir katkıda bulunmuş oluruz.
Ondokuzuncu yüzyılın insanına karşı tepkimiz bizim yirminci yüzyılın kokuşmuşluğu içine saplanıp kalmamıza sebep oldu; bu düzeltilemeyecek bir yanlış değildir, fakat revizyonizme açık kapı bırakmamak için bunun üstesinden gelmemiz gereklidir.
Büyük kitleler gelişmelerini sürdürüyorlar; yeni  düşünceler toplum içinde güç kazanmaya devam ediyor; toplumun tüm üyelerinin tam olarak gelişimi için maddi olanaklar bulunması, görevimizi daha da verimli kılıyor. Şimdi mücadele zamanıdır; gelecek bizimdir.
Özetleyecek olursak, sanatçılarımızın ve aydınlarımızın yanlışı onların en başta gelen kusurlarından doğar; bunlar gerçek devrimciler değillerdir. Kara-ağaçları armut verecek şekilde aşılayabiliriz, fakat aynı zamanda armut ağaçları da yetiştirmeliyiz. Bu büyük kusuru taşımayacak olan yeni nesiller gelecektir. Kültür alanının ve kendini ifade etme olanaklarının genişlediği ölçüde, büyük sanatçıların ortaya çıkması olasılığı da büyük olacaktır.
Görevimiz şimdiki kuşağı, kendi çelişkileri yüzünden birbirinden kopup yozlaşmaktan ve yeni kuşakları da yozlaştırmaktan korumaktır. Ne “özgürlük”ten yararlanan fakat resmi görüşleri körükörüne kabul eden hizmetkârlar ne de devlet hesabına yaşayan okul öğrencileri yetiştirmeliyiz. Şimdiden, halkın gerçek sesiyle yeni insanın türküsünü söyleyecek olan devrimciler yaratılıyor. Fakat bu zaman alacak bir süreçtir.

Toplumumuzda gençlik ve parti önemli bir rol oynamaktadır.
Gençlik özellikle önemlidir çünkü eski yanlışların hiçbirini taşımayan yeni insanın oluşturulacağı, işlenmesi kolay bir kildir. Gençlik bizim isteklerimize uygun olarak yetiştirilir. Eğitimi giderek daha tam yapılır, başlangıçtan beri gençliğin işgücüne katılmasını da unutmayız. Okul öğrencilerimiz, eğitimleri sırasında ya da tatillerinde bedeni çalışmalar yaparlar. Çalışma bazı hallerde bir ödül, diğer bazı hallerde ise  bir eğitim aracıdır, fakat hiçbir zaman ceza değildir. Yeni bir kuşak doğmaktadır.
Parti öncü örgüttür. En iyi işçilerin partiye kabulü, diğer işçiler tarafından önerilir. Parti azınlıktadır, fakat kadrolarının niteliği nedeniyle büyük bir otoriteye sahiptir. Dileğimiz partimizin bir kitle partisi halini almasıdır, fakat bu ancak kitleler öncünün düzeyine eriştiğinde yani komünizm için eğitildiklerinde mümkün olacaktır.
Çalışmalarımız sürekli olarak bu eğitimi amaçlar. Parti canlı bir örnektir; kadroları sıkı çalışmanın ve fedakârlığın öğreticileri olmalıdır. Kadrolar, eylemleriyle, kitlelere sosyalizmin kuruluşunun güçlüklerine, sınıf düşmanlarına, geçmişin hastalıklarına ve emperyalizme karşı yıllar süren amansız bir mücadele gerektiren devrimci görevin tamamlanmasında öncülük etmelidirler.
Şimdi, tarihi yapan kitlelerin bireysel lideri olarak insanın, insan kişiliğinin oynadığı rolü açıklamak istiyorum.
Burada anlattığım bizim deneyimizdir; yoksa izlenmesini önerdiğimiz bir yol değildir.
Fidel ilk yıllarda devrime itici gücünü kazandırdı, devrimin liderliğini yaptı. Şimdi de devrimi güçlendirmeyi sürdürüyor; fakat aynı yolda seçkin önderler olacak şekilde gelişen iyi bir grup da var, yine liderlerini izleyen büyük bir kitle de var, çünkü liderlerine inanırlar, inanmalarının nedeni liderlerinin onların isteklerini dile getirebilmesidir.
Sorun bir kişinin kaç kilo et yiyebileceği, yılda kaç kez plaja gidebileceği ya da aldığı ücretle dışarıdan ne kadar süs eşyası getirtebileceği değildir. Gerçekte gerekli olan, bireyin kendini daha mükemmel  hissetmesi, daha büyük bir iç zenginliğine sahip olması ve daha büyük bir sorumluluk taşımasıdır.
Ülkemizde birey, içinde yaşadığı dönemin fedakârlık dönemi olduğunu bilir; feragata alışıktır. Fedakârlık ilk kez Sierra Maestra’da ve daha sonra savaşılan her yerde öğrenildi; sonra da bütün Küba onu öğrendi. Küba, Amerika’nın öncüsüdür ve öncü görevi yaptığı için, Latin Amerika halklarına tam özgürlüğün yolunu gösterdiği için fedakârlık yapmak zorundadır.
Ülkede, önderlik öncü rolünü de yüklenmelidir ve kişinin kendini tümüyle adadığı ve hiçbir maddi ödül beklemediği gerçek bir devrimde, devrimci öncülük görevinin, aynı zamanda hem şerefli hem de kahredici olduğu büyük bir içtenlikle söylenebilir.
Okuyucuya acayip gelse de, gerçek devrimciyi harekete getirenin büyük bir aşk olduğunu söyleyebilirim. Bu nitelikten yoksun büyük bir devrimci düşünülemez. Bir önderin karşılaştığı en karmaşık durumlardan biri, tutkularıyla soğukkanlılığını birleştirmek zorunda oluşu ve kılı kıpırdamaksızın en zor kararları alabilmesidir. Öncü devrimcilerimiz, bu halk sevgisini yüceltmeli ve bu en kutsal davayı tek ve bölünmez hale getirmelidirler. Onlar, günlük duyguların ufak kırpıntılarıyla sıradan insanların sevgilerinin düzeyine inemezler.
Devrimin önderlerinin yeni yürümeye başlayan, babalarının adlarını bile öğrenemeyen çocukları, devrimin tamamlanması için hayatlarındaki genel fedakârlıkların bir parçası olarak ayrı kalmak zorunda oldukları kanları vardır; arkadaş çevreleri kesinlikle devrimci yoldaşlarının sayısıyla sınırlıdır. Onlar için devrimin dışında başka bir hayat yoktur.
Bu koşullarda, kişi, büyük bir insanlık sevgisine  ve aşırı dogmatizm ve soğuk bir skolastisizme düşmemek, kitlelerden kopmamak için güçlü bir adalet ve gerçekçilik duygusuna sahip olmalıdır. Bu insanlık sevgisinin günlük bir işe, örnek olacak eylemlere, harekete geçirici bir güce dönüşmesi için hergün çaba göstermeliyiz.
Devrimin ideolojik itici gücü olan devrimci, sosyalizmin kuruluşunun dünya ölçüsünde tamamlanmasına kadar ancak ölümüyle bitecek olan kesintisiz çalışması içinde tükenir gider. En âcil görevler yerel ölçüde tamamlandığında devrimci çabalarını yavaşlatır ya da proletarya enternasyonalizmini unutursa, önderlik yaptığı devrim, esinlendirici bir güç olmaktan çıkar ve devrimci amansız düşmanımız olan emperyalizmin çok iyi yararlanacağı rahat bir uyuşukluğa düşer. Proletarya enternasyonalizmi hem bir görev hem de devrimci bir zorunluluktur. Biz halkımızı böyle eğitiyoruz.
Elbette ki şimdiki durumda, bazı tehlikeler vardır, bunlar yalnız dogmatizmin yada büyük görevin ortasında iken halkla olan bağların gevşemesinin yarattığı tehlikeler değildir. Zayıflık tehlikesi de vardır. Eğer bir insan bütün hayatını devrime adamak istiyorsa, bazı şeylerden yoksun olduğu, yada çocuğunun ayakkabılarının eskidiği yahut da ailesinin bazı ihtiyaçlarını karşılayamadığı gibi endişeleri olmamalıdır, yoksa zihnini gelecekteki yozlaşmanın tohumlarının etkisine açık tutan bir düşünce yapısına sahibolur.
Bizim durumumuzda ortalama insanın çocuğunun sahibolduğu şeylere bizim çocuğumuzun da sahibolmasıyla ve ortalama insanın çocuğunun yoksun olduğu şeylerden bizim çocuğumuzun da yoksun olmasıyla yetiniriz, ailelerimiz de bunu anlamak ve bu  düzeyde kalmaya çalışmak zorundadır. Devrimi insanlar yapar, fakat insan devrimci ruhunu günden güne çelikleştirmelidir.
Böylelikle ilerliyebiliriz. Bu muazzam kervanın başında -söylemekten ne korkarız, ne de utanırız- Fidel gelir. Ondan sonra partinin en iyi kadroları, onların hemen arkasından da büyük güçlerini duyacağımız kadar yakından bizi tümüyle halk izler; bu sağlam kitle, ortak amaca doğru yürüyen, ne yapılması gerektiğinin bilincine varmış olan bireylerden, yoksulluktan kurtulup özgürlüğe kavuşmak için mücadele eden insanlardan oluşur.
Bu büyük kalabalık örgütleniyor; programının açıklığı örgütlenme ihtiyacının bilincinde olduğunu gösteriyor. Artık bu kitle dağınık, elbombası parçaları gibi uzayda binlerce parçaya bölünmüş, ne pahasına olursa olsun belirsiz bir geleceğe karşı korunmaya çabalayan, yoldaşlarıyla birlikte umutsuz bir mücadele içinde çırpman bir güç değildir.
Önümüzde fedakârlıklar bulunduğunu ve öncü ulus olarak kahramanca eylemimizin bedelini ödememiz gerektiğini biliyoruz. Biz önderler, Amerika’nın başı olan bir halkın başında olduğumuzu söylemeyi haketmenin bedelini ödemek zorunda olduğumuzu biliyoruz. Her birimiz, karşılığında görevini yapmış olmanın hazzına ulaşacağımızın, ufukta güçlükle seçilen yeni insanın görüntüsüne doğru birlikte ilerleyeceğimizin bilincinde olarak fedakârlık payımızı yerine getirmek zorunda olduğumuzu biliyoruz.
Sonuç olarak şunları söyleyebilirim:
Biz sosyalistler daha mükemmel olduğumuz için daha özgürüz, daha özgür olduğumuz için daha mükemmeliz.
Tam özgürlüğümüzün iskeleti şimdiden kurulmuştur.  Eksik olan eti ve elbiseleridir. Onları da yaratacağız.
Özgürlüğümüz ve onun günü gününe sürdürülmesi kanla ve fedakârlıklarla ödenmiştir.
Fedakârlığımız bilinçlidir; yarattığımız özgürlüğün bedelidir.
Yol uzundur ve bir kısmı hiç bilinmemektedir. Gücümüzün sınırım biliyoruz. Biz, kendimiz, yirmibirinci yüzyılın insanını yaratacağız.
Günlük eylem içinde, yeni bir teknolojiye sahip yeni insanı yaratırken kendimizi çelikleştireceğiz.
Kişilik, halkın en yüksek erdemlerini ve isteklerini temsil ettiği ve yoldan ayrılmadığı sürece, kitlelerin harekete geçirilmesinde ve yönetilmesinde rol oynar.
Yolu açan öncü grup, iyilerin en iyisi olan partidir.
İşlediğimiz temel hammadde gençliktir. Umudumuzu gençliğe bağlıyor ve onu elimizden bayrağı almaya hazırlıyoruz.
Eğer bu anlaşılmaz mektup, bir şeyleri açıklayabiliyorsa amacına erişmiş demektir. Sözlerime el sıkışma kadar alışılmış olan selamımızla son veriyorum: Ya özgür vatan, ya ölüm.

Ernesto Che Guevara

kaynak: kurtuluscephesi.com

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments