Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazartesi, Kasım 25, 2024
No menu items!
Ana SayfaEdebiyatEdebiyat ( Dünya )Salyangoz gibi kendi kabuğuna sinmek eğiliminde az insan vardır yeryüzünde | Anton...

Salyangoz gibi kendi kabuğuna sinmek eğiliminde az insan vardır yeryüzünde | Anton Çehov

Geç kalan avcılar, Muhtar Prokofıy’in Mironositskiy Köyünün ucundaki samanlığında gecelemeye hazırlanıyorlardı. İki kişiydiler: Veteriner İvan İvanıç ile lise öğretmeni Bur-kin. İvan İvanıç’in ‘Çişma Himalayskiy’ diye kendisine hiç de yaraşmayan iki isimden oluşan pek acayip bir soyadı vardı. Bu yüzden çevrede herkes yalnız küçük adıyla çağırırdı onu. Kent dışındaki harada kalırdı. Temiz hava almak için arasıra böyle ava çıktığı olurdu. Öğretmen Burkin, yaz aylarını Kont P.’lerden geçirirdi. Buralarda tanımayan yoktu onu.

İkisinin de uykusu yoktu. Uzun boylu, zayıf, sivri bıyıklı bir ihtiyar olan İvan İvanıç, kapının dışında oturmuş piposunu tüttürüyor, ay yüzünü aydınlatıyordu. İçeride, samanların üzerinde uzanan Burkin ise karanlıkta kaldığı için gözükmüyordu.

Şuradan buradan konuşuyorlardı. Söz döndü dolaştı, muhtarın karısı Marva’ya geldi: Kafası işleyen, sağlam bir kadın olduğu halde, ömründe bir kere bile doğup büyüdüğü köyden dışarı çıkmayışından ne kenti, ne demiryolunu gördüğünden, on yıldır gündüzleri sobanın arkasında pinekleyip geceleri ıssız yollarda yalnız başına dolaştığından söz ediyorlardı.
— Bunda şaşılacak bir yan yok! dedi Burkin. Salyangoz gibi kendi kabuğuna sinmek eğiliminde az insan vardır yeryüzünde. Kimbilir, bu belki ataerkil yapının yasaları uyarınca eskiye, daha toplumsal yaşayışa geçmemiş, mağarasında bir başına yaşayan ilk insana bir dönüş, belki de insan yaratılışının her zaman görülebilen yasadışı bir örneğidir. Doğa bilimci olmadığım için bu konuda söyleyecek fazla şeyim yok. Ama şu kadarını biliyorum ki, Mavra gibileri az değildir yer
yüzünde. Uzağa gitmeye ne gerek, daha iki ay önce Belikov adında bir arkadaşım öldü. Bizim lisenin Latince öğretmeniydi. Hakkında anlatılanlardan bir kısmını sanırım siz de duymuşsunuzdur. Çok sıcak havalarda bile çizmelerini ve pamuk astarlı paltosunu çıkarmaması, şemsiyesini bir an bile elinden bırakmaması yüzünden kentte herkes tanırdı onu. Şemsiyesi de, saati de, yalnız kalem açmak için çıkardığı çakısı da birer kılıf içindeydiler daima. Palto yakaları her zaman kalkık durduğu için yüzü bile kılıflı gibiydi. Siyah gözlük takar, siyah gömlek giyer, kulaklarını pamukla tıkardı. Faytona bindiğinde ilk işi sürücüye tenteyi çekmesini söylemek olurdu. Sözün kısası, varlığını bir örtüyle gizlemek ve çevresinde kendisini dış etkenlerden koruyup yalnız kalmasını sağlayacak bir kılıf yaratmak eğilimi vardı. Bu oldukça güçlü bir duyguydu onda. Gerçekler sinirini bozuyor, ürkütüyordu onu. Belki de bu korkusunu, yaşadığı zamandan tiksintisini haklı gösterebilmek çabası içinde daima geçmişi, hiç var olmayan şeyleri över dururdu. Gerçeklerden gizlenmesine yarayan şemsiyesi, çizmeleri ile öğretmeye çalıştığı Latince aynı şeydi onun için. Gözleri parlayarak,
“— Ah! derdi. Ne hoş ve gür bir dildir şu Latince. “Ve sözlerinin doru olduğu kanıtlamak ister gibi, gözlerini kısarak, parmağını sallayarak eklerdi: “— Antropos!
“Belikov’un, düşüncelerini de kılıfta saklamaya çalışır bir hali vardı. Bazı hareketleri yasaklayan genelge ve gazete yazılarından başka bir şeye güvenle inanamazdı. Bir genelge öğrencilerin akşam saat ondan sonra sokağa çıkmalarını ya da bir gazete yazısı cinsel ilişkileri yasaklıyorsa, artık bunu başka bir şeklini düşünemezdi. Yasak yasaktı onun için: İzinlerde ise her zaman kuşkulu, açık söylenilmemiş, bulanık bir yan arardı. Kentte bir tiyatro, okuma ya da çay salonu açılmasına izin çıksa başını sallar, alçak bir sesle,
“— Tabii haklılar, derdi. Bütün bunlar iyi ya, altından bir çapanoğlu çıkmasa.

“Kendisiyle hiç ilişiği yokmuş gibi görünen en küçük bir yasadışı hareket son derece üzer, umutsuzluğa düşürürdü onu. Arkadaşlarından biri kiliseye geç kalsa, öğrencilerden birinin yaramazlığı duyulsa ya da memurelerden biri gece geç vakit bir subayla dışarıda görülse hemen heyecanlanır,
“— Altından bir çapanoğlu çıkmasa bari, derdi.
“Çocuk eğitimi konusunda ileri sürdüğü fikirlerdeki aşırı ürkeklik ve kuşkuculuğuyla, gerçekten kılıflı iddialarıyla ne kadar da umutsuzluğa düşürürdü bizleri! Kız ve erkek liselerinde gençliğin gemi azıya aldığını, sınıflarda çok gürültü olduğunu, bunları yukarının duymasından, altından bir çapanoğlu çıkacağından korktuğunu, ikinci sınıftan Petrov, dördüncü sınıftan Yegor atılsa çok iyi olacağını söyler dururdu. Sonunda ne oldu biliyor musunuz? İç çekmeleriyle, acınma-larıyla, renksiz, küçücük yüzünün ortasındaki -gerçekten ko-karcanınki gibi küçücüktü yüzü- siyah gözlükleriyle sonunda hepimizi yendi. Yenilgiyi ister istemez kabullenmiştik: Önce ‘hal ve gidiş’ten Petrov ile Yegor’un birer notunu kırdık, bir zaman sonra cezayı daha ağırlaştırarak izinsiz bıraktık ve sonunda okuldan attık onları…
“Belikov’un pek yadırganan bir huyu daha vardı: öğret? men arkadaşlara konukluğa giderdi. Girer oturur denetlemeye gelmiş gibi hiç konuşmadan duvarlara, eşyalara bakardı. Bir iki saat böylece oturduktan sonra kalkıp giderdi. Bunun adına da ‘Arkadaşlarla iyi ilişkileri sürdürmek,’ derdi. Bu ziyaretlerin ona pek sıkıcı ve ağır geldiği açıktı ya, bir arkadaşlık görevi sayıyordu bunu kendince. Biz öğretmenler son derece çekinirdik ondan. Müdür bile korkardı, inanın. Öğretmenler az çok mürekkep yalamış, Turgenyev’i, Sçedrin’i okumuş, kafası işleyen insanlardır, değil mi? Ama gelin görün ki, çizme ve şemsiye ile dolaşan bu adam tam on beş yıl okulu avucunun içinde tuttu! Yalnız okulu mu? Bütün kenti! Aman belki o duyar gibi eşlerimiz cumartesi akşamlan toplanıp şöyle bir eğlenemezler, oruç ayında din adamları onun yanında et yemekten, iskambil oynamaktan çekinirlerdi. Son on-on beş yıldan beri onun etkisiyle kentte herkes, her şeyden korkar olmuştu. Yüksek sesle konuşmaktan, mektup yazmaktan, uygunsuz kaçabilecek bir dostluğa başlamaktan, kitap okumaktan, yoksullara yardım etmekten, onları okutmaktan çekmiyorlardı…”
İvan İvamç bir şey söylemek istiyor gibi öksürdü, piposundan bir çekti, ay1 a baktı ve tane tane konuşarak:
— Evet, dedi. Kafası işleyen, Turgenyev’i de, Sçedrin’i. de, daha birçoklarını da okumuş öğretmenler boyun eğdiler… Böyle işte.
Burkin hikâyesine devam etti:
“Belikov ile aynı apartmanda oturuyorduk. Dairelerimiz aynı katta, kapılarımız karşı karşıyaydı. Sık sık görüşürdük. Evdeki yaşantısını da biliyordum. Orada da aynı durum vardı: pijama, külah, panjurlar, kapı sürmeleri, bir sürü yasaklar ve ‘altından bir çapanoğlu çıkmasa!’lar… Oruç ayında hamur işi yese mideye zarar, et yese olmaz: birisi duyar ya da görür de ‘Belikov oruç tutmuyor,’ diye söz ederler sonra… Bunun da bir yolunu bulmuştu, tereyağında alabalık kızarttırıp yerdi. Bu belki oruç yemeği değildi, ama orucu bozacağını da kimse iddia edemezdi ya… Birinin aklına kötü bir şey gelir diye evine kadın hizmetçi sokmazdı. Afanasiy adında beceriksiz, yarım akıllı, askerliğinde emirerliği yapmış, şöyle böyle yemek pişirebilen, altmış yaşlarında bir adamı aşçı olarak tutmuştu. Afanasiy, ellerini göğsünde bağlar, kapıda dikilir, derin derin soluyarak durmadan aynı şeyi mırıldanırdı: “— Eskiden böyle miydi ya!..
“Belikov’un yatak odası kutu gibi küçücüktü. Karyolasını koyu bir cibinlik kuşatırdı. Yatağa girer girmez başını yorganın altına sokar, kalkıncaya kadar bir daha dışarı çıkarmazdı onu. İçeride daima sıkıcı, boğucu bir hava olurdu. Rüzgâr, kapalı pancurları, kapıları tıkırdatır, sobada ıslık çalar, mutfaktan Afanasiy’in öfkeli solumaları işitilirdi…
“Yorganın altında boğulacak gibi olurdu. Kötü birşeyler olacağını, Afanasiy’in onu kesmek istediğini, hırsızların eve girmeye hazırlandıklarını kurar kurar, sonra sabahlara kadar kötü kötü düşler görürdü. Ve sabahleyin birlikte okula giderken hep solgun yüzlü, sıkıntılı görürdüm onu. Gitmekte olduğu kalabalık, gürültülü liseden ürktüğü, çekindiği belli olurdu hareketlerinden. Benimle yürümekten bile sıkılırdı. Ve bu can sıkıntısını gizleyebilmek için,
“— Son zamanlarda çocuklar sınıflarda çok gürültü ediyorlar, derdi. Bu kadarı hiç olmamıştı.
“Ve bu Latince öğretmeni, bu kabuğuna çekilmiş insan, inanır mısınız, az kalsın evleniyordu.”
İvan İvanıç, birden dönüp içeri baktı:
— Şaka ediyorsunuz!
— Hayır, ciddi söylüyorum, inanılacak şey değil, ama ramak kalmıştı evlenmesine. Kovalenko, Mihail Şavviç Kova-lenko adında Ukraynalı bir tarih-coğrafya öğretmeni atanmıştı bize. Ablası Varenka ile geldi. Uzun boylu, esmer, iri-yan, kocaman elli, kalın sesli bir gençti bu. Sıtma görmemiş bir sesi vardı, konuşurken gümbür gümbür ederdi… Ablası ise genç kızlık çağını arkada bırakmış, otuz yaşlarında, kara kaşlı, kara gözlü, al yanaklı, kardeşi gibi iriyarı ve uzun boylu bir kızdı. Kız dedim ya, eni konu geçkin bir şey olduğunu kestirmişsinizdir. Öyle canlı, neşeli, gürültücü halleri vardı ki… Durmadan Ukrayna halk şarkıları söyler, kahkahayla gülerdi. En küçük bir şey olsa ha, ha, ha! diye yüksek perdeden kahkahayı koyverirdi. Hatırlıyorum, Kovalenko’larla müdürün yaş günü partisinde tanışmıştık. Her zaman ciddi, ciddi oldukları kadar da sıkıcı, yaş günü partilerine bile zoraki giden öğretmenler arasına köpüklerin içinden birdenbire bir Afrodit doğuyor: ellerini beline koymuş ortalarda dolaşıyor, neşeli kahkahalar atıyor, şarkı söylüyor, oynuyor… Önce duygulu bir sesle ‘Rüzgâr esiyor’ şarkısını söylemişti. Peşinden bir iki halk şarkısı daha söyledi. Hepimiz mest olmuştuk. Be-likov bile hayran hayran dinliyordu onu. Şarkılar bitince gidip yanına oturmuş, tatlı tatlı gülümseyerek,
“— Ukrayna dili de Latince gibi kulağı okşayıcı ve gür sesli bir dil, demişti.
“Bu yakınlık kızın hoşuna gitmiş olacak ki, heyecanlı heyecanlı yurdunu, Gadyaçeski ilindeki çiftliğini anlatmaya başlamıştı. Annesi çiftlikte kalıyormuş, öyle armutlar, öyle kavunlar, kabaklar yetişirmiş ki orada… O kadar lezzetli, o kadar lezzetli borsç çorbası yapılırmış ki, tadına doyum olmazmış!..
“Ağzımız açık onlara bakıyorduk. Hepimiz aynı şeyi düşünüyorduk. Müdürün eşi kulağıma eğilerek,
“— Onları evlendirirsek mi, ne dersiniz? diye fısıldadı. “Nedense hepimiz aynı anda Belikov’un bekâr olduğunu hatırlamıştık. Bir arkadaşımızın yaşantısındaki böyle önemli bir ayrıntının şimdiye dek dikkatimizi çekmemiş olmasına şaşıyorduk. Acaba kadınlar hakkında ne düşünüyordu? Bu önemli konudaki sorunlarını nasıl çözümlüyordu? Bu sorularla daha önceleri hiç ilgilenmemiştik. Belki de, sıcak yaz günlerinde bile çizmeyle gezen, cibinliksiz uyuyamayan bu adamın, birini sevebileceğine olasılık vermiyorduk. Müdürün eşi, kulağıma fısıldamaya devam ediyordu:
“— Kırk yaşını geceli hayli oluyor, kız da otuzunda… Varenka’nın bu işe hayır diyeceğini sanmam.
“Can sıkintısından neler yapılmaz ki taşrada! En akla hayâle gelmeyecek saçmalıklar, delilikler! Bu durum, yapılması gereken şeylerin yapılmayıp da boş şeylerle uğraşılmasından ileri geliyor bence. İşte bu avarelikten olacak, evli halini düşünemediğimiz bir adamı evlendirmeyi koymuştuk aklımıza. Müdürün, müfettişin ve öteki öğretmenlerin eşleri, hayatın amacını görmüş, anlamış gibi birdenbire kendilerini bulmuşlardı. Bir akşam müdürün eşi, tiyatroda bir loca kiralıyor. Bir de ne görüyoruz, elinde süslü püslü bir yelpazeyle Varenka da sağ yanında oturmuyor mu? Mutlu mu mutlu, gözleri pırıl pırıl… Yanında da Belikov süklüm püklüm… Evden kerpetenle sökülüp alınmış gibi bir hali var. Bir akşam yemeği verecek oluyorum, kadınlar Belikov ile Varenka’yı buyur etmem koşuluyla kabul ediyorlar. Anlayacağınız, kazan durmadan kaynıyordu. Sonunda Varenka’nın bu evliliğe seve seve atılacağı çıktı ortaya. Kardeşiyle aralan pek iyi değildi zaten. Her gün kavga gürültü vardı aralarında. Örnek mi istiyorsunuz? Buyrun: Bir keresinde sokakta bağrışmışlar-dı. Eve dönüyorlardı, önde iriyarı, insan azmanı Kovalenko, sol elinde bir paket kitap, ötekinde kocaman budaklı bir sopa, kasketinin altından saçları alnına düşmüş, üzerinde yamalı bir gömlek, yürüyordu. Kolları yine kitap dolu ablası iki adım arkasından söylene söylene geliyordu:
“— O kitabı okumadın sen, Mihail! Yemin ederim ki okumadın! diyordu.
“Kovalenko elindeki sopayı parke taşlarına hırsla vurarak,
“— Okudum! diye bağırıyordu. Kaç kere söyleyeceğim, okudum işte!
“— Hey Allahım! Niçin kızıyorsun, canım? Güzel güzel konuşamaz mısın sen?
“Kovalenko, bu kez daha da yüksek sesle bağırıyordu:
“— Okudum diyorum sana! Kes artık!..
“Evde de aynı hır gür vardı. Birbirini yer dururlardı. Böyle bir yaşantı tabii ki bıktırmış olmalıydı kızı. Kendi evce-ğizi olsun isterdi. Yaşını da hesaba katıyor olmalıydı. Böyle durumlarda insan evlenmek için adam seçmez, kim çıkarsa karşısına evlenir gider. Evleneceği erkek bir Latince öğretmeni olsa bile… Hem, bizim kızlarımız için, evlenecekleri kimse değil, evlenmek önemlidir. Her ne hal ise, Varenka, Belikov’a açıktan açığa aşırı ilgi gösteriyordu.
“Ya Belikov? Bizlerin ziyaretimize geldiği gibi Kovalen-ko’lara da gidiyordu. Girip oturuyor ve bir sözcük bile söylemeden yine duvarları seyrediyordu. O sustukça Varenka ya ‘Rüzgâr esiyor’u söylüyor, ya dalgın dalgın ona bakıyor, ya da birdenbire kahkahayı basıyordu: “—Ha, ha, ha!..
“Aşkta, özellikle evlenme konusunda telkinin çok büyük rolü vardır. Hepimiz, -arkadaşlar ve hanımlarımız- Belikov’un, artık hayatta onun için yapılacak tek akıllıca işin evlenmek olduğuna inandırmaya, ayartmaya çalışıyorduk. ‘Nikâh pek ciddi bir adımdır’, ‘Varenka güzel ve ilginç bir kızdır’, ‘Öyle basit bir kimse olduğu sanılmasın sakın, babası kolbaşıydı’, ‘Hem çiftliği de var’, ‘Size ilgi gösteren, içten olan tek kızdır’ gibi bir sürü ipe sapa gelmez sözleri büyük bir ciddiyetle söyleyerek adamcağızın başını döndürdük. Ve sonunda evlenmesinin gerektiğine kendisi de inanır oldu.” İvan İvanıç araya girdi:
— Önce çizme ve şemsiyesini attırsaydınız bari.
— Uğraştık, ama başaramadık bir türlü. Varenka’nın bir resmini masasının üstüne koymuştu. İkide bir bana geliyor, Varenka’dan, aile mutluluğundan, nikâhın ciddi bir adım olduğundan, Kovalenko’lara gittiğinden dem vuruyordu. Öte yandan, yaşayışını hiç mi hiç değiştirmemişti. Aksine, evlenme düşüncesi, kabuğunun daha da derinlerine çekilmesine yol açmıştı. Zayıflamış, rengi iyiden iyiye uçmuştu. Bir keresinde cansız cansız gülümseyerek,
“— Varvara Savvişna’dan hoşlanıyorum, demişti bana. Her insanın bir yuva kurmak zorunda olduğunu biliyorum, ama… Her şey o kadar birdenbire oldu ki… Çok düşünmek gerek.
“— Düşünecek ne var? dedim. Evlenin, olsun bitsin.
“— Olmaz, evlenme öyle basit bir şey değildir. İnsan önce, üzerine almaya hazırlandığı tüm sorumluluk ve zorunlulukları taşıyabileceğinden iyice emin olmalıdır… Sonra altından bir çapanoğlu çıkar. Çok kaygılandırıyor beni bu. Gece sabahlara kadar uyuyamıyorum. Niçin gizleyecekmişim, korkuyorum: kardeşinin de onun da öyle garip fikirleri var ki, bizden çok başka türlü düşünüyorlar. Yaratılışı da çok hareketli. Evlenirsin, bir zaman sonra, Allah saklasın, tatsız bir durum çıkar ortaya… O zaman da ayıkla pirincin taşını bakalım…
“Evlenme önerisini bir türlü yapamıyordu. Her gün erteliyordu niyetini. Bu durum müdürün eşiyle öteki hanımları son derece üzüyordu tabii. Sorumluluk ve zorunlulukları gözünde büyütüyor, ama öte yandan her gün Varenka ile dolaşıyordu. Bunun normal olduğunu, durumunun öyle davranmasını gerektirdiğini sanıyor olmalıydı. Aile mutluluğu üzerine konuşmak için hemen her güri bize geliyordu. Her şeye karşın, hiç beklenilmedik büyük bir skandal patlak vermeseydi, avarelik ve sıkıntıdan taşrada önayak olunan gereksiz ve saçma evliliklerden biri daha birleşme ile sonuçlanacaktı. Şunu da söyleyeyim ki, Varenka’nın kardeşi Kovalenko, ilk görüştükleri günden beri Belikov’dan nefret ediyordu. Görecek gözü yoktu onu. Omuzlarını kaldırarak,
“— Bir türlü akıl erdiremiyorum, derdi. Herkesin işine burnunu sokan bu pis herife, iğrenç yüzüne nasıl dayanabiliyorsunuz? Böyle bir kentte nasıl yaşıyorsunuz, şaşıyorum. Havası insanı boğacak gibi oluyor. Sözümona öğretmensiniz. Ne gezer?.. Kafalarınızın içi tın tın. Yasalara körü körüne bağlı, beyni küflenmiş bir polis memurundan farkınız yok. Bu böyle gitmez canım; sizin gibi insanlarla bir arada yaşayamam. Hemen Ukrayna’ya, çiftliğime dönüp ıstakoz avlar, köylü çocuklarına birşeyler öğretmeye çalışırım daha iyi. Sizi yalancı peygamberinizle baş başa bırakacağım, ne haliniz varsa görün.
“Bazan gözlerinden yaş gelen dek o gürültülü sesini bir inceltip bir kalınlaştırarak kahkahayla güler, sonra kollarını iki yana açarak,
“— Bizim eve de niçin gelir bilmem, dediği olurdu. Ne istiyor bizden? Gelip oturuyor, duvarlara bakıp bakıp bir şey konuşmadan çekip gidiyor.
“Belikov’a bir ad bile takmıştı: ‘Örümcek’ diyordu ona. Ablası Varenka’nın ‘Örümcek’le evlenmeye hazırlandığını hiçbirimiz söyleyemiyorduk ona tabii. Müdürün eşi, bir keresinde, ablasının herkesçe sevilen ve sayılan Belikov gibi ciddi birisiyle evlenmesinin pek iyi olacağını ima yoluyla çıtlatma- , ya cesaret ettiğinde kaşlarını çatmış,
“— Böyle şeylere ben karışmam, diye homurdanmıştı.

Canı isterse o iğrenç herifle bile evlenebilir. Başkalarının işine burnumu sokmak âdetim değildir.
“Bakın sonra ne oldu. Yaramaz öğrencinin biri bir karikatür çizmiş: Belikov ayağında çizmeleri, şemsiyesini açmış, pantolonunun paçalarını sıvamış gidiyor; kolunda da Varenka… Altında şöyle bir yazı: ‘Âşık antropos’. Siz de kabul edersiniz ki başarılı bir buluş… Sanatçının birkaç gece sabahlara kadar çalışması gerekmiş sonradan. Çünkü kız ve erkek liselerinin, papaz okulunun bütün öğretmenleri, memurlar, birer tane istemişlerdi aynı karikatürden. Belikov bile almıştı bir tane. Karikatürün çok ağır bir etkisi olmuştu üzerinde.
“Mayısın biri pazardı. Öğretmen ve öğrenciler okulun önünde buluşup yürüyerek kent dışındaki koruluğa gidecektik. Evden Belikov’la birlikte çıkmış, okula doğru yürüyorduk. Yüzü yemyeşildi. Dudakları titreyerek, “— Ne kötü insanlar var! dedi.
“Nedense, acımıştım ona. Okula yaklaşmıştık ki, birden ne görsek beğenirsiniz? Kovalenko, bisikletle gelmiyor mu… Arkasından, yüzü al al olmuş, yorgun, ama yine de neşeli, mutlu ablası başka bir bisiklette, ona yetişmeye çalışırken bir yandan da bağırıyor:
“— Biz önden gidiyoruz! Hava o kadar güzel, o kadar
güzel ki!
“Ve bir dakika geçmeden ikisi de gözden kayboldular. Bizim Belikov’un yüzü yeşilden beyaza dönmüştü. Dili tutulmuştu sanki, durmuş, anlamsız anlamsız yüzüme bakıyordu…
“— Affedersiniz ama, dedi, bu da nesi? Yoksa gözlerim mi yanılttı beni? Lise öğretmenleri ile kadınların bisiklete binmesi yakışık alır mı hiç?
“— Bunda yakışık almayacak ne var? dedim. Binebiliyor-larsa ve sağlıkları da elveriyorsa varsın istedikleri kadar binsinler, bize ne?
“Benim bu umursamazlığım daha da şaşırtmıştı onu: “— Öyle mi? dedi. Demek öyle ha?
105
“Çok bozulmuştu. Bizimle gelmekten vazgeçip eve döndü.
“Ertesi gün okulda hiç durmadan sinirli sinirli ellerini ovuşturuyor, zangır zangır titriyordu. Sağlık durumunun pek iyi olmadığı açıktı. Ve ömründe ilk kez dersleri yarıda bırakarak evine gitti. Öğle yemeğini bile yememişti. Akşama doğru, dışarıda hava oldukça sıcak olduğu halde, sıkı sıkıya giyinip tıs tıs Kovalenko’lara gitmiş. Varenka evde yokmuş, Kovalenko kaşlarını çatarak soğuk bir tavırla buyur etmiş onu. Öğle uykusundan yeni kalktığı için keyfi pek yerinde değilmiş:
“— Rica ederim, oturun, demiş.
“Belikov on dakika hiç konuşmadan oturmuş ve sonra başlamış:
“— Üzüntülermi size açmak için geldim, demiş. Canım çok sıkılıyor. İftiracı alçağın biri, benim ve ikimize de çok yakın bir bayanın gülünç bir resmini yapmış. Şuna inanmanızı istiyorum ki, bunda benim hiçbir suçum yoktur… Böyle bir alaya yol açabilecek en küçük bir düşüncesiz hareketim olmamıştır. Tam tersine, daima son derece dürüst ve ciddi davrandım.
“Kovalenko, önüne bakıyor, bir şey söylemiyormuş. Belikov sesini alçaltarak devam etmiş:
“— Bir şey daha söylemek istiyorum size. Uzun yıllardan beri öğretmenlik yapıyorum, siz ise daha yeni atıldınız mesleğe. Bir ağabey olarak sizi uyarmak görevimdir. Bisiklete bindiğinizi gördüm dün. Oysa bu, görevi gençliği eğitmek olan bir kimseye yakışmaz.
“Kovalenko bas sesiyle sormuş:
“— Niçin?
“— Bunun anlaşılamayacak ne yanı var, Mihail Savviç? Düşünemiyor musunuz ki, öğretmenleri bisiklete binerse, öğrencilere binecek bir şey kalmaz! Başlarının üzerinde mi yürüsünler onlar da? Yönetmelikte böyle bir izin olmadığına göre binemezsiniz demektir. Dün görünce şaştım kaldım doğrusu! Ablanızı da arkanızdan başka bir bisikletle sizi izlerken görünce gözlerime inanamadım. Bir kızın ya da kadının bisiklete binmesi ne korkunç şeydir!
“— Asıl istediğiniz nedir, sizin? Onu söyleyin. “— Sadece sizi uyarmak istiyorum, Mihail Savviç, o kadar. Gençsiniz daha, önünüzde uzun bir çalışma, çabalama dönemi var. Çok çok dikkatli olmalısınız. Ama siz öyle tehlikeli hareketler yapıyorsunuz kî!.. Yamalı gömlekle, elinizde kitapla dolaşıyorsunuz sokakta, şimdi de bisiklet çıktı. Yukarının haberi olursa… İster misiniz yani, öyle bir §ey olsun? Kovalenko yavaş yavaş kızmaya başlamış: “— Benim de, ablamın da bisiklete binmemiz kimseyi ilgilendirmez! diye bağırmış. Aile işlerine burnunu sokacak olanları cehennemin dibine yollarım.
“Belikov’un yüzü bembeyaz kesilmiş bir anda. Kalkıp, “— Bana karşı böyle davranırsanız sizinle konuşamam artık, demiş. Rica ederim yanımda üstlerimden bir daha böyle söz etmeyin. Büyüklerimize saygılı olmak zorundasınız. “Kovalenko’nün tepesi atmış artık, öfkeli öfkeli bakmış
karşısındakine:
“— Kimseye saygısızlık ettiğim yok! Beni rahat bırakın, lütfen. Sizin gibi dalkavuk herifle konuşamam ben. Üstelik iftiracılardan da nefret ederim.
“Belikov, pabucun pahalı olduğunu anlamış ve gitmek için aceleyle hazırlanmaya başlamış. Ömründe ilk kez böyle kaba sözler işitiyormuş. Odadan merdiven başına çıkarken,
“— Şimdi istediğiniz gibi konuşabilirsiniz, demiş. Yalnız şunu bilin ki, konuşmamızı birinin duymuş olabileceğini hesaba katarak, yanlış anlamaya meydan vermemek için tartışmamızın özetini müdür beye iletmek zorundayım. Bunu yapmam gerek.
“— İletecek misin? Bas git, ilet, cehennemin dibine kadar yolun var!
“Kovalenko, artık kendinde değilmiş. Belikov’u yakasının arkasından yakaladığı gibi itmiş. Beriki, çizmeleri basamaklarda gürültü çıkara çıkara merdivenden aşağı yuvarlanmış. Merdiven hayli yüksek ve diktir, ama Belikov dibe kadar sağ salim varabilmiş. Ayağa kalkmış, gözlükleri sağlam mı öğrenmek için burnunun üstünü yoklamış. Tam o merdivenlerden yuvarlanırken giriş kapısından Varenka, yanında iki bayanla içeri girmiş. Üçü de durmuş. Belikov’u seyredi-yorlarmış. Onun için asıl acı olan da bu olmuş zaten. Keşke iki ayağı da boynu da kınlaydı, kadınların gözünde küçük düşmeseydi. Şimdi bu olayı şehirde duymayan kalmayacak, herkes onu konuşacaktı. Müdür bey duyacak, büyüklerin kulağına gidecek! Ah, bir çapanoğlu çıkmasaydı altından! O insafsız öğrenci yeni bir karikatür çizecek ve sonunda istifa etmesini isteyeceklerdi…
“Doğrulduktan sonra tanıyabilmiş onu Varenka ve gülünç yüzüne, buruş buruş olmuş paltosuna, çizmelerine bakarak, durumu kavrayamadan, Belikov’un yanlışlıkla düştüğünü sanarak kendini tutamamış, kahkahayı koyvermiş: “— Ha, ha, ha!..
“Ve bu şakrak ‘ha, ha, ha’ ile her şey bitti: Evlenme işi de, Belikov’un yeryüzündeki yaşantısı da. Varenka’yı işitmiyordu artık, gözleri kararmıştı. Eve dönünce ilk işi Varen-ka’nın resmini masasının üstünden almak olmuş. Sonra yatmış… bir daha da kalkmadı.
“Bu olay üzerinden üç gün geçmişti ki bir sabah Afana-siy çaldı bizim kapılı. Beyinin çok hasta olduğunu söyledi ve doktor çağırsa nasıl olur acaba diye sordu. Hemen Belikov’un yanına koştum. Gene cibinliğinin içindeydi. Yorganı çenesine kadar çekmiş, hiç konuşmadan yatıyordu. Sorularıma evet ve hayırdan başka yanıt vermiyordu. Afanasiy üzülmüşe benziyordu. Derin derin soluyarak odada dolaşıyor, birşeyler yapmaya çabalıyordu. Votka fıçısı gibi keskin bir votka kokusu yayılıyordu ondan.
Bir ay sonra Belikov öldü. Cenaze törenine hepimiz, iki lisenin ve papaz okulunun öğretmenleri katıldık. Tabutta yatarken yüzünde cana yakın, hoş, hatta neşeli bir ifade vardı.

Sanki, bir daha hiç çıkmayacağı kabuğuna girebildiğine seviniyordu. Evet, ülküsüne erişmişti Belikov! Ve bunun onuru-naymış gibi, cenaze günü yağmurlu, kötü bir hava vardı, hepimiz çizmeli ve şemsiyeliydik. Mezarlığa kadar Varenka da gelmişti. Tabut çukura indirilirken acı acı ağlıyordu. Ukraynalıların ya kahkaha attıklarını ya da ağladıklarını, ikisinin arasındaki ruhsal durumlarının pek bulunmadığını o gün anladım.
“Doğrusunu söyleyeyim, Belikov gibilerini toprağa bırakmak insana bir hafiflik veriyor. Mezarlıktan dönerken görevini yerine getirmiş insanların rahatlığı vardı içimizde. Ta çocukluğumuzda büyükler bizi evde yalnız bırakıp gittiklerinde bahçeye koşup sonsuz özgürlüğümüzün tadını çıkardığımızda duyduğumuz hafifliğe benzeyen bu rahatlığı nedense hepimiz içimizde gizlemeye, yanımızdakilere fark ettirmemeye çalışıyorduk. Ah, özgürlük, özgürlük, ne tatlısın sen! Bir parıltın bile ruhlara kanat takmaya yetiyor!
“Anlayacağınız, herkes evine mutlu döndü. Ne var ki, aradan günler geçtiği halde, yönetmelik yasaklarıyla dolu, ama yine de yeterince özgür yaşantımız eskisi gibi sıkıntılı, sert ve anlamsız devam ediyordu. Hiçbir şey değişmemişti. Belikov’u toprağa vermiştik, ama onun gibi kabuğuna çekilmiş daha niceleri vardı. Bu hep böyle de gidecek!” İvan İvanıç,
— Haklısınız, dedi..
Ve piposunu tüttürmeye devam etti. Burkin,
— Böyle insanlar yeryüzünden hiçbir zaman eksik olmayacaktır!..
Biraz sonra lise öğretmeni samanlıktan çıktı. Kısa boylu, şişman, dazlak kafalıydı. Sakalları hemen hemen göbeğine kadar uzanıyordu. Onunla birlikte iki avcı köpeği de çıktı
dışarı.
Burkin yukarı bakarak,
— Ey mehtap, dedi, mehtap!

 

Geceyarısı olmuştu. Sağda, köy ve beş verst ilerisi gözüken uzun köy yolu, derin, sessiz bir uykuya dalmıştı. Ne bir ses, ne de bir hareket vardı. Doğanın bu denli sessiz olabileceğine inanası gelmiyordu insanın. Mehtaplı bir gecede iki yanında köy evleri, uyuyan söğüt ağaçlan, ot yığınlarıyla geniş bir köy yolunu seyretmek kişinin içinde bir yumuşaklık verir. Gecenin, bu yarı karanlıkta işten, kaygı ve üzüntüden arınmış sessizliği içinde cana yakın, hüzünlü, hoş bir görünüşü vardır. Yıldızlar bile sevinçli bir duygululukla bakıyor gibidir. Artık yeryüzünde kötülük yokmuş, her şey yolundadır sanki.
Solda, köyün bitiminden sonra, ta ufka kadar süren bir düzlük başlıyordu. Ayın ısıttığı bu bozkırda çıt çıkmıyordu.
— Haklısınız, dedi İvan İvanıç.
— Kentteki boğucu, yaşantımız, karaladığımız bir sürü gereksiz kâğıt, oynadığımız briç de birer kabuk değil mi? Bütün ömrümüzü işsiz güçsüzlerin, karaborsacıların, aptalların, avare kadınların arasında, günlerimizi saçmasapan şeyler dinlemekle geçirmemiz de birer kabuk değil midirler? Canınızı sıkmazsam ilginç bir hikâye anlatabilirim size.
— İstemez, yatalım artık, dedi Burkin, hadi Allah rahatlık versin.
Birlikte içeri girip samanların üzerine uzandılar. İkisi de üstlerini örtüp uyumaya hazırlanıyorlardı ki, birden dışarıda ayak sesleri işitildi: tap, tap… Yoldan birisi geçiyordu. Yürürken birden duruyor, aradan iki dakika geçtikten sonra yeniden: tap, laplar başlıyordu. Köpekler hırlamaya başladılar.
Burkin:
— Mavra geçiyor, dedi.
Biraz sonra ayak sesleri işitilmez olmuştu. İvan İvanıç öte yana dönerken homurdandı:
— Başkalarının yalanlarını dinlemek ve bu yalanlan yutmuş göründüğün için seni aptal bellemelerine göz yummak, alçalmayı sineye çekmek, dürüst, özgür insanların yanında olduğunu açık açık söyleyememek, üstelik yalan söylemek zorunda kalmak, gülümsemek… Hayır, hayır, beş para bile değeri olmayan bir lokma ekmek, bir sıcak köşe, bir mevki için çekilmez bütün bunlar. Böyle bir dünyada yaşanmaz! Burkin yarı uykulu bir sesle,
— Başka bir operaya geçtiniz, dostum, dedi. Hadi uyuyalım.
Biraz sonra derin bir uykuya dalmıştı. İvan İvanıç uzun süre bir o yana bir bu yana döndü durdu, ofladı, pofladı. Kalkıp dışarı çıktı, kapının eşiğine oturup piposunu yaktı…

Anton Çehov

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments