Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaPolitikaDünyaFilistin Sorununa Marksist Yaklaşım | Zeynep Güneş

Filistin Sorununa Marksist Yaklaşım | Zeynep Güneş

Ortadoğu haritasına bakan bir kimse cetvelle çizilmiş sınırlarla birbirinden ayrılmış birçok devletin varlığını görünce şaşırmadan edemez. Cetvelle çizilmiş bu sınırlar yapaylığın timsali gibi dururlar. Bu muntazam çizgiler gerçekte nüfusu 200 milyonu aşmış tek bir büyük ulusu oluşturan Arap halkının canlı bedenine atılmış kesikleri temsil etmektedirler. Bugün bu çizgilerle Arap ulusu yirmiden fazla devlete bölünmüş haldedir. Bu manzara sömürgeci sistemin çözülüş sürecinde emperyalistlerin geride bıraktıkları mirasa dair klasik bir hikayenin belki de en çarpıcı resmini sunmaktadır. Sömürgeciler hem sistemlerini sürdürürken hem de sistemin çözülüş sürecinde hep eski ve emin bir taktik olan böl-yönet taktiğini izlediler. Özellikle sömürgeciliğin gerçek temsilcisi olan Britanya bu taktiği tarihte eşi görülmemiş ölçüde rafine bir taktik haline getirdi. Aynı kanlı tablo, İrlanda’da kuzey-güney bölünmesinde, Hint alt kıtasında Hindistan-Pakistan bölünmesinde, Kıbrıs’ta Türk-Rum bölünmesinde ve daha nice örnekte Britanya sömürgeciliği tarafından sistematik biçimde tekrarlandı. Bu böl-yönet taktiğiyle sömürgeciler ezilen halkları birbirine kırdırmış, düşman etmiş ve takatsiz bırakmıştır.

Bugün Filistin sorunu olarak karşımızda duran sorun, emperyalistlerin Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda, halkların gerçek canlı bedenlerine uymayan yapay bir biçimde şekillendirmesinin sonucu olarak ortaya çıkan sorunlar yumağının son ve can alıcı halkasıdır. Filistin sorununa sağlam bir perspektifle yaklaşabilmek için bu tarihsel boyutun iyi anlaşılması zorunludur. Öte yandan Filistin sorunu daha karmaşık başka boyutlar da içermektedir. Yukarıda belirttiğimiz Arap ulusunun bölünmüşlüğü sorununun yanı sıra, sorunun bir kolu ezilen bir halk olarak Filistin halkının haklı kurtuluş mücadelesi boyutuna, bir diğer kolu da çok köklü bir tarihsel sorun olan Yahudi sorunu boyutuna açılmaktadır. Tüm bu karmaşık boyutlar Filistin sorununun Filistin’in kendisiyle sınırlı bir sorun olmadığını şüpheye yer bırakmayacak biçimde ortaya koyar.

Sorunun bu denli karmaşık olması, hem onun teşhisi hem de çözümü açısından birbirinden son derece farklı bakış açılarının ve yaklaşımların doğmasına yol açmıştır. Bu yaklaşımlar büyük oranda ciddi yanlışlıklar ve eksiklikler barındıran yaklaşımlardır. Burjuva ve küçük-burjuva bakış açısıyla geliştirilen teşhis, tahlil ve çözüm önerileri temelde çıkışsızdır. Bu soruna ancak Marksizmin bakış açısıyla gerçek ve sağlıklı yaklaşım geliştirilebilir. Başta ezilen Filistin halkı olmak üzere, Ortadoğu’nun ezilen emekçi kitlelerinin gerçek çıkarlarına uygun bir çözümün nasıl olacağı, işçi sınıfı enternasyonalizmini bayrak edinen gerçek Marksistler ve sınıf bilinçli işçiler için önem taşır. Tarihsel ve kültürel açıdan insanlığın evrensel mirasına çok şey katmış olan yeryüzünün bu önemli coğrafyası, kapitalist dünya sistemine karşı evrensel mücadelemizin önemli bir cephesini oluşturmaktadır.

Filistin halkının İsrail zulmüne karşı dinmeyen direnişi tam da sorunun yukarıda anlatmaya çalıştığımız çok boyutluluğu nedeniyle sadece İsrailli egemenleri değil tüm işbirlikçi Arap rejimlerini tedirgin ediyor. Bu böyle olduğu ölçüde şüphesiz büyük emperyalist güçleri de rahatsız ediyor. Bu soruna bir an önce, göstermelik de olsa bir çözüm bulma arayışları o nedenle hiç gündemden düşmüyor. Şimdilerde de ABD emperyalizminin masaya koyup dayattığı ve adına “Yol Haritası” denen sözde çözüm formülüyle karşı karşıyayız. Bu durum Filistin sorunu ve genelde Ortadoğu sorununa yönelik Marksist bir perspektifi ortaya koymayı daha da önemli hale getiriyor.

Sorunun gerçek niteliğini ve boyutlarını kavrayabilmek için öncelikle tarihsel köklerinin ne olduğunu, hangi evrelerden geçerek bugüne geldiğini anlamamız gerekiyor. Bu nedenle İsrail devletinin kuruluş sürecine kadar geriye uzanmak ve bu devletin nasıl kurulduğunu, öncesi ve sonrasıyla ele almak doğru bir başlangıç noktası olarak görünüyor.
Siyonizm ve İsrail devletinin kuruluşu

Çeşitli dönemlerde pek çok baskıya uğrayan ve yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda bırakılan Yahudiler, 19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde Fransa, İngiltere, Amerika gibi ülkelerde topluma entegre olmuşlardı. Fakat burjuva demokratik devrimlerini henüz tamamlamamış olan Doğu Avrupa ve Rusya gibi ülkelerde ise ağır baskılara maruz kalıyorlardı. Siyonizmin ortaya çıkışı da burjuva devrimlerin yükselişte olduğu bu döneme denk düşmektedir. Yaşadıkları toplumlarda özellikle ticaretteki rolleriyle öne çıkan Yahudi burjuvazisi, aslında Siyonizm ile bağımsız bir burjuva devlet ideolojisine kavuşuyordu. Yahudilerin binlerce yıl önce sürülmüş oldukları “vaat edilmiş topraklar”a geri dönmeleri ve tüm dünya Yahudilerinin tek bir devlet altında birleşmeleri fikri olan Siyonizm, başlangıçta az sayıda yandaş bulmasına karşın, soykırımların ve sürgünlerin artmasının ardından giderek daha güçlü bir ideoloji haline geldi.

Avusturyalı bir Yahudi gazeteci olan Theodor Herzl, Yahudi devleti fikrinin babası olarak bilinir. Herzl, 1896’da yayınladığı Yahudi Devleti adlı kitabında, Yahudilerin kurtuluşunun ancak bir Yahudi devleti kurmalarıyla mümkün olduğu fikrini ortaya atmıştır. “Yüce Sultan bize Filistin’i verdiği takdirde biz de buna karşılık Türkiye’nin mali işlerini yoluna koyma görevini üstlenebiliriz. Orada barbarlara karşı ileri karakol rolü oynayacak bir uygarlık kurmalıyız” diyordu Herzl, Osmanlı Sultanına seslenerek.

1897’de İsviçre’de toplanan ilk Siyonist kongrede, Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi devleti kurma ve bütün Yahudileri oraya toplama kararı alındı. Bu sırada Filistin topraklarında 24 bin Yahudi yaşamaktaydı. 1904’te Filistin’e Yahudi göçleri hızla artmaya başladı ve 1917’ye gelindiğinde bu sayı 56 bine çıktı. Aynı dönemde Arapların sayısı 650 bin civarındaydı.

1914’te Birinci Dünya Savaşının patlak vermesiyle, İngiltere, Osmanlıya karşı kendisini desteklemeleri karşılığında, Filistin de dahil Arap topraklarına bağımsızlık sözü verdi. Fakat 1916’da Fransa ile İngiltere arasında imzalanan Sykes-Picot anlaşmaları, Arap topraklarının bu iki emperyalist ülke arasında nasıl paylaştırılacağını hükme bağlıyordu. Bu anlaşmalara göre Filistin, barındırdığı kutsal yerler nedeniyle özel bir statüye tâbi tutularak uluslararası bir rejimle yönetilecekti. Böylece Filistin’e bağımsızlık tanınmıyor, Filistin yalnızca bir Arap toprağı olarak ele alınıyordu. Bu anlaşmalarda herhangi bir Yahudi devletinin kurulması öngörülmüyordu.

Ne var ki İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Balfour’un adıyla anılan 1917 tarihli Balfour Deklerasyonuyla, İngiltere’nin Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması için üstün bir çaba göstereceği açıklanıyordu. Böylece İngiltere, bölgedeki çıkarları uğruna hem Araplara hem de Yahudilere mavi boncuk dağıtıyor, gerektiğinde Arapları Yahudilere karşı kullanmaktan çekinmiyordu.

Osmanlı İmparatorluğunun Birinci Dünya Savaşında yenik düşmesinin ardından Filistin İngiltere’nin egemenliğine girdi. 1922’de Milletler Cemiyeti Filistin için “manda” statüsünü benimseyen bir karar çıkardı. Gerçekte bu karar, Filistin’in Yahudi vatanı olması lehineydi. Fakat Osmanlı egemenliğindeyken Filistin’de Yahudi devleti kurulmasına sıcak bakan İngiltere, bu topraklar kendi egemenliğine geçtiğinde tam tersi bir tutum takındı. 1921’de ve 1929’da Filistin’de kışkırtılan Yahudi karşıtı ayaklanmalarda 200’e yakın Yahudi ve 150’yi aşkın Arap öldürüldü. İngiltere bu bahaneyle, Yahudilerin Filistin’e göç etmelerine ve buradan toprak almalarına sınır getirdi.

İngiliz yönetiminin baskılarına ve her şeye rağmen devam eden toprak kayıplarına daha fazla tahammül edemeyen Filistinliler, 1936 yılında başlayan ve üç yıl süren bir ayaklanmayla karşılık verdiler. Yükseltilen talepler şunlardı: Filistinlilerin yönetiminde demokratik bir hükümet, Siyonist yerleşimlerin durdurulması, Siyonistlerin toprak alımlarının yasaklanması.

Köylülerin elde silah dağa çıktığı, komşu Arap ülkelerinden Arap milliyetçilerinin mücadeleye katılmak üzere Filistin’e geldiği bu ilk İntifada, aynı zamanda genel grev silahının kullanıldığı ve vergi ödememe kararının alındığı bir eylemdi. Üç yıl sürecek bu İntifada’ya İngiliz hükümetinin tepkisi çok sert oldu; 3000 ilâ 6000 arasında Arap katledildi, evleri yakılıp yıkıldı. İngiliz hükümeti, bildik taktiklerine başvurdu ve silahlı bir Yahudi polis gücü oluşturarak bunu İntifada’yı bastırmak için kullandı. Böylece Yahudilerle Araplar iyice birbirine düşürülmüş oluyordu. Fakat ayaklanmanın bastırılması hiç de kolay olmadı.

Ayaklanmayı kontrol edemez hale gelen İngiliz hükümeti, 1939’da Yahudi göçünü sınırlayan ve on yıl içinde Filistin’e bağımsızlık öneren bir rapor yayınladı. Bu rapora göre Yahudilerin toprak almaları yasaklanacak, beş yıl içinde 75 bin Yahudi göçmen daha gelebilecek ve ardından kapılar kapatılacaktı. Böylece İngiliz emperyalizmi, kendisine bağlı bir Arap kukla devletinin yolunu açmak istiyordu. Bu tampon devlet sayesinde, Ortadoğu’nun kontrolü garanti altına alınacak ve Süveyş Kanalının (ki bu sırada İngilizlerin askeri kontrolü altındaydı) korunması sağlanacaktı. Rapor Milletler Cemiyeti tarafından reddedilmesine rağmen, araya giren İkinci Dünya Savaşının yarattığı boşluk nedeniyle İngiltere 1947’ye dek bildiğini okudu.

Bu dönemde Nazilerin uyguladığı Yahudi soykırımı nedeniyle, Avrupa’da 6 milyon Yahudi çoluk çocuk, ihtiyar genç demeden katledilmiş, sağ kalanlarsa toplama kamplarında en ağır koşullarda ölüme mahkûm edilmişlerdi. Avrupa’dan kaçmaya çalışan Yahudilere diğer devletlerin uyguladığı muamele ise tam bir insanlık dramıydı. Limanlar göçmen gemilerine kapatılıyor, insanlar göz göre göre ölüme itiliyordu.

Yahudilere karşı izlenen ve anti-Semitizmde (Yahudi düşmanlığı) somutlaşan bütün bu tutumlar, tek kurtuluşun Siyonizme sarılmak olduğu yolundaki inancı Yahudiler arasında giderek güçlendirdi. 1945’te radikal Siyonist gruplar Filistin’de İngilizlere karşı silahlı mücadele başlattılar. Sonunda İngilizler sorunun çözümü için Birleşmiş Milletlere başvurmak zorunda kaldılar. Bu tarihte Filistin’de Yahudi nüfus 600 bine ulaşmıştı ve bu sayı toplam nüfusun üçte birini oluşturuyordu.

1947’de Birleşmiş Milletler, Kudüs’ün uluslararası bir yönetimle idare edilmesi ve ülkenin Araplar ve Yahudiler arasında ikiye bölünmesi yönünde bir tavsiye kararı aldı. Buna göre nüfusun %70’ini oluşturan ve toprakların %92’sine sahip olan Araplara ülkenin %47’si verilecekti. Birleşmiş Milletler’in bu kararı 33 lehte, 13 aleyhte ve 10 çekimser oyla kabul edildi. İngiltere çekimser kalırken, SSCB lehte oy vermişti.

Bu karar doğrultusunda 14 Mayıs 1948’de bağımsız İsrail Devleti ilan edildi. Kararı kabul etmeyen Araplar, İngiltere’nin de teşvik etmesiyle silahlanarak Yahudilere savaş açtılar. İngiltere’nin planı, çıkacak Arap-Yahudi savaşı sonucunda İngiltere’nin arabuluculuğunun kabul edilmek zorunda kalacağı yönündeydi. İngiltere Filistin’deki güçlerini çekmeden önce kara sınırlarını açtı ve böylece çevredeki Arap ülkelerinden Filistin’e insan ve silah akmasını kolaylaştırdı. Ne var ki aralarında Suriye, Irak, Ürdün, Lübnan ve Mısır ordularının da bulunduğu Arap kuvvetleri yenilgiye uğradılar ve İsrail devletinin daha geniş topraklar üzerinde, daha güçlü bir şekilde kurulmasının yolunu döşemiş oldular.

Savaş sonrasında 700 bin Arap Filistin topraklarından kaçtı ya da sürüldü. Kalanlar topraklarından mahrum bırakıldı. Arap devletleri İsrail’i tanımayı reddettiler. İzleyen yıllarda, benzer şekilde, Fas, Cezayir, Tunus gibi Müslüman Arap ülkelerinden de 600 bin civarında Yahudi İsrail’e sürüldü ya da gitmek zorunda bırakıldı.

Başlarda İsrail’i desteklemeyen ABD ve İngiltere, bölgedeki çıkarları gereğince rota değiştirerek, kısa bir süre sonra İsrail’e tam destek verdiler. ABD’nin amacı bölgedeki üstünlüğü zayıflayan İngiliz emperyalizminin yerini kapmaktı. İngiltere ise, her biri diğerinden istikrarsız olan Arap devletleri yerine İsrail’i desteklemenin daha garantili olacağını düşünmüştü.

İsrail devletini ilk tanıyan ülkelerden biri olan SSCB, İsrail devletinin kurulmasını İngiliz emperyalizminin bölgede zayıflamasının bir ifadesi olarak görmüş ve bu nedenle İsrail’in oluşumunu desteklemişti. SSCB, İsrail-Arap savaşında Çekoslovakya aracılığıyla Yahudilere silah desteğinde bulunmuştu. Dolayısıyla, Filistin davasını sonuna kadar desteklediği sanılan SSCB’nin tutumu, soruna işçi sınıfının değil Sovyet bürokrasisinin çıkarları açısından yaklaşan oportünist bir tutumdu.
İsrail: Yahudi burjuvazisinin zorla zapt edilmiş “vatan”ı

İkinci Dünya Savaşından önce Siyonizm, Yahudiler arasında özellikle orta ve büyük burjuvaziden destek gören yalıtık bir hareketti. Filistin’deki Yahudi işçiler arasında dahi, kapitalizme karşı ortak mücadele anlayışı güçlü bir temele sahipti. Yahudi burjuvazisine, sermayesini güvenli bir şekilde büyütecek bir vatan sağlamayı amaçlayan Siyonizm açısından en büyük tehlike, çok sayıda Yahudi işçinin sosyalist harekete katılması nedeniyle Yahudilerin bulundukları toplumlara asimile olmalarıydı. Bu nedenle Siyonistler, Yahudi işçileri kendi davalarına kazanabilmek için, Siyonizmi eşitlik ve sosyalizm yağına buladılar ve işçileri kendi yanlarına çekme yolunu tuttular. Stalinizmin tüm işçi hareketine damgasını bastığı, SSCB’nin emperyalist devletlerle açık bir işbirliğine gittiği, enternasyonalizmin yerini her yerde milliyetçiliğe bıraktığı, işçi sınıfının bağımsız politikasının yerini sınıf işbirliğinin aldığı bir dönemde izlenen bu yöntem, çok da başarılı oldu. Unutulmamalı ki, bu dönemde Naziler bile iktidara gelirken sosyalizm söylemini kullanmışlar ve kendilerine Nasyonal Sosyalistler (Milliyetçi Sosyalistler) demeyi uygun görmüşlerdi. Ekim Devriminin yarattığı etki hâlâ o derece güçlüydü ki, en faşistinden en ılımlısına kadar tüm milliyetçi burjuva hareketler, işçi sınıfı içinde güçlü bir taban edinebilmek için sosyalizm söylemini kullanmak zorunda kalıyorlardı.

Nazilerin uyguladığı soykırım nedeniyle milyonlarca Yahudinin öldüğü esnada, Siyonist örgütler, ABD ve Batı Avrupa’da göçmen yasalarının zulümden kaçan Yahudilerin girişini kolaylaştıracak şekilde değiştirilmesine şiddetle karşı çıkıyorlardı. Bu ülkelerin parlamentolarındaki Yahudiler yasalar aleyhinde oy kullanıyorlardı. Amaç, İsrail’e göçü hızlandırmak ve Siyonizmin güç kazanmasını sağlamaktı. Yine aynı örgütler, soykırımın uygulandığı ülkelerdeki faşist yönetimlerle anlaşıp, az sayıda seçkin Yahudinin ülke dışına çıkarılması karşılığında yüz binlerce insanın gaz odalarına gönderilmesine sessiz kalıyordu. Yaşlılar ve hastaların İsrail’e gitmeleri istenmiyor, sağlıklı ve genç Yahudilerle İsrail’de güçlü bir ırk yaratılması planlanıyordu. Bu doğrultuda, Hitler’in ari ırk projesine gıptayla bakılıyordu.

Geleceğin başbakanı İzak Şamir, 11 Ocak 1941’de, Ulusal Askeri Örgüt[1] (UAÖ) ile Nazi hükümeti arasında şu askeri anlaşmanın yapılmasını öneriyordu:

Yahudi kitlelerin Avrupa’dan çıkarılması Yahudi sorununun çözümü için önkoşuldur; ancak bunun gerçekleşebilmesi bu kitlelerin Yahudi halkının anavatanı olan Filistin’e yerleştirilmesine ve tarihi sınırlar içinde bir Yahudi devleti kurulmasına bağlıdır…

UAÖ, Alman Reich’ı ile onun yetkililerinin Almanya’daki Siyonist faaliyetler ile Siyonist göç planları konusundaki iyi niyetlerinin bilincinde olarak şu görüşlere sahiptir:

1- Alman düşüncesine uygun olarak Avrupa’da kurulacak Yeni Düzen ile, UAÖ’nün varlığında cisimleşen Yahudi ulusal hedefleri arasında ortak çıkarların varlığı mümkündür.

2- Yeni Almanya ile İbrani âlemi arasında bir işbirliği mümkündür.

3- Ulusal ve totaliter temelde tarihi bir Yahudi devletinin Alman Reich’ıyla yapılacak bir antlaşma çerçevesinde kurulması gelecekte Ortadoğu’daki güçlü Alman çıkarları açısından da gereklidir.

Bu düşüncelerden yola çıkan UAÖ, İsrail özgürlük hareketinin yukarda belirtilen ulusal hedeflerinin Alman hükümeti tarafından tanınması koşuluyla, savaşta Almanya’nın yanında aktif olarak yer almayı teklif eder.[2]

Katledilen bir halkın burjuvaları, bu katliamda, katliamcıların yanında saf tutuyordu. Çünkü her ikisinin de dini imanı paraydı ve onları birleştiren şey, aynı sınıfın evlâdı oluşlarıydı. Bu tutum sadece Nazilerin uyguladığı Yahudi soykırımında değil, tarihte Yahudilere yönelen tüm aşağılama, dışlama ve eziyetlerde de aynı şekilde tekrarlanmıştı. Yahudi egemen sınıflarının tutumu buyken, Yahudi proletaryası ve aydınları, sosyalizm ve komünizm davasına sayısız evladını adamıştı. Başta Marx, Rosa ve Troçki olmak üzere binlerce komünist, Yahudi sorununun da sınıflı toplumun diğer tüm sorunları gibi insanlığın kurtuluşu uğruna verilecek mücadeleyle çözülebileceğini gördüler ve yaşamlarını komünizm davasına adadılar. Aynı şey bugün de geçerlidir.

Nihayetinde, devlet kurma amacına ulaşan Yahudi burjuvazisi, kendisine tanınan sınırlarla yetinecek değildi. BM kararlarına göre Yahudiler ve Araplar arasında ikiye bölünen Filistin topraklarının sınırları, daha devletin kurulma aşamasında silah zoruyla değiştirilmeye başlandı. Hedef, Filistin topraklarının tamamını Yahudi ülkesi haline getirmekti. Bununla da yetinilmeyip komşu Arap ülkeleri olan Ürdün, Lübnan, Suriye ve Mısır’ın topraklarına da göz dikilmişti. Nitekim İsrail devleti bu hedefe ulaşmak için, yıllar süren savaşlarla bölgeyi yakıp yıkmaktan çekinmeyecekti. 1955’te ikinci kez hükümet kurma görevini alan Ben Gurion, şunları söylüyordu: “Güneye doğru yayılmak için her şeyi yapmak kaydıyla hükümeti kurmayı kabul ediyorum.”

Daha İsrail devleti kurulmadan başlayan ve sonrasında sistematik biçimde devam eden saldırıların tek bir amacı vardı: Filistinli Arapları baskı ve terör yöntemleriyle korkutup kaçırmak, bu başarılamadığı takdirde de fiziksel imha yoluna başvurmak ve sonuçta onların topraklarına el koymak. Bu doğrultuda pek çok katliam gerçekleştirildi. Arap köyleri ve kasabaları yerle bir edildi. 1948’den önce Arap köylerinin sayısı 475 iken, bu sayı 1988’e gelindiğinde 90’a inmiş ve her birinin üzerinde İbranice isimlerle yeni yerleşimler yükselmişti.

İsrail devleti tümüyle dinle iç içe geçmiş bir ırkçılık anlayışı temelinde inşa edilmiştir. Yahudi bir anadan doğmayanlar Yahudi kabul edilmezler. İsrail devleti sınırları içinde, toprakla ancak ana soyundan üç kuşaktır Yahudi olduğu kanıtlananlar uğraşabilir. Bu, Arapların toprak sahibi olamamaları ve tarım işçiliği de dahil olmak üzere hiçbir şekilde toprakla ilgilenememeleri anlamına gelmektedir (şüphesiz ucuz işçilik nedeniyle Yahudi burjuvazisi bu yasayı sürekli delmektedir ve sermayenin kanunları baskın gelmektedir.)

İsrail Genel Kurmay Başkanı Rafael Eytan’ın 1983 yılında söyledikleri, ait olduğu sınıfın mantığını çok iyi özetliyor:

Açıkça ilân ediyoruz ki Arapların Eretz [Büyük] İsrail’in bir santimetrekaresini dahi işgal etme hakları yoktur. Siz iyi yürekli, yumuşak huylu insanlar, şunu bilin ki, Adolf Hitler’in gaz odaları bile birer cennet sarayıdır… Zor tek yaptıkları ve tek anlayacakları şeydir. Öyleyse biz de Filistinliler dört ayakları üstünde sürüne sürüne bize gelinceye kadar zorun en şiddetlisini uygulamayı sürdüreceğiz.[3]

Gerçekten de elli yılı aşkın bir süredir Filistinliler üzerinde, şimdiye dek geliştirilmiş en ince işkence tekniklerinden tutun da en kaba yıldırma ve korkutma mekanizmalarına kadar tüm insanlık dışı yöntemler kullanılmıştır. Filistinlilere yönelik işkencenin suçtan bile sayılmadığı İsrail devleti, tam anlamıyla terörist bir devlettir. Dünyanın neresinde bir özgürlük hareketi varsa, İsrail gizli servisleri Amerikan gizli servisleriyle birlikte bu hareketi boğmak üzere oradadır. En gerici hareketler akıl almaz bir para ve silah yardımıyla desteklenir. İsrail ve Filistin işçi sınıfının en büyük düşmanı, işte gücü niceliğiyle orantısız olan bu burjuvazidir.
Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)

Komşu Arap ülkelerini sürekli tehdit eden İsrail, 1956’da, İngiltere ve Fransa ile birlikte Mısır’a saldırdı. İngilizlerin asıl amacı, Süveyş Kanalı’nı millileştiren ve geniş çaplı millileştirmelere girişen Mısır’ı İsrail’i de kullanarak dize getirmekti. ABD’nin baskılarına dayanamayan İngiltere ve Fransa amaçlarına ulaşamadan geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu olay, Mısır başbakanı Nasır’ın prestijinin muazzam ölçüde artmasını ve Arap milliyetçiliğinin hızla yayılmasını sağladı.

Ürdün, Suriye, Lübnan, Mısır, Katar, Kuveyt ve Irak’tan oluşan Arap devletleri, 1964’te toplanan Arap Konferansında “Filistin halkını ayrı bir kimlik içinde örgütleme” kararı aldılar ve bu doğrultuda FKÖ’yü kurdular. FKÖ’nün başkanlığına ise, Birleşmiş Milletler’de Arap birliği genel sekreter yardımcısı ve Suudi Arabistan sürekli temsilcisi olan Ahmet Şukayri’yi getirdiler. Şukayri 1950 yılında da Birleşmiş Milletler’e Suriye delegesi olarak atanmıştı.

FKÖ’nün asıl kurulma amacı, İsrail’in saldırgan politikalarına karşı yükselmeye başlayan halk hareketini denetim altında tutmaktı. FKÖ’nün askeri kanadı olan Filistin Kurtuluş Ordusu, tümüyle Arap devletlerinin ordularında görevli Filistinli askerlerden oluşuyordu ve Filistin halkına hareket serbestisi tanınmıyordu.

Diğer taraftan Filistin’in kurtuluşunun ancak silahlı mücadeleyle mümkün olabileceği görüşü temelinde ve Yaser Arafat önderliğinde, 1958’de, Kuveyt’te, El Fetih örgütü kurulmuştu. Bu örgüt 1965 yılında ilk silahlı eylemini gerçekleştirmiş ve bu tarihten sonra otoritesi iyice artmıştı. 1967 Arap-İsrail savaşında Arapların yenilmesi üzerine, kuruluşundan beri FKÖ’nün başkanlığını yürüten Şukayri istifa etti. 1968 Kasımında aralarında El Fetih’in de bulunduğu pek çok gerilla grubu FKÖ’nün meclisi niteliğinde olan Filistin Ulusal Konseyine girdiler ve Yaser Arafat FKÖ’nün başkanlığına getirildi. Bu tarihten sonra FKÖ’nün politikası değişmeye başladı ve daha mücadeleci bir örgüte dönüştü.
1967’den “Oslo barışına”

1967’de gerçekleşen üçüncü İsrail-Arap savaşı, 1000 İsraillinin ve 18 bin Arabın ölmesiyle sonuçlanmıştı. İsrail altı gün süren bu savaşta Batı Şeria, Doğu Kudüs, Gazze, Sina ve Suriye’ye ait olan Golan Tepelerini işgal etti. Batı Şeria’da yaşayan 200 binden fazla Arap, Ürdün’e göç etmek zorunda kalmıştı.

1978’de Mısır’la gerçekleştirilen barış anlaşması sonucunda İsrail 1982’de Sina’dan çekildi. Fakat hemen ardından Haziranda Lübnan’a saldırarak Beyrut’u işgal etti. 3 Eylülde Lübnanlı Hıristiyan faşist Falanjlar, İsrail’le işbirliği yaparak, Beyrut’taki Sabra ve Şatilla kamplarını bastılar ve çocuk, kadın, yaşlı demeden 3000 Filistinliyi katlettiler. Bu sırada İsrail birlikleri kampın etrafını kuşatarak çıkışları engelliyor ve katliamı izliyordu. Çok uzun ve kanlı geçen Lübnan-İsrail savaşı sonucunda, FKÖ’nün Sabra ve Şatilla kamplarını boşaltıp Lübnan’ın kuzeyine ve Tunus’a çekilmeyi kabul etmesiyle İsrail Beyrut’tan çıktı, fakat güney Lübnan’ı işgal altında tutmaya devam etti.

Dönemin Savunma Bakanı Şaron, bu katliamı Lübnanlı Falanj lideriyle birlikte tasarlamış ve İsrail’de yargılanıp suçlu bulunmuştur. Buna rağmen kasap Şaron şu anda İsrail başbakanıdır.

Filistinliler 1987 yılında, Gazze ve Batı Şeria’da işgal edilmiş topraklarda yeni bir İntifada başlattılar. Bu, 1930’lardaki ayaklanmanın ardından gerçekleşen ikinci İntifada’ydı. Özellikle gençlerin ve çocukların katıldığı İntifada’da, en önemli olgu, İsrail topraklarında çalışan Arapların grevlere gitmeleri oldu. Bu kitlesel grevler nedeniyle sanayi ve tarım ciddi ölçüde etkilendi. Böylece sınıf mücadelesinin yöntemlerine başvuruluyordu ve İsrail devletini asıl korkutan da buydu.
İlan edilip kurulamayan Filistin devleti

Arafat’ın başkanlığa seçildiği FKÖ, 1969 yılında, Müslümanları, Hıristiyanları ve Yahudileri kapsayan tek bir “laik demokratik cumhuriyet” programını kabul etmişti. 1988’e gelindiğinde ise FKÖ “iki devlet” politikasını benimseyerek, Batı Şeria ve Gazze’yi kapsayan bir “mini devlet” ilan etti. Buna göre Doğu Kudüs başkent, Arafat devlet başkanı oluyordu.

Bunu izleyen süreçte ABD aracılığıyla İsrail ile başlayan görüşmeler, 1993’te Oslo’da bir “barış anlaşması”nın yapılmasıyla sonuçlandı. Buna göre FKÖ İsrail’i tanıyacak, saldırılara son verecek, İsrail de Batı Şeria’nın ve Gazze’nin bir kesimini içine alan “mini devlet”i kabul edecekti. Filistin Yönetimi adı verilen bu devletin başkanı Arafat olacaktı. Bu öyle bir devletti ki, sınırları içinde ada ada oluşturulan yerleşim yerleri arasındaki tüm bağlantılar İsrail askerlerince kontrol ediliyor ve geçişler izne tâbi tutuluyordu. İnsan ve mal dolaşımı olanaksız hale getiriliyordu. Yine de pek çok kişiye Filistin’deki ulusal sorun sanki çözülüyormuş gibi görünmeye başlamıştı.

Ne var ki, Filistin Yönetimi eli kolu bağlı, varolan silahlı gücünü kendi halkına karşı kullanmaktan başka bir şey yapmayan bir sözde devletten öteye geçemedi. İsrail Batı Şeria ve Gazze’deki kendi sivil yerleşim bölgelerini ve askeri üs sayısını artırmaya devam etti ve 6 yıl içinde çekileceğini vaat ettiği toprakların yalnızca %22’sinden geri çekildi. Katliamlarını sürdürdü, sık sık Filistin yönetimini ya da onun önderliğini tanımadığını ilan etti. Böylece Oslo süreci tam bir kandırmaca süreci olarak yaşandı. Nihayet 28 Eylül 2000’de yeni bir İntifada patlak verdi.

O zamandan bu yana 3000 kişinin yaşamını yitirdiği bu kanlı süreç, geçtiğimiz aylarda Amerika’nın bilmem kaçıncı “uzlaştırma” harekâtıyla “yeni” bir evreye girmiş bulunuyor. ABD, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Rusya tarafından hazırlanan ve adına “Yol Haritası” denen bir plan, 30 Nisan 2003’te İsrail ve Filistin taraflarına iletildi ve hemen ardından taraflarca Mayıs başında imzalandı. Bu “Yol Haritası”, 2003’te, İsrail’in üçüncü İntifada’dan (28 Eylül 2000) bu yana işgal ettiği topraklardan çekilmesini, Filistin bölgelerine 2001 Martından bu yana yaptığı yerleşimleri boşaltmasını, geçici sınırlarla bir Filistin devletinin kurulmasını öngörüyor. Ancak bu devletin ne sınırları tam olarak belli, ne de sorunun bugüne dek uzamasına yol açan anlaşmazlık maddelerinin nasıl çözüleceğine dair en ufak bir değinme söz konusu. Bütün bunların görüşülmesi, 2005’te yapılması öngörülen ve yerleşimleri, göçmenleri, Kudüs’ün durumunu ve Filistin devletinin kalıcı sınırlarını ve İsrail-Lübnan ve İsrail-Suriye arasındaki sınırları netleştireceği söylenen bir anlaşmaya bırakılmış durumda.

Bu plan doğrultusunda, teröre destek verdiği gerekçesiyle Arafat’ın görüşmelerden çekilmesi sağlandı ve yerine daha kolay idare edilebilir bir kukla başbakan olan Mahmut Abbas geçirildi. Planın ilk koşulu, her zamanki gibi, Filistin Yönetiminin “terör”e ve şiddete son vermesi. İsrail’in uyguladığı devlet teröründen ise tek kelime söz edilmiyor. İsrail hükümeti, bu içerikte bir antlaşmayı dahi büyük bir taviz olarak görüp hiç de sıcak bakmadığı halde, ABD’nin baskılarıyla imzalamak zorunda kalmıştır. Hükümettekilerin büyük bir kısmı ve aşırı sağ, o ya da bu şekilde bir Filistin devletinin kurulmasına karşıdır ve Batı Şeria ve Gazze’nin etnik olarak temizlenip “büyük İsrail”e dahil edilmesinden yanadır. Şaron hükümetinin turizm bakanı Benny Elon, bu “yol haritası”nın işlemeyeceğini söyleyerek, İsrail topraklarındaki Filistinlilerin zorla Ürdün’e gönderilmelerini ve orada bir Filistin devleti ilan edilmesini içeren yeni bir “harita” önermiştir. Elon, Filistin Yönetimini “en tehlikeli rejimlerden biri” olarak değerlendirmekte ve tıpkı Saddam yönetimi gibi yıkılması gerektiğini savunmaktadır.

Emperyalistlerin çizdiği bu “Yol Haritası”, daha imzalar atılmadan önce İsrail’in yaptığı katliamlarla Filistin’in sokulmak istendiği yolun gerçekte ne olduğunu göstermiştir. İsrail, 1 Mayısta Gazze’de 12 kişiyi katletmiş, bir ay sonra, ikinci İntifada’nın başladığı tarihten bu yana görülen en yüksek haftalık ölüm oranına ulaşılan bir başka saldırı sonucunda 60 kişi öldürülmüştür.

Bütün bu şiddet ortamı, radikal dinci örgütlerin de durumdan yararlanarak güç toplamalarını kolaylaştırıyor. Daha mücadeleci bir tutum takınmış gibi görünen Hamas ve İslami Cihad gibi örgütlerin asıl kaygıları, ABD ve İsrail tarafından muhatap alınmaktır. Bu örgütlerin ortaya çıkışları, FKÖ’nün askeri eylemlerini arttırdığı 70’li yılların ortalarına denk düşmektedir. FKÖ’nün gücünü kırmak için bu örgütlerin de aralarında bulunduğu FKÖ karşıtı güçleri finanse eden İsrail, ABD’nin Afganistan’da SSCB’ye karşı Usame bin Ladin’i besleyip güçlendirme politikasını, bu tür örgütler aracılığıyla Filistin’de uygulamıştır.

Dikkat çekilmesi gereken bir diğer önemli nokta ise El Fetih’e bağlı askeri yapılar ve Hamas gibi dinci örgütler tarafından gerçekleştirilen intihar saldırılarıdır. İsrail’in cani politikalarının ve uyguladığı azgın devlet terörünün zemin hazırladığı bu eylemler, büyük bir umutsuzluk ve çıkışsızlık içinde bulunan, yakınlarını İsrail saldırılarında gözleri önünde kaybetmiş olan fedakâr gençlere intikam yolu olarak görülmektedir. Doğru politikalardan ve örgütlülükten yoksunluk, sorunun işçi sınıfının yöntemleriyle ve örgütlü mücadelesiyle çözülebileceği görüşünün gençlerin gündemine hiç girememesine neden olmaktadır. Böylece çözüm sınıfsal değil bireysel eylemlerde aranmaktadır. Filistinli işçi ve emekçiler Marksist bir önderlikten yoksun oldukça, bu tür örgütlerin ve yöntemlerin güç toplaması kaçınılmaz olacaktır.

Bu eylemlerin İsrail işçi sınıfı üzerinde yarattığı olumsuz etki ise işin diğer bir önemli boyutunu oluşturuyor. Askeri hedeflerle sınırlı olmayıp daha çok sıradan halkın yaşadığı ya da gittiği yerlerde gerçekleştirilen bu eylemler, Filistinlilere karşı öfkeyi, kini, güvensizliği ve korkuyu beslemektedir. İsrail’de de Marksist bir önderliğin bulunmayışı, İsrail emekçilerinin bu tip olumsuz tepkilerinin önüne geçilebilmesini engelliyor. Böylece her iki ulusun emekçi kitleleri arasındaki nefret duyguları sürekli tırmandırılıyor. Yani bu tür eylemler bir yerde İsrail burjuvazisinin kolladığı fırsatlara zorlanmadan ulaşmasını sağlıyor ve son tahlilde onun elinin güçlenmesine hizmet ediyor.
Ulusal kurtuluş mücadelesi anti-emperyalizm demek değildir

FKÖ, Hamas ve İslami Cihad türünden örgütlerin verdikleri mücadelenin anti-emperyalist mücadele olarak değerlendirilmesi konusuna da değinmek zorundayız. Her şeyden önce bu örgütlerin sınıfsal doğalarının proleter olmadığını belirtmiştik. Radikal görünümlerine rağmen tüm bu örgütler son tahlilde Filistin burjuvazisinin çıkarlarının temsilcisidirler. Tabanlarının işçi, köylü ve emekçi kökeni onların bu karakterini değiştirmez. Sınırları ve ufukları bellidir: ulusal kurtuluş mücadelesi. Dolayısıyla bu tür örgütlerin, mücadeleciliği, devrimciliği ya da uzlaşmacılığı hep bu sınırlar dahilinde değerlendirilmelidir. Daha radikal ya da mücadeleci olmaları, burjuva çerçeveyi aştıkları anlamına gelmez. Ulusal kurtuluş mücadelesi veren örgütlere, sahip olmadıkları bir nitelik yüklenmesi ve bunların sosyalist ya da komünist olarak değerlendirilmesi son derece yanlıştır. Çünkü bu tür değerlendirmeler, söz konusu örgütlerin bu niteliklere sahip olmadığı açığa çıktığında, bu kez tersinden, ihanetle suçlanmalarına yol açmaktadır. Oysa bu tür ulusal örgütler, mücadeleyi dar ulusal sınırlara hapsetmekle kendi amaçlarına değil, olsa olsa onlarda sosyalizmi görmek isteyenlerin hayallerine ihanet etmiş oluyorlar.

FKÖ, SSCB’nin varlığını sürdürdüğü bir dünyada, ondan da aldığı destekle, sosyalistler arasında büyük bir yanılsamaya yol açmış ve gerçek sınıfsal doğası göz ardı edilerek neredeyse sosyalist sayılmıştı. Arafat uzun bir dönem boyunca sol içinde de kahraman haline getirilmişti. Ne var ki SSCB’nin çöküş sürecine girmesiyle, bu önderlik de ABD ve İsrail ile uzlaşma zeminine girdi. Sağda yer aldığı tartışmasız olan Hamas ve İslami Cihad gibi örgütlerinse, gerici Arap rejimlerinden tutun da bir dönem İsrail ve ABD’ye varıncaya kadar emperyalist kamptan aldıkları destek su götürmezdir. İçinde şu ya da bu oranda sosyalizan unsurlar barındırmasına rağmen, bir cephe örgütü olarak FKÖ’nün programı genel çizgi itibariyle kapitalizmle bütünüyle uyumludur. Kendilerini tümüyle sistem içi hedeflerle sınırlamış olan, mücadelelerini bağımsız kapitalist bir Filistin devleti doğrultusunda veren bu örgütlerin, anti-kapitalist, dolayısıyla da anti-emperyalist bir mücadele verdiklerinden söz edilemez. Bu yanılsamayı doğuran başlıca etken, FKÖ’nün ilk etapta bağımsız bir burjuva demokratik devleti hedefleyen bir mücadele vermesi sonra da sosyalizme geçmesini öngören aşamalı devrim anlayışını savunan Stalinist görüştür. “Komünist”lerin anlayışı bu olduğunda, soldan destek bulmaya ve SSCB’den yardım almaya çalışan FKÖ’nün anlayışının sosyalizmle bulaşık olarak görülmesi hiç de tuhaf değildi. Tuhaflık, bu yanılsamaya neden olan aşamalı devrim anlayışının ta kendisindeydi.

Lenin’in emperyalizm çözümlemesini çarpıtarak karikatürleştiren ve bu temelde bir anti-emperyalizm anlayışı geliştiren Stalinist Komintern önderliği, 1929’da, Filistin’de Yahudilere yönelik şoven saldırıları (ki işin içinde İngilizlerin parmağı olduğu çok açıktı) anti-emperyalist ayaklanma olarak değerlendiriyordu. Üstelik bu sırada Araplar “İngilizler bizimle” sloganını atmaktaydılar!

Ne var ki, FKÖ gibi örgütlere ilişkin bu yanlış yaklaşım bir kez yaygınlık kazanınca, teorik temelleri sorgulanmaksızın, sadece aşamalı devrim anlayışını savunanlarca değil, kendisine Troçkist diyenlere kadar neredeyse tüm sol tarafından da savunulur hale gelebilmiştir. Dolayısıyla, yürütülen mücadeleyi anti-emperyalist bir mücadele olarak görenler Stalinistlerle sınırlı olmayıp çok geniş bir politik yelpazeye dağılmış durumdadır.

Anti-kapitalist olmayan bu tür örgütlerin anti-emperyalist olarak değerlendirilmeleri ve bunun sonucunda onlara koşulsuz destek sunulması, söz konusu topraklardaki işçi sınıfının bilincini bulandırıp, kurtuluş yolunu bu örgütlerin peşinde aramasına neden olmaktadır. Yine bu anlayış işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesini sekteye uğratarak, örgütlülüğün bu tür cepheler içinde eritilmesine yol açmaktadır. Devrim, milliyetçilerin önderliğine bırakılarak burjuva sınırlara hapsedilmekte, böylece işçi devriminin kanlı tasfiyesine giden yol elbirliğiyle hazırlanmış olmaktadır.
Filistin’de ulusal sorun nasıl çözülür?

Filistin’de ulusal sorunun çözümü söz konusu olduğunda, belli başlı iki görüş dikkat çekici bir şekilde sivrilmiş ve kutuplaşmalar esas olarak bu iki görüş çevresinde şekillenmiştir.[4] Bunlardan ilki, FKÖ’nün de 1988’e kadar savunageldiği “laik, demokratik tek bir cumhuriyet” görüşü, ikincisi ise yine FKÖ’nün söz konusu tarihten sonra savunmaya başladığı ve “iki ulus iki devlet” şeklinde özetlenebilecek olan iki ayrı devlet görüşüdür.

“Laik, demokratik tek bir cumhuriyet” görüşünü savunanların çözüm olarak önerdikleri şey, Yahudilerin Filistinlilerle eşit haklara sahip dinsel bir azınlık olarak yaşayacakları bir Filistin devletidir. Bu görüş, işgallerin 1967’den bu yana olanlarla sınırlı olmadığı, 1948’de Yahudilere ayrılan bölgelerin de Filistinlilerden zorla alındığı olgusundan hareket etmekte ve İsrail devletini meşru bir devlet olarak görmemektedir. İsrail’in emperyalizm tarafından yapay olarak yaratılmış bir maşa devlet olduğunun altını çizen bu anlayış, bir zamanlar en uç ifadesini “Yahudiler denize dökülmelidir” yaklaşımında bulmuştur. Tek devlet önerisi olarak ele alındığı ölçüde, yani “laik ve demokratik”lik kısmı bir yana bırakıldığında, Hamas ve İslami Cihad gibi örgütlerin bugün savundukları şey de, özünde bu görüştür.

“Yapay devlet” tezine vurgu yapan bu görüş, Ortadoğu’daki tüm Arap rejimlerinin de gerçekte emperyalistler tarafından kurulmuş yapay devletler olduğunu unutmuş gibidir. Irak’tan Suriye’ye, Lübnan’dan Ürdün’e, Kuveyt’ten Suudi Arabistan’a, tüm bu Arap devletlerinin emperyalistler tarafından masa üzerinde, elde cetvel yaratıldıkları, daha kuruluş aşamasında çeşitli husumet noktaları bırakılarak hepsinin birbirine düşman edildikleri ve sonradan birer ulus haline geldikleri (tıpkı Yahudilerin İsrail devletinin kuruluşuyla birlikte uluslaşması gibi) bilinen bir gerçekliktir. Dolayısıyla sorun yapaylık sorunu değildir.

Bugün bölgede 5 milyona yakın İsraillinin yaşadığı gerçeğini görmezden gelen hiçbir çözüm, Filistin sorununa adil ve her iki tarafın emekçilerini de mağdur etmeyen bir çözüm öneremez. İsrail’de yaşayan Yahudilerin varlık hakkı tanınmadığı sürece, kapitalist temellerdeki “laik-demokratik bir Filistin cumhuriyeti” yeni ve çok daha kanlı bir iç savaş kaderinden kurtulamaz. Yahudilerin dinsel bir azınlık statüsüne indirgenmesi, Filistinlilerin bağımsızlık sorununu çözebilir ama karşılığında bu kez de aynı sorunu Yahudiler için yaratması kaçınılmaz hale gelir. Dolayısıyla bir sorunu çözerken simetrik olan bir başka sorunu üretmeye yol açan bu anlayış yalnızca bir hayal değil, aynı zamanda ilkesel olarak da kabul edilemeyecek olan bir yaklaşımdır.

İsrail halkının azınlık durumuna düşürüldüğü tek bir Filistin devleti yerine, eşit haklara ve kuruculuk statüsüne sahip iki uluslu bir “tek devlet” talebi etrafında mücadele yürüten bir ulusal hareket söz konusu olsaydı ve Filistin ve İsrail halkının dikkate değer bir bölümü buna tam destek verseydi, bu durumda bizlere düşen görev, Filistin ulusunun ayrılma hakkını sonuna kadar savunmak ama ayrılmanın değil birliğin propagandasını yapmak olurdu. Oysa mevcut tüm veriler durumun böyle olmadığını göstermektedir. Yaşanan büyük acılar ve travmaların bıraktığı derin izlerin, iradi çabalarla kısa vadede aşılması mümkün değildir. Ulusların gerçek birliğine giden yolda bazen ayrılık, Lenin’in de belirttiği gibi en iyi çaredir. Bu şartlar altında yapay ve zorlama bir birlik propagandası faydasız ve çıkışsızdır. Ancak yeri gelmişken söylemeliyiz ki, bu söylediklerimiz hiçbir şekilde ezilen ulus milliyetçiliğine prim verilmesi anlamına gelmemektedir. Ezilen ulus komünistleri bu somut husustan bağımsız olarak mücadeleyi daima enternasyonalist bir içerikle dolduran, ezen ulus işçi sınıfı ve emekçileriyle birlik ve kardeşliği öne çıkartan bir çizgi tuttururlar. Aynen büyük İrlandalı Marksist işçi önderi James Connolly’nin İrlanda’da yaptığı gibi.

Başta belirttiğimiz ikinci görüş ise İsrailliler ve Filistinliler için iki ayrı devleti öngören görüştür. Her şeyden önce şunu belirtmeliyiz ki, Filistin sorunu, özünde, Filistin halkının kendi kaderini özgürce tayin etmesi, yani ayrı ve bağımsız bir Filistin devleti kurma hakkına kavuşması sorunudur. Bugün Filistin’deki neredeyse tüm örgütler ve halk böylesi bir devletin kurulmasından yanadırlar. Filistin halkının iradesinin ayrı bir devlet kurma doğrultusunda çoktan tecelli ettiğini hesaba kattığımızda, ulusal sorununun bu coğrafyada ve mevcut koşullardaki çözümünün iki ayrı devletten geçtiği ortaya çıkmaktadır. Bu devlet kurulup, Filistin halkı bağımsızlığa kavuştuğunda Filistin’de ulusal sorun da çözülmüş olacak ve böylece artık Filistin halkı “ezilen bir ulus” olma statüsünden çıkacaktır. Marksizmin ulusal soruna yaklaşımı[5] genel ilkeleri itibariyle Filistin’e uygulandığında durum budur.

Bu “iki ulus iki devlet” görüşüne karşı çıkan başka yaklaşımlar da bulunmaktadır. Bunlar, İsrail-Filistin sorununun ve tüm Ortadoğu’daki sorunların nihai çözümünün proleter bir devrim olmaksızın mümkün olmadığı gerçeğinden hareket eden, fakat Filistin sorununun ulusal boyutunu bir şekilde ihmal ederek ezilen bir ulusun kendi kaderini tayin hakkını fiilen dışlayan yaklaşımlardır. Bu tür yaklaşımların temel tezlerinden birisi o coğrafyada kurulacak bağımsız bir Filistin devletinin iktisaden yaşama şansının olmamasıdır. Yani iktisadi bağımlılık sorunu değişmeden kalacak, Filistin halkının temel sorunları mevcudiyetini sürdürecektir. Ancak buradaki temel zaaf, aslında, ulusal sorunla sınıfsal sorunun, siyasal sorunla iktisadi sorunun birbirine karıştırılması ve sınıfsal sorun halledilmediği ölçüde ulusal sorunun da halledilemeyeceğinin sanılmasıdır. Özünde “ulusal sorunun çözümü kapitalizm altında olanaksız sosyalizm altında ise gereksizdir” ya da “ulusların değil proletaryanın kendi kaderini tayin hakkı” yaklaşımına varan bu anlayış, niyet ne olursa olsun nihayetinde Lenin’in “emperyalist ekonomizm”le eleştirdiği anlayıştır.

Gerçekte bağımsız bir Filistin devletinin iktisadi olarak yaşama şansının olup olmaması ayrı bir sorundur. Zira iktisadi bağımsızlık sorunu özünde siyasal bir sorun olan ulusal soruna dışsaldır. Zira Marx’ın daha Manifesto’dan beri anlattığı gibi, doğası gereği dünya çapında bir işbölümüne dayanan kapitalizmde, hele hele bu eğilimin doruğa çıktığı emperyalizm evresinde, iktisadi açıdan bağımsız kapitalist bir ülke gerici bir hayalden başka bir şey değildir. “Büyük kapitalist güçlerin gelişmesinin ve emperyalizmin, küçük ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını bir düş haline getirdiği” iddiasında bulunanları Lenin, “burjuva toplumda, ulusların siyasal kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri ve devletlerin bağımsızlığı sorunu yerine, bunların iktisadi bağımlılığı sorununu koymak”la eleştiriyordu.

“Ezen ülkelerin işçilerinin enternasyonalist eğitimi, zorunlu olarak, her şeyden önce, ezilen ülkelerin özgürlüğü ve ayrılması ilkesinin savunulmasını içermektedir. Yoksa, ortada enternasyonalizm diye bir şey kalmaz. Bu propagandayı yapmayan ezen bir ulusun sosyal-demokratını, emperyalist ve alçak saymak, hakkımız ve görevimizdir. Sosyalizmin gerçekleşmesinden önce ayrılma olasılığının binde-bir olması durumunda bile, bu istem, mutlak bir istemdir” diyen Lenin, ezilen ulus komünisti söz konusu olduğunda şunları söylüyordu: “O, enternasyonalist olarak görevlerine sırt çevirmeden hem kendi ulusunun siyasal bağımsızlığından yana olabilir, hem de ulusunun bir komşu devlet (x, y, z, vb.) ile birleşmesinden yana olabilir. Ama o, her durumda küçük ulus darkafalılığına karşı, kendi içine kapanmaya karşı savaşım vermeli, bütünü ve geneli göz önünde tutmalı, özeli genel çıkara bağımlı kılmalıdır.”[6]

Ezen ulus komünistleri ayrılma özgürlüğünde ısrar ederken ezilen ulus komünistlerinin birleşme üzerinde direnmelerini bir çelişki olarak görenlere Lenin, enternasyonalizme ve ulusların birbiriyle kaynaşmasına varabilmek için başka bir yolun bulunmadığını hatırlatır.

Marksistler, tarihsel-toplumsal gelişmenin şu ya da bu şekilde çözüme bağladığı ulusal sorunları hiçbir koşulda kaşımazlar ve kışkırtmazlar. Ne var ki böyle bir sorun apaçık ortadayken ve fiili bir mücadele yürüyorken, bu soruna ilgisiz de kalamazlar. Aksine bizim görevimiz böyle bir durumda ezilen ulusun ayrılma hakkını sonuna kadar ve koşulsuz olarak desteklemektir. Çünkü bizler biliriz ki, ezilen ulus birlikte yaşamayı olanaksız görüyorsa, birlikte yaşamayı savunmakta ısrar etmek (tıpkı her ne gerekçeyle ve biçimde olursa olsun Filistin’de tek devleti savunanlar gibi), ezilen ulusun işçi sınıfının bilincini zerrece ilerletmeyecek, aksine ulusal sorun daima sınıfsal sorunun önüne geçecektir.

Birçok durumda, insanlar gibi uluslar ve sınıflar da bir hayalin peşinden gitmekte inat ederler ve ancak acı deneyimlerden sonra bunun bir hayal olduğunu anlarlar. Ve yine çoğu durumda ancak bu sancılı yaşayarak öğrenme süreçlerinden sonra, başlangıçta kulaklarını kapattıkları insanların ne söylediklerine daha bir dikkat kesilmeye başlayabilirler. Marksistler işçi sınıfının eğitimi konusunda sabırlıdırlar ve dayatma ve zorbalıkla hiçbir sorunun çözülmeyeceğini bilirler. Tersine bizler, sınıfın bu eğitimi almasının önündeki fiili engelleri kaldırmakla mükellefiz.
Ortadoğu’ya Özgürlük ve Barış İşçiler Savaşırsa Gelecek!

Filistin’de ulusal sorunun kapsamı ve çözümüne ilişkin görüşlerimizi ortaya koyduk. Ne var ki, gerek Filistin sorununun doğuşu ve gelişimi açısından, gerekse de bugün geldiği noktadan bakıldığında sorunun çok daha karmaşık yönler içerdiğini de belirtmeliyiz. Her şeyden önce Filistin halkı geniş Arap halkının bir parçasıdır. Bu şu anlama geliyor: Filistinli Arapların yaşadığı sorun, bir bütün olarak bölgedeki tüm Arap halklarını ve dolayısıyla Arap devletlerini çok yakından ilgilendirmektedir. Gerçekte Filistin sorununun bu hale gelmesinden, bu Arap devletlerinin egemen sınıfları da emperyalizm ve Siyonist İsrail devleti kadar sorumludurlar. Kendi egemenliklerini sürdürmek üzere emperyalizme yardakçılıkta sınır tanımayan egemen Arap burjuvazisi, sıra Filistin’e geldiğinde timsah gözyaşları dökmenin ötesine geçmemekte ve kendi egemenliği altındaki Arap kitlelerinin basıncını etkisiz hale getirmeyi temel kaygı olarak gütmektedir. Sorunun din unsurunu öne çıkararak bir Müslüman-Yahudi meselesi olarak sunulmasının ne denli yanlış olduğunun anlaşılması için Arap burjuvazisinin tutumuna bakmak yeterli olacaktır.

Bugün Filistin-İsrail coğrafyasında Filistin halkının ezilen bir ulus durumuna düşmüş olması ve İsrail’in ezen bir devlet durumunda olması, genel olarak ulusal sorunun patlak verdiği coğrafyalardan çok daha farklı bir tarihin sonucudur. Bu tür sorunlarda karşılaşılan genel durumun aksine, ezen ulusu oluşturan İsrailli Yahudilerin nüfusu bundan 70 yıl önce bölgede küçücük bir azınlıkken bugün neredeyse Filistinli Araplarla aynı kalabalıklığa ulaşmıştır. Nüfusun bileşiminin katliamlarla, sürgünlerle, savaşlarla böylesine dramatik bir biçimde değişmesi, bugün bile Filistin halkı için acıları hâlâ onarılamamış derin bir yara anlamına gelmektedir. Bugün İsrail-Filistin topraklarında 9,5 milyon insan yaşıyor ve bunların yaklaşık 5 milyonu Yahudi. Bölgedeki çeşitli ülkelere dağılmış olan Filistinli Arapların sayısı ise 8,5 milyon. Bunların 1,2 milyonu İsrail’de, 1,9 milyonu Batı Şeria’da, 1,2 milyonu Gazze’de, 2 milyonu Ürdün’de yaşıyor. Diğerleriyse başta Lübnan, Suriye, Suudi Arabistan olmak üzere dünyanın pek çok yerine dağılmış durumda. Katledilmiş, dağılmış, yerinden ve yurdundan edilmiş, ikinci sınıf insan muamelesine tâbi tutulmuş, yoksulluk kaderine terk edilmiş Filistin halkının sorunu bu boyutuyla da bir Ortadoğu meselesi haline gelmiştir.

Bu durumun ortaya çıkmasının baş sorumlusu İngiliz emperyalizmi ve ardından da ABD emperyalizmidir. Siyonist İsrail devletinin kurulmasını ve varlığını devam ettirmesini bölgedeki emperyalist çıkarları açısından zorunlu gören emperyalizm, Filistin sorununu çözmeye girişmek şöyle dursun, sürekli çözümsüzlük üreterek durumun kangren haline gelmesine yol açmıştır.

Bugün Amerika-İngiltere emperyalist şer ittifakı, Ortadoğu’yu kendi planları doğrultusunda yeniden şekillendirmeye soyundu. “Teröre karşı savaş” adı altında önce Afganistan’a ardından da Irak’a saldıran bu en büyük teröristler, “barış” ve “demokrasi” vaadiyle tüm Ortadoğu’yu büyük bir “Filistin”e çevirmeye başladılar bile. Tonlarca bombayla yıkılıp işgal edilen, halkı her türlü baskıya maruz kalan ve her türlü insani ihtiyaçtan mahrum bırakılan Irak’tan sonra, sıra şimdi de Suriye, Suudi Arabistan, İran ve diğerlerinde.

Bölge halkları, yıllardır despotik diktatörlüklerin zulmü altında inliyor, gerici egemen sınıfların kendi çıkarları uğruna emperyalistlerle işbirliği halinde yürüttükleri savaşlarda kırılıyor. Ortadoğu, emperyalist güçlerin dünyada en çok silah satışı yaptıkları bölgelerden biridir. Bu topraklardaki petrolse, söz konusu güçlerin iştahını kabartan en büyük faktör. Dünya kapitalist sistemine entegrasyonunu tam olarak tamamlamamış petrol zengini ülkeleri barındıran bu bölge, gerekli yapısal dönüşümleri geçirdiği takdirde emperyalistler açısından son derece büyük bir pazar da oluşturuyor. Bütün bu faktörler bir araya geldiğinde, hâlâ içinde bulunduğu derin ekonomik krizi aşamamış emperyalist güçler açısından, bölge kolay kolay terk edilemeyecek bir nimet anlamına geliyor.

Aynı dili konuşan, aynı kültüre sahip olan fakat yapay bir şekilde birbirlerinden ayrılan Arap halkı; toprakları iç sömürgeye çevrilerek dört ülkeye dağılmış bulunan ve on yıllardır tarifsiz acılar yaşayan Kürt halkı; dillerinden dinlerinden dolayı pek çok baskıya maruz kalmış ve yok sayılmış Süryaniler, Dürziler, Ermeniler, Yahudiler ve bölgenin diğer has unsurları… Böyle geniş bir halklar çeşitliliğini barındıran Ortadoğu, gerici kapitalist önderliklerin elinde ve emperyalizmin sürekli çomak sokmasıyla ne yazık ki yaşadığı kanlı ve acılı günleri geçmişte bırakamayacaktır.

Kapitalizm var olduğu sürece ne savaşlar sona erecek ne de ulusal, etnik, dinsel, mezhepsel kin ve husumetler. Ortadoğu gibi emperyalist güçlerin cirit attığı bir bölgede ise bu sorunlarla çok daha sık bir şekilde karşılaşacağız. Filistin halkının bağımsız bir devlete kavuşması, 55 yıldır tutsak halde yaşayan bir halkın ulusal sorununu bugün için çözecek. Ama kapitalizm var olduğu sürece, hele hele de kapitalist Siyonist İsrail devleti var olduğu sürece, Filistin her an yeni işgallere ve ilhaklara gebe bir ulus-devlet olarak varlığını sürdürecek.

Filistin halkı yıllardır hem işgali yaşıyor hem de devrimci bir önderliğe sahip olmadığı için burjuva önderliklerin peşinden sürükleniyor. Filistinli işçinin kendi ülkesindeki bütün iş kaynakları kurumuş durumda, yoksulluk had safhada. Filistin burjuvazisinin siyasal bir statü edinmeyle sınırlı dar ve bencil burjuva çıkarlarının tatmin edilmesinden ibaret bir Filistin devletinin, Filistinli işçi ve emekçilerin beklentilerine yanıt vermesi mümkün değildir. Özlemlerine kavuşmak Filistinli işçi ve emekçilerin kendi ellerindedir. Bu yolda onların en temel görevi, bu mücadelenin önderliğini kendi kaypak ve uzlaşmacı burjuvalarının elinden almak ve ulusal kurtuluşu toplumsal kurtuluş mecrasına sokmaktır.

Burada kısaca da olsa değinilmeden geçilmemesi gereken önemli bir nokta ise Filistinli işçilerin gerçek düşmanının İsrail işçi sınıfı değil İsrail burjuvazisi olduğudur. Aynı şekilde İsrailli işçiler için de gerçek düşman Filistin halkı değil İsrail burjuvazisidir. Bu nedenle onlar silahlarını Filistinli kardeşlerine değil Siyonist İsrail burjuvazisine çevirmeli ve mücadele bayraklarına; “İsrail’de ve tüm Ortadoğu’da, Filistin halkının bağımsızlık ve ayrı devlet kurma hakkını koşulsuz kabul eden bir işçi sovyetleri iktidarı için mücadele” sloganını işlemelidirler. Aslında bölgenin en gelişmiş işçi sınıfını oluşturan İsrail işçi sınıfı, tüm Ortadoğu’daki proleter devrim mücadelesinde kilit rol oynayacak bir potansiyele sahiptir. Dolayısıyla enternasyonalist komünist bir örgütlülüğün İsrail ayağının yaratılması ve bu önderliğin doğru politikalar izlemesi, Ortadoğu devrimlerinin kaderi açısından da devasa bir önem taşıyor.

Tüm halkların ve azınlıkların ayrılma hakları da dahil olmak üzere bütün demokratik haklarını güvence altına almış, gönüllü birlik temelinde oluşturulmuş bir Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri Federasyonunun kurulmasına yol açacak bir Ortadoğu devrimi olmaksızın, bölgedeki sorunlar yumağına kalıcı, yaşayabilir, adil ve demokratik bir çözüm bulmak olanaksızdır. Bu ise ancak işçi sınıfının enternasyonalist bilinç ve örgütlülük düzeyinin yükseltilmesiyle mümkündür. Biz enternasyonalist komünistlere düşen görev, böyle bir örgütlülüğü enternasyonal düzeyde gerçekleştirmek ve bu bilinci tüm dünya işçi sınıfına taşımaktır.

Her iki halkın ve tüm bölge halklarının en büyük özlemlerinden biri olan savaşsız ve sömürüsüz bir düzen, ancak işçi sınıfı bunun için savaşırsa gelecek!

Filistin halkına bağımsızlık ve ayrı devlet kurma hakkı!

Emperyalist güçler Ortadoğu’dan dışarı!

Kahrolsun Siyonist İsrail burjuvazisi!

İsrail işgal ettiği topraklardan defedilsin!

Filistin’deki Yahudi yerleşimleri boşaltılsın!

Tüm politik mahkûmlara özgürlük!

Göçe zorlanan tüm Filistinlilerin her türlü zararlarının tazmini!

Tüm işçilere İsrail ve Filistin topraklarında sınırsız ve eşit koşullarda çalışma, dolaşım ve barınma hakkı!

Sendikalarda ulusal-etnik ayrımlara son! Ortak örgütlülük, birlikte mücadele!

Tüm faşist ve şoven örgütler derhal dağıtılsın ve yasaklansın!

Filistin Yönetiminin polisi değil, silahlı işçi ve emekçi milisleri!

Barış, Özgürlük, Kardeşlik işçilerle gelecek!

Ortadoğu İşçi ve Emekçi Sovyetleri için mücadeleyi yükseltelim!

[1] İrgun olarak da bilinen ve 1937’de kurulan gizli Yahudi örgütü. 1943 sonlarından itibaren Menahem Begin yönettiği bu örgüt, İngiliz yönetimine karşı silahlı eylemlerde bulundu ve İsrail devletinin kurulmasının ardından dağıtıldı. Örgütün en büyük eylemleri, İngiliz yönetiminin merkezi olan King David Otelinin dinamitlenmesi (1946) ve Deyri Yasin adlı Arap köyüne saldırarak 250 kişinin öldürülmesiydi.

[2] Ralph Schoenman, Siyonizmin Gizli Tarihi, Kardelen Yay., 1992, s. 57-58

[3] Ralph Schoenman, Siyonizmin Gizli Tarihi, s.34-35

[4] Söz konusu şekillenmeler incelendiğinde, sorunun ulusal bir sorun olduğu da dikkate alınarak, Hamas gibi radikal İslamcı örgütlerden Marksist örgütlere dek uzanan çok geniş bir yelpazenin, kendi bakış açılarına göre çeşitli açılımlar getirdiği görülmektedir. Biz burada, bu ayrıntılara girmeyip, yaklaşımın özünü esas alacağız.

[5] Marksistlerin ulusal soruna genel bakış açılarını Ulusal Sorun Üzerine adlı çalışmamızda ortaya koymuştuk. Daha ayrıntılı bir inceleme için bu çalışmamıza bakılabilir.

[6] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s.164

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments