Estetik içler acısı durumda. Yirmi yıl önce, estetikte keskin zevkin, özerk sanatın ve yüce yapıtın temiz kriterleri altında çeşitli toplumsal ayrımların katı gerçekliğini saklayan bir yadsıma söylemi görülüyordu. Bourdieu ‘nün sosyolojisi ya da Anglosakson sanatın kültürel ve sosyal tarihi üzerine çalışmalar, sanat uygulamalarının, sanatı temsil eden nesnelerin, sanat alanındaki siyasi ve ticari isleyiş koşullarının toplumsal gerçekliğini tanımayarak, estetiği naif olanın söylemi haline getiriyordu.
Bu arada “68 düşüncesi”nin çeşitli formlarına yapılan saldırı da işlerini yoluna koymadı. Estetik bir zamanlar, özerkliğinin onanması altında sanatın toplumsal gerçekliğini saklamakla suçlanıyordu. Günümüzde ise, sanat uygulamalarını felsefı söylemin spekülasyonlarına ve yeni toplumun düşlerine boyun eğdirmekle suçlanıyor. Eskiden, güzel hakkındaki yargının evrenselliği ile Kanarya Adaları’nın şarabıyla kışkırtılmış ampirik zevki karşı karşıya getiren Dr. Kant ‘ın melekliğiyle eğleniliyordu. Simdi ise sanatın geleceğini yeni kolektif yaşam biçimlerinin yaratılmasına bağlayan felsefenin ya da romantik şairlerin ve avangard ressamların yararına, sanatı müsadere altına almış olan Dr. Schelling ya da Hegel ‘in satanizmine üzülünüyor.
Birileri estetik ütopyayı, totalizmlere yatak hazırlamakla suçluyor. Diğerleri ise ona bunalımı, ya da estetik söylemin asalaklığıyla kendi kavramının onanması içinde yok olacak derecede kemirilen bir sanatın sonunu atfediyor. Bu medyatik polemikleri kınayanlar bile sanat uygulamalarını estetik ideolojinin aylaklıklarıyla karşı karşıya getirmek için ağız birliği yapıyor. Jean-François Lyotard , Insandışı (L’Inhumain) ya da Postmodern Aktöreler’de (Moralites postmodernes) , estetik söyleme karşı resim biçeminin ya da müzik tınısının yüce kalıbını öne sürüyordu. Jean-Marie Schaeffer , bir Estetiğe Veda (Adieu â L’esthetique) bildirisinde bulunarak, romantik mutlakçılığa karşı sanat uygulamaları ve zevk yargıları üzerine araştırmayı yeniden başlatmayı amaçlıyor. Alain Badiou şiir, dans ya da sinema üzerine metinlerini, Estetiğe Aykırı Olanın EL Kitapçığı (Petit manuel d’inesthetique) başlığı altında yayımlıyor.
Bu yargılar bize, sonuçta tamamen doğru olarak, şunu söylüyor: estetik, iki yüz yıldır kendini ortaya koyduğu şekliyle, nesnesi sanat uygulamalarının özellikleri ya da zevk yargısı olan bir disiplin değildir. Estetik tümüyle bir sanatı özdeşleştirme düzenidir ve tümüyle bir düşünce düzenini gerektirir. Sanat hiçbir zaman tek başına değildir: Sanatın varlığı için ressam ya da müzisyenlerin, oyuncuların ya da dansçıların ve onları seyretmekten ya da dinlemekten zevk duyan insanların varlığı yeterli değildir. Performanslarının ayrıca, orada özgül bir etkinlik dünyasını, bu özgüllüğü kanıtlayan yargıları, bu görülebilirliğe beden veren kurumlan ayırt eden bakışlara da maruz kalması gerekir.
Kimileri bu gereklilikte yalnızca bir gaspın sonucunu görmek isteyeceklerdir: Estetik adı altında, felsefe -yani elbette ki kötü felsefe, ötekilerin felsefesi- sanat uygulamalarını kendi kuralına tabi tutmuş, özelliklerini bozacak düşünce güçlerini, toplumsal pratik içinde yer alma biçimlerini ya da bir siyasi yönelimi emanet ederek sanatı mutlaklaştırmıştır. Ama estetik, felsefenin yoldan çıkardığı birkaç felsefi simanın (Kant, Schelling, Hegel) ya da birkaç şiirsel simanın (Schiller, Schlegel) icadı değildir. 18. yüzyılda, eski şiirleri artık bir sanatın ürünleri olarak değil de, bir yaşam biçiminin bilinçsiz dışavurumu olarak okumaya koyulanlar felsefeciler değil, fılologlardır. Eski kudret anıtlarını ya da amblemlerini yerlerinden ya da işlevlerinden edip müze eserleri haline getiren, felsefı diktalar değil, devrimci kargaşalar ve Napolyonvari fetihlerdir. Bu yer değiştirme ve bu mahvetmenin, eski özneler ve türler hiyerarşisini kırıp öznenin yok oluşuna nasıl katkıda bulunduğu, bilinen bir şeydir. Tarihlerin eski Aristotelesvari rasyonalitesinin yerine, romanesk yazıya ve onun duyarlılığına utku kazandırarak sinema ve fotoğrafın önünü açacak yeni kadrolar ve selefler pratiğini getiren felsefeciler değildir; şu sıradan olanı betimleme biçimlerini, şiir ve tablonun görkemini kent yaşamının eğlencelerine ya da sosyal bilimin gösterilerine yaklaştıran geçici ve anlamlı olanı algılama tarzlarını; ya da şu mallan sunma, sanat dünyasıyla ticaret dünyası ve sanat girişimleriyle yeni yaşam biçimlerinin yaratılması arasındaki sınırı bulandırmış olan yapıtları ya da sıradan nesne desenlerini çoğaltma biçimlerini icat eden de onlar değildir.
Sanatın estetik düzeni, işte bu hassas dokudur; hem sanatsal buluşlara hem de algılardaki ve olağan duyarlılıklardaki mutasyonlara ortam oluşturan “sanat” ile yaşam arasındaki bu yeni ilişkiler ağıdır. Yine de bu rejim, dış dönüşümlerin basit bir sonucu değildir. Kendi rasyonalitesine sahiptir, ama bu rasyonalitenin . karmaşıklığı, felsefı buyruklardan doğacaklara oranla kesinlikle farklıdır. Estetik rejim, yapıtları temsiliyet kurallarından koparıp sanatçının serbest gücüne ve üretimin içkin kriterlerine teslim etmiş, ama böylece onları aynı zamanda, üstlerine ötekinin damgasını vuran tüm güçlere bağlamıştır: bir toplumun soluk alması, dilin kendine özgü yaşamı, malzemenin tortulaşması, bilinçsiz düşüncenin etkisi. Bu rejim, sanatın gücünü algılanabilir bir varlığın yakınlığıyla özdeşleştirmiş ve yapıtların kendi yaşamına, onları değiştiren eleştirinin sonsuz uğraşını sokmuştur. Yapıtların müzelik ölümsüzlüğünü feda etmiş ve sahneleme, yeniden yazma ve farklı metamorfoz çalışmalarında yeniden harekete geçmelerine olanak tanımıştır. Sanatın özerkliğini onaylamış ve günlük yaşamdaki nesnelerde yepyeni güzelliklerin keşfini çoğaltmış, ya da sanat formları ile ticaret ya da kolektif yaşam biçimleri arasındaki ayrımı silip atmıştır.
Bu karşıtlar gerilimi öylesine başdöndürücüdür ki, bazı meslekten ya da alaylı felsefeciler onu yerine oturtmaya çalışmışlardır. 19. yüzyıl sonunun estetizmi bunun ilk şekliydi. Amacı ise, sanattan alınan hazları, bayağı eğlencelerden tümüyle ayırmaktı. Huysmans’ın Des Esseintes’inin örnek oluşturduğu çelişki, bu amaç uğruna sanatı bir yaşam biçimine indirgeyip, parfümcülerle bahçıvanları üstün sanatçılar olarak kutsamanın gerekli olmasıydı. Clement Greenberg ‘in örnek oluşturduğu 1940’lı yılların modernizmi ise, bunun ikinci tipik formuydu. Greenberg, sanatın estetik düzeninin karmaşıklığını, temsili ve heteronom olan eski sanat ile, yazarlar, plastik sanatçılar, müzisyenler ya da diğerlerinin salt kendi malzemelerinin olanaklarını kullanacakları yeni bir sanat arasındaki basit bir kopuşa indirgemek istedi. Ama bu sanata özgü olanın kutsanmasında da siyasi bir art düşünce vardı. Bu, en azından sanatsal devrimlerin radikalliğini -ve varsayılan yayılma potansiyelini- müsadere altındaki toplumsal devrimin felaketlerinden koruma kaygısını güden, hayal kırıklığına uğramış devrimcilerden kaynaklanıyordu. 0 model, sanatlar ya da sanat formları ile sanatsal olmayan yaşam biçimleri arasındaki tüm geçişler karşısında dayanaksız kaldığında, bu temel zayıflık alelacele, sanatın sonu ya da modernitenin çöküşü ile bir tutuldu. Bu durumda estetik -isteğe göre, ya sanatı modernist radikalliğin yanılgılarına düğümlemekle, ya da tam tersine kavramsal sanatta, pop-art’ta ya da çağdaş yerleşimlere özgü tüm karışımlardaki “gelişigüzel” dönüşümlere yol açarak bu radikalliği batırmakla suçlanabilecek- parmakla gösterilen sorumlu oldu.
Çağımızın anti-estetiği, hiç kuşkusuz bu sanatı kendine getirme çabasının üçüncü dalgasıdır. Ama “kendi” diye bir şey yoktur. Aslında, sanatın estetik müsaderesini ilan edenler, estetik yargıyı bilişsel kuramın özel bir olgusu (Schaeffer) , şiiri bir olgu kuramının doğrulanması (Badiou) , ya da tabloyu Temsil Edilemeyen’in bir tanıklığı (Lyotard) haline getirmek için, sanatı telaş içinde kendi felsefi hedeflerine hizmet ettirmeye çalışmakla sanatı kurtarmış olmadılar. Sanat pratikleri aynı zamanda hep başka şey oldu: törenler, eğlenceler, çıraklıklar, ticaretler, ütopyalar. Ozdeşleştirilmeleri, her zaman için onları başka deneyim alanlarına bağlamış olan kavranırlık biçimlerine dayalıydı. Estetik adı, bu her zaman paylaştırılmış özelliğe işaret eder. Bu nedenle de her zaman, sanat ile felsefenin, felsefe ile siyasetin birbirinden tama- men ayrı olmasını isteyenlerde öfke uyandıracaktır. Estetik, herhangi bir mahkemede yargılanabilecek bir doktrin ya da bir bilim değildir. Algılanabiliri oluşturan bir öğeler bütünüdür ve ancak, her birini yerine oturtan disiplin çerçeveleri kırılarak düşünülebilir.
Jacques Ranciere