Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazartesi, Aralık 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaKitaplıkSosyalizmin Alfabesi - Leo Huberman1.inci Bölüm - Kapitalizmin sosyalist açıdan tahlili

1.inci Bölüm – Kapitalizmin sosyalist açıdan tahlili

1. SINIF MÜCADELESİ
Zengin veya yoksul, güçlü veya zayıf, siyah, beyaz, sarı veya esmer olsun, insa’nlar her yerde yaşamak için gereksindikleri şeyleri üretmek ve bunların dağıtımını yapmak zorundadırlar.

Amerika Birleşik Devletleri’ndeki üretim ve dağıtım sistemine kapitalizm denir. Dünyanın birçok öteki ülkelerinde aynı sistem vardır.
Ekmek, giyecek, konut, otomobil, radyo, gazete, ilaç, okul ve diğer her şeyi üretmek ve dağıtmak için şu iki esas unsurun bulunması gerekir:
1. Toprak, madenler, hammaddeler, makineler, fabrikalar – yani iktisatçıların “üretim araçları” diye adlandırdıkları şeyler.
2. Emek – gerekli malları meydana getirmek için güçlerini ve hünerlerini üretim araçları üzerinde ve bu araçlarla birlikte kullanan isçiler.

Diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi, Amerika’da da üretim araçları, kamu mülkü değildir. Toprağa, hammaddelere, fabrikalara, makinelere, bireyler, yani kapitalistler sahiptir. Bu, pek önemli bir olgudur. Çünkü, üretim araçlarına sahip olup olmamanız, sizin toplumdaki konumunuzu belirler. Eğer üretim araçlarına sahip küçük gruba –yani kapitalist sınıfa– dahilseniz, çalışmadan yasayabilirsiniz. Üretim araçlarına sahip olmayan büyük gruba –yani işçi sınıfına– dahilseniz, çalışmadan yasayamazsınız.

Bir sınıf sahip olarak, öteki sınıf çalışarak yaşıyor. Kapitalist sınıf, gelirini, başkalarını kendi hesabına çalıştırarak elde eder; oysa işçi sınıfı, gelirini, yaptığı iş için aldığı ücret biçiminde sağlar.

Yaşamak için gerekli malların üretiminde emek baş yeri tuttuğuna göre, emeği sağlayanın –işçi sınıfının– bunun karşılığında çok cömertçe ödüllendirildiğini sanabilirsiniz. Oysa hiç de böyle değildir. Kapitalist toplumda en büyük geliri elde eden en çok çalışan değil, en fazla şeye sahip olandır.

ı>Kapitalist toplumda çarkları döndüren kârdır. Açıkgöz işadamı demek, satın aldığı şey için elden geldiğince az ödeyen, sattığı şeyler içinse koparabileceği en büyük miktarı alan adam demektir. Yüksek kârlara giden yolun ilk adımı masrafları azaltmaktır. Üretim masraflarından biri, emeğe ödenen ücrettir. Bu nedenle, elden geldiğince düşük ücret ödemek işverenin çıkarmadır. Aynı şekilde, işçilerini el-den geldiğince çok çalıştırmak da onun çıkarınadır.

Üretim araçlarına sahip olanların çıkarları ile bunlar için çalışan insanların çıkarları birbirine karşıttır. Kapitalistler için önce mülkiyet sonra insanlık, işçiler için ise önce insanlık –yani kendileri– sonra mülkiyet gelir. Kapitalist toplumda iki sınıf arasında daima bir çatışma olmasının nedeni de işte budur.

ı>Sınıf savaşında iki tarafın da davranışı, zorunlu oldukları davranıştır. Kapitalist, kapitalist olarak kalabilmek için kâr etmek zorunda olduğu gibi, işçi de yaşayabilmek için doğru dürüst bir ücret almaya çabalamak zorundadır. Taraflar ancak karşısındakinin zararı pahasına başarıya ulaşabilir.

Sermaye ile emek arasında “uyum” konusunda söylenen bütün sözler, gevezelikten başka bir şey değildir. Kapitalist toplumda, bir sınıfın yararı, ötekinin zararına olduğu için böyle bir uyum olamaz; ve bunun tersi.

Bunun için kapitalist toplumda, üretim araçları sahipleri ile işçiler arasında varolması zorunlu ilişki, bıçakla gırtlak arasındaki ilişki gibidir.

2. ARTI–DEĞER
ı>Kapitalist toplumda, insan, kendi gereksinmelerini sağlamak istediği şeyleri değil, başkalarına satacağı şeyleri üretir. Eskiden insanlar, kendi kullanımları için mal üretirken, bugün pazar için meta üretiyorlar.

Kapitalist sistem, meta üretimi ve değişimi ile ilgilenir.

İşçi, üretim aracına sahip değildir. Hayatını ancak tek bir yoldan kazanabilir: üretim araçlarına sahip olanlara kendisini ücret karşılığı kiralamak yoluyla. İşçi pazara bir meta ile gelir: çalışma kapasitesiyle, işgücüyle. İşverenin ondan satın aldığı şey, budur. İşveren, işçiye, işte bunun için ücret öder. İşçi, metaını, yani işgücünü, ücret karşılığı patrona satar.

İşçi, ne kadar ücret alacaktır? Ücretinin ne kadar olacağını belirleyecek şey nedir? Bu sorunun yanıtının anahtarı, işçinin satmak zorunda olduğu şeyin, bir meta olması olgusunda yatar. Onun işgücünün değeri, herhangi bir başka metada olduğu gibi, onu üretmek için toplumsal olarak: zorunlu emek zamanı miktarı ile belirlenir. Ama işçinin işgücü, kendisinin bir parçası olduğu için, işgücünün değeri, kendisinin (ve emek arzının sürekli olabilmesi zorunluluğu bakımından ailesinin) yaşayabilmesi için gerekli yiyecek, giyecek ve barınma giderlerine eşittir.
Başka bir deyişle, bir fabrika, atelye ya da maden sahibi, kırk saatlik bir işin yapılmasını istiyorsa, bu işi yapacak kimseye yasamasına yetecek ve öldüğü veya çalışamayacak kadar ihtiyarladığı zaman onun yerini alabilecek çocuklar yetiştirmesine yetebilecek bir ücret vermek zorundadır.

Demek ki işçiler, kendi işgüçleri karşılığında, ancak yaşayabilecekleri kadar bir ücret alırlar; bazı ülkelerde ise ayrıca bir radyo ya da buzdolabı ya da arasıra sinema bileti satın alabilecek bir fazlalık elde ederler.

İşçi ücretlerinin, işçinin ancak yaşayabileceği düzeye yönelme eğilimini ifade eden bu iktisadî yasa, işçilerin siyasal ve sendikal eylemlerinin yararsız olduğu anlamına mı gelir? Hayır, kesinlikle gelmez. Tersine, işçiler, sendikaları yoluyla, Amerika dahil bazı ülkelerde, ücretlerini bu asgarî yaşama düzeyinin üzerine çıkarabilmişlerdir. Şu önemli noktayı da unutmamak gerekir ki, işçilerin, bu iktisadî yasanın durmadan islemesine engel olmaları için açık olan tek yol budur.

Kâr nereden geliyor?

Bu sorunun karşılığını, metaların değişim sürecinde değil, üretim sürecinde buluruz. Kapitalist sınıfa giden kârlar, üretimden doğar.

işçiler, hammaddeyi, mamul nesne haline dönüştürmekle yeni bir servet var etmişler, yeni bir değer yaratmışlardır, işçiye ücret olarak ödenen ile işçinin hammaddeye kattığı değer arasındaki farkı, işveren kendisine alıkoyar.

işte kâr buradan gelir. isçi, kendisini, bir işverene kiraladığı zaman, ona ürettiği şeyi değil, üretme gücünü satar. işveren, işçiye sekiz saatlik çalışması ile yarattığı ürünün karşılığını ödemez, sekiz saat çalışması için para verir,
işçi, bütün işgünü –diyelim sekiz saat– süresince, işgücünü satar. Şimdi varsayalım ki işçinin aldığı ücretin değerini üretmek için gerekli zaman, dört saattir, işçi, bu dört saatin sonunda, işi bırakıp evine gitmez. Gidemez, çünkü onu sekiz saat çalışması için kiralamışlardır. Böylece dört saat daha çalışmaya devam eder. Ve bu dört saat süresince kendisi için değil, işveren için çalışır. Emeğinin bir kısmı ödenmiş emektir; öteki kısmı ödenmemiş emektir, işte işverenin kârı, bu ödenmemiş emekten gelir.

isçiye verilen ücretle, ürettiği değer arasında bir fark olması gerekir, yoksa işveren onu kiralamazdı. işçinin ücret olarak aldığı ile ürettiği metaın değeri arasındaki farka, artî-değer denir.

Artı-değer, işverene giden kârdır, işveren, işgücünü, bir fiyattan satın alır ve emeğin ürününü daha yüksek bir fiyata satar. Farkı, yani artı-değeri, kendisine alıkoyar.

3. SERMAYE BİRİKİMİ
ı>Kapitalist, işe, para ile baslar. Üretim araçlarını ve işgücünü satın alır. işçi, işgücünü, üretim araçları üzerinde kullanarak, metalar üretir. Kapitalist, bu rnetaları ve bunları para karşılığında satar. Bu sürecin sonunda elde ettiği para miktarının, başlangıçtaki para miktarından fazla olması gerekir. Bu fark, onun kârıdır.

Eğer üretim süreci sonunda, para miktarı, başlangıçtaki para miktarından fazla değilse, kâr yok demektir ve kapitalist, üretimi durdurur. Kapitalist üretim, halkın gereksinmeleriyle başlayıp bitmez. Para ile baslar, para ile biter.

Para, olduğu yerde durarak, iddihar edilerek daha fazla para haline gelemez. Para, ancak sermaye olarak kullanılmakla, yani üretim araçları ve işgücü satın alarak ve böylece yılın her gününün her saatinde işçilerin yarattığı yeni zenginlikten bir hisse almakla büyür.

Bu, gerçek bir atlı karıncadır. Kapitalist, daha fazla sermaye (üretim araçları ve işgücü) biriktirebilsin diye gittikçe daha çok kâr etmeye, daha çok kâr edebilsin diye daha da çok sermaye biriktirmeye, daha çok sermaye biriktirsin diye daha da çok kâr etmeye, vb., vb., çalışır.

Şimdi kârları artırmanın yolu, işçilere, gittikçe daha fazla metaı, gittikçe artan bir hızla, gittikçe azalan bir maliyetle ürettirmektir.

İyi bir fikir, ama bunu nasıl yapmalı? Makineler ve bilimsel yönetim – yanıt buydu ve budur. Daha büyük bir işbölümü. Yığın üretimi, [îsi] hızlandırma. Fabrikada daha büyük etkinlik. Daha çok makine. Bir işçiye, daha önce, beş işçinin, on işçinin, onsekiz işçinin, yirmiyedi işçinin yaptığı kadar bir üretme gücü veren, motorlu makineler…

Makineler tarafından “gereksizleştirilen” işçiler, ya yavaş yavaş açlıktan kırılan, ya da kendi varlığı ile bir iş bulabilmiş olanların ücretlerinin düşmesine yardımcı olan bir “yedek sanayi ordusu” haline gelirler.

Ve makineler, yalnızca fazla bir isçi nüfusu yaratmakla kalmazlar, aynı zamanda, emeğin niteliğini de değiştirirler. Hünersiz düşük ücretli emek, daha önceleri hüner ve yüksek ücret gerektiren emeğin yaptığı işi yapabilir. Fabrikalarda, çocuklar büyüklerin, kadınlar erkeklerin yerini alabilirler.

Rekabet, her kapitalisti, diğer kapitalistten daha ucuza meta üretmenin yollarım aramaya zorlar. “Birim emek maliyeti” ne kadar düşük olursa, rakiplerinden o kadar ucuzasatması ve gene de kâr etmesi mümkün olur. Makine kullanımmın yaygınlaşması ile, kapitalist, işçilerine, gittikçe daha çok malı, gittikçe daha hızlı ve daha ucuza ürettirebilecektir.

Ne var ki, bunu başarabilen yeni ve geliştirilmiş makine, çok büyük paralara mal olur. Bu, öncekinden daha büyük ölçekli üretim, gitgide büyüyen fabrikalar demektir. Başka bir deyişle, gitgide daha fazla sermayenin birikmesi demektir.

Kapitalist için başka bir seçenek yoktur. Kârın en büyük kısmı, en ileri ve en etkin teknik yöntemleri kullanan kapitaliste gider. Bundan dolayı, bütün kapitalistler, iyileştirmeler için uğraşır dururlar. Ama bu iyileştirmeler giderek daha fazla sermayeyi gerektirir, îş alanında kalabilmek, ötekilerin rekabetlerine dayanabilmek ve elindekini koruyabilmek için, kapitalist, sermayesini durmadan genişletmek zorundadır.

Kapitalist, daha çok kâr etmeyi daha çok biriktirmek ve böylece daha da çok kâr etmek için istemekle kalmaz, sistemin de kendisini böyle davranmaya zorladığım görür.

4. TEKEL
Amerikan halkına yutturulmak istenen en büyük yalanlardan biri de, ekonomik sistemimizin, “hür özel teşeıbbüs” olduğu iddiasıdır.

Bu, doğru değildir. Ekonomik sistemimizin yalnız bir kısmı, rekabetçi, serbest ve bireycidir. Geri kalanı –ve çok dada önemli kısmı– tam tersidir: tekelleştirilmiş, denetim altına alınmış ve kolektivisttir.

Rekabet, teoriye göre, güzel bir şeydi. Ama kapitalistler, uygulamanın, teoriye uygun düşmediğini gördüler. Rekabetin kârı azalttığım, birleşmenin ise kârı artırdığını gördüler. Amaçları kâr olduğuna göre, rekabete ne gerek vardı? Birleşmek, onların açısından, çok daha iyiydi.

Ve birleştiler de: petrolde, şekerde, viskide, demirde, çelikte, kömürde ve daha bir sürü metalarda.

ı>”Serbest rekabet teşebbüsü”nün sonu, daha 1875 yılında görünmüştü. 1888 yılında tröstler ile tekeller, Amerikan ekonomik hayatını öylesine kıskıvrak bağlamışlardı ki, başkan Grover Cleveland, Kongreye, bir uyarıda bulunmak gereğini duymuştu: “Biraraya gelmiş sermayenin başarısına bir göz atarsak, tröstlerin, birleşmelerin ve tekellerin varlıklarını keşfederiz, oysa vatandaş çok daha gerilerde çabalayıp durmakta, ya da demir bir ökçenin altında öldüresiye ezilmektedir. Yasaların sıkı denetimi altında ve halkın hizmetinde bulunması gereken şirketler, hızla halkın efendisi haline gelmektedir.”

Sanayi ve banka sermayesinin birleşmesi yoluyla, bazı şirketler öylesine büyüyebilmişlerdir ki, bazı sanayi kollarında, bugün, bir avuç firma, toplam üretimin yarısından fazlasını veya neredeyse hepsini üretmektedir. Bu sanayilerde, “geleneksel serbest rekabet teşebbüsüne dayanan Amerikan sistemi” artık elbette mevcut değildir. Onun yerini, ekonomik gücün birkaç elde yoğunlaşması, yani tekel almıştır.

Burada, Temsilciler Meclisi Küçük Ticaret ve Sanayi Komitesinin 1946 tarihli ve Ekonomik Yoğunlaşmaya ve Tekelciliğe Karsı Birleşik Devletler başlıklı raporundan bazı belirli örnekler verelim:

General Motors, Chrysler ve Ford, birlikte, Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan her on otomobilden dokuzunu üretirler.

1934’te dört büyük tütün şirketi –American Tobacco Company, R. J. Reynolds, Liggett & Myers ve P. Lorillard– üretilen “sigaraların yüzde 84’ünü, içilen tütünün yüzde 74’ünü, çiğnenen tütünün yüzde 70’ini işlemişlerdir”.

Dört büyük lastik şirketi –Goodyear, Firestone, U. S. Rubber ve Goodrich– aşağı yukarı “lastik sanayiinin toplam net satışlarının yüzde 93’ünü” yapmışlardır.

Savaştan önce, sabun sanayiinin en büyük üç şirketi –Proctor & Gamble, Lever Bros., ve Colgate-Palmolive Peet Co.– bu iş alanının yüzde 80’ini denetimleri altında bulundurmuşlardır: Öteki yüzde on başka üç şirket tarafından sağlanmış ve geri kalan yüzde on ise yaklaşık olarak 1.200 sa-bun imalâtçısı arasında paylaşılmıştır.

îki Şirket –Libby-Owen-Ford ve Pittsburgh Plate Glass Co.– birlikte ülkedeki toplam düz camların yüzde 95’ini yapmaktadırlar.

The United States Shoe Machinery Co., Amerika’daki toplam ayakkabı makinesi sanayiinin yüzde 95’inden fazlasını denetimi altına almıştır.

Bu kadar geniş bir egemenliğe sahip bulunan tekelci kapitalistlerin, fiyatları diledikleri gibi saptamak durumunda olduklarını görmek güç değildir. Ve böyle yapıyorlar. Fiyatları, en fazla kârı elde edecek noktada saptıyorlar. Bunu, ya kendi aralarında anlaşarak yapıyorlar, veya en güçlü şirket, fiyatı ilân ediyor, ötekiler de “kaptanı izle” oyununa katılıyorlar. Bir de sık sık olduğu gibi, temel patentleri denetimleri altında bulunduruyorlar ve gerekli üretim lisanslarını, ancak kendi çizgilerinde gitmeyi kabul edenlere veriyorlar.

ı>Tekel, tekelcilere amaçlarını gerçekleştirmek, yani çok büyük kârlar sağlamak olanağını hazırlıyor. Rekabetçi sanayiler, iyi zamanlarda kâr eder, kötü zamanlarda açık verir. Ama tekelci sanayiler için izlenen model farklıdır: iyi zamanlarda muazzam kârlar sağlarlar, kötü zamanlarda ise bir miktar kâr ederler.

Tekelci güçlere ve kârlara karşı hareket, 19. yüzyılın son çeyreğinde başlamış, 20. yüzyıla kadar devam etmiştir. Ne var ki, “büyüyen belâ” hakkında çok laf edildiği halde pek az şey yapılmıştır. Federal Ticaret Komisyonu ile Ada-let Bakanlığının tröstlere karsı kurulan şubesine, bir şeyler yapmak niyetinde oldukları zamanlarda bile, görevlerini yerine getirmeleri için, ne ödenek verilmiştir, ne de personel.

16

ı>Aslına bakılırsa bu konuda pek bir şey de yapılamazdı. 1911 yılında Standard Oil Company “dağıldığında”, J. P. Morgan’ın şu yerinde yorumu yaptığı bildirildi: “Hiç bir yasa, insanı, kendisi ile rekabete zorlayamaz.” Sonraki olaylar, Bay Morgan’ın haklı olduğunu gösterdi. 1935’te:

Birleşik Devletler’deki bütün şirketlerin binde-biri, bütün bu şirketlerin toplam varlıklarının yüzde 52’sine sahipti. Bütün şirketlerin binde-biri, bunların net gelirinin yüzde

50’sini elde etti. Bütün imalâtçı şirketlerin’ yüzde dördünden azı, bütün bunların net kârlarının yüzde 84’ünü kazandı. “Yoksulu daha yoksul, zengini daha zengin yapmak için bundan daha yetkin bir mekanizma zor bulunurdu.” îşte TNEC raporunda tekel için söylenen sözler bunlardır.
Raporda, tekelin, işçiler, hammadde üreticileri, tüketiciler ve hisse senedi sahipleri üzerindeki etkileri, kanıt olarak verilmektedir.

işçiler daha da yoksullaştılar, çünkü “tekelciler, işçilere, üretkenliklerine eşit bir ücret ödemiyor lardı”.

Hammadde üreticileri (örneğin çiftçiler), “tekelcilerin, bazan ödedikleri düşük fiyatlar” yüzünden daha da yoksullaştılar.

Tüketiciler, “tekelcilerin koydukları yüksek fiyatlar yüzünden” daha da yoksullaştılar.

Öte yandan ise hisse senedi sahipleri, “tekelcilerin bu şekilde elde ettikleri gereğinden fazla yüksek kârlar”dan dolayı, daha da zengin oldular.

Ne zaman kudret ve servetin birkaç elde tehlikeli bir biçimde toplandığı öne sürülse, Büyük İs Çevrelerinin savunucuları, manzaranın çizildiği kadar karanlık olmadığını öne sürerler. Bunlar, kârların gereksiz şekilde yüksek olması halinde bile, bu kârların, küçük bir gruba değil, milyonlarca insana dağıtıldığını savlmurlar. Bunlar, hisse senetlerinin geniş bir kitleye dağıtıldığını ve dev tekelci şirketlerin hisse senetlerinin, yalnız Bay Kodamanda değil, Tom’da, Dick’te, Harry’de ve milyonlarca başka küçük insanlarda bulunduğunu ileri sürerler. Bu, akla yatkın bir kanıttır ve pek çok kişiyi aldatır.

ı>Ancak, Amerikan sanayiine “halkın” sahip olduğu savı, boş laftır. Herhangi bir şirkette, hisse senedi sahiplerinin sayısı büyük olabilir. Ama bu, önemli değildir. Asıl önemli olan kaç kişinin ne kadar hisse senedine sahip olduğudur. Ve gene önemli olan, kârın ortaklar arasında nasıl bölüsüldüğüdür. Bu rakamları gördüğümüzde, bir bütün olarak “halkın” Amerikan sanayiinde mikroskobik bir hisseye sahip olduğu anlaşılır; oysa bir avuç Kodaman onun büyük bir kısmına sahiptir, korkunç kârları cebe indirmektedir.

Bu konu ile ilgili en etkili ve en kolay anlaşılır rakamlar, Başkan Roosevelt tarafından 1938’de Kongreye verilenlerdir:

“1929 yılı hisse senetlerinin dağılımı bakımından örnek bir yıl oldu. Ama aynı yılda nüfusumuzun binde-üçü, bireylerce bildirilen temettülerin yüzde 78’ini aldılar. Bu, aşağı yukarı şu demektir ki, nüfusumuzun her 300 kişisinden birisi, şirket kârlarının her dolarından 78 sentini aldığı halde, geri kalan 299 kişi, öteki 22 senti aralarında paylaşmaktadırlar.’1

Gerçek manzara Kongreye 1941 yılında senatör O’Mahoney tarafından sunulan Geçici Ulusal Ekonomi Komitesinin (TNEC) nihaî raporu ve tavsiyelerinde çizildiği şekildedir: “Biliyoruz ki, ülkenin servet ve gelirlerinin çoğu, birkaç büyük şirketin elindedir; bu şirketler ise, son derece az sayıda insanın malıdır ve bunların çalışmalarından doğan kârlar çok küçük bir gruba gitmektedir.”

5. GELİR DAĞILIMI
ıBiz Amerikalıların iyi yaşadığı doğru değildir. Gerçek şudur ki, vatandaşlarımızın mutlu bir azınlığının lüks içinde yaşamalarına karşın, Amerikalıların çoğu sefalet içindedir. Gerçekte “bizim yüksek hayat standardımız” boş bir övünmedir, halkımızın çoğunluğu ile bir ilişkisi yoktur. Başkan Roosevelt, ikinci görev dönemine başlarken yaptığı konuşmada, yüksek hayat standardımız konusundaki yalan perdesini su sözleriyle yırtınıştır: “Ulusun üçte-biri-nin kötü konutlarda oturduğunu, kötü giyindiğini ve kötü beslendiğini görüyorum.“

Bütün öteki kapitalist ülkelerde olduğu gibi Amerika’da da, yıllar boyunca, üretilen mallar ve hizmetler miktarında devamlı bir artış olmuştur. Gerçekten gerekli gereksinme malları ile son derece lüks mallar, sonu gelmez bir akıntı halinde, halkın yararlanmasına sunulmuştur.

Ne var ki, malların bu bolluğunun geçerli olması, halkın gereksinmeleri ile değil, onların satın alma gücü ile ölçülür. Amerikan halkının çoğunluğunun ulusal gelirden aldığı pay, hayatlarını daha zengin ve doyumlu hale getirebilecek şeyleri satın almalarını sağlamaktan uzaktır.

Resmî istatistikler bu noktayı kanıtlamaktadır. Örnek olarak, aşağıda, Nüfus Sayımı Bürosunun yayımladığı raporda yer alan, 1966’da, Amerika’da ailelere göre gelir dağılımı tablosunu veriyoruz (Current Population Reports, series P-60, n°53, 1967, s. 1):

Toplam parasal aile geliri ($) Aile Sayısı

1.000 dolardan az
ı>

1. – 1.99D 1.149.000

2. – 2.999 2.635.000

3. – 3.999 3.197.000

4. – 4.999 3.341.000

5. – 5.999 3.474.000 6.C€0 – 6.999 4.108.000

1. – 7.999 4.574.000

2. – 9.999 10.000 – 14.999 15.000 ve yukarısı 4.542.000

7.408.000

Toplam

ı> 10.008.000

4.486.000

48422,000

Dikkat edilirse, 1966 yılında, 10.322.000 aile, yani toplam aile sayısının yüzde 21’inden fazlası, bir yılda, 3.999 dolardan daha az gelir sağlamıştır. Bu, Amerika’da her beş aileden birisinin eline, haftada, yemek, içmek ve eğlenmek için 80 dolardan daha az para geçtiği anlamına gelir. Haftada 80 doların bir aileye. 1966’daki fiyatlarla nasıl bir hayat sürdürdüğünü siz düşünün.

Ama fazla kafa yormamıza da gerek yok. Bugünün “bolluk içinde yüzen” Amerika’sında çok sayıda sefil insan bulunduğu gerçeği Başkan Johnson’un 1967 baharında Kongreye sunduğu mesajla kanıtlanmış durumdadır. Başkanın raporuna göre: (1) yoksul çocukların yüzde 60’ı –yani her beşinden üçü– bolluk içinde yüzen Amerika’da hiç dişçiye gitmiyor; (.2) sakat ve kusurlu yoksul çocukların yüzde 60’ı, gene bu “müreffeh” Amerika’da, tıbbî bakımdan yoksun;

(3) yaşamlarının ilk yılında yoksul bebekler arasındaki ölüm oranı, bolluk içinde yüzen Amerika’da, yoksul olmayanlardan yüzde 50 fazla.

Amerikalıların çoğu, insan gibi bir ömür sürmelerine yetecek kadar para kazanamazken, tepedeki azınlık, gerekenden de çok fazla elde etmiştir. 1966 yılında, Sayım Bürosunun yayınladığı, Current Population Reports‘a göre (s. 7), gelir merdiveninin üst basamağındaki ailelerin yüzde 20’si, bütün ailelerin toplam gelirlerinin yüzde 40,7’sini aldığı halde, merdivenin alt basamağındaki ailelerin yüzde 60’ı yalnız yüzde 35,5’ini almıştır. Yani gelirden, tepedeki beşte-bir, tabandaki beşte-üçten daha fazla almış oluyor. Yalnız, bu, tepedeki çok zenginler, paralarının çoğunu alıp götüren pek yüksek vergiler ödemiyorlar mı? Böyle diyorlar ama, doğru değil.

Tennessee Senatörü Gore’un 11 Nisan 1965 günlü New York Times Magazine”de yayınlanan yazısına göre de söylenenler doğru değil. “Vergi Ödemeden Nasıl Zengin Olunur” başlıklı makalede senatör diyor ki, “… Şimdi, vergi reformunu önerenler tarafından bu gibi örnekler aydınlığa çıkartıldığı zaman, pek çok kimse bunları tipik değil diye bir yana itiyorlar; bunlar, hâlâ, bizim, ödeme gücüne dayanan müterakki bir vergilendirme sistemimiz olduğuna inanıyorlar. Ama işin aslı, yıllık kazancı bir milyon dolar veya daha fazla olan “tipik” bir vergi yükümlüsünün fabrika işçisi ve öğretmenden, gelirinin daha küçük bir yüzdesini vergi olarak ödüyor olmasıdır.

Öteki çoğu ülkelerin halklarına göre, bizim halkımızın, daha yüksek bir hayat standardı olduğu doğrudur. Ancak bu, bizim, varlık içinde olduğumuzu değil, onların yoksulluk içinde olduğunu gösterir. Propagandacıların, Amerika’nın “yüksek hayat standardından” söz açarken, bizi inandırmak istedikleri şey, hiç de doğru değildir.

6. BUNALIM VE DEPRESYON
Gelir dağılımı (ya da daha doğrusu gelirin kötü dağılımı) konusundaki gerçekler, kapitalist sistem ile bu sistemin temeldeki zayıflığının ekonomik yanını ortaya koyar.

Büyük halk kitlesinin geliri, hemen her zaman sınaî üretimi tüketemeyecek kadar küçüktür.

Zenginlerin geliri, çoğunluğun yoksulluğu yüzünden sınırlı olan bir piyasa için yapılabilecek kârlı yatırımlardan çoğu zaman kat kat büyüktür.

Halkın büyük bir kısmı, satın almak ister ama parası yoktur. Zengin azınlığın ise, parası, harcamakla bitmeyecek kadar çoktur.

Sanayi, dev adımlarla büyür; ama tüketicinin satın al-ma gücü, kaplumbağa hızıyla ilerler. Yığın üretimi sorunu çözülmüştür, ama üretilen malların yığın halinde satışı sorunu çözümlenememiştir. işçilerin gereksinmelerini karşılayacak mallar için pazar vardır; ama işçilerin gereksindikleri malları satın alma güç
leri açısından böyle bir pazar yoktur.

Bunun sonucu, sistemde, bizim bunalım ve depresyon dediğimiz dönemsel çöküşlerdir.

Kâr sağlamak için, kapitalist, işçilerine olabildiğince az ödeme yapmak zorundadır. Ürünlerini satmak için, kapitalist, işçilerine olabildiğince çok ödeme yapmak zorundadır.
İkisini birden yapamaz.

Düşük ücret yüksek kâr sağlar, ama aynı zamanda mal talebini azalttığı için kârı olanaksız hale getirir. Çözümlenemez bir çelişki. Kapitalist sistem çerçevesi içinde çıkar yol yoktur. Depresyon kaçınılmazdır.
1929 bunalımından sonra, Birleşik Devletlerdin, kapitalizmin hâlâ genişleyebileceği dönemi, ebediyen ardında bıraktığı izlenimi doğdu. Artık genişlemeye değil, daralmayı asgarî çizgide tutmaya çalışılacaktı.

Halk iş istiyordu, iş bulma olanağı azdı. Tanınmış ingiliz iktisatçısı J. M. Keynes’e göre, “Eldeki kanıtlar, tam veya hatta tama yaklaşan istihdamın ender görülen ve kısa süreli bir durum olduğunu gösteriyordu.”

Gene de kapitalist sistemin iş sağlayabileceği yalnız tek yol vardı. Kapitalizmi kötürümleştiren kusurların, yani düşük tüketim ve aşırı üretimin giderilebileceği tek yol vardı. Tepede sallanan aşırı üretim korkusundan kurtulmanın, üretilen her şeyi kârla satabilmenin tek yolu vardı.

Kapitalizmin öldürücü hastalığı olan bunalım ve depresyonu tedavi etmenin tek yolu vardı:

SAVAŞ.

1929’dan sonra, kapitalist sistemin, insanlara tam istihdam, malzeme, makine ve para sağlamak için, ancak bir savaş hazırlığı ve girişimi ile,

işlemesine devam edebileceği görüldü.

7. EMPERYALİZM VE SAVAŞ
Büyük ölçekli tekelci sanayi, üretici güçleri, daha önce görülmedik bir ölçüde geliştirdi. Sanayicilerin mal üretme güçleri, yurttaşların tüketim güçlerinden daha büyük bir hızla artıyordu.

Bu, onları, mallarını anayurdun dışında satmak zorunda bırakıyordu. Üretim fazlasını emebilecek yabancı pazarlar bulmak zorundaydılar.

Bunları nereden bulacaklardı? Bu soruya verilebilecek tek bir karşılık vardı: sömürgelerde.
Üretilen fazla mamul mallar için pazarlar bulmak zorunluluğu, sömürgeler edinme konusunda duyulan baskının ancak bir kısmıydı. Büyük ölçekli yığın üretimi geniş ham

madde ikmallerini gerektirir. Kauçuk, petrol, nitrat, kalay, bakır, nikel ve bunlara benzer daha bir yığın şey, tekelci kapitalistlere her yerde gerekli olan hammaddelerdi. Bun

lar, bu gerekli hammaddelerin kaynaklarına sahip olmak veya bunları denetimleri altında bulundurmak istiyorlardı.

Emperyalizmi yaratan ikinci etken de buydu. Ama bu iki baskıdan daha da önemlisi, bir başka fazla şey için de pazar bulmak zorunluluğuydu: sermaye fazlası.

Emperyalizmin ana nedeni buydu.

Tekelci sanayi, sahibine çok büyük kârlar getirmişti. Aşırı kârlar. Sahibinin ne yapacağını bilemeyeceği kadar çok para. Harcayabileceklerinden daha çok para. Bu para, yurt içinde gelir getirici yatırım için kullanabileceklerinden de fazlaydı. Aşırı bir sermaye birikimi.

ı> Mal ve sermaye için pazarlarda kârlar arayan bu sanayi ve banka ittifakı, emperyalizmin başlıca kaynağı olmuştur.

J. A. Hobson, daha 1902 yılında, bu konuya öncülük eden incelemesinde şöyle diyordu: ”Emperyalizm, sanayiin büyük denetçilerinin anayurtta satamadıkları ya da kullanamadıklan malları ve sermayeyi elden çıkartmak için dış pazarlar ve yatırım alanları arayarak, servet fazlalarının yatağını genişletmedir/’

Sömürge halklarına karşı tutum, zamana ve yere göre değişmiştir. Ama zulüm ve baskı genel yasaydı – hiç bir emperyalist ulus masum değildi. Bu konuda uzman kabul edilen Leonard Woolf şöyle yazıyordu: “Avrupa’da ulusal toplumda nasıl son yüzyılda açıkça belirli sınıflar, kapitalistler ile işçiler, sömürenler ile sömürülenler ortaya çıkmışsa, uluslararası toplumda da biri egemen ve sömüren öteki güdülen ve sömürülen, gene aynı derecede belirli sınıflar, Batının emperyalist güçleri ile Afrika ve Doğunun uyruk ırkları ortaya çıkmıştır.

Öteki emperyalist uluslar ne ise, Amerika Birleşik Devletleri de öyledir. Özel yatırımlardan gelen bütün kârlar, ilgili malî gruplara gitmiş, ama hükümet politikası, hükümet parası ve hükümet kuvveti, bunların özel çıkarlarını sağlamak ve korumak için kullanılmıştır. Başkan Taft, tekelci kapitalizmin gerekleri ile hükümet politikası arasındaki bağ konusunda açıksözlüydü: “Dış politikamızın hak ve adaletin düz yolundan kıl payı saptırılmaması gerekmekle birlikte, bu politika, emtiamız ve kapitalist fırsatlarımız için kârlı yatırımlar sağlamak üzere etkin müdahaleyi de içerecek hale pekâlâ getirilebilir.”

20. yüzyılda, her büyük sanayi ülkesinde, tekelci kapitalizm gelişmiş ve onunla birlikte sermaye fazlası ile ürün fazlasının ne yapılacağı sorunu da ortaya çıkmıştır. Kendi ulusal pazarlarını denetim altında bulunduran çeşitli devler, uluslararası pazarlarda karşı karşıya geldikleri zaman önce uzun, zorlu, acı bir rekabete, ardından uluslararası bir temel üzerinde anlaşmalara, birleşmelere, kartellere girişirler.

Dünya pazarını bölüşmek üzere aralarında anlaşmalar yapan bu büyük uluslararası birleşmeler ile, rekabetin sona ereceği ve uzun süreli bir barış döneminin başlayacağı sanı

lir. Ama böyle olmaz, çünkü kuvvet oranları durmadan değiş mektedir. Bazı şirketler gitgide büyür ve güçlenirken, öte kiler geriler. Böylece bir zamanlar hakkaniyet ölçüleri için de yapılmış olan bölüşüm sonradan hakkaniyetsiz olur. Güç lü grup tarafında bir hoşnutsuzluk başlar ve bunu daha bü yük bir pay alma savaşımı izler. Her hükümet, kendi uyruk larını korumak için ayağa kalkar. Bunun kaçınılmaz sonucu savaştır.

Emperyalizm savaşa yolaçar. Ne var ki, savaş da hiç bir şeyi kesin olarak çözemez. Artık bir masa çevresinde çözümlenemez hale gelen düşmanlıklar, şimdi pazarlık, güçlü patlayıcılar, atom bombaları, sakat insanlar ve parçalanmış cesetlerle yapılıyor diye ortadan kalkmaz.

Hayır! Pazar avı sürüp gitmelidir. Tekelci kapitalizm, mal ve sermaye fazlası için alan bulmak zorundadır ve tekelci kapitalizm varoldukça yeni savaşlar sürecektir.

8. DEVLET
Üretim araçlarındaki özel mülkiyet, özel türden bir mülkiyettir. Bu mülkiyet, ona sahip olan sınıfa, sahip olmayan sınıf üzerinde bir güç verir. Sahip olanın yalnız çalışmadan yaşamasını sağlamakla kalmaz, bir yandan da, sahip olmayanların çalışıp çalışmayacağı ve hangi koşullar altında çalışacaklarını saptama olanağını da verir. Yani bir çeşit efendi ve hizmetçi ilişkisi kurar; kapitalist sınıf, emirler verme mevkiinde, işçi sınıfı ise bunları yerine getirme durumundadır.

Bu durumda, haliyle, iki sınıf arasında sürüp giden bir çatışma vardır.

ı> Kapitalist sınıf, isçi sınıfım sömürerek, servetle, güçle ve itibarla cömertçe ödüllendirilmiş; oysa işçi sınıfı, güvensizlik, yoksulluk, sefil hayat koşulları içine itilmiştir.

Bu durumda, mevcut mülkiyet ilişkisinin –azınlığın bu denli yararına, çoğunluğun bu denli zararına olan bu mülkiyet ilişkisinin– devamını sağlamak için bir yöntem bulunması gerekir. Zengin azınlığın, emekçi çoğunluk üzerinde, toplumsal ve ekonomik egemenliğinin sürüp gitmesini sağlayacak güce sahip bir kurumun varlığı zorunludur.

Böyle bir kurum vardır: bu, devlettir.

Kapitalist sınıfın işçi sınıfı üzerinde egemenlik kurmasını sağlayan bu özel mülkiyet ilişkilerini korumak ve sürdürmek devletin işlevidir.

Bir sınıfın ötekisini baskı altında tuttuğu sistemi yaşatmak devletin işlevidir.

Üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olanlar ile olmayanlar arasındaki çatışmada mülk sahipleri, devletin kişiliğinde, mülksüzlere karşı güçlü bir silah bulurlar.

Devletin, sınıflar üstü olduğuna –hükümetin zengin yoksul, yüksek alçak bütün halkı temsil ettiğine– inanmaya iteleniyoruz. Ama aslında, kapitalist toplum, özel mülkiyete da-yandığından, özel mülkiyete karşı yapılacak her davranış, gereğinde şiddet kullanmaya kadar varan devletin direnciyle karşılaşacaktır.

Bunun için, aslında, sınıflar varoldukça, devlet, sınıflarüstü olamaz, egemen sınıftan yana olmak zorundadır. Devletin egemen sınıfın bir silahı olduğunu, Adam Smith, daha 1776 yılında farketmişti. Ünlü kitabı, The Wealth of Nations ’da şöyle yazıyordu: “Sivil hükümet, mülkiyetin güvenliğini korumak için kurulduğu sürece, aslında zenginin yoksula karşı veya biraz malı mülkü olanın olmayana karşı savunulması için kurulmuştur.”

İktisaden egemen olan sınıf –üretim araçlarına sahip olan sınıf– siyasal olarak da egemendir.

Birleşik Devletler’deki gibi bir demokraside halkın, oylarıyla kendi adaylarını iş başına getirdiği doğrudur. Demokrat X ile Cumhuriyetçi Y arasında bir seçme yapma hakları vardır. Ama bu, hiç bir zaman sınıf mücadelesinin bu yanında ya da öteki yanında yer alan bir adayın seçimi değildir. Ana partilerin adayları arasında özel mülkiyet ilişkileri sistemi konusunda çok az temel davranış farkı vardır. Bu ayrılıklar da hep ayrıntılar konusundadır; hemen hiç birisi, temel sorunlarla ilgili değildir.

İsin aslı aranırsa, işçiler için Demokrat X ya da Cumhuriyetçi Y arasında bir seçim yapmak, kapitalist sınıfın hangi özel temsilcisinin, Kongrede, kapitalist sınıfın yararına yasalar yapacağı konusunda bir seçim yapma özgürlüğünden başka bir şey değildir.

Yasaları yapanlar ile yasaların çıkarları için yapıldığı adamlar arasındaki bağ, öylesine sıkıdır ki, devlet ile egemen sınıf arasındaki ilişki konusunda hiç bir kuşkuya yer bırakmaz. Ulusumuzun en ileri gelenlerinden birisinin, iktisadî egemenliği elinde bulunduran sınıfın, siyasal egemenliği de elinde bulundurduğu düşüncesinde olduğu şu satırlarda açıkça görülür:

ı> “Diyelim ki, Washington’a gidiyorsunuz ve hükümetinizle görüşmek istiyorsunuz. Sizi nezaketle dinleseler bile, asıl sözü geçer kimselerin büyük bankerler, büyük imalâtçılar, büyük tüccarlar, demiryolu şirketleri ile denizyolları şirketlerinin başındaki kimseler olduğunu göreceksiniz. … Birleşik Devletler Hükümetinin efendileri, Birleşik Devletler kapitalistleri ve imalâtçılarıdır.”

Gerçekleri ortaya döken bu tümceler, Woodrow Wilson’-ın, 1913 yılında yazdığı bir kitapta yayınlanmıştır. Yazar ne söylediğini bilecek bir yerde bulunuyordu. O sıra Birleşik Devletler’in başkanıydı.

Şu soru ortaya çıkıyor: mademki devlet mekanizması kapitalist sınıfın denetimi altındadır ve onun çıkarına işlemektedir, kapitalistlerin gücünü düzenlemek ve sınırlandırmak için hazırlanan yasalar, nasıl oluyor da kara kaplı kitapta yer alabiliyor?

Örneğin bu gibi şeyler, Franklin D. Roosevelt yönetimi sırasında olmuştur. Ama niçin?

ı> Devlet, ancak zorlandığı takdirde, mülksüzler adına, mülk sahiplerine karşı harekete geçer. Şu veya bu çatışma noktasında boyun eğmek zorunda kalır, çünkü işçi sınıfından gelen baskı o denli büyüktür ki, ödün vermek zorunludur; yoksa “yasa ve düzen” tehlikeye girdiği gibi, daha da kötüsü (egemen sınıf acısından daha kötüsü), devrim bile olabilir. Ama unutulmaması gereken önemli nokta sudur: böyle dönemlerde elde edilen bütün ödünler, mevcut mülkiyet ilişkileri sınırları içerisindedir. Kapitalist sistemin ana çerçevesi, hiç dokunulmadan öylece durur. Ödünler her zaman bu çerçeve içinde verilmektedir. Egemen sınıfın amacı, bütünü kurtarmak için bir noktada boyun eğmektir.

Başkan Roosevelt yönetimi sırasında isçi sınıfı tarafından elde edilen bütün kazanımlar –ki bunlar epeyce fazlaydı™, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet sistemini değiştirmemiştir. Bu kazanımlar bir sınıfın bir başkası tarafından devrilmesini sağlamamıştır. Başkan Roosevelt öldüğü zaman, işverenler de, isçiler de eski yerlerinde idiler.

Devlet, bir sınıfın öteki sınıf üzerinde egemenliğini kurmak ve sürdürmek için bir araç olduğuna göre, ezilen çoğunluk için gerçek özgürlük var olamaz. Duruma ve koşullara bağlı olarak şu ya da bu derecede özgürlük verilecektir, ama son tahlilde, “özgürlük” ve “devlet” sözcükleri, sınıflı bir toplumda biraraya getirilemez.

Devlet, hükümeti denetimi altında bulunduran sınıfın kararlarını uygulamak için vardır. Kapitalist toplumda devlet, kapitalist sınıfın kararlarını, dayatarak yürütür. Bu kararlar, işçi sınıfının, üretim araçlarının sahiplerinin hizmetinde çalıştığı kapitalist sistemi sürdürmek için alınmıştır.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments