Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazartesi, Aralık 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaKitaplıkSosyalizmin Alfabesi - Leo Huberman2.inci Bölüm - Kapitalizmin sosyalistçe suçlanması

2.inci Bölüm – Kapitalizmin sosyalistçe suçlanması

İKİNCİ BÖLÜM KAPİTALİZMİN SOSYALİSTÇE SUÇLANMASI 9. KAPİTALİZM VERİMSİZ VE MÜSRİFTİR

İnsanın üretme gücündeki artış, yoksulluğun ve sefaletin ortadan kalkmasını sağlamış olmalıydı. Bu sonucu yaratamamıştır: dünyanın en güçlü, en zengin ve en üretken kapitalist ülkesi olan Birleşik Devletler’de bile.

Öteki bütün kapitalist ülkelerde olduğu gibi Birleşik Devletler’de de, bolluğun ortasında açlık, varlığın içinde kıtlık, zenginliğin göbeğinde yoksulluk vardır.

Böylesine çelişkilerle nitelendirilen bir ekonomik sistemde, temelden hatalı bir şeyin bulunması gerekir. Evet böyle bir bozukluk vardır. Kapitalist sistem, verimsiz, müsrif, akıldışı ve adaletsizdir. Verimsiz ve müsriftir, çünkü, en iyi işlediği yıllarda bile, üretim mekanizmasının beşte-biri kullanılmıyor.

Verimsiz ve müsriftir, çünkü, devre devre çöküntüler oluyor ve o zaman üretim kapasitesinin değil beşte-biri, yarısı atıl kalıyor. Brookings Enstitüsüne göre: “Ekonomik canlı-lığın doruğunda bile, atıl kapasite miktarı, genel bir rakamla ifade etmek gerekirse yüzde 20 kadardır. Depresyon dönemlerinde ise, bu oran, haliyle çok fazla artmış, 1930 depresyonunda yüzde SO’ye kadar yükselmiştir.”

Verimsiz ve müsriftir, çünkü, çalışmak isteyen herkese daima yararlı iş sağlayamadığı gibi, bedence ve kafaca sapasağlam binlerce insanın çalışmadan yaşamalarına yer verir.

Reklamcılar, satıcılar, acenteler, pazar araştırmacıları ve benzeri bir yığın insanı, malların, sağlıklı ve akla-uygun üretimini ve dağıtımını sağlamak için değil de, müşterinin aynı malı .A şirketinden değil, B ya da C, D? E, F şirketlerinden satın almasını sağlamak için çılgınca bir rekabet alanında istihdam ettiği için verimsiz ve müsriftir.

Verimsiz ve müsriftir, çünkü insanın gereksinmeleriyle ilgilenmek yerine, gitgide artan fiyatlarla ve kârla ilgilendiği için, ekinlerin ve malların göz göre göre yokedilrnesme izin verir.

Nihayet, verimsiz ve müsriftir, çünkü, dönemsel olarak savaşa yolaçar ve savaş, yaşamda güzel olan her şeyi insafsızca ve şeytanca yokettiği gibi, yaşamın kendisini de ortadan kaldırır.

Bu verimsizlik ve israf, düzeltilmesi mümkün olan kötü bir yönetimden gelmiyor; bu, kapitalist sistemin ayrılmaz bir parçasıdır. Sistem sürüp gittikçe de, devam etmek zorundadır.

1930’lardaki depresyon sırasında, Birleşik Devletler’de çalışmak zorunda ve isteğinde olan işe yarar işçilerin dörtte-biri, yıllarca, is bulamadı. Bu insanlar, aç kaldılar, yardımla yaşamlarını sürdürdüler veya kamu kuruluşlarında icat edilen işlerde çalıştılar. Her kentte, kadın, erkek, çoluk çocuk ekmek kuyruğuna girdi. Bu işgücü israfının büyüklüğü, şu unutulmaz tabloda canlandırılmıştır: “Onbir milyon issiz kadın-erkek, ekmek için tek bir kuyrukta bir kol boyu ara ile dizilseler, bu hat, New York’tan Chicago’ya, St. Louis’e, Salt Lake City’ye ve hatta San Francisco’ya uzanır. Dahası da var: bu kuyruk bir de geri döner, yani kıtayı bir uçtan öbür uca iki defa dolanmış olur.”

Bu milyonlarca aç-sefil insan, yetenekleri ile güçlerini yaşamaya yetecek kadar bir şeyler elde etmek için kullanma fırsatı ararlarken, çalışmanın ne demek olduğundan haberi bile olmayan ve bunu öğrenmek için hiç bir istek taşımayan daha şanslı erkek ve kadınlar, sırf üretim araçlarına sahip oldukları için, konfor ve lüks içinde yaşıyorlardı. Bunlar utanmazca bir aylaklık içinde yaşayabiliyorlardı, çünkü kapitalist sistemin düzenlediği, belki de adını bile duymadıkları sanayi yatırımlarındaki hisse senetleri, bunlara böyle yaşayabilecek bir gelir sağlıyordu. Çalışmak isteyen ama iş bulamayan insanların sefaleti, ellerini işe sürmeden temettü alan bir avuç zengin nedeniyle, daha da alçaltıcı oluyordu.

Bolluk ortasında sefalet açmazı ile yüzyüze gelen kapitalist sistem, bu sorunu çözümlemek için bir plan yapıyor.

Bolluğu ortadan kaldırmak planı.

Yenilemeyecek hale getirmek için patatesin üzerine gazyağı döküldü, kahve ürününün yüzde 30’u yokedildi, süt ırmağa döküldü, meyveler yerlerde çürümeye bırakıldı.

ı> Bu çılgınlık, kapitalist sistemde, pek de göründüğü gibi bir delilik değildir. Halkı, gereksinmeleri olan patatesle, kahveyle, sütle, meyveyle beslemekle değil de, elden geldiğince yüksek fiyat ve kâr elde etmekle ilgilenen bir ekonomi için sırası gelince arzı sınırlamak, amacına ulaşmanın bir başka yoludur. Ama bu, uygulamayı haklı göstermez, sadece savımızı kanıtlar: kapitalist sistem özü gereği verimsiz ve müsriftir.

Kapitalizmin en büyük israfı da savaştır.

Kapitalist ekonomide barış zamanında ulaşılamayan tam üretime, savaş zamanında ulaşılır, işte o zaman, evet ancak o zaman, kapitalizm, insanların, malzemelerin, makinelerin, paranın tam istihdam sorununu çözümler.

Hangi amaçla? Yalnızca yakıp yıkmak amacıyla, insanoğlunun umutlarını, hayallerini ve hayatını yoketmek; binlerce okulu, hastaneyi, fabrikayı, demiryolunu, köprüyü, limanı, maden ocağını, enerji merkezini yerle bir etmek; binlerce mil kare ekili toprağı ve ormanı kökünden kurutmak.

Yaralıların acıları, sakat ve kötürümlerin ıstırabı, yakınlarını kaybedenlerin özlemleri, hesaba kitaba sığar mı? Ama biz savaşın neye malolduğunu biliyoruz. Yapılan israfın miktarını lirası lirasına, kuruşu kuruşuna biliyoruz, Bu rakamlar, kapitalizmin en büyük israfının savaş olduğunu gün gibi açığa çıkartıyor.

Birinci Dünya Savaşı, 200 milyar dolara maloldu, 1935 yılında, Rich Man, Poor Man yapıtının yazarları bunun ne demek olduğunun ölçütünü verdiler. Ölçüt şu:

“Eıı para, Amerika, ingiltere, Belçika, Fransa, Avusturya, Macaristan, Almanya ve italya’da her aileye [enflasyon öncesi dolarla] 3.000 dolarlık bir ev ve bir bahçe yeri vermeye yeterliydi.

“Ya da bu parayla, Amerika’daki bütün hastanelerin masrafını 200 yıl süreyle karşılayabilirdik. Devlet okullarımızın 80 yıllık bütün giderlerini karşılayabilirdik. Veya, eğer

2.150 işçi 40 yıl süreyle herbiri yıllık 2.500 dolar ücretle çalışsaydı, toplam kazançları, Dünya Savaşının ancak bir günlük masrafını karşılayabilirdi!”

ikinci Dünya Savaşı ise, bunun beş katma malolmuştur. Kapitalist sistemin israfçıhğını, hiç bir şey, savaş kadar gözler önüne seremez.

10. KAPİTALİZM AKILDIŞIDIR
Kapitalist sistem, akıldışıdır.

ı> Bu sistem, işadamının kişisel çıkarının, ulusun yararına olduğu,; eğer kişiler, istedikleri gibi kâr etme konusunda serbest bırakılsalar, bütün toplumun daha iyi bir duruma geleceği; işleri yürütmenin en iyi yolunun, kapitalistleri, en büyük kârı sağlayacak şekilde işlerinde serbest bırakmak olduğu ve, bu sürecin bir yan ürünü olarak, halkın gereksinmelerinin sağlanacağı önermesine dayanır.

Bu önerme kesenkes her zaman için doğru değildir. Hele tekel, rekabetin yerini alınca, doğruluğu daha da azalır. Kâr peşinde koşanların çıkarı ile toplumun çıkarı, ya uyuşur, ya uyuşmaz. Aslında çoğu zaman çatışır.

Kapitalist sistem, üretimi, herkesin gereksinmesine değil, azınlığın kârına dayandırdığı için akıldışıdır.

Kapitalist sistem, doğrudan doğruya gereksinmeye göre üretimde bulunmak gibi sağduyuya dayanan bir yöntem uygulayacağına, gereksinmelerin de bu arada nasıl olsa karşılanacağı gibi belirsiz bir umutla, dolaylı bir yöntemle kâra göre üretim yaptığı için, akıldışıdır.

Kapitalizm, New York’tan Chicago’ya gitmek için dosdoğru yol varken, New Orleans üzerinden dolanmak kadar mantıksız ve saçmadır.

Ayrıca, kâr peşinde koşan bir avuç sanayicinin iktidarı ile, ulusun gereksinmelerinin karşılanıp karşılanmayacağına, ve neyin pahasına karşılanacağına bakılmaksızın bunların tamamıyla kendi başlarına ve kendi çıkarları doğrultusunda karar verecekleri demokrasiye ilişkin bir sorun çıkmıştır ortaya. Halkın ekonomiyi denetimi altında tutmadığı yerde, ekonomik demokrasinin yerini, ekonomik diktatörlüğün alacağını söylemek hiç de yanlış olmaz.

Barış zamanında ülkenin refahı için çok tehlikeli olan bu ekonomik diktatörlük, savaş zamanında ülkenin varlığına yönelmiş bir tehdit halini alır. Bunalımın ağırlığına aldırmaksızın ekonomik diktatörler, kârın, ödevden önce geldiğinde ayak direrler ve üstelik her türlü çıkarlarının fiyatını ülkeye ödettirecek durumdadırlar. Bu dayanaksız bir suçlama değildir; Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında, Birleşik Devletler’in deneyimleriyle bu doğrulanmıştır. 1941’de yayımlanan bir TNEC raporu, hikâyeyi şöyle anlatmaktadır:

“Açık konuşmak gerekirse, savaş ya da bunalım sırasında, is çevrelerine karşı takınılacak tutum sorunu ortaya çıktığında hükümet ve kamuoyu diken üstündedirler. İş çevreleri, dayattıkları koşullar dışında, çalışmayı reddeder. Doğal kaynaklar, likit değerler, ülke ekonomisindeki stratejik noktalar, teknik araçlar ile bilgiler, onun denetimi altındadır.

“Şimdi tekrarlanmakta olduğu görülen Birinci Dünya Savaşı deneyimi iş çevrelerinin bu denetimini ancak ‘uygun bir fiyat’ ödenirse kullanacağını göstermektedir. Aslında bu, pek de kapalı olmayan bir tehdittir. … Bu durumda sormak gerekir: bunların yurtseverliklerinin bedeli nedir?”

Sistemdeki aynı akıldışılık doğanın, halkın yararına olarak denetim altına alınmasında, büyük iş çevrelerinin kazanç hırsıyla buna engel olmasından da görülmektedir. He-men her bahar Ohio nehri taşar, bir yığın insanın ölümüne, milyonlarca dolarlık malın zarara uğramasına yolaçar. Ürün mahvolur, evler yıkılır, kentleri sel basar. Böyle bir şeyin olmasına hiç gerek yoktur. Bu güçlü nehir yola getirilebilir. Vahşî enerjisi dizginlenebilir, mevsimlik dalgalanmaları bütün yıl güvenilir bir ulaştırmaya elverecek bir düzeyde tutulabilir, erozyon ile yokolan toprak, tamamen veya kısmen kurtarılabilir.

Bunun nasıl yapılacağını biliyoruz. Yapılabilir de. Bu TVA’da yapılmıştır da.

Öyleyse niçin yapılmıyor? Bölgesel planlamada Ameri-ka’nın başarılı bir denemesi olan TVA (Tenessee Vadi Projesi), Ohio Vadi Projesi, Missouri Vadi Projesi olarak niçin tekrarlanmıyor?

Niçin? Çünkü kapitalist sistem, akıldışıdır da ondan. Belâlı nehir, her yıl ölüme ve yıkıma yolaçan taşmalarına devam etmelidir, çünkü bir Ohio Projesi ile halkın yararına olarak gerçekleştirilecek taşkının denetimi, enerji üretimi, ulaştırma sistemi, toprak korunması, kamu hizmeti şirketlerinin, kömür ve demiryolu şirketlerinin kârlarını azaltabilir. Bu büyük iş çevreleri, TVA sırasında, enerji üretimi ve ucuz su nakli ile mücadele etti ve bu savaşı öteki nehir yatağı projelerinde de sürdürüyorlar. Özel çıkarlar ile kamu refahının zorunlu olarak çakışacağını söyleyen kapitalizmin temel önermesinin saçmalığının işte bir kanıtı daha.

Kapitalist sistemin akıldışılığı, hiç bir yerde, plandan yoksun oluşu kadar apaçık değildir. Her işletmede, bir sistem, örgütlenme, planlama vardır; ama iki işletme arasındaki ilişkide, ne sistem, ne plan, ne de örgütlenme vardır sadece anarşi vardır.

Ulusun ekonomik refahının, en iyi şekilde, ulusun refahı amacına yönelik, geniş kapsamlı ve iyi hazırlanmış planlarla değil, her kapitaliste kendi işine geleni yapmasına izin vererek sağlanacağı konusunda sanayiciler bize teminat veriyorlar. Bütün bu tek tek verilen kararların toplamı da toplumun yararına olacakmış.

Bunlar, hiç anlamı olmayan sözler.

Kapitalist sistem, halkı birbiriyle çatışan sınıflara böldüğü için de akla aykırıdır. “Bölünmez* herkese özgürlük ve adalet sağlayan tek bir ulus” yerine, kapitalizm, yapısı gereği, bir sınıfa özgürlük ve adalet getirip, ötekine getirmeyen bölünmüş iki ulus yaratıyor. Halkın kardeşlik ve dostluk içinde birarada yaşayacağı birleşmiş bir toplum yerine, kapitalist sistem, bütünleşmemiş bir topluluk yaratıyor ve bu toplulukta, çalışan sınıf ile mülkiyet sahibi sınıf, ulusal gelirden büyük bir parça koparmak için, zorunlu olarak savaşıp duruyorlar.

Mülkiyet sahibi sınıfın gelirine, kâra, sanayiin amacı kâr elde etmek olduğu için, iyi bir şey gözüyle bakılıyor. Oysa, işçi sınıfının gelirine, ücrete, kârları azalttığı için kötü bir şey gözüyle bakılıyor. “Yüksek ücret teorisinin” erdemleri konusunda ne kadar lafebeliği edilirse edilsin, konunun özü budur. Kâr, elden geldiğince büyük tutulması gereken’kesin olarak iyi bir şey, ücretler ise, üretim maliyetinin düşük olması için en az düzeyde tutulması gereken kesin olarak kötü bir şey gibi görülüyor.

Bunun sonucu, işçilerin kendi ürettikleri metaları satın alamamaları bunalıma ve depresyona –sistemde dönemsel çöküşlere– yolaçıyor. Bundan daha akıldışı bir ekonomik sistem olur mu?

Sanayiin gelişmesinde esas dürtü olarak kârın vurgulanmasından doğan bir başka akıldışılık da insanların sahip olduğu değerlerde yarattığı kargaşalıktır.

Kapitalist toplumda, tutum ve davranışların kılavuzu ne olacaktır? Bu sorunun karşılığı duruma göre değişiyor:

îş dünyasında, rekabet, imansızca çıkarcılık, sıkı pazarlık, karşıdakinin gırtlağına sarılma, rakibi köşeye sıkıştırma yakayı ele vermedikçe her şeyin mubah oluşu. Kazandıklarınızla ne yapacağınız önemli değil; bütün zamanınızı ve gücünüzü servet peşinde kan ter içinde koşmakla geçirmelisiniz. Nasıl ele geçirdiğinize hiç aldırmaksızın, ne kadar fazla yığarsanız, o kadar başarılı sayılırsınız.

Aile ve dostlar dünyasında, din dünyasında ise, başka ölçüler egemendir. Rekabet yerine işbirliği; kin yerine sevgi; kendin için kopart yerine başkalarına hizmet; başkasının sırtından tepeye tırmanma yerine yanındakilere yardım; “ne kadarı benim olacak” yerine, “başkalarına yararı olacak im?””; zenginlik tutkusu yerine, hizmet arzusu.

îki ayrı değerler sistemi – birbirlerinden geceyle gündüz kadar ayrı.

11. KAPİTALİZM ADALETSİZDİR
Kapitalist sistem, adaletsizdir. Temel taşı eşitsizlik olduğu için, adaletsiz olmak zorundadır.
Hayatın güzel şeyleri, bitip tükenmez bir dere gibi, küçük, ayrıcalıklı, zengin bir sınıfa aktığı halde, dehşet verici güvensizlik, insanı aşağılatıcı sefalet ve fırsat eşitsizliği, büyük, ayrıcalıksız, yoksul sınıfın yazgısıdır.

Bu, kapitalist sistemin temelini teşkil eden, üretim araçlarının özel mülkiyetinin sonuçlarından birisidir. Diğer önemli bir sonuç, üretim araçlarına sahip olmayanlar ile olanlar arasındaki, kişisel özgürlük eşitsizliğidir.

İşçi, teoride, istediğini yapabilen “özgür” bir kişidir. Oysa aslında, özgürlüğü, çok sınırlıdır. İşçi, yalnız işverenin önerdiği ezici koşulları kabullenmek –ya da açlıktan ölmek– özgürlüğüne sahiptir.

Başkan Roosevelt’in 11 Ocak 1944’te Kongreye sunduğu mesajda söylediği gibi, “zaruret içinde olan insanlar, özgür değildir.”.

Kapitalist sistemin yapısı öyledir ki, halkın çoğunluğu, daima “zaruret içinde” olmak durumundadır ve bunun için de özgür değildir. Bunların, ellerinden başka bir şeyleri yoktur. Dün kazandıklarını bugün yemek zorundadırlar. Kırk yasına geldikleri zaman, yığın üretimi sanayiinde çalışamayacak kadar “yaslı” sayılırlar. Ve tepelerinde daima işlerini kaybetmek korkusu asılıdır.

Kapitalist sistemin başka bir adaletsizliği de, çalışmaksızın yaşamaktan utanç duymak şöyle dursun, bununla övünen asalak bir sınıfın varlığına göz yummasıdır. Kapitalist sistemin savunucuları, bu asalakların tembel olmakla birlikte, paralarının tembel olmadığını söylerler. Bu asalakların, işçilerden aldıkları haraç, göze aldıkları “riskin” ödülüdür. Bu, bir dereceye kadar doğrudur. Gerçekten paralarının batına olasılığı vardır.

ı> Ama onlar paralarım tehlikeye atarken, işçiler de hayatlarını tehlikeye atmaktadırlar. İşçilerin göze aldıkları tehlikenin büyüklüğü acaba nedir? Rakamlar akla durgunluk veriyor. “Savaş sırasında sanayi kuruluşlarındaki ölüm ve yaralanmalar, savaş alanlarındaki kayıplardan çok daha fazladır.”

1946 yılında, haftanın yedi gününün yirmidört saatinde, her otuz dakikada, bir Amerikalı işçi, iş başındaki kazada ölmüştür.

Her 17,5 saniyede, bir Amerikalı işçi yaralanmıştır.

Sanayide gerçekten tehlikeyi göze alan kimdir?

Ve işçilerin bu tehlikeyi göze almalarının karşılığında aldıkları ödül nedir? İşte kapitalist sanayi için tipik bir örnek: 1946 yılında Bethlehem Çelik Şirketinin tersane işçileri
sendikası, işçilerin asgarî saat ücretlerini 1,04 dolara çıkaracak yüzde 15 oranında bir artış için mücadele etmiş ve kazanmıştır.

Bu, haftada 41,60 dolar, yılda 2.163,20 dolar demektir.

1946 yılında, Bethlehem yöneticilerinin maaşları yüzde 46 oranında artırılmıştır. İşçi ücretlerinde yapılacak teşvik artışının düşük tutulması için ısrar eden Bethlehem başkan yardımcısı Bay J. M. Larkin’e yıllık 138.416 dolarlık maaşına ek olarak 38.764 dolarlık bir ikramiye verilmiştir.

Bu, yılda 177.180, haftada 3.407,30, saatte 85,18 dolar demektir.

Yani Bay Larkin, Bethlehem’deki bir isçinin bir yılda aldığı asgarî ücret toplamının bir-buçuk katından fazla parayı bir haftada alıyordu.

Bay Larkin, bir saatte, işçilerin bir haftada aldıklarının iki katından fazla para alıyordu.

İşçilerinkine kıyasla Bay Larkin’in geliri ne kadar büyük olursa olsun, bu gelir kazanılmış olma erdemine sahiptir. Bay Larkin zorunlu bir işlevi yerine getirmiştir ve bu yüzden de aldığı gelir üzerine meşru bir hakka sahiptir. Ama bir mirasa konmuş ve ömrü boyunca elini işe bile sürmemiş bir insanın, bu mülkiyet üzerinde aynı meşru hak iddiasını öne sürmesi mümkün müdür?

Kapitalist sistemde miras kurumunun ne olduğunu aydınlatmamız yerinde olacaktır. Bir insan, bir milyon dolarlık mirasa konduğu zaman, bu, kökünü kurutana kadar çekebileceği bir para yığınından ibaret değildir. Evet hiç de bundan ibaret değildir.

Bu bir milyon dolar çoğu zaman, sanayi kuruluşlarında veya bankalarda hisse senetleri veya tahviller şeklinde bulunur. Bunlardan hisselerin bazıları yüzde 8, bazıları yüzde 2 vb., temettü öder. Diyelim ki, bu kişi [bu bir milyon dolar üzerinden] ortalama yüzde 4’lük bir gelir elde etmektedir. Bunun anlamı, bu hisse senetlerine sahip olduğu için yılda

40.000 dolarlık geliri olmasıdır.

Bu ülkede üretilen bütün servetten, her yıl 40.000 dolar, bu adamın cebine akmaktadır. Bu yıl, gelecek yıl, daha son-raki yıl, bu kişi, bu 40.000 doları harcar. Yirmi yıl sonra ölür ve oğlu mirasına konar. O zaman da oğlunun her yıl harcayacak 40.000 doları var demektir. Ve ondan sonra da onun oğlu

– bu böyle sürer gider. Kuşaklar boyu her yıl 40.000 dolar harcanır ama, bir milyon dolar hâlâ öylece durmaktadır! Kim demiş pastayı hem yiyip, hem saklayamazsınız diye?

Ne bu adam, ne oğlu, ne torunu, ellerini işe bulaştırmak zorunda kalmamışlardır. Üretim araçlarına sahip olmaları bunlara, başkalarının sırtından asalak gibi yaşama olanağını sağlamıştır.

Kapitalist sistemde, diğer bir büyük adaletsizlik de fırsat eşitsizliğidir.

Diyelim, yılda 2.000 dolar kazanan bir işçinin evi ile bir milyonerin evinde aynı zamanda birer bebek dünyaya geldi. Bunlar aynı hak ve fırsatlardan yararlanabilecekler midir? Birisinin yiyeceği, giyimi, oturduğu ev ötekisi kadar iyi olaçak mıdır? Tıbbî bakım, oyun ve eğlence, eğitim olanakları aynı olacak mıdır?

“Amerika’nın fırsatlar ülkesi” olduğunu, eğer işçinin oğlu da yetenekli ise, ta tepeye kadar yükselebileceğini söylemek iyi bir yanıt değildir. Yetenek epey şeydir ama, doğum, sosyal konum ve servet, çok daha fazla şeydir. Bu, yetenek, çalışma ve talihle yoksul bir çocuğun zengin olamayacağı, demek değildir. Ne var ki, bir sınıf olarak yoksulların, yükselme olanağı daima azdı ve giderek de azalmaktadır.

Fırsatın olmadığı yerde, yetenekli olmak yetmez. Ve fırsat da, gerçekten yok.

Yüksek Mahkeme Yargıcı Jackson, birkaç yıl önce, Amerika Siyasal Bilimler Derneğinde şöyle diyordu: *’Bugün özel teşebbüs sistemimizin gerçek yıkımı, aslında teşebbüsü yoketmiş olmasıdır. Yetenekli insanlara yükselme olanağı vermemektedir. … Yetenekle tepeye yükselme düşü nadiren gerçekleşir. … Ana-baba, çocuklarını okutabilmek için didinirler, biriktirirler, ve bu eğitim tamamlanınca çocuklar için, Amerika’nın altmış büyük ailesinin egemen olduğu birkaç büyük şirketteki tırmanılamayacak kadar uzun merdivenin ilk basamağından başlamaktan başka gidebilecekleri yer yoktur.”

Ülkedeki eğitim durumu üzerine Başkan Johnson 1965 yılında şöyle diyordu:

“Ne kadar genç insan boşu boşuna harcanıp gitmiştir; kaç aile şimdi sefalet içinde yaşamaktadır; Amerika, bütün çocuklarına öğrenim fırsatı veremediği için, bu güçlü ulus, nice yetenekler yitirmiştir. …

“Geçen yıl askere alınacaklardan aşağı yukarı her üç kişiden birisi, sekizinci sınıf düzeyinde okuyup yazamadıkları için silahlı kuvvetlerce geri çevrilmiştir. … Bugün söylediğim gibi 54 milyon insan liseyi bitirmemiştir. Bu korkunç bir insan kaynağı israfıdır.”

Eğitimde fırsat eşitsizliği daha da ötelere uzanmaktadır. Cumhurbaşkanlığı Yüksek Eğitim Komisyonu 1947’de şunları bildiriyordu: “Amerikan toplumunun hedef olduğu en ağır suçlamalardan birisi, gençliğe akla yatkın bir eğitim eşitliği sağlayamamasıdır. Oğullarımızla kızlarımızın büyük çoğunluğu için, elde etmeyi umabilecekleri eğitim türü ve miktarı, yeteneklerine değil, tesadüfen doğdukları aileye veya topluluğa ya da daha beteri, ana-babalarının derilerinin rengine veya dinlerine bağlı kalmaktadır.”

“Derilerinin rengi” demek, zenciler demektir. Siyahlara sağlanan düşük nitelikteki eğitimi gösteren pek çok istatistik vardır. Sayım Bürosu ile îşİstatistikleri Bürosunun, Amerikandaki Zencilerin Toplumsal ve Ekonomik Koşullan başlıklı ve 1967 tarihli raporundan çok önemli iki olguyu buraya aktarıyoruz: “Lisenin son sınıfındaki ortalama bir zenci delikanlının başarısı dokuzuncu sınıf düzeyindedir. … 1963’te 25-34 yaşındaki zencilerden aşağı yukarı yüzde 7’si, üniversite eğitimini tamamlayabilmiştir, oysa aynı yaş grubundaki beyazlar için bu oran, yüzde 14 dolayındadır.”

Eğer derin kara ise, yalnız eğitimin düşük olmakla kalmayacak, daha doğarken ölme olasılığın daha fazla olacak, hastalığın büyük olasılıkla öldürücü olacak, ömrün daha kısa, oturduğun ev daha kötü, iş bulma ve işte kalma olanağın daha az, gelirin daha düşük olacaktır. 1966 yılında siyah ailelerin –sınırlarımız içindeki sömürge halkının– ortalama geliri, beyaz ailelerin ancak yüzde 6ö’ı kadardı.

ı> Malların üretiminde başlıca amacın kâr olduğu bir sistemde, kârın her şeyden daha önemli görülmesi –hatta, hayattan bile– kaçınılmaz bir sonuçtur. Ve durum, bugün de böyledir. Kapitalist toplumda, doların, insan hayatından daha değerli tutulduğu çok görülür.

1947 yılının 25 Martında, Centralia madenindeki patlamada ölen 111 kişinin cesedi, bu gerçeğin acıklı kanıtıdır.

Bu 111 kişi ölmeyebilir di.

Madeni işletenler, ocağın güvenli olmadığım biliyorlardı, çünkü, hem devlet, hem federal maden müfettişleri, bu durumu tekrar tekrar bildirmişlerdi.

Illinois eyaleti valisi Dwight Green de madende çalışma güvenliğinin olmadığını biliyordu.

Biliyordu çünkü 1946 yılı 9 Martında, Birleşmiş Maden işçileri Yerel Sendikası yetkililerinden bir mektup almıştı, mektup, madende çalışanların isteği üzerine yazılmıştı, ve şöyle diyordu: “… Vali Green, canımızı kurtarmanız için size yalvarıyorum; lütfen, maden ve mineraller şubesinin, Centralia Kömür Şirketinin 5 numaralı ocağında yasaları uygulatmasını sağlayınız. … Bunu, Kentucky ve Batı Virginia’da olduğu gibi bir patlama olmadan sağlayınız. …”

Bir yü sonra bu mektubu imzalayanlardan dört kişiden üçü öldü. Evet, valiye önlenmesi için yalvardıkları patlamada öldüler.

Patlamadan sonra, bir Devlet araştırma komisyonu, madeni denetlemekten sorumlu William H. Brown’a, ocağa niçin bir havalandırma donanımı konmadığını sordu.

Alınan karşılık, “Bunun, bizim madenimiz için ekonomik olmadığını düşünmüştük.” idi. Komite, “Yani masrafa katlanmak istemediğinizi mi söylemek istiyorsunuz?” diye sordu.
Brown, “Evet, öyle.” diye karşılık verdi.

Dolar ile hayat karsı karşıya geldiler – dolar kazandı.

12. KAPİTALİZM ÖMRÜNÜ TÜKETMİŞTİR
Kapitalist sistem yalnız verimsiz, müsrif, akıldışı ve adaletsiz değil, aynı zamanda çöküntü halindedir.

Bunalım döneminde sistem öylesine çöker ki, toplum, kendi içindeki işçiler tarafından duyurulacağına, giyinip kuşanacağına ve barınacağına, sadakalarla, yardımlarla uydurma işlerle ve buna benzer yollarla, işsizleri doyurma, giydirme, barındırma yükünü yüklenir.

Sistemin üretimi tıkanıklığa uğratması, yalnız bunalım dönemlerinde olsaydı, kapitalizmin, üretici güçlerin gelişmesini sürekli değil, sadece geçici bir süre engellediği öne sürülebilirdi. Ama durum bu değildir. Harvard İşletmecilik Yüksek Okulu Profesörü Schlicter diyor ki: “Sanayiin tam kapasite ile üretim yapamaması yalnız depresyon zamanlarına özgü değildir. Bugünkü ekonomik düzenlemeler altında, teşebbüslerin çoğu, ödeme yapabilme durumlarını korumak için normal olarak üretimi sınırlamak zorundadıriar.”

Savaşın çok büyük sayıda insan kaybına ve muazzam ekonomik zararlara yolaçmasına karşın, kapitalist ülkeler, gene de savaşa giden yol üzerinde yürümeye devam ediyorlar. Böyle olunca da sistemin sürekliliğinin tehlikeye girmesine, insan soyunun yokolması olasılığının bir gerçek olarak belirmesine karşın, kapitalizm, bir savaş biter bitmez bir başkasının hazırlığına başlıyor.

Başka seçeneği yoktur. İçinde yuvarlandığı çelişkiler, onu barış zamanında üretim kapasitesini ya yanlış kullanmaya, ya da eksik kullanmaya sürüklüyor. Sadece savaş sırasında ya da savaşa hazırlık sırasında, bolluk üretebiliyor. Kendi ölümüne yolaçacak silahlan hazırlamadan kapitalizm yaşayamaz.

Kapitalizm, değişmek için olgun hale gelmiştir.

Yeni sistem, “sipariş” edilemez. O da tıpkı kapitalizmin feodalizmden doğup gelişmesi gibi, eski sistemden doğmak zorundadır. Yeni toplumsal sistemin tohumlarını, kapitalist toplumun kendisinin gelişmesi içinde aramamız gerekir.

ı> Çok ötelere bakmamıza gerek yok. Kapitalizm, üretimi, bireysel bir süreç olmaktan çıkartıp, kolektif bir sürece dönüştürdü. Eskiden malları, kendi dükkânlarında kendi araçları ile çalışan tek tek zanaatçılar yapardı. Bugün ise üretilen nesneler, dev fabrikalarda, karmaşık makinelerde, birarada çalışan binlerce isçi tarafından yapılmaktadır.

Gittikçe büyüyen fabrikalarda, her an artan insanların biraraya gelmesiyle üretim süreci durmadan toplumsallaşıyor.

Kapitalist toplumda, şeyler elbirliğiyle isletilir ve elbirliğiyle yapılır, ama bunlar, yapanların ortaklasa malı (mülkü) değildir. Makineyi kullananlar, onun sahibi olmadığı gibi, sahipleri de makineleri kullanmazlar.

Kapitalist toplumun temel çelişkisi de burada yatar: üretim, toplumsal olduğu, kolektif çaba ve emeğin bir sonucu olduğu halde; ürünün mülkiyeti, özel, bireyseldir. Toplumsal olarak üretilen ürünler, üretenlere ait olmayıp, üretim araçlarının sahiplerinin, kapitalistlerin malıdır.

Bunun çaresi ortadadır: üretimin toplumsallaştırılmasım, üretim araçları mülkiyetinin toplumsallaşması ile birleştirmek. Toplumsal üretim ile özel mülk edinme arasındaki çelişkiyi çözümlemenin yolu, kapitalist toplumsal üretim sürecinin gelişmesini mantıkî sonucuna götürmek, yani toplumsal mülkiyete ulaşmaktır.

Bugün Birleşik Devletler’deki işyerlerinin çoğu, şirketler tarafından yürütülür ve bu şirketlerin sahiplerinin ortak olmalarına ve kârları kendilerinin almalarına karsın isletmeyi yönetme işi ücretli yöneticiler tarafından yerine getirilir. Bu şirketlerin sahiplerinin yönetim ve isletmeyle ilişkisi ya pek azdır ya da hiç yoktur. Mülkiyetin bir zamanlar bir işlevi vardı, şimdi asalaklık ediyor. Kapitalistlere bir sınıf olarak artık hiç gerek kalmadı. Bunlar toptan aya taşınsa, üretim bir dakika bile durmaz.

Üretim araçlarının özel mülkiyeti ve kâr dürtüsünün so-nu geldi. Kapitalizm, yararlılığını tüketti. Onun yerine yeni bir toplumsal düzen doğuyor: Sosyalizm.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments