“Bir zamanlar bir adam varmış, sihirbazın biri ona, insanlara istediği kadar yalan söyletme yeteneğini bahşetmiş. Bazı insanların bakışları karşısında gerçeğin dudaklarımızdan kendiliğinden dökülüverdiği gibi, bu adamın iradesi de insanın düşüncelerini daha kaynağında tersine çeviren ve rengini değiştiren bir baskı uygularmış.”
Girişini aktardığım bu mesel, Georg Simmel’in Öncesizliğin ve Sonrasızlığın Işığında An Resimleri adlı kitabındaki “Yalan Üreticisi” denemesinde yer alıyor. Bu mesel, daha yıllar önce ilk okuduğumda da bana sanki Türkiye’nin kamusal/siyasal hayatını tasvir ediyor gibi gelmişti. Öyle bir sistem kurulmuş ki, “yalan”a başvurmadan tek bir gün bile ayakta kalması neredeyse imkânsız. Ve bu öyle bir sistem ki, insanları sadece kamusal/siyasal alanda değil, özel dünyalarında bile kendiliğinden, hatta fark ettirmeden bir “yalancı” gibi davranmaya yöneltiyor. Kimliklerin inkârı üzerine inşa edilen mekanizmalar, “düşünce suçları”, siyaset yasakları ve bütün bunları içselleştirmiş “gönüllü yalan üreticileri”, meseldeki sihirbazın adamı gibi, toplumun tüm kesimlerini yalana boğuyor. O kadar uzun süredir işliyor ki bu döngü, yalan artık sıradanlaştı, alıştığımız bir şey haline geldi. Derinlerimize nüfuz eden yalanlarla yaşıyoruz. Bu durum, hem bireysel benliklerimizi hem de toplumumuzun ruhunu fena halde ifsat ediyor.
Zira Simmel’in dediği gibi, “sözleri düşüncelerden farklı bir yöne sevk eden yalan en yüzeysel ve giderilebilir yalandır: Bu yalan, insanın kendisine ait değil gibidir, kendisiyle ve dış dünya arasındaki sınırda oluşur yalnızca. Asıl yalan, sözlerin düşüncelerle örtüştüğü, fakat düşüncenin içimizdeki daha derin gerçekle çeliştiği yalandır; ruhumuzun kendi içinde ikircikli olduğu ve aslında inanmadığını bildiği şeye inandığı zaman.”
Ruhları bu azaptan kurtarmak için, ya yalandan vazgeçeceksiniz ya da hayatı bu yalana uydurmaya kalkacaksınız. Birinci yol çok basit gibi görünse de, yalanla şekillenmiş ruhları buna ikna etmek o kadar da kolay değildir. İkinci yol ise, düpedüz hayatla kavgaya tutuşmaktır; yani lanettir, beladır, felakettir.
Kürt sorunu, bu “yalan sistemi”nin dolaysız bir sonucudur. Yalan sarmalı, Kürtlerin varlığını inkâr etmekle başladı. Kendini böyle inşa eden sistem, bu apaçık yalanı gerçek kılmak için Kürtleri Kürt olmaktan çıkarmaya çalıştı on yıllarca. Bu yalandan kurtulmak için, çok ağır bedeller ödememiz gerekti. Yalanın çökmesine vesile olan şey, ne yazık ki PKK’nın silahlı eylemleri, yani “şiddet” oldu.
PKK sahneye çıktıktan sonra, başka yalanlar üretmeye başladı sistem. “Bir avuç eşkıya”dan başlayıp, “kökleri kazındı kazınacak”a varan kandırmacalarla geçti yıllar. Oysa PKK, her geçen gün Kürt sorunuyla daha fazla iç içe geçiyor, “kendi realitesi”ni yaratıyordu. Bu realiteyi “hesaba katmadan” Kürt sorununda çözüme doğru ilerlemek giderek zorlaşıyor, hatta imkânsızlaşıyordu. Sadece “terör” sözcüğüyle ve “asayiş” mantığıyla bu realitenin yok olmadığını ve dönüşmediğini hayat bize defalarca gösterdi. Hatta bir dönem terörizm konseptinin ve asayiş mantığının en üst düzey temsilciliğini yapan komutanlar bile bunu dile getirdiler; ama maalesef görevden ayrıldıktan sonra.
“Açılımlar” başladı, bazı realiteler tanındı, bunlardan bir kısmının gereği de yapıldı; ancak sistem “yalan”dan bir türlü vazgeçemiyor. Sistem dediğimiz şey, öyle görünmez mahfiller de değil; herkese ve her çevreye az ya da çok sinmiş bir zihniyet, bir alışkanlıktır. Sistem, şimdilerde en büyük tepkiyi, “PKK realitesi”ni anlama ve anlatma çabalarına karşı gösteriyor. Meselâ sevgili İrfan Aktan, tam da bu çabadan dolayı sistemin hışmına uğradı. İrfan’ı tanıyanlar, yazılarını ve röportajlarını okuyanlar, gayet iyi bilirler ki, bu realiteyi, demokratik bir barış yönünde dönüştürecek bilginin ve kavrayışın en dipten ve en içten sahipleri arasında onun çok özel bir yeri vardır. Yalan sistemine bundan büyük tehdit olabilir mi? Şayet İrfan’ı bu sistemin pençelerinden kurtaramazsak, ruhlarımız azaptan çürüyecektir eminim.
Bugün Diyarbakır’da “yalan sistemi”nin bir başka gösterisi başlıyor. Kandil’den ve Mahmur’dan “açılım” çerçevesinde gelenler mahkeme önüne çıkıyorlar. “Şiddeti sona erdirme umudu”nun canlı işaretleriydiler; şimdi sessiz kalırsak hepimizin yalana ortak olacağı bir ayinin kurbanları kılınacaklar.
Duruşmaları yakında başlayacak olana KCK davası da, yalan sistemini sürdürmenin bir başka hamlesidir.
Bu misallere “taş atan çocuklar realitesi”ni de ekleyerek sormak lazım: Şiddetin bu yollarla sona erdirileceğine gerçekten inanan var mı? Şunu da tekrar tekrar sorgulamamız lazım: Ortada “koca bir yalan” olduğu halde, buna inanmış gibi yapmaktan kimler fayda sağlıyor?
Bütün bunlar gösteriyor ki, sorunun kendisi kadar, çözümsüzlüğün derinleşmesi de “yalan mekanizmaları”yla doğrudan ilişkilidir. Yalan, bu toplumun ufkunu karartıyor, kavrayışımızı daraltıyor. Eski Yunancada bu hali betimleyen kelime “idios”tur; “kendi kendisiyle sınırlandırılmış olan” anlamına gelir; daha açıkçası “aptallık” demektir.
Yalan sisteminin bedelini on yıllardır en değerli varlıklarımızla ödüyoruz; hem canlarımızı hem de ruhlarımızı yitiriyoruz ve giderek daha fazla aptallaşıyoruz. Ya bu yalandan kurtulacağız ya da yalan bizi bitirecek!
Prof.Dr. Mithat Sancar
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi