Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaTarihGenel Tarih2 Temmuz 1993 | Sivas Katliamı'nın İki Önemli Boyutu - Erdoğan Aydın

2 Temmuz 1993 | Sivas Katliamı’nın İki Önemli Boyutu – Erdoğan Aydın

Sivas Katliamı’nın yeni bir yıl dönümünde, onu gerçekleştirmiş görünen bazı kişiler dışında, olayın ardında yatan gerçek nedenler ve belki de gerçek failleri hala meçhul kalmaya devam ediyor.

Rejimin, bu katliamı aydınlatmak adına bugüne kadar yaptığı şey, mağdurları “tahrikçi” ilân etmek, katliamın üzerini örtmek ya da onu sadece şeriatçı güçlerin üzerine atmak oldu.

Oysa Sivas Katliamı’nın, değişik boyutlardan irdelenmesi ve tüm bu farklı boyutların bütünlüğü içinde aydınlatılması gerekiyor. Bunun yapılmaması halinde Türkiye’nin, kritik gelişmelere gebe görünen önümüzdeki sürecine demokratik bir müdahale yapılamayacağı gibi, Türkiye halkının yükselen İslâmcılık ve devlet arasında bölünerek, bu iki anti demokratik güçten birine yedeklenmek zorunda kalması kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla bu denli kapsamlı bir katliamın, gerek aslî faillerinin, yani İslâmcıların mantalitesi, gerekse de ona seyirci kalan, belki de daha öte bir şekilde içinde olan devletin katliamdaki konumu açısından bütünlüklü bir irdelenmesine ihtiyacımız var. Aksi takdirde, katliamın gerçek dersleri çıkarılamayacaktır. Bu ise birbirleriyle iktidar mücadelesi yürüten iki gericilik odağının toplumsal hegemonyasının daha da pekişmesini, dolayısıyla yarınımızın belki bugünden de karanlık olmasını getirecektir.

Katliamcıların İdeolojik Arka Plânı

Bu ülkenin aydınlarını bir otelde kıstırıp yakmayı, insanlar yanarken zafer çığlıkları atabilmeyi, ola ki kaçabilen olursa linç etmek üzere beklemeyi mümkün kılacak denli tanımsız bir vahşet yaşadık. Sadece bu da değil, Aziz Nesin’in Sivas’a gidip dinsiz oluşunu yinelemesini, insanları yakarak öldürmeyi mazur görme nedeni bir “tahrik” olarak algılayabilecek denli ilkel bir yaklaşımla karşılaştık. Peki, ama bu Ortaçağ acımasızlığının günümüz dünyasında kendini üretebilmesini sağlayan ideolojik arka plân neydi?

Vahşeti sahiplenenler kendilerini “Müslüman”, eylemlerini de “İslâmiyet gereği” olarak sunuyorlar. Buna bir de tüm şeriatçı kesimin doğrudan veya dolaylı desteğini eklersek söz konusu ideolojik arka plânı öncelikle İslâmî literatürde aramamız kaçınılmaz oluyor. Ancak altı kalınca çizilmelidir ki; bu arayışın yanıtı, ortalama Müslüman yurttaşın kendisiyle tanrısı arasındaki saf ilişkide bulunamaz. Lâik bir yaklaşımla esasen sorunu olmayan sıradan Müslüman’ın, insancıl ve hoşgörülü bilincinden temel ayrımla, Sivas vahşetinin ideolojik arka plânı siyasal İslâmcılıkta, yani şeriatçılıkta bulunuyor.

***

Vahşeti yapan, kışkırtan ve mazur gösterenler hep bir ağızdan, “Müslüman mahallesinde salyangoz satılamaz” diyorlar. Türkçesi, İslâmî egemenlikte, farklı olanın kendisini hak eşitliği çerçevesinde gerçekleştirmesine ve eleştiri özgürlüğüne yer olamayacağını söylüyorlar. Toplumsal beraberliğe gelince, onun tek bir yolu vardı; o da herkesin Müslüman olmasıydı! Ama bu da yetmez, Müslümanlık adına egemen olan mezhep ve “halifenin” anladığı anlamda “Müslüman” olunmasıydı. Bu ise, Müslüman’ın diğer dinlerle hak eşitliğinden vazgeçtik, Sünnî’nin Alevi’yle, şeriatçı olmayan Sünnî’nin şeriatçıyla hatta farklı mezhep ve fraksiyonlardan Sünnîlerin de hak eşitliği ve kendini özgürce ifade edebilmesi ortamının tümden yok edilmesi demekti.

“Müslüman mahallesi” denilen yer, 7. yüzyıl Arap kültürünce belirlenen şeriat olunca, sadece “gâvurların” değil, egemen İslami fraksiyon dışında kalan diğer Müslümanların da bir anda “salyangoz”dan addedilmesi kaçınılmazdır. 14 yüzyıllık uygulama bir yana, şeriatın Asr-ı Saadet’i olan başlangıç döneminde bile böyle olmamış mıydı? O Asr-ı Saadet ki bırakalım farklı inançtan insanların kırımını ve köleleştirilmesini, Peygamberin torunları Hasan ve Hüseyin’in katledilmesine kadar varan, Müslümanlıktan vazgeçen yığınların sorgusuz sualsiz katledildiği, ateşe atıldığı, başta Peygamberin karısı Ayşe ve damadı Ali olmak üzere değişik Müslüman otoriteler arasında iktidarın diyalog ve seçimlerle değil, on binlerce Müslüman’ın ölümüyle sonuçlanan savaşlarla belirlendiği, dört büyük halifeden Ömer, Osman ve Ali’nin öldürüldüğü, insan hak ve özgürlüklerinden tümüyle yoksun bir şiddet ve eşitsizlikler ortamı olmuştur. Gücünü Allah’tan aldığı ve değiştirilemez olduğu şeklinde tamamen kendinden menkul iddialarla iktidar olan bir halifenin insanlığa sunabileceği şey, şeriatın Asr-ı Saadet’inden daha öte ne olabilir ki zaten?

***

Kendi inandığından farklı değerleri savunuyor, diye insan yakabilen bir vahşetin mazereti olmaz; ister bir engizisyoncu yapsın bunu, isterse bir şeriatçı, fark etmez. Bize gelince, çağdaş insanlık değerleri penceresinden bunun ideolojik arka cephesini bilince çıkartmak zorundayız. Çünkü sıradan bir yığın cinneti ile değil, kendine inanmak karşılığında cennet ve cehennem dayatmasında bulunan ideolojik bir atmosfer ile karşı karşıyayız.

Öyle bir atmosfer ki bu, örneğin şöyle diyebilmektedir: “… Hak dini kendilerine din edinmeyen kimselerle (Hıristiyan ve Yahudilerle), küçülerek (boyunlarını büküp) elleriyle cizye (haraç) verinceye kadar savaşın (Tevbe–29)”; “Haram aylar geçince müşrikleri (tevbe etmedikleri müddetçe) bulduğunuz yerde öldürün. Yakalayıp hapsedin… (Tevbe–5)”; “Fitne ortadan kalkıp din yalnızca Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın… (Bakara–193)”; “… Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin (Nisa–89)”!

Ne yazık ki bu kadar da değil; insanları yakarak katledebilmeyi de meşru hale getirebilen bir kültürel atmosferdir bu. Çağdaş hukuk açısından çok meşru ve masum olan bir durumun, örneğin kendine inanmama tercihinin, “en büyük suç” olarak “cehennemde” yakılmak gibi insanlık dışı bir cezalandırmayla karşılanmasının doğallığına alıştırır insanları:

“Doğrusu ayetlerimizi inkâr edenleri ateşe sokacağız, derilerinin her yanışında azabı tatmaları için derilerini değiştireceğiz (Nisa–56)”; “Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar sulara sürülüp sonra da ateşte yakılacaklar (Mümin–71–72)”; “… İnkâr edenler için ateşten elbiseler biçilmiştir, başlarına da kaynar sular dökülür, karınlarındakiler ve derileri eritilir, demir kamçılar da onlar içindir. Orada uğradıkları ıstıraptan ne zaman çıkmak isteseler geriye döndürülürler, ‘yakıcı azabı tadın’ denilir (Hac–19–22)” vb. vb.

Şeriatçılar, sokaktaki insanı kendi iktidar kavgalarının aracı yapabilmek için işte bu kültüre dayanıyorlar. “Cennete” kavuşmak, “cehennem ateşinden” kurtulmak gibi tamamen çıkarcı bir güdülenme yoluyla, sıradan Müslümanları, kendinden başka meşru bir görüş tanımayan, farklı olana hoşgörüsüz, insan haklarına saygısız, giderek sağduyudan yoksun hale getirmeye çalışıyorlar.

***

Ancak çağdaş insanlık değerleri ve ahlâkıyla uzlaşamaz olan bu yaklaşımlara karşı sıradan Müslüman’ın da dayanaksız olduğu düşünülmemelidir. Başka inançlar ve inanç özgürlüğüne karşı ahlâkî ve demokratik bir değer olarak zaten olması gereken saygının, dinsel açıdan da güçlü bir mantıkî gerekçesine sahibiz: Varolan hiçbir farklılık ve oluşun Tanrı’nın iradesi dışında gerçekleşmediğine, birilerini cezalandırmak isterse bunun için zaten kimseye muhtaç olmadığına ve her şeyin “öbür dünyada” bir karşılığı olduğuna göre, farklı inançlar konusunda bir Müslüman’a düşen, yargılarını ideolojik düzeyde tutmak, başkalarının hak eşitliği ve özgürlüklerine saygılı olmaktır. Siyasal ihtiras veya çıkar ilişkilerinden kendini arındırmış, Allah’a gerçekten inanan ve mantığını da sokağa atmamış bir Müslüman’ın, her şeye kadir olduğuna inanılan bir Allah’ın yapmadığı şeyleri yapmayacağı, örneğin bir A. Nesin’i öldürmeye kalkmayacağı açık değil mi? Asgarî bir sağduyuyla görülebileceği gibi A. Nesin, şeriatçıların kendisine karşı açtığı savaşta Allah’ın taraf olmamasından dolayıdır ki 36 insanımızı yitirdiğimiz o cehennemden sağ kurtulmuştur. Dolayısıyla cennete gideceğini sanarak katliam yapanlara Allah’ın, “Benim yapmadığım işi yapmak, benim adıma karar vermek, sana mı düştü bre müşrik.” diye hesap soracağını düşünmekten daha mantıkî bir yaklaşım olabilir mi?

Bu kadar da değil; “Dinde zorlama yoktur (Bakara–256)”; “Sen ancak öğüt vericisin, onların üzerinde zorba değilsin. …Onların sorguya çekilmesi sadece Allah’a aittir (Gaşiye–22–26)”; “Rabbinize gönülden ve gizlice yalvarın, O aşırı gidenleri sevmez (Araf–55)”; “Ey Muaz, bir kul gönülden tasdik ederek Allah’tan başka tanrı olmadığına ve Muhammed’in onun resulü olduğuna inanırsa, Allah o kula cehennem ateşini haram kılar (sahih Hadis) vb. yaklaşımlar, bir inanç olarak Müslümanlığın da lâik bir atmosferle varolabileceğini gösterir. Dolayısıyla Müslüman inançlı insanlar, cehennem korkutmacalarına prim vermeden, Tanrı’nın adaletinden yana, gönül rahatlığıyla, çağdaş insanlık değerleri ve sağduyuyla karar vermeli, hiçbir zorbalığa suç ortağı olmamalı, her düşünce ve cinsten insanın hak eşitliğine saygıda bugün her zamankinden daha da duyarlı olmalıdırlar.

Devletin Tutumu Neyi Gösteriyor?

Kuşkusuz insanları yakabilecek denli inanılmaz bir vahşetin aslî failleri ve onları motive eden bu zihniyetin sorgulanması ve lânetlenmesi büyük önem taşıyor. Ancak Sivas Katliamı’nı sadece bu yanıyla değerlendirmek, gericiliğin ve baskının salt bir yanını görmek anlamı taşımaktadır. Böylesi bir yaklaşım, aynı zamanda Türkiye’nin 80 yıldır niye demokratikleşemediğini, niye gerçek anlamda lâikleşemediğini, böylesi katliamlara bugün bile niye açık olduğunu, toplumun bir kesimini katledebilecek denli düşmanlaştıran şeriatçı (ve ırkçı) totalitarizmin siyasetteki etkin konumunu anlamamızı engelleyecektir. Sadece 12 Eylül hukukunun değiştirilememesinde yaşadığımız engellemeler ve bir türlü azalmayan hak ihlâllerinde de gördüğümüz gibi sorun şeriatçılıktan ibaret değildir.

Denetimden çıkmaya başlayan Şeriatçı harekete karşı rejimin duymaya başladığı kaygılar bağlamında Sivas Katliamı, aynı zamanda bir devlet operasyonuydu; işin bu yanı ise özellikle bulandırılmaya çalışılmaktadır. Oysa katliamı devletin politikaları kapsamında da sorgulamamız gerekiyor. Aksi takdirde Cumhuriyetin 70. yılında şeriatçı hareketin niye yükselebildiği, niye bir türlü demokratikleşemediğimiz, niye gerçek anlamda lâikleşemediğimiz sorularının gerçek yanıtını vermek bilincine ulaşamayacağız. Özetle Sivas Katliamı özgülünde daha köklü bir sorgulama yapmak zorundayız. Türkiye’nin tam orta yerindeki bu önemli şehrimizde beş bini aşkın kişinin, 8 saati bulan vahşetinin engellenmemiş olması, bir bütün olarak Türkiye yurttaşlarının ciddî bir güvenlik sorunu ile karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla işin bu yanı, demokrasi ve lâikliğin kurumsallaşabilmesi açısından, saldırının kendisinden çok daha önemlidir. İnsanları yakabilen bu vahşetin, günler öncesinden kendini göstere göstere gerçekleşebilmesi, ona dur diyemeyen devasa bir devlet aygıtının sorgulanmasını zorunlu kılıyor. Sıradan bir basın açıklamasını bile görülmemiş bir şiddetle bastıran güvenlik kuvvetlerinin, insanları yakmak gibi olağanüstü bir vahşeti saatlerce seyretmekle yetinmesi, en hafif ifadeyle söz konusu katliama göz yumulduğunun açık göstergesidir.

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, katliam sırasında, “devlet, halkla karşı karşıya getirilmemelidir” açıklaması, nasıl bir devlet zihniyetiyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Dönemin başbakanı Tansu Çiller’in, “Devlet oradadır. Otelin etrafını saran vatandaşlara hiçbir zarar gelmemiştir. Onlardan ölen ve yaralanan yoktur.” ifadesi, devletin yakanları vatandaşı, yananları ise “düşman” gördüğünün itirafıdır. Aynı şekilde DGM Başsavcısı Nusret Demiral’ın, “olayda örgüt yok, tahrik var” açıklaması ise, devletin olayın failleri ve ardındaki güçlere ilişkin soruşturmayı nasıl saptırdığını göstermektedir. Lâik olmak iddiasındaki basının, büyük bir çoğunluğu ile katliamı Aziz Nesin’e yükleyip, esas olarak “tahrik” bağlamında açıklaması ise devletin ideolojik aygıtlarının da katliama yol döşediği ve gerçeklerin üstünü örtmeye çalıştığını göstermektedir.

Bu noktada özellikle anımsanmalıdır ki Sivas Katliamı, muktedirlerin meşru görmediği inanç, kimlik ve siyasal görüşlere ilişkin değişik zamanlarda yinelenen uygulamalarının yeni bir örneğidir. Yani Sivas’ta yaşadığımız katliam, 6–7 Eylül 1955’te İstanbul’da, 70’li yıllarda Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta, Erzincan’da yaşanan provokasyon ve katliamların ve tabii halen Kürt yerleşimlerinde yaşananların yeni bir örneğidir. Tüm bu ve benzeri daha pek çok katliamlar arasında, saldırganlar ve gerekçeler farklılaşsa da büyük benzerlikler bulunmaktadır: Hepsinde saldırının hedefi, devletin topluma dayattığı resmi kimliğin dışında kalanlardır, hepsinin ortak noktası saldırganların engellenmeyerek katliama çanak tutulması ve ardından olayın üstünün örtülmesi veya sadece bir kısım piyonun cezalandırılmasıyla yetinilmesidir.

***

Pir Sultan Abdal’ın heykelini Sivas’a diktirmeme kararlılığı, şeriatçılardan çok, yüzyıllar öncesinden gelen devlet geleneğinin bir refleksidir. En azından devletin göz yumması olmaması halinde, şeriatçıların bunu engellemesi mümkün değildir. Özetle Pir Sultan ve Ozanlar heykelinin kaidesinden sökülüp şehirde sürüklenebilmesi İslâmcılarla devletin ortak refleksidir. Bu refleks gerçekten lâik ve halkçı bir cumhuriyetin değil, olsa olsa Osmanlı’nın Cumhuriyet kalıbında aramızda dolaşan ruhudur.

Denetim dışında başlamış olması halinde bile, katliamın derinleşerek devamı devletin göz yumması sayesindedir. Ya da daha geniş kapsamlı değerlendirmeyle bir taşla iki kuş vurmak istenmiştir: Bir yandan devlete rağmen Pir Sultan’ın heykelini dikmeye çalışan Aleviler sindirilirken, diğer yandan da denetimden çıkmaya başlayan İslâmcılığa yönelecek bastırmanın psikolojik temelini hazırlamak amaçlanmıştır. Esasen tarafları birbirine kırdırtarak denetim sağlamak da devletin Osmanlı’dan tevarüs eden geleneksel politikalarından birini oluşturmuştur. Dolayısıyla Sivas Katliamı’na bu verilerin bilinciyle bakmadan doğru değerlendirme yapmak mümkün olmayacaktır.

Devlet, Ozanlar geleneğini, özellikle Pir Sultan’ı sevmemiş, aksine kendine düşman bellemiştir. Kulluğun ve tebaalığın değil, itirazın sembolü olan Pir Sultan’ı, “düşman devletin ajanı” bellemiş ve belletmiş olan Osmanlı aklı, miras olarak Cumhuriyet’e geçmiştir. 1930’ların ortasında Dâhiliye Vekâleti Jandarma Umum Komutanlığı tarafından kaleme alınan Gizli Dersim Raporu’nda; “Yavuz Sultan Selim’in gazabı olmasaydı, bugün bu güzel Türkiye’mizde tek bir Sünnî’ye tesadüf etmek belki de mümkün olmayacaktı.” ifadesi, bu refleksin yazıya dökülmüş yansımalarından sadece biri ne yazık ki. Ne yazık ki diyorum, çünkü asimilâsyonun, sürgünlerin, katliamların muhatabı olagelmiş olan Aleviler hem Cumhuriyet ve lâikliğe rezervsiz destek vermiştir hem de devletin kendine etnik temel seçtiği Türkmenlerin otantik inancını oluşturuyor. Ne ki Türk devleti kendi geçmişini başta Safevîler, Akkoyunlular, Karamanoğulları gibi Türkmen devletlerinde değil, devşirme Osmanlı’da bulmuş, Osmanlı’nın düşmanlarını da düşmanları bellemiştir.

Bu zihniyetin Ozanlar Anıtı’nın Sivas’a dikilmesini engellemek istemesinden daha doğal bir şey olamazdı. Çünkü Pir Sultanların heykelinin dikilebildiği bir ülkede, toplumun tarih bilinci de devletle vatandaş arasındaki ilişki yapısı da değişime uğramak zorundadır.

Devşirme Osmanlı despotizmine baş kaldıran Pir Sultanları, Şeyh Bedrettinleri halk kahramanları ve değerleri olarak kabullenen bir toplumun tebaalıktan kurtulması kaçınılmazdır. Oysa toplum üzerindeki belirleyicilik tekelini elinden kaptırmak istemeyen bir devletin bunu kabullenmesi olanaksızdır. Mantık ve felsefe derslerini seçmeli kılıp din dersini zorunlu kılması, hamaset edebiyatıyla toplumu gerçek sorunlarından uzaklaştırıp örgütsüzleştirmesi, kendini kutsarken topluma yılgı aşılaması da bunun göstergesidir. Yinelenen yılgı kampanyaları için halkın itirazı ve muhalefetine bile gerek kalmamıştır çoğu zaman. Resmi Türk-Sünnî kimliği kabul etmeyen, asimilâsyonu sindirmeyenler her uygun fırsatta tasfiye edilmiştir. Kürt tehcirleri ve İskân kanunları, Varlık Vergisi, 6–7 Eylül talanı bunun somut göstergesi. Nitekim Sivas’ta da olan budur. Sivas’ta toplananların yaptığı tek şey türkülü, panelli, halaylı bir etkinlikle Pir Sultan’ın anıtını kendi memleketine dikmek, dolayısıyla bu çok kimlikli coğrafyanın yasaklı kültürlerini, sembollerini kamusal alana çıkarmak, yani Anayasa’da yazılı demokrasi, hukuk ve lâiklik iddiasını lâftan gerçeğe dönüştürmek çabasından ibarettir. Üstelik her şey resmi izinle gerçekleştirilmektedir ve etkinlik başta Aziz Nesin olmak üzere ülkenin yüz akı aydın ve sanatçılarının katılımıyla gerçekleştirilmektedir.

Durum buyken “Devlet, halkla karşı karşıya getirilmemelidir.” (S. Demirel) sözü, devletin saldırganları halktan sayması, yananları ise halktan saymamasının göstergesidir. N. Demiral’ın, “Sivas’ta örgüt yok, tahrik var” sözü ise, yasal yayın dağıtan, afiş asan sol muhalifleri bile “örgüt” üyesi görüp hukuksuz cezalara çarptıran, faili meçhul yapan, işkenceye yatıran muktedir aklın, insan yakabilen katliamcıları masumlaştırma çabası, bir tercihin ürünü değilse nedir? Böylesi bir vahşette sadece “tahrik” bulan anlayış, devletin dayattığı kimlikten farklı şeyler söyleyeni “tahrikçi” görmekte, dahası bunun cezası da gözü dönmüş örgütlü bir topluluğun, güvenlik güçlerinin yol vermesiyle gerçekleştirdiği katliam olmaktadır.

Verilmek istenen mesaj açıktır; eğer devletin belirlediği sınırların dışına çıkarsanız ölümlerden ölüm beğenin!.. “Örgüt” devlet nezdinde sola özgü faaliyetin, yani ne kadar yasal ve masum olursa olsun, yok edilmesi gereken “düşman” kurumdur. Bu Soğuk Savaş yüklemi içinde, insanları toplu olarak yakma organizasyonu, tıpkı geçmişte Maraş’ta, içlerinde hamile kadın ve çocuklar dâhil 110 insanın katledilmesi organizasyonunda olduğu gibi “örgüt” sayılmamaktadır; deyim uygunsa “bizim çocukların”, “halkın”, “vatandaşlarımızın” tahrik olması durumu söz konusudur! Bu yaklaşımda suç, hak ihlâli ve katliam değil, evrensel anlaşmalarla güvence altına alınmış hak ve özgürlüklerin kullanılması kararlılığı olmaktadır. Devletin istemediği hak talebinde bulunursanız, besleme gericilik odakları “tahrik olur”, kamusal olanakların desteğiyle tehdit eder, katliamlar yapar ve tüm bu suç süreçlerinde güvenlik kuvvetleri kör-sağır davranır; ta ki iş bitene, hak talep edenler tedip edilene kadar!

“Sivas’ta üzücü olaylar oldu. Devlet oradadır. Otelin etrafını saran vatandaşlarımıza hiçbir şekilde zarar gelmemiştir. Onlardan ölen ve yaralanan yoktur.” diyen bir Başbakan ise, tüm bu gelişmelerin üzerine âdeta tüy dikmiştir. Devlet’ten kasıt, inanç ve fikir ayrımı yapmadan tüm yurttaşlarını, ama özelikle saldırıya uğrayan yurttaşlarını koruyan demokratik bir aygıttan söz ediyorsak, Devlet’in orada olduğu iddiası koca bir yalandır. Çünkü demokratik devlet, yurttaşların bir kesiminin diğerlerini katletmesine seyirci kalmaz. Ancak diğer yandan devletin bütün gücüyle orada olduğu da ortadadır. Ama saldırganlardan onlarca kat fazla ve etkin gücüyle orada olan devlet, orada değil gibi davranmayı tercih etmiş, katliamı seyretmiştir. Topluma dayattığı kimlikten olan vatandaşlarının katliamına seyirci kalmış, onlardan ölen ve yaralanan olmamasını sağlamıştır. Kendinden saymadığı insanların yanmasını ise vaka-i adiyeden saymış, önemsememiştir. 1970’ler boyunca katliamdan katliama koşanlara ilişkin, “Bana milliyetçiler suç işliyor, dedirtemezsiniz.” (Demirel) diyen devlet aklı, Sivas örneğinde de yinelenmiştir.

Daha ilginci, Madımak Oteli’ni kuşatanlar saatler boyu, “Kemalist devlet yıkılacak elbet”, “Vali gidecek şeriat gelecek”, “Cumhuriyet, Sivas’ta kuruldu Sivas’ta yıkılacak” diye bağırmalarına rağmen engellemeyle karşılaşmamıştır. Bu durum, aynı zamanda devletin Kemalizm, demokrasi ve lâiklik karşısında nasıl bir anlayışa savrulduğunun da somut göstergesidir. Sivas örneği göstermiştir ki devlet için aslolan, resmi söylemdeki nitelemeler değil kendi egemenliğidir; bu egemenlik eğer dün faşist milisi bugün şeriatçıları hoş görmeyi gerektiriyorsa, temel sembolleri varsayılan değerlere yönelik hakaretleri görmezden gelmekte sakınca görmemektedir.

Devlet’in nelere kadir olduğu, Kıbrıs Harekâtı’ndan, Irak’ın 30–40 kilometre derinliklerine yarım günde ulaşmasından ve tabiî muhaliflerinin demokratik kitle eylemlerine müdahalelerdeki cevvallikten çok iyi bilindiğine göre, Madımak’a çok yakın mesafedeki polis ve ordu güçlerinin katliama seyirci kalması üzerinde özellikle düşünülmelidir.

Tüm bu gerçeklerin gösterdiği gibi Sivas Katliamı, Çorum’da, Maraş’ta, Erzincan’da, önceki Sivas’ta yaşananların tekrarıydı. Saldırganlar farklıydı, ama mizansen aynıydı: “Cami bombalandı” uydurması, “Din elden gidiyor” haykırışları arasında muhalif kesimlere, onların potansiyel destek bulabildiği toplumsal kesimlere, onların yoğunlaştığı bölgelere yönelik bir yıldırma, dağıtma, yok etme operasyonu ile karşı karşıyaydık. Hepsinde olduğu gibi saldırganlar işini bitirene kadar seyirci kalınmış, esas amaç hâsıl olduktan sonra da konjonktürün gereksinimlerine uygun olarak tutum takınılmıştır.

Tüm bu olayların ortak paydası olarak muktedirler yılgın, dayatılan kimlik doğrultusunda tektipleşmiş tebaa bir toplum istemiş, böyle olmayan kesimlere karşı ise yılgı saldırıları gerçekleştirmiş veya bu işlevli saldırılara seyirci kalmıştır. Bu saldırılar sonrasında aslî vatandaş sayılmayanların yerlerinden göçmesi ve yerlerine aslî sayılanların yerleştirilmesi veya değişimi içselleştirmesi sağlanmıştır. Cumhuriyet’in temellerinin atıldığı il Sivas başta olmak üzere tüm Türkiye, işte bu zihniyet çerçevesinde çoğunluğuyla muhafazakârlaştırılmış, sağcılaştırılmış, tebaalaştırılmıştır.

Hiç kuşku olmasın ki nasıl dün işlevi bitip rejime sorun olmaya başlayan faşist milis 12 Eylül mahkemelerinde yargılanmışsa, bugün de işi bitmeye ve rejim için sorun olmaya başlayan İslâmcılar da devletin baskısıyla karşı karşıya kalmaya başlayacaktır. Bu çerçevede sola meyyal Alevi halkın asimilâsyonu ve yıldırılmasında Soğuk Savaş zihniyetiyle kararlılık sürerken, yavaş yavaş rejimin başını ağrıtmaya başlayan İslâmcı hareketin de sıkıştırılması gündeme gelecektir. Dolayısıyla Sivas Katliamı, bu yeni yönelim için psikolojik atmosfer oluşturulması kapsamında da değerlendirilmelidir.

Tüm bu farklı yönelimlerde toplumun tektipleştirilmesi, kontrolü ve rejimin tahkimatı söz konusu olduğundan demokrasi mücadelesinin, rejimin bu karakterinin bilincinde davranması zorunludur. Aksi takdirde demokrasi güçlerine karşı İslâmcılığı besleyip büyüten güçlerin yedeği konumuna düşülmesi kaçınılmazdır. Nitekim Uğur Mumcu suikastında lâik duyarlılıkların sadece İran’a, Sivas Katliamı’nda Alevi kesimin duyarlılıklarının sadece şeriatçılara yönlendirilmesindeki başarı, muhalif güçlerin oyuna gelmekteki zaaflarını göstermesi anlamında büyük önem taşıyor.

Dolayısıyla Sivas Katliamı özgülünde çıkartılması gereken aslî ders, süreci bu bütünlüğü içinde değerlendirmektir. Aksi takdirde bırakalım böylesi katliamların yinelenmesini, demokrasi, lâiklik ve hukuk, bu topraklarda hep büyükleri uyutmak üzere kullanılan birer masal olmaya devam edecektir.

 

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments