Karl Marx ve Friedrich Engels Komünist Manifesto’yu 1848 Alman Devrimi başlarken kaleme almışlardı. Manifesto tarihin testinden geçti. 160 yıl sonra hala kapitalizme karşı yapacak birşeyi olanlara zihin açıklığı, kendine güven, girişim cesareti sunmayı sürdürüyor.
160 yıl önce bugün, henüz adlarını kendi küçük gizli örgütleri “Komünistler Birliği” üyeleri dışında kimsenin bilmediği iki Alman devrimcisinin kaleme aldığı modern komünizmin ilk manifestosu yayınlanmıştı: Komünist Manifesto. Aradan geçen birbuçuk yüzyılı aşkın zamana karşın Karl Marx ve Friedrich Engels’in “zincirlerinden başka kaybedecek birşeyleri olmayan” bütün ülkelerin işçilerini “koca bir dünyayı kazanmaya” çağıran bildirgeleri, insanlığın neden kapitalizme karşı ayağa kalkmaksızın edemeyeceğini bugün de en inandırıcı bir biçimde açıklamaya devam edebilen, daha mükemmeli henüz kaleme alınmamış bir dünya çapında devrim çağrısı olarak değerini koruyor, hatta belki de kapitalist küreselleşme çağında asıl değerine kavuşuyor.
Francis Fukuyama’nın Marx’a yönelik bir istihzayla “Tarihin Sonu…”nu ilan etmesinden sadece yedi yıl sonra BBC’nin yaptığı online anket dünyada “binyılın en büyük düşünürü”nün Karl Marx olarak görüldüğünü ortaya koymuştu.
Manifesto’nun 1848 Devrimleri deneyimi ışığında Marx ve Engels tarafından yorumlanışına ilişkin aşağıdaki makale 1987’de Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nde yayınlanmıştı. Manifesto’yu 160. yılında anımsama ve tartışmaya katkısı olsun diye yeniden yayınlamak istedim.
Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi
Karl Marx, 1848 Devrimleri’nin başarılı bir proleter devrimine dönüşmesine ilişkin sonuncu umudunun da Fransa’da III. Napoléon’un darbesi ile yıkılmasının ardından giriştiği bir genel muhasebe olan Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i’nde şunları yazmıştı:
“İnsanlar, tarihlerini kendileri yaparlar, ama bunu, kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan verili olan ve geçmişten miras kalan koşullar içinde yaparlar. Ölü kuşakların bütün geleneği, olanca ağırlııyla yaşayanların zihinleri üzerine çöker ve onlar kendileriyle birlikte kendi dışlarındaki dünyayı bir başka biçime dönüştürmekle, yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründükleri zaman bile, özellikle devrimci bunalım dönemlerinde, korkuyla geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar…
“…Proletarya devrimleri, 19. yüzyıl devrimleri olarak durmaksızın kendilerini eleştirir, ilerleyişleri boyunca kendi gelişmelerini sürekli yarıda keser, tamamlanmış olana geri dönerek onu tazelemek ve canlandırmak için ilk girişimlerinin kararsızlık, zaaf ve zavallılığını acımak-sızın didik didik ederler… kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında her türlü geri çekilişi artık olanaksız kılıncaya kadar her seferinde yeniden gerilerler ve sonunda bizzat koşullar kendilerine haykırır: ‘Hic Rhodus, hic salta!'”
Marx’ın burada yaptığı dökümün yalnızca 1848 Devrimleri’nin bir genel muhasebesiyle ilişkili olmadığını; “kendisini eleştiren devrim” metaforu ile kastedilenin, aslında, Engels’le birlikte kendisinin, 1848 Devrimleri’nin gidişat ve sonucuna ilişkin öngörüleriyle, bu devrim süreci içindeki pratiklerinin bir eleştirisi olduğunu düşünmek mümkün görünüyor.
Örneğin, “ölü kuşakların bütün geleneğinin olanca ağırlığıyla yaşayanların zihinleri üzerine çökmesi”nin, yalnızca, Paris’te, Viyana’da, Berlin’de ayaklanan kitlelerin 1789 ve 1830’da olduğu gibi, başlarında burjuvazilerilyle bir devrim yapabileceklerine dair hayallerinin edebi bir anlatımı olduğunu düşünmekle yetinilebilir mi? Bu gözlemin, en az bu kitlelerin hayalleri kadar, Marx ve Engelsin 1848 Devrimleri’nin gidişatının her evresinde yıkıma uğratılan beklentileri için de doğru olduğunu, Engels’in kendisi, Marx’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne 1895’te yazdığı, “Giriş”te şöyle dile getirmişti:
“Şubat devrimi patlak verdiği zaman hepimiz, koşulları ve devrimci hareketlerin gidişini kavrama bakımından, geçmiş tarihsel deneyimin, özellikle de Fransız deneyiminin büyülü etkisi altındaydık. Genel altüst oluş işareti bu sefer de, 1789’dan bu yana tüm Avrupa’nın tarihine hükmetmiş olan Fransa’dan gelmemiş miydi? Bu yüzden Şubat 1848’de Paris’te ilan edilen ‘toplumsal’ devrimin, proletarya devriminin, nitelik ve gidişatı hakkındaki fikirlerimizin, 1789 ve 1830 modellerinin anılarının damgasını taşıması, aşikar olduğu kadar kaçınılmaz bir şeydi de.”
Aynı şekilde, “kendilerini eleştiren… ilk girişimlerinin kararsızlık zaaf ve zavallılığını acımaksızın didik didik edenler”, herhalde, Engels’in, “henüz, zaferden sonra izlenecek yol hakkında kesinlikle hiçbir fikirleri bulunmadığını]”, “kendi ihtiyaçlarının ne olduğunu idrak edeme[diğini], bunları ancak belirsiz bir duygu halinde hissettiğini]” yazdığı (Fransa’da Sınıf Mücadeleleri) Paris ve Berlin proletaryası olamazdı. Bu eleştiri pratiğinin öznesinin, Manifesto’da ” hareket hattını, koşulları, ve proleter hareketinin nihai genel sonuçlarını açıkça kavrama üstünlüğüne sahip” olduğunu yazdıkları komünistler, yani en başta Marx ve Engels olduğunu düşünmek hem mantığa hem tarihsel gerçeğe uygun düşer.
1848 Devrimleri’nin bir genel bilançosu, Marx ve Engels’in faaliyetlerinin değerlendirilmesi bakımından paradoksal sonuçlar verir. Kesin olan iki şeyden sözedilebilir: Marx ve Engels, “proleter hareketinin nihai genel sonuçlarını” gerçekten de herkesten iyi kavradıklarını, Manifesto’da kanıtlamışlardı; ancak “1848 Devrimleri”, bunun pratikte doğrulanması için pek fazla kanıt sunmadı, Manifesto’da öngörülenin tersine, kapitalizmin gelişmesi 1848’den sonra daha da hızlandı. Manifesto’da sergilenen, kapitalist toplumun yerini bir devrimle komünist topluma bırakmasının diyalektiği, 1848 Devrimleri’nden sonra da, henüz sadece bir teorik hakikatti. Kapitalizm, yıkılacağına dair hiçbir pratik işaret vermiş değildi. Almanya ve Polonya’daki devrimin “hareket hattını ve koşulları”nı ise, doğru tespit edememişlerdi. 1848 Devrimi, Engels’in deyişiyle “onları ve onlar gibi düşünenleri” haksız çıkardı.
Manifesto’dan, Talepler’e
“Proleter hareketinin nihai genel sonuçları”na ilişkin görüş, Komünist Parti Manifestosu’nda dile getirilmişti. “Avrupa’da bir hayalet kol geziyor, komünizm hayaleti”, cümlesiyle başlayan, başlıca dört bölümden oluşan bu metnin “Burjuvalar ve Proleterler” başlığını taşıyan birinci bölümü, maddeci tarih anlayışının bakış açısıyla dünya tarihi üzerinde hızla göz gezdirdikten sonra, kapitalizmin gelişmesinin, bugün de parlaklık ve canlılığını koruyan, edebi bakımdan son derece güzel bir anlatımını verir. Proleterler ve burjuvalar arasındaki sınıf mücadelesinin doğasını, işçi sınıfını bir devrime götüren “tahammül edilmez” koşulları açıklar.
“Proleterler ve Komünistler” başlığını taşıyan ikinci bölüm, komünistlerin, devlet, toplum, aile, mülkiyet, toplumsal ilişkiler hakkındaki düşüncelerini açıklar ve devrimle egemen sınıf konumuna sıçrayacak olan proletaryanın burjuvaziyi mülksüzleştirerek, üretim tarzında bir devrim meydana getirmesinin programını, bir sosyalist programı ortaya koyar.
“Sosyalist ve Komünist Literatür” başlığını taşıyan üçüncü bölüm, Avrupa ülkelerinde yaşamakta olan çeşitli sosyalist eğilimlerin karşılıklı ilişkilerini; proleter sosyalizmi ile, küçük burjuva, burjuva, gerici ve ütopyacı sosyalist hareketler arasındaki karşıtlıkları dile getirir.
“Komünistlerin Varolan Çeşitli Muhalefet Partileri Karşısındaki Durumu” başlıklı dördüncü bölümde de, komünistlerin öteki işçi sınıfı partileriyle olan ilişkilerini ve devrimin arefesinde özü demokratlarla ittifak olan, taktiğini formüle eder.
Marx, 1848 Devrimleri’nden çıkarken, Manifestonun dördüncü bölümünü, askeri diktatörlüklerin darbeleriyle çökertilen parlamentoların yıkıntıları altında bırakacak, ama henüz bir nebula halindeki siyasal kavramlar donanımını da bu darbeler altında biçimlendirecekti.
Manifesto’nun ilk üç bölümünü yazarken, Marx ve Engels’in zihinlerinin gerisinde kapitalizmin en gelişmiş biçimlerini barındıran İngiltere vardı. Sonuncu bölümü yazarlarken de geri, feodal-bürokratik bir rejim altında yaşayan Almanya’yı bir an olsun akıllarından çıkarmamış oldukları söylenebilir. Bütün ülkeleri bir devrimci kaynaşma haline sokan Avrupa devrimi içinde, gene de doğrudan eyleme girişebilecekleri tek ülkenin Almanya’dan başkası olamayacağı düşünülürse, Manifesto’nun kurgusundaki bu asimetriyi anlamak kolaylaşır.
Komünist Partisi’nin Almanya’daki Talepleri
Komünist Manifesfo’nun taktik planının ayrıntılı bir reprodüksiyonu olan “Talepler” metni, Marx ve Engels’in Almanya’da yaklaşmakta olan devrimin karakteri hakkındaki görüşlerinin temel belgesidir. Bu taktik plan, bir burjuva devriminde proletaryanın en uç muhalefet partisi olarak kapitalizm çerçevesindeki taleplerinin bir formülasyonunu içerir. “Talepler”in en çarpıcı yönü, Manifesto’da bir burjuva devrimini, proleter devrimine bağlayacak halka olarak kaydedilen “mülkiyet sorunu”-nun herhangi bir biçimde dile gelmemiş olmasıdır. Manifesto da komünistlerin devrimci demokratik hareketler içinde “o andaki gelişme derecesi ne olursa olsun başlıca sorun olarak mülkiyet sorununu öne çıkarmaları”nın gerekliliği özellikle vurgulanmış olduğu halde, “Talepler”de hiçbir biçimde bireysel özel mülkiyet ile toplumsal mülkiyet arasındaki çatışmanın sözünün edilmediği görülür. Öne çıkartılan sorun, Almanya’nın bir demokratik cumhuriyet altında birleştirilmesi ve feodal ilişkilere son verilmesidir.
Bütün bunlar, Marx’ın Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkıya Giriş’te yazdıklarıyla karşılaştırılacak olursa daha da çarpıcı hale gelir. Marx, bu metninde, Almanya için hiçbir burjuva kurtuluş programı olamayacağını şöyle kaydetmişti:
“Almanya için bir ütopyacı düş olan şey, radikal devrim, insanın genel kurtuluşu değil, kısmi, sırf siyasal bir devrim, yapının temellerini ayakta bırakan bir devrimdir. (…) kısmi bir kurtuluş (…) sivil toplumun bir kesiminin kendisini kurtararak genel egemenliğe ulaşmasıdır. (…) Ama Almanya’da hiçbir sınıf, onu toplumun yıkıcı temsilcisi yapacak cüret, kararlılık ve acımasızlığa sahip değildir… Almanya sonuna kadar giden bir devrim yapmadıkça, devrim yapmış olamaz. Almanya’da Ortaçağ’dan kurtuluş Ortaçağ üzerindeki kısmi zaferlerden de kurtuluşla mümkündür.”
Oysa “Talepler”de kısmi kurtuluş’un, yani burjuva devriminin, nihai kurtuluş’un, yani proleter devriminin ön şartı halinde ele alındığı görülür.
Bütün bunlara karşılık, çelişik gibi görünen bu belirlemeler arasında bir iç bağlantının bulunduğunu söylemek mümkün. Üzerinde durulması gereken birinci nokta, tarihsel tecrübeyle ilgilidir. Bir proleter devriminin imkânları üzerindeki bütün teorik spekülasyonlara rağmen, 1848 Devrimleri patlak verene kadar dünya tarihinde bağımsız bir proleter devrimi gerçekleşmiş değildi ve Engels’in yukarıda atıfta bulunulan pasajında dile getirildiği gibi, elde bulunan yegane model, burjuva devrimlerine ilişkindi.
Bu tecrübeye dayalı varsayım şuydu: Bu azınlık devrimleri, mantıki sonuçlarına ulaşmak için hamle yaptıklarında bir tutucu ve bir radikal kanada bölünürler; radikal kanat, son bir çırpınışla, yüzünü pleblere döner, onların taleplerinin sözcüsü haline gelerek yeni güçler derlemeye çalışırdı. İlk tarihsel eylemi, mutlakiyetçi rejimleri devirmek olan ve bu yüzden burjuvaziyi siyasal sahnenin merkezine doğru sürüklemesi beklenen 1848 Devrimlerinde de, devrim mekanizması aynı şekilde çalışacak olursa, burjuva kampı eski düzenle çatışması sırasında bu şekilde bölündüğünde, Almanya’da 17. yüzyıl İngilteresi’ne ve 18. yüzyıl Fransası’na göre çok daha gelişmiş olan proletarya, “Avrupa uygarlığının çok daha ileri koşullarında”, küçük burjuvazi ve köylülerin başına geçerek radikal kanada düşen rolü oynayabilirdi. Sonuç olarak, yeni imkânlar ancak eski model içinde tasarlanabiliyordu. Yeni bir model, ancak yeni bir tecrübeden çıkabilirdi. Bunun için ise, proletaryanın bağımsız eylemiyle tarih sahnesinde yerini alması gerekliydi. Dolayısıyla, modelin zaafının mantıksal değil, tarihsel olduğu söylenebilir.
İkinci nokta, kapitalizmin eşitsiz gelişmesinden doğan kendine özgü özelliklerdir. Almanya, uluslarası ticaretten beslenen bir ticaret burjuvazisi ve mali burjuvaziye sahip olmadığı halde, özellikle Ren ve Saksonya bölgelerinde yeni mekanize sanayi teknolojisi temeli üzerinde bir sanayi burjuvazisi gelişmişti. Proletaryanın, Marx’ın tabiriyle “doksan dokuz parçaya bölünmüş” olan Almanya’da merkezî bir güç haline gelebilmesi ve ulusal ölçekte bir nüfuz edinebilmesi için ihtiyaç duyduğu her şey, bu sanayi burjuvazisinin feodal rejime karşı talepleriyle bütünüyle örtüşüyordu. Proletaryanın gerçek bir toplumsal güç oluşturabilmesi, sanayinin gelişmesini, sanayinin gelişmesi ise monarşik rejimin parçalanmasını gerektiriyordu.
1848 Devrimleri’nin gidişatı, Marx ve Engels’in bu varsayımlara dayalı taktik çizgilerini sonuçsuz bıraktı. Fransa’daki Haziran Ayaklanması, Avrupa tarihinde ilk kez bir proleter devriminin pratik bir imkân haline geldiğini gösterir göstermez, Alman burjuvazisinin proletaryadan duyduğu içgüdüsel korku, dolaysız bir siyasal davranışı geliştirdi. Daha en baştan monarşi ile uzlaşma kapılarını açık tutmayı benimsemiş olan Alman burjuvazisi, kendisini gericiliğin, militarizmin ve despotluğun kollarına attı. Neue Rheinische Zeitung’da Aralık 1848 de yayınlanan Marx’ın şu satırları, eski taktiğin sonunun geldiğinin de ilanıydı.:
“Prusya burjuvazisi, eski toplumun temsilcileri olan monarşi ve soylular karşısında bütün modern toplumu temsil eden 1789’un Fransız burjuvazisine benzemiyordu. Bir tür zümre konumuna düşmüş…daha en baştan halka karşı ihanete meyletmişti…çünkü kendisi zaten eski topluma ait bulunuyordu.”
Devrimin bundan sonraki hikayesi biliniyor. Önce Fransa’da, ardından Almanya, Avusturya, Macaristan ve her yerde her milletin “paşaları”, kılıçlarını burjuvazinin emrine verdiler, bir proleter devrimi korkusuyla titremekten kurtardıkları burjuvalar da “kılıç hakkı” olarak onlara burjuva toplumunun yekpare siyasal egemenliğini kullanma hakkını bağışladılar. Bütün Avrupa başkentleri proleterlerin kanıyla yıkandı.
Sürekli devrim ve proletarya diktatörlüğü
Modern toplumun iki sınıfının bütün ulusu iki kampa bölerek birbirlerine karşı giriştikleri ilk çatışma olan 1848 Devrimleri, yeni bir maddi tecrübe mirası oluşturdu. Marx ve Engels’in bu tecrübenin üzerinden daha bir yıl geçmeden inanılmaz bir zeka kıvraklığı ile çıkarttıkları sonuçlar, proleter devrimlerinin daha sonraki gelişme yollarınının perspektif ve taktiğini Manifesto’nun nihai genel sonuçlarına ekledi. Bu teorik faaliyetin iki ürünü, -sürekli devrim ve proletarya diktatörlüğü- proleter devrimin politik cephaneliğinin başlıca iki kavramı olarak teorinin ve sosyalist hareketin gelişimi bakımından büyük önem taşıdılar. Sosyalist hareketin tarihinde uğradığı her bölünme, bu iki kavramın çevresinde bir teorik tartışma külliyatının birikmesine yol açtı.
Sürekli devrim taktiği, önceki taktik çizgiden, burjuvaziye hiçbir devrimci rol atfetmemesiyle, öte yandan, eski rejim karşısında anlık olarak devrimci roller oynayabilecekleri varsayılan sınıflarla kesin bir örgütsel ayrım öngörmesiyle ve “bütün az ya da çok mülk sahibi olan sınıfların egemenlik mevkiiinden uzaklaştırılmalarına, proletaryanın devlet iktidarını fethetmesine kadar devrimi sürekli kılmak” görevini gündeme getirmiş olmasıyla ayırdedilir. Marx, bütün Alman Devrimi boyunca Komünistler Birliği’nin “Talepleri” içinde ifade edilmiş olmayan şeyi, Mart 1850 de Merkez Komitesi’nin Tebliği’nde sürekli devrim taktiğinin hedefi kılar:
“Bizim için mesele, özel mülkiyetin şekil değiştirmesi değil, yokedilmesi; sınıf uzlaşmazlıklarının yumuşatılması değil, sınıfların ortadan kaldırılması; varolan toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulması olabilir ancak”.
Sürekli devrim taktiği, hâlâ, burjuva toplumun genel çerçevesi içinde kalabilecek bütün devrimci talepler gerçekleşmeksizin proleterlerin gerçek kurtuluş yoluna giremeyeceklerini öngörmekle birlikte, Alman Devrimi’nin tecrübesinden çıkan en önemli sonuçlardan biri olarak proletaryanın bu devrimde burjuva kurumların yanısıra, bir hareket üssü ve İkinci bir iktidar merkezi olarak yerel egemenlik organları oluşturmalarını öngörür ve modern proleter devrimin örgütlenmesi için de yepyeni bir gerçekleşme modeli sunar.
Marx, 1848 Devrimleri’nin sonuçlarını Fransa’da izlerken sürekli devrim kavramını, yalnızca gecikmiş burjuva devrimlerinin sınıf mevzilendirilmesine ilişkin bir problematik içinde görmediğinin bir açıklamasını da vermiş olur. Marx, ilk kez 1848 Devrimleri’nde kendisini fiilen öteki sosyalizmlerden ayrıştıran proleter sosyalizminin, tarihsel tecrübenin belirlediği niteliklerini Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’nde sıralarken şöyle der:
“Bu sosyalizm, genel olarak sınıf farklılıklarının; bu sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin; bu üretim ilişkilerine tekabül eden bütün toplumsal münasebetlerin ortadan kaldırılmasına; bu toplumsal münasebetlerden çıkan bütün düşüncelerin alaşağı edilmesine varana kadar devrimin sürekliliğinin ilanıdır ve, zorunlu bir geçiş uğrağı olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.”
Böylece, Manifesto’da “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya” formülasyonuyla, henüz bu örgütlenmenin somut biçimlerinin tecrübeye dayalı bilgisi ortada bulunmaksızın belirlenmiş olan iktidar uğrağı da tarihsel formülüne kavuşur. Böylelikle, sanki bir kere daha 1844’te, Hegel eleştirisi sırasında elde edilmiş olan teorik pozisyona geri dönülmüş gibidir; bir kere daha Almanya’da “genel kurtuluş, herhangi bir kısmi kurtuluşun sine qua non’u” olarak ilan edilmektedir. Ancak aradaki pratik momentin zengin bilgisinin yarattığı muazzam fark gözönünde tutulduğunda, bunun eski saf teorik pozisyonlara çekiliş olmayıp o teorik konumun sağladığı dayanakla tecrübenin zihinde yeniden üretilmesi ve böylelikle ileriye doğru atılan bir adım olduğu anlaşılır. Marx’in, “yerine getirilmiş gibi görünene geri dönmek”le kast ettiğinin bu olduğu düşünülebilir.
“Eleştiri silahı”, teorik bir imkân olarak bir proleter devriminin bilgisini sağlamıştı, “silahların eleştirisi” ise imkânın gerçeğe dönüşme momentinin bilgisinin teoriye kazanılmasını mümkün kıldı. Böylece modern sosyalizm, maddeci tarih anlayışıyla geliştirilmiş siyasal donanımının en elemanter unsurlarını tıpkı kendi bilgisini oluştururken olduğu gibi akıldan değil, tarihten çıkarttı. 1848 Devrimleri, teoride spekülatif olan her şeyi toprağa gömerken, dolaysız tecrübeyi teori katına çıkarmanın tarihsel imkânını sundu.
Marx ve Engels’in 1848 Devrimleri’nin gerçekleşmesine ilişkin yanılgıları bir bakıma teorinin doğruluğunun kanıtları olarak da kabul edilebilir. Marx , “Feuerbach Üzerine Tezler”inin 2.’sinde ” …insan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu yanlılığını (Diesseitigkeit) pratikte kanıtlamalıdır”, demişti. Ancak bir devrim, Marx’ın devrimin taktik anına ilişkin görüşlerinin hakikatle ilgisini kurabilirdi. Marx ve Engels, tutarlı maddeciler olarak, Almanya’da devrim pratiğinin doğrulamadığı düşüncelerini bir yana bırakmakta duraksamadılar. Aynı şekilde, “silahların eleştirisi’nin ulaştığı bütün sonuçları da teoriye dahil ederek 1848’den çıktıklarında, modern sosyalizm, devrimin bilgisi ve kavramsal araçlarıyla donanmış bulunuyordu. Modern sosyalizmin sonraki bütün tarihi, bu bilginin bütün ülkelerin işçileri tarafından mülk edinilmesi için her somut durumda yeniden uygulanmasının tarihi oldu. Her seferinde öğrenilen, teorinin birçok değişkeni içermekle birlikte bir sabit unsurunun da bulunduğudur- her devrimin bilgisi ancak o devrimin kendisinden elde edilebilir.