İlkel toplumlar devletsiz toplumlardır: Bir olguya işaret eden ve kendi başına düşünüldüğünde doğru olan bu yargı, aslında siyasal antropolojinin kesin bir bilim olarak oluşmasını güçleştiren bir görüşü, bir değer yargısını gizliyor. Gerçekte burada söylenmek istenen, ilkel toplumların belli bir şeyden -devletten- yoksun oldukları ve bunun diğer bütün toplumlar -örneğin bizim toplumumuz- gibi, onlar için de vazgeçilmez olduğudur. Demek ki bu toplumlar gelişmelerini tamamlamamış toplumlardır. Gerçek anlamda -yani uygarlaşmış- toplumlar değillerdir; hatta kapatmaya çalıştıkları halde hiçbir zaman kapatamadıkları bir eksikliğin -devlet eksikliğinin- acısını şiddetle hissederler. Gezginlerin kroniklerinden ya da araştırmacıların çalışmalarından da aşağı yukarı böyle bir sonuç çıkıyor: Devletsiz toplum düşünülemez, yani devlet bütün toplumların yazgısıdır. Bu yaklaşımdaki etnosantrist eğilim öylesine yer etmiştir ki, çoğu zaman bunun farkına bile varılmaz. Hiç düşünmeden en yakında olanı örnek göstermek, hakkında en çok bilgi sahibi olunan değilse de en çok başvurulan yoldur. Aslında nasıl inanç mümin kişinin içine işlemişse, toplum devlet içindir yargısı da bizim içimize işlemiştir.
Bu durumda ilkel toplumları, dünya tarihinin bir kenara attığı safralar gibi olmasa da, dünyanın her yerinde çoktan aşılmış bir evrenin anakronik kalıntıları olarak tasarlamaktan başka çaremiz kalmıyor. Burada etnosantrizmin öbür yüzünü, yani tarihin tek yönlü olduğu, hiçbir toplumun bu tarihe yönelmekten ve bu tarihin vahşilikten uygarlığa uzanan evrelerini katetmekten kaçamayacağı inancını görmek mümkün. Raynal, “Bütün uygarlaşmış toplumlar bir zamanlar vahşiydiler” der. Oysa ortada kesin bir evrimin olması, uygarlığı keyfi bir biçimde devletin uygarlığına bağlayan ve devleti bütün toplumların kaçınılmaz olarak ulaşacağı nokta sayan bir öğretiyi kesinlikle haklı göstermez. Bu durumda, bugün de vahşi olan son toplumların nasıl ayakta kaldıklarını sorabiliriz.
Modern görüşlerin, eski evrimci anlayışı, hiç değiştirmeden bugün de benimsediklerini görüyoruz. Büyük bir ustalıkla antropolojik söyleme gizlenen ve felsefi söylemden uzaklaşan evrimci anlayış, bilimsel bir görünüme bürünmüş kategorileri benimsemek eğiliminde. Şimdiye kadar gördüğümüz gibi, arkaik toplumlar her zaman olumsuz bir biçimde, devletten yoksun toplumlar, yazıdan yoksun toplumlar, tarihten yoksun toplumlar olarak, yani bir eksikliğe göre ele alınmışlardır. Bu toplumların ekonomik durumu da gene aynı çerçevede, geçim ekonomisi olarak ele alınır. Bu saptamayla ilkel toplumların, üretim fazlasının piyasaya sürüldüğü pazar ekonomisini bilmedikleri söylenmek isteniyorsa, aslında hiçbir şey söylenmiyor, gene bizim dünyamızla karşılaştırılarak bir eksikliğe daha parmak basmaktan başka bir şey yapılmıyor demektir; yani bu toplumların devletten, yazıdan, tarihten yoksun oldukları gibi, pazardan da yoksun oldukları söyleniyor. Bu durumda, sağduyu sahibi kişiler, artıdeğer yoksa, pazarın ne gereği var diye düşünebilirler. Oysa geçim ekonomisi fikri, örtük olarak şu savı da içeriyor: İlkel toplumlar artıdeğer üretmiyorlarsa, bunun nedeni, bu artıdeğeri üretme gücünden yoksun olmaları; yani meşguliyetlerinin çokluğu yüzünden ancak yaşamaları, geçinmeleri için gerekli en az miktarı üretmeleridir. Vahşilerin sefaletini belirtmek için çizilen, çok bilinen ama etkili bir tablodur bu. Ve ilkel toplumların, günü gününe yaşamanın getirdiği durağanlıktan, besin aramakla geçen bu sürekli yabancılaşmadan kurtulmak konusundaki yetersizliklerini açıklamak için de teknik altyapının yokluğuna, teknolojik geriliğe işaret edilir.
Peki gerçek durum nedir? Teknik deyince, insanların doğa üzerinde mutlak bir egemenlik kurmak için (bu yalnızca bizim toplumumuz ve onun ekolojik sonuçları ancak yeni yeni ölçülebilen Descartesçı, çılgınca tasarıları açısından geçerli bir amaç) değil de, doğal çevre üzerinde uyumlu ve ihtiyaçlara uygun bir egemenlik kurmak için kullandıkları yöntemlerin bütününü anlıyorsak, o zaman, ilkel toplumların teknik geriliğinden söz edemeyiz: İhtiyaçlarını karşılamak konusunda, ilkel toplumlar da ulaştığı düzeyle övünen sanayileşmiş ve teknik toplum kadar yeterlidirler. Aslında her toplum, belli bir güç kullanarak, yaşadığı ortam üzerinde, ihtiyaçlarına yetecek kadar bir egemenlik kurmayı başarır. Bugüne kadar hiçbir toplumun sırf baskı ve şiddet kullanarak egemen olunması olanaksız bir doğal ortama yerleştiği görülmemiştir: Böyle bir toplum ya yok olur ya da yer değiştirir. Eskimolarda ya da Avustralya yerlilerinde bizi şaşırtan yan, teknik etkinliğin zenginliği, yaratma gücü ve inceliğidir; bu halklar tarafından kullanılan aletlerin büyük bir buluş gücü ve etkililiği yansıtmasıdır. Bunu anlamak için etnografya müzelerini gezmek yeter: Günlük yaşamla ilgili aletlerin yapımında gösterilen ustalık, en basit aracı bile bir sanat eseri düzeyine çıkarmaktadır. O halde teknik düzeyde bir hiyerarşiden, üstün ya da geri teknolojiden söz edilemez; teknik bir araç ancak belli bir ortamda toplumun ihtiyaçlarını karşılayıp karşılayamadığına bakılarak değerlendirilir. Bu bakımdan ilkel toplumların bu amaca uygun koşulları yaratamadıklarını kesinlikle söyleyemeyiz. İlkel toplumların ortaya koydukları teknik buluş gücü, elbette zamanla gelişmiştir. Hiçbir şey bir anda ortaya çıkmaz: Her zaman sabırlı bir gözlem ve araştırma çabası, uzun bir deneme, yanılma, başarısızlık ve başarı dizisi vardır. Tarihöncesi uzmanları paleolitik dönem insanının iki yüzlü kaba baltadan, Solutré evresinde imal edilen hayranlık uyandırıcı uçlara geçebilmesi için binlerce yıl gerektiğini söylüyorlar. Bir başka nokta da tarımın ve bitki ıslahının Amerika’da ve Eski Dünya’da hemen hemen aynı dönemde gerçekleşmiş olmasıdır. Amerika yerlilerinin de yenilebilir pek çok bitki çeşidini seçme ve ayırt etme konusunda onlardan hiç de geri kalmadıkları anlaşılıyor.
Bu noktada bir an için yerlileri madeni aletlerle ilgilenmeye sevk eden şeyin ne olduğunu düşünelim. Bu durum doğrudan doğruya ilkel toplumlarda ekonomi sorununa -ama sanılandan oldukça değişik bir tarzda- bağlanır. Bu toplumların teknolojinin geriliği nedeniyle, geçim ekonomisinin ötesine geçemeyecekleri öne sürülmüştür. Görüldüğü gibi bu iddia, kuramda da, uygulamada da geçersizdir. Kuramda geçersizdir, çünkü teknolojik “yoğunluklar”ı değerlendirecek soyut ölçüler yoktur; bir toplumun teknik donanımı, farklı bir toplumun teknik donanımıyla doğrudan doğruya karşılaştırılamaz ve tüfek ile yayı birbirinin karşısına koymanın bir anlamı yoktur. Söz konusu iddia uygulamada da geçersizdir, çünkü arkeoloji, etnografi, botanik vb bilimler, vahşilerin teknolojisinin verimlilik ve etkililik gücünü açık bir biçimde gözler önüne seriyor. Öyleyse, ilkel toplumlar geçim ekonomisine dayanıyorlarsa, bunun nedeni teknik bilgisizlik değildir. Aslında şunu sormak gerekiyor: Bu toplumların ekonomisi gerçekten bir geçim ekonomisi midir? Sözcüklerin bir anlamı varsa, geçim ekonomisi deyince, sırf pazardan ve artıdeğerden yoksun ekonomiyi anlamıyorsak -çünkü bu terimler yalnızca görünür, belli bir farkı vurgulamaktan öte bir anlam taşımıyorlar-, o zaman, bu tip ekonominin yalnızca, toplumun varlığını sürdürmesine olanak verdiğini, bu toplumun, bünyesindeki üretici güçlerin tümünü seferber ederek üyelerinin yaşamlarını sürdürmelerine yetecek kadar bir üretim sağladığını söylüyoruz demektir.
Burada, kolay kolay değişmeyecek bir önyargı söz konusu; üstelik bu önyargı, Vahşi’nin tembel olduğunu öne süren çelişkili ve en az öbürü kadar yaygın görüşle iç içe bulunuyor. Halk dilinde, “köle gibi çalışmak” deyimi vardır; oysa Güney Amerika’da, “yerli gibi miskin” denir. Bu durumda, Amerikalı olsun olmasın, ilkel toplum insanı, bir geçim ekonomisinde yaşamakta ve vaktinin büyük bölümünü yiyecek aramakla geçirmektedir ya da bir geçim ekonomisinde yaşamamakta ve dolayısıyla hamağında tütün içerek gününü gün etmesinde hiçbir sakınca bulunmamaktadır. Brezilya yerlilerini inceleyen ilk araştırmacılar, gördükleri karşısında gerçekten çok şaşırmışlardı. Sağlıklı erkeklerin toprakla uğraşacak yerde, kadınlar gibi boya ve tüylerle oyalanması onları çok öfkelendirmişti. Demek ki bu insanlar ekmeğini alnının teriyle kazanmak gerektiğini bilmiyorlardı. Bu kadarı fazlaydı ve bu durum uzun sürmedi. Yerliler hemen işe koşuldular ve bu onların sonu oldu. Başlangıcından beri, Batı uygarlığının gelişimini iki aksiyomun yönlendirdiği anlaşılıyor: Birinci aksiyom, gerçek toplumun devletin koruyucu gölgesi altında geliştiğini; kesin bir buyruk biçiminde ifade edilen ikincisiyse, çalışmanın zorunlu olduğunu söyler.
Oysa yerliler çalışma adı verilen şeye pek az zaman ayırıyorlardı. Ama açlıktan da ölmüyorlardı. O dönemi anlatan kroniklerin hepsinde, sağlıklı yetişkinler, gürbüz çocuklar, çeşitli ve bol yiyeceklerden söz edilir. Demek ki yerli kabilelerin bir geçim ekonomisine sahip olmaları, bütün zamanlarını yiyecek arayarak telaş içinde geçirmelerini gerektirmiyordu. Dolayısıyla, hem bir geçim ekonomisine sahip olmak hem de üretim etkinliklerine sınırlı bir zaman ayırmak pekâlâ mümkündür. Tarımla uğraşan Güney Amerika kabilelerinin, örneğin aylaklıklarıyla Fransızları ve Portekizlileri o kadar kızdıran Tupi-Guaranilerin durumu buydu. Bu yerlilerin ekonomik yaşamı öncelikle tarıma, bir ölçüde de avcılık, balıkçılık ve toplayıcılığa dayanıyordu. Belli bir tarım alanı dört ila altı yıl arasında değişen bir dönem boyunca sürekli kullanılıyordu. Bu tarım alanı daha sonra, toprak veriminin düşmesi ya da daha çok, imhası zor bir parazitin toprağı istila etmesi yüzünden bırakılıyordu. İşin erkekler tarafından yapılan en önemli bölümü, taş baltalar ve ateşle gerekli alanı açmaktan ibaretti. Yağmur mevsiminin sonunda yapılan bu çalışma erkekleri bir ya da iki ay meşgul ediyordu. Bundan sonraki bütün tarım faaliyetleri -yani ekim, çapalama, hasat-, cinsiyete dayalı işbölümü gereği, kadınlar tarafından yürütülüyordu. Buradan şöyle hoş bir sonuç çıkıyor: Erkekler, yani nüfusun yarısı, dört yılda bir, aşağı yukarı iki ay çalışıyorlardı! Geri kalan süredeyse, görev gereği değil, sırf canları istediği için avlanıyor, balık tutuyor; şenliklere ve içki âlemlerine katılıyor; savaşçılık tutkularını tatmin edecek fırsatlar kolluyorlardı.
Bu toplu, nitel, izlenimlere dayalı veriler, kimileri halen sürmekte olan, sonuçları kesinleşmiş araştırmalarla da parlak bir biçimde doğrulanmıştır; çünkü bu araştırmalarda geçim ekonomilerinde çalışma zamanının ölçülmesine de yer verilmiştir. İster Kalahari Çölü’ndeki göçebe avcılar, ister yerleşik tarımcı Amerikan yerlileri söz konusu olsun, elde edilen sayılar, günde ortalama dört saatten az çalışıldığını ortaya koyuyor. Amazon’un Venezuela kesimine yerleşmiş Yanomano yerlileri arasında yıllardır yaşayan J. Lizot, bir yetişkinin ortalama çalışma süresinin her türlü faaliyet dahil günde üç saati biraz aştığını saptadı. Paraguay ormanlarında yaşayan göçebe avcılar olan Guayakilerle ilgili araştırmalarımızda hiçbir zaman bu tür ölçümler yapmadık. Ama yerli erkek ve kadınların, günün en az yarısını tam bir tembellikle geçirdiklerini söyleyebiliriz, çünkü av ve toplayıcılık faaliyetlerinin, o da her gün olmamak koşuluyla, sabah 6-11 arasında sürdüğünü biliyoruz. Son ilkel halklar üzerinde yapılan benzer çalışmaların da, ekolojik farklılıklar göz önünde tutularak bunlara yakın sonuçlar vermesi muhtemeldir.
Geçim ekonomisi fikrinin içerdiği yoksulluk iddiasından oldukça uzaklaşmış bulunuyoruz. İlkel toplum insanı, hayatta kalabilmek için sürekli yiyecek aramakla geçen hayvansı bir yaşam sürmek zorunda olmadığı gibi, yaşamını sürdürmek için gerekli olanı da şaşılacak kadar kısa bir süre çalışarak elde etmektedir. Bu durum ilkel toplumların, isterlerse, maddi varlık üretimini çoğaltmak için yeterince zamanları olduğunu gösteriyor. Sağduyu sahibi kişiler şöyle diyeceklerdir o zaman: Günde üç ya da dört saatlik bir çalışma topluluğun ihtiyaçlarını karşılamaya yetiyorsa, bu toplumların üyeleri niçin daha çok çalışmak ve üretmek istesinler? Bu onların ne işine yarayacak? Böylelikle sağlayacakları ürün fazlası ne olacak? Hem bunu hangi amaçla yapacaklar? İnsanlar ancak mecbur bırakılırlarsa gerekli olandan fazla çalışırlar. İlkel dünyada olmayan da işte tam tamına bu zorlamadır; hatta böyle bir zorlamanın bulunmayışı ilkel toplumların özünü oluşturur. Bundan böyle, bu toplumların ekonomik örgütlenme tarzını belirtmek için kullandığımız geçim ekonomisi deyimini ancak, bu deyimin bir eksikliği, söz konusu toplumlara ve onların teknolojilerine özgü bir yetersizliği değil de, tersine, gereksiz bir fazladan kaçınma, üretim etkinliklerine ihtiyaçların giderilmesi için katılma isteğini belirtmesi koşuluyla kabul edebiliriz. Bunun ötesinde hiçbir anlam taşımaz. Ayrıca, gerçekleri daha yakından incelersek, ilkel toplumlarda gözle görülür bir üretim fazlası olduğunu fark ederiz: Ekimi yapılan bitkilerden (manyok, mısır, tütün, pamuk vb) elde edilen ürün, topluluğun ihtiyacından her zaman fazladır; ama bu fazlalık, normal çalışma zamanı içinde ortaya çıkmıştır. Fazladan çalışma olmaksızın elde edilen bu artıürün, tamamen siyasal amaçlarla, şenliklerde, davetlerde, yabancıların ziyaretleri sırasında vb tüketilir. Madeni bir baltanın taş bir baltaya üstünlüğü o kadar açıktır ki, bu konunun üstünde durmak gerekir: Aynı süre içinde madeni bir baltayla, taş baltaya göre on kat daha fazla iş çıkartılabilir ya da aynı iş on kat daha kısa bir sürede yapılabilir. Yerliler beyaz adamların baltalarının daha yüksek bir üretim sağladığını keşfettiklerinde, bu aleti aynı süre içinde daha çok üretmek için değil, on kat daha kısa bir süre içinde üretmek için istemişlerdi. Oysa ortaya tam tersi bir durum çıktı; yerlilerin ilkel dünyası, madeni baltalarla birlikte, yeni gelen uygar insanların zulmü, kaba kuvveti ve iktidarıyla da tanışmış oldu.
İlkel toplumlar, J. Lizot’nun da Yanomanolar hakkında yazdığı gibi, çalışmayı reddeden toplumlardır: “Yonomanoların çalışmaktan nefret ettikleri ve özerk teknolojik bir ilerlemeyi umursamadıkları kesindir.”1 M. Sahlins’in yerinde ve şakacı bir ifadeyle belirttiği gibi onlar, istediklerini yapan ilk toplumlar, bolluk içinde yaşayan ilk toplumlardı.
İlkel toplumları konu alan ve özerk bir disiplin olarak düşünülen bir ekonomik antropoloji kurma tasarısının bir anlamı varsa, bunun yalnızca bu toplumların ekonomik yaşamını göz önüne almakla gerçekleşeceğini sanmamalıyız: O zaman betimleyici bir etnolojiden, ilkel toplumsal yaşamın özerk olmayan bir boyutunun betimlenmesinden öteye gidemeyiz. Oysa ekonomik bir antropoloji fikri, ancak “bütün olarak toplumsal olgu”nun bu boyutu özerk bir alan meydana getirince, yani çalışmayı reddetmek artık söz konusu olmayınca, dilediği gibi yaşama isteğinin yerini birikim zihniyeti alınca, kısacası, toplumsal bünyede, yukarıda sözünü ettiğimiz dış güç ortaya çıkınca -bu güç olmaksızın vahşilerin diledikleri gibi yaşamaktan vazgeçmeleri beklenemezdi ve gerçekten de bir toplum biçimi olarak ilkel toplumun ortadan kalkmasına yol açan da bu güç oldu- belli bir temele oturur. Ve bu güç, mecbur bırakma kudretinden, zorlama yeteneğinden, siyasal iktidardan başka bir şey değildir. Bu noktadan sonra antropoloji ekonomiye ilgisini yitirir, bir anlamda, tam bulduğunu sandığı anda nesnesinden yoksun kalır, ekonomi siyasete dönüşür.
İlkel toplum insanı için üretim, tam tamına karşılanması gereken ihtiyaçlarla ölçülen, sınırlanan bir etkinliktir, yani burada esas olan, yaşamsal ihtiyaçların karşılanmasıdır: Üretim, harcanan enerji stokunu yerine koymaya yöneliktir. Başka bir deyişle, toplumun şenlikler için ihtiyaç duyduğu miktar dahil olmak üzere, bu stoku yeniden üretmek için gerekli zamanı yaratan ve belirleyen, doğayla eşanlamlı düşünülmesi gereken yaşam koşullarıdır. Bu durumda, yaşamsal ihtiyaçların tümü bir kez karşılandıktan sonra, hiçbir şey ilkel toplumu daha fazla üretmeye, yani tembellik, oyun, savaş ya da şenliklere ayrılabilecek bir zamanı, amacı belirsiz bir çalışmayla harcamaya sevk edemez. İlkel insanın üretim etkinliğiyle bu ilişkisi hangi koşullarda değişikliğe uğrayabilir? Bu etkinlik hangi koşullarda, yaşamsal ihtiyaçların giderilmesi dışında bir amaca yönelebilir? Tam bu noktada, yabancılaşmış emek anlamında emeğin kökeni sorununa geliyoruz.
Özü itibariyle eşitlikçi bir toplum olan ilkel toplumda insanlar kendi etkinliklerinin efendisidirler; bu etkinliklerinden doğan ürünlerin dolaşımına da gene onlar egemendir: Malların mübadelesine ilişkin yasaya bağlı olarak, insanın ürettiği ürünle doğrudan ilişkisi dolaylı hale geldiğinde bile, kendi adlarına hareket ederler. Oysa üretim etkinliği başlangıçtaki amacından saptığında, ilkel insan yalnızca kendisi için değil, mübadele ve karşılık olmaksızın, başkaları için de ürettiğinde, her şey temelden değişir. İşte ancak o zaman emekten söz edilebilir: Yani ancak, eşitlikçi mübadele kuralı toplumun “temel yasa”sı olmaktan çıktığı zaman, üretim etkinliğinin amacı başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak olduğu zaman, mübadele kuralı yerini “borç terörü”ne bıraktığı zaman emekten söz edilebilir. Amazon’da yaşayan vahşi ile İnka yerlisi arasındaki fark da işte tam bu noktada ortaya çıkar. Vahşiler yalnızca yaşamak için ürettikleri halde, İnka yerlileri fazladan, başkalarını, yani çalışmayanları, “Bize borcunu ödemek zorundasın, bize olan borcunu sonsuza kadar ödemek zorundasın” diyen efendilerini de beslemek zorundadırlar.
İlkel toplumda ekonomik yaşam özerk ve sınırları belli bir alan haline geldiğinde, üretim etkinliği yabancılaşmış, hesaplanabilir ve emeğin ürünlerinden yararlanacak olanların zoruyla yaratılmış bir emeğe dönüştüğünde, toplum ilkel olmaktan çıkmış, yönetenler ve yönetilenlere, efendiler ve uyruklara bölünmüş bir toplum haline gelmiş, onu yok edecek şeyi, yani iktidarı ve iktidara saygıyı bertaraf etmekten vazgeçmiş demektir. Bu durumda, işbölümü dahil toplumdaki bütün bölünmeleri belirleyen temel ayrım, taban ile tepe arasındaki yeni dikey sıralanmadır, ister savaşçı ister dinsel kökenli olsun, gücü ellerinde bulunduranlar ile bu gücün egemenliği altında olanlar arasındaki büyük siyasal uçurumdur. Siyasal bir ilişki olan iktidar, ekonomik bir ilişki olan sömürüden öncedir ve ona zemin hazırlar. Yabancılaşma ekonomik bir anlam kazanmadan önce, siyasal bir anlam taşır, iktidar emekten önce gelir, ekonomi siyasetin bir türevidir, devletin ortaya çıkışı, sınıfların doğuşunu belirler.
Sonuçlanmamışlık, tamamlanmamışlık, eksiklik: İlkel toplumların doğasını bu şekilde belirlemek kesinlikle doğru değil. Bu toplumların doğasında daha çok olumluluk, doğal çevreye ve toplumsal tasarıya egemen olma, bünyesini değiştirebilecek, bozabilecek ve yok edebilecek hiçbir şeyin kendisinin dışına çıkmasına izin vermeme isteği ağır basıyor. Bir kere şu noktada ısrar etmemiz gerekir: İlkel toplumlar daha sonraki toplumların gelişmekte geç kalmış tohumları ya da anlaşılmaz bir hastalık yüzünden “normal” seyri kesintiye uğramış topluluklar değildirler; doğruca, önceden belirlenmiş, ama ancak sonradan öğrenilen sona (bizim toplumsal sistemimize) ulaşan bir tarih mantığının başlangıç noktasını oluşturmazlar. (Tarih bu mantıktan ibaretse, bugün bile ilkel toplumların var olmasını nasıl açıklarız?) Bütün bunları ekonomik yaşam düzeyinde ifade edersek, ilkel toplumlar çalışma ve üretimin kendilerini ezmesine izin vermez, stokları toplumsal-siyasal ihtiyaçlarla sınırlar, rekabeti dolaylı olarak olanaksız hale getirirler -zaten ilkel bir toplumda, fakirler arasında zengin olmak neye yarar?-; kısacası, formüle edilmeden de belirtilmiş olsa, eşitsizliği yasaklarlar.
Peki ilkel bir toplumda ekonominin siyasal boyuttan yoksun olmasını sağlayan nedir? Görülebileceği gibi, bunun temelinde ekonominin özerk bir biçimde çalışmaması vardır. Bu anlamda, ilkel toplumların ekonomiyi reddeden, ekonomisiz toplumlar oldukları söylenebilir. Peki bu durum bu toplumların siyasal birer varlık olmasını engeller mi? “Kuralsız ve kralsız” toplumlarla karşı karşıya bulunduğumuza göre bu toplumlarda siyasal yaşamın olmadığını düşünebilir miyiz? Böylelikle biz de, bu eksikliğin farklı toplumların bünyesini her bakımdan belirlediğini öne süren etnosantrizmin klasik önyargısına düşmüş olmuyor muyuz?
Demek ki artık ilkel toplumlarda siyaset sorununa değinmemiz gerekiyor. Bu, yalnızca “ilginç” bir sorun, yalnızca uzmanları ilgilendiren bir konu değil, çünkü bu noktada etnoloji, toplum ve tarih üzerine (tasarlanmayı bekleyen) genel bir kuram niteliği kazanıyor. Toplumsal örgütlenme biçimlerinin büyük bir çeşitlilik göstermesi, birbirinden farklı toplumların geniş bir zaman ve mekâna yayılmış olmaları, süreksizlik içinde bir düzen olmasına, farklılıkların meydana getirdiği bu sonsuz çeşitliliğin azaltılmasına engel değil. Aslında toptan bir indirgeme söz konusu burada, çünkü tarih aslında bize ancak birbirine indirgenmesi olanaksız iki toplum tipi, her biri bünyesindeki farklılıklara rağmen temel bir benzerliğe sahip toplumlar barındıran iki büyük sınıf sunuyor. Yani bir yanda ilkel toplumlar ya da devletsiz toplumlar var, öte yandaysa devletli toplumlar. Her toplumu mantıksal yerine oturtmamızı, toplumlar arasında değişmez bir süreksizlik çizgisi çekmemizi sağlayan ölçü, pek çok biçimde kendini gösterebilen devlet örgütünün varlığı ya da yokluğudur. Devletin ortaya çıkışı, toplumlar arasında vahşiler ve uygarlar olmak üzere kesin bir ayrım yapılmasına yol açtı ve sınırına ulaşıldığında her şeyin değiştiği, Zaman’ın Tarih’e dönüştüğü, derin bir uçurum yarattı. Dünya tarihinin ilerleyişinde genellikle ve haklı olarak iki önemli ritim değişikliğine parmak basılır. İlk ritim değişikliğini yaratan güce neolitik devrim (hayvanların evcilleştirilmesi, tarım, dokuma ve çömlekçilik sanatlarının ortaya çıkması, insan topluluklarının pek çok yörede yerleşik düzene geçmeleri vb) denmiştir. Bugün halen ve giderek artan bir ölçüde (böyle denebilirse) ikinci ritim değişikliğinin, yani XIX. yüzyıldaki sanayi devriminin uzantısında yaşıyoruz.
Neolitik dönüşümün daha önce paleolitik dönemde yaşayan halkların maddi koşullarını önemli ölçüde değiştirdiği kesindir. Peki bu dönüşüm, toplumların bünyesini derinliğine etkileyecek kadar köklü olmuş mudur? Toplumsal sistemlerin, neolitik öncesine ya da neolitik sonrasına ait olmalarına göre değişen farklı bir işleyişleri var mıdır? Etnografi daha çok bunun tersini ortaya koyuyor. Göçebelikten yerleşikliğe geçişin, sürekli bir nüfusun yoğunlaşmasını sağlayarak sitelerin, hatta devlet aygıtlarının oluşmasına olanak vermesi, neolitik devrimin en önemli sonucu sayılıyor. Bu durumda, tarımdan yoksun bütün tekno-kültürel “gelişmiş yapılar”ın, zorunlu olarak göçebeliğe varacağı kabul ediliyor demektir. Oysa böyle bir sonuca varmak etnografik açıdan yanlıştır: Avcılık, balıkçılık ve toplayıcılığa dayalı bir ekonomi, mutlaka göçebe bir yaşam tarzını gerektirmez. Amerika’dan ve Amerika dışından pek çok örneğin de gösterdiği gibi, tarımın olmayışı yerleşik yaşama engel değildir. Buna göre bazı toplumlar, ekolojik bakımdan mümkün olduğu halde tarıma geçmemişlerse, yetersizliklerinden ya da teknolojik geriliklerinden ötürü değil, yalnızca tarıma ihtiyaç duymadıklarından ötürü geçmemişlerdir.
Kolomb sonrası Amerika tarihi, kimi yerleşik tarım topluluklarının, bir teknik devrimin etkisiyle (atın ve yanı sıra ateşli silahların keşfi) tarımı bırakıp artık yalnızca, atın sağladığı büyük hareketlilik sayesinde verimi kat kat artan avcılıkla ilgilendiklerini gösteriyor. Kuzey Amerika ovalarında ya da Güney Amerika’da Chaco’da yaşayan kabileler atlı hale gelir gelmez, hareketlerini daha geniş bir alana yaymışlar ve sıklaştırmışlardır: Ancak burada, Paraguay Guayakileri gibi avcı-toplayıcı topluluklara özgü olan göçebelikten söz edemeyiz ve yukarıda saydığımız topluluklar açısından, tarımın bırakılması, nüfusun seyrekleşmesine de, var olan toplumsal örgütlenmenin değişmesine de yol açmamıştır.
Çoğu toplumların avcılıktan tarıma, bazılarının da tersine, tarımdan avcılığa geçmeleriyle sonuçlanan bu hareket bize neyi gösteriyor? Görünüşe bakılırsa bu hareket, toplumun yapısında hiçbir değişikliğe yol açmıyor; maddi yaşam koşulları değiştiği halde yapı aynen korunuyor; neolitik devrim insan topluluklarının maddi yaşamını büyük ölçüde etkilemek ve kuşkusuz kolaylaştırmakla birlikte, toplum düzenini mekanik bir biçimde altüst etmiş değildir. Başka bir deyişle, ilkel toplumlar açısından Marksistlerin ekonomik altyapı dedikleri düzeydeki değişim, ona bağlı yansımasını, yani siyasal üstyapıyı kesinlikle belirlemez, çünkü siyasal üstyapı, kendi maddi temelinden bağımsız olarak ortaya çıkar. Amerika kıtası ekonominin ve toplumun karşılıklı özerkliğini açıkça ortaya koymaktadır. Göçebe olsun olmasın, avcı-balıkçı-toplayıcı gruplar, komşu oldukları yerleşik tarımcılarla aynı toplumsal-siyasal özellikleri gösterirler: “Altyapı” farklı olsa da “üstyapı” aynıdır. Buna karşılık, imparatorlukla yönetilen, devletli toplumlar olan Orta Amerika toplumları, diğer yörelere göre daha yoğun olmakla birlikte, teknik düzey bakımından, Tropikal Orman’da yaşayan “vahşi” kabilelerinkine çok benzeyen bir tarım yapıyorlardı: Bu kez “altyapı” aynı olsa da “üstyapı” farklıdır, çünkü birinde devletsiz toplumlar, öbüründeyse gelişimini tamamlamış devletler söz konusudur.
Demek ki önemli olan ekonomik değişim değil, siyasal yapının kesintiye uğramasıdır. İnsanlığın öntarihindeki gerçek devrim, eski toplumsal örgütlenmeyi pekâlâ muhafaza edebilen neolitik devrim değil, siyasal devrimdir, bizim devlet adıyla bildiğimiz gücün, ilkel toplumların karşısına gizemli, geri dönüşsüz, öldürücü bir biçimde çıkmasıdır. Marksist altyapı ve üstyapı kavramlarını muhafaza etmek istiyorsak, o zaman belki de, altyapının siyaset, üstyapınınsa ekonomi olduğunu kabul etmemiz gerekecek. İlkel toplumu bütünüyle yok edecek tek bir yapısal, derin dönüşüm varsa, o da hiyerarşiden doğan otorite, iktidar ilişkisi, insanların egemenlik altına alınması, devlet gibi ilkel toplumun tanımında bulunmayan unsurları, dışardan ya da ilkel toplumun bünyesinde yaratacak dönüşümdür. Bu dönüşümün kökenini, ilkel toplumun üretim ilişkilerindeki varsayımsal bir değişimde aramak -toplumu zenginler ve yoksullar, sömürenler ve sömürülenler olmak üzere yavaş yavaş bölen bu değişim, mekanik bir biçimde, güçlülerin iktidarlarını güçsüzlere kabul ettirmelerini sağlayacak bir uygulama aracının, devletin ortaya çıkmasıyla sonuçlanmaktadır- boş bir çaba olacaktır.
Ekonomik temeldeki bu değişim, varsayımsal olmanın ötesinde, olanaksızdır da. Belli bir toplumdaki üretim düzeninin, mal üretiminde bir artış olacak şekilde daha büyük bir çalışma kapasitesi yaratabilmesi için ya o toplumdaki insanların, geleneksel yaşam tarzlarını değiştirmek istemeleri ya da istemedikleri halde, yabancı bir gücün zoruyla, buna mecbur kalmaları gerekir. İkinci durumda, toplumun kendisinden kaynaklanan hiçbir şey yoktur; toplum üretim düzenini kendi çıkarına göre değiştiren yabancı bir gücün saldırısına uğramıştır: İktidarın yeni sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılamak için daha fazla çalışmak ve üretmek zorundadır. Siyasal baskı sömürüye yatkın bir zemin yaratacaktır. Ama bu tür bir “senaryo”nun uydurulması hiçbir işe yaramaz, çünkü devlet şiddetine bağlı dışsal, olumsal, dolaysız bir kaynaktan doğmuştur. Yoksa onu ortaya çıkaran toplumsal-ekonomik iç koşulların ağır gelişiminin sonucu değildir.
Devlet egemen sınıfın, egemenlik altına aldığı sınıflar üzerinde şiddetini uygulama aracıdır denir. Öyledir diyelim. Demek ki devletin ortaya çıkması için, toplumun önceden, sömürü ilişkileriyle birbirine bağlı karşıt toplumsal sınıflara bölünmüş olması gerekir. Öyleyse toplum yapısı -sınıflara bölünme- devlet aygıtının ortaya çıkışından önce doğmuş olmalıdır. Devleti salt bir araç kabul eden bu anlayışın pek sağlam olmadığını belirtmeliyiz. Toplum, ezilenleri sömürmeyi bilen baskıcılar tarafından örgütlenmişse, bunun nedeni, bu yabancılaştırıcı gücün elinde belli bir kuvvetin, bizzat devletin özünü oluşturan “yasal fiziki şiddet tekeli”nin bulunmasıdır. Devletin özü -yani şiddet- toplumun bölünmesine içkin olduğuna, dolayısıyla, bir topluluğun bir başka topluluk üzerinde uyguladığı baskıda başından beri bulunduğuna göre, devletin varlığı hangi amaca hizmet etmektedir? Bu durumda devlet daha önce ve başka bir yerde tamamlanmış bir işlevin gereksiz bir organıdır yalnızca.
Devlet aygıtının ortaya çıkışını, toplumsal yapının değişmesine bağlamak, ortaya çıkış sorununu ertelemekten başka bir işe yaramaz. Çünkü o zaman da ilkel bir toplumun, yani bölünmemiş bir toplumun yapısında, insanları yönetenler ve yönetilenler olmak üzere ayıran bir bölünmenin nasıl doğduğunu sormak gerekir. Devletin kuruluş aşamasında en yüksek noktasına varması beklenen bu önemli değişikliğin itici gücü nedir? Devletin doğuşuyla birlikte, daha önce ortaya çıkmış bulunan özel mülkiyet meşruluk kazanacağından, devlet, mülk sahiplerinin temsilcisi ve koruyucusu olacaktır deniyor. Çok iyi. Ama mülkiyeti reddettiğine göre, mülkiyetten uzak olan bir toplum tipinde niçin özel mülkiyet ortaya çıksın? Günün birinde birisinin ortaya çıkıp, bu bana ait demesi için ne sebep olabilir ve ötekiler nasıl olur da ilkel toplumun bilmediği bir şey olan otoritenin, baskının, devletin tohumunun böylelikle atılmasına izin verebilirler? İlkel toplumlar hakkında bugünkü bilgilerimiz, siyasetin kökenini ekonomide aramamızı artık olanaksız kılıyor. Devletin soyağacının kökü bu zeminde değil. İlkel toplum, devletsiz toplum ekonomisinin işleyişinde, zengin-fakir ayrımı yapmayı gerektirecek hiçbir şey yoktur, çünkü hiç kimse komşusundan daha fazla çalışmaya, daha fazlasına sahip olmaya, daha üstün görünmeye istekli değildir. Herkesin, eşit biçimde, kendi maddi ihtiyaçlarını karşılayacak durumda olması ve zenginliklerin özel mülkiyet yaratacak şekilde birikmesini sürekli engelleyen bir mal ve hizmet mübadelesinin bulunması, aslında güç isteğinden başka bir şey olmayan sahip olma isteğinin doğmasına izin vermez. İlk bolluk toplumu olan ilkel toplum, herhangi bir aşırı bolluk isteğine yer bırakmamaktadır.
İlkel toplumlar devletsiz toplumlardır, çünkü bu toplumlarda devletin ortaya çıkması olanaksızdır. Oysa bütün uygar toplumlar önce vahşiydiler: Devletin olanaksız olmaktan çıkmasını ne sağlamıştır? Halklar nasıl olup da vahşilikten uzaklaşmışlardır? Despot figürünün ortaya çıkmasını, birinin yönetip öbürlerinin boyun eğmesini hangi eşsiz olay, hangi devrim sağlamıştır? Siyasal iktidar nereden kaynaklanmaktadır? Buradaki gizem, muhtemelen bir gün açığa çıkacak olsa da, hâlâ sürüyor.
Devletin ortaya çıkış koşullarını saptamak halen olanaksız olsa bile, devletin hangi koşullarda ortaya çıkmadığını söyleyebiliriz ve bu kitapta bir araya getirdiğimiz yazılarda da devletsiz toplumlarda siyasetin alanını belirlemeye çalıştık. İnançsız, kuralsız, kralsız: XVI. yüzyılda Batılıların yerliler için yaptıkları bu değerlendirmeyi, kolaylıkla bütün ilkel toplumlara yayabiliriz. Hatta bunu, bir ayrım ölçütü olarak da kabul edebiliriz: Yasanın meşru kaynağı olarak düşünülen kraldan, yani devlet aygıtından yoksun olan toplum ilkel bir toplumdur. Buna karşılık, ilkel olmayan her toplum devletli bir toplumdur: Geçerli toplumsal-ekonomik düzeninse hiç önemi yoktur. Bu nedenle, arkaik dönemin büyük despotluklarını -Çin ya da And kralları, imparatorları, firavunlar-, yakın tarihe ait monarşileri -devlet benim- ya da ister Batı Avrupa’daki gibi liberal kapitalizm, ister başka yerlerde olduğu gibi devlet kapitalizmi söz konusu olsun, çağdaş toplum sistemlerini tek bir büyük sınıfta toplayabiliriz.
Demek ki kabilede kral değil, bir şef -ama devlet önderine benzemeyen bir şef- vardır. Bu ne demektir? Bu, şefin hiçbir otoritesinin olmaması, hiçbir zorlayıcı gücünün bulunmaması, emir vermesini sağlayacak her türlü olanaktan yoksun olması demektir. Şef bir komutan değildir; kabile üyelerinin ona uymak gibi bir yükümlülükleri yoktur. Şeflik makamı, iktidarın uygulandığı yer değildir ve “şef” (hiç de yerinde bir adlandırma olduğu söylenemez) figüründe, geleceğin despotunu çağrıştıracak hiçbir özellik gösterilemez. Genel olarak devlet aygıtının, ilkel şeflik kurumundan türediğini elbette söyleyemeyiz.
Kabile şefi niçin devlet önderinin habercisi sayılamaz? Devleti önceleyen bir örnek niçin vahşiler dünyasında olanaksızdır? İlkel şeflikten devlet aygıtına aşamalı bir geçişi olanaksız kılan bu derin uçurum, doğal olarak, siyasal iktidarın şeflik kurumunun dışında tutulmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Yani iktidardan yoksun bir şef; özüne, yani otoriteye yabancı bir şeflik kurumu tasarlamak gerekmektedir. Yukarıda çözümlediğimiz kadarıyla, şefin işlevlerinin arasında otorite işlevi yoktur. Esas olarak bireyler, aileler, soylar vb arasında çıkabilecek anlaşmazlıkları çözmekle görevli olan şefin, düzeni ve uzlaşmayı sağlamak için toplumun kabullendiği saygınlığından başka bir gücü yoktur. Oysa saygınlık elbette iktidar demek değildir ve şefin uzlaştırıcı görevini yerine getirebilmek için sahip olduğu olanak, istisnai söz gücünü kullanmaktan ibarettir: Üstelik şef bir yargıç da olmadığı için taraflar arasında hakemlik de edemez, taraflardan birini de tutamaz; olsa olsa belagatine güvenerek insanları ölçülülüğe, hakaretlerden vazgeçmeye, her zaman barış içinde yaşamış olan atalarının izinden gitmeye davet edebilir. Şefin başarısı hiçbir zaman garanti değildir, her zaman az çok rastlantılara bağlıdır, çünkü şefin sözü yasa yerine geçmez. Şefin tarafları ikna çabası boşa giderse, anlaşmazlığın şiddet yoluyla çözülmesi ve şefin saygınlığının kaybolması tehlikesi baş gösterir, çünkü ondan bekleneni yapamayacak kadar güçsüz olduğu ortaya çıkar.
Öyleyse kabile neye dayanarak birini şefliğe layık görür? Sonuç olarak önemli tek şey şefin “teknik” becerisidir: Yani hitabet gücü, avcı olarak ustalığı, savaşta saldırı ya da savunma harekâtlarını düzenleme yeteneğidir. Toplum şefin bu teknik beceriye dayalı sınırın ötesine geçmesine hiçbir zaman izin vermez, teknik bir üstünlüğün siyasal otoriteye dönüşmesine asla göz yummaz. Şef, toplumun hizmetindedir, şef üzerinde otoritesini bizzat kullanansa, iktidarın gerçek sahibi olan toplumdur. Bu yüzden şefin bu ilişkiyi çıkarı için tersine çevirmesi, toplumu kendi hizmetinde kullanması, kabile üzerinde iktidar dediğimiz şeyi kurması olanaksızdır: İlkel toplum kendi şefinin bir despota dönüşmesine asla izin vermez.
Kabile bir bakıma şefi sürekli gözetim altında tutarak, çıkmasına izin vermediği bir alana hapseder. Peki şef bu alanın dışına çıkmaya istekli midir? Bir şefin gerçekten şef olmayı istediği görülür mü? Şefin topluluğa hizmet etmek ve topluluğun çıkarını gözetmek yerine kendi arzularını gerçekleştirmek istemesi mümkün müdür? Kendi kişisel çıkarını, ortak tasarıya uymaktan daha önemli bulması düşünülebilir mi? Toplumun, her konuda yaptığı gibi, liderin icraatını sıkı bir biçimde denetlemesi -bu, toplumun bilinçli ve kararlı bir denetim kurma kaygısının değil, ilkel bir toplum oluşunun sonucudur- yüzünden, ilkel yasayı (sen başkalarından farklı değilsin) çiğneyen şefler pek azdır. Ancak, az da olsa, bu gibi durumlar yok değildir. Bazen bir şefin, Makyavelci bir hesapla değil de, seçim hakkı olmadığı ya da başka çaresi kalmadığı için şeflik yapmak istemesi mümkündür. Ne demek istediğimizi biraz açıklayalım. Genellikle bir şef, topluluğuyla kurduğu normal (kurallara uygun) ilişkiyi bozarak kabilenin hizmetkârlığından kabilenin efendiliğine geçmeyi değil denemek, aklından bile geçirmez. Arjantin’in Chaco yöresinde yaşayan bir Abipon kabilesinin komutanı, büyük şef Alaykin, kabilesini istemediği bir savaşa sokmak için kendisini ikna etmeye çalışan bir İspanyol subayına verdiği yanıtta bu ilişkiyi çok güzel açıklar: “Abiponlar, atalarından kalma bir alışkanlıkla şeflerinin istediği gibi değil, kendi istedikleri gibi hareket ederler. Evet, ben onların yöneticisiyim, ama onların aleyhine olacak bir şey yapmam her şeyden önce bana zarar verir; kardeşlerime emir vermeye ya da onları zorlamaya kalkışırsam, o an bana sırtlarını dönerler. Oysa ben onların nefretini değil, sevgisini kazanmak isterim.” Kuşkusuz yerli şeflerden çoğu aynı sözleri söylerdi.
Bununla birlikte, hemen her zaman savaş haline bağlı kuraldışı durumlar vardır. Aslında bir askeri seferin hazırlanması ve yönetimi şefin en alt düzeyde de olsa otoritesini kullanabileceği tek durumdur; daha önce belirttiğimiz gibi, bu durumda bile şefin otoritesi savaş konusundaki teknik becerisinden kaynaklanır. Savaş ne şekilde biterse bitsin, savaşın sonunda komutan, yine yetkisiz bir şef haline gelir ve savaştaki zaferin sağladığı saygınlık, hiçbir zaman yetkiye dönüşmez. Her şey toplumun iktidar ile saygınlık, muzaffer bir savaşçı ile zaferinden yararlanması yasaklanmış komutan arasında yaptığı ayrıma göre belirlenir. Bir savaşçının saygınlığa susuzluğunu giderebilecek en elverişli pınar savaştır. Aynı zamanda, saygınlığını savaşa borçlu olan bir şefin, saygınlığını koruyup güçlendirmesi de gene savaşa bağlıdır. Bir bakıma savaş, şefi hiç durmadan askeri seferler düzenlemeye sevk eden bir tür zorunlu ileriye ertelemedir; çünkü şef ancak böylelikle zaferden (simgesel de olsa) birtakım kazançlar umabilir. Şefin savaşma isteği kabilenin genel iradesine, özellikle de savaşı saygınlık kazanmanın başlıca yolu sayan gençlerin isteklerine uyduğu sürece, şefin iradesi topluluğun iradesini aşmadığı sürece, şef ile topluluk arasındaki normal ilişkiler bozulmadan devam eder. Şefin isteklerinin toplumun isteklerini aşması tehlikesi, yapması gerekenin ötesine gitmesi, ona tanınan sınırların dışına çıkması, her zaman mümkündür. Şef bazen bu tehlikeyi göze alır, kendi planını kabileye kabul ettirmeye, kendi çıkarını topluluğun çıkarının önüne koymaya kalkışır. Şef, lideri belli bir toplumsal amaca hizmet eden bir araç olarak gören alışılmış ilişkiyi tersine çevirip, toplumu, bütünüyle özel bir amacı (kabilenin hizmetindeki şef yerine, şefe hizmet eden kabile) gerçekleştirmenin aracı durumuna getirmeye kalkışır. Bu plan “işlese”ydi, bu aşama zorlama ve şiddet anlamında siyasal iktidarın doğum yeri, devletin ilk cisimleşmesi, en basit biçimi olarak gösterilebilirdi. Ama bu plan hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.
Elena Valero, Yanomanolar arasında geçirdiği yirmi yılın öyküsünü anlatan nefis kitabında, ilk kocası, Komutan Fusive’den uzun uzun söz eder.2 Fusive’nin öyküsü, iktidarın gerçek sahibi olan ve gücünden vazgeçmeyi ya da gücünü devretmeyi reddeden ilkel toplumun kurallarını ister istemez çiğnemek zorunda kalan vahşi kabile şefinin yazgısına çok anlamlı bir örnek oluşturuyor. Fusive düşman topluluklara karşı düzenlediği ve yönettiği başarılı akınlarla kazandığı saygınlık sayesinde kabilesi tarafından “şef”liğe getirilmişti. Kabilesinin isteğiyle girişilen savaşları yönetmiş, savaşçılık konusundaki teknik yeteneğini, cesaretini, dinamizmini kabilesinin hizmetine sunmuş, toplumun etkin bir hizmetkârı olduğunu göstermişti. Ama vahşi savaşçının talihi öylesine kötüdür ki, başarıların arkası gelmezse, savaşta kazandığı saygınlığı kısa sürede yitirebilir. Şefi isteklerini yerine getirecek uygun bir araçtan başka bir şey saymayan kabile, onun geçmişteki zaferlerini kolayca unutur. Şef hiçbir şeye tam olarak güvenemez ve insanların belleklerinden kolayca silinmiş olan saygınlığını ve zaferinin anısını yeniden canlandırmak istiyorsa, bunu yalnızca, eski başarılarını yücelterek yapamaz, yeni silahlı çatışma fırsatları da yaratması gerekir. Onun için, bir savaşçının sürekli savaş dilemekten başka seçeneği yoktur. Ona şef olarak tanınan yetkinin sınırı da tam bu noktada bitmektedir. Şefin savaşma arzusu toplumun savaş isteğine denk düşerse toplum onu izlemeye devam eder. Ama şefin savaşma arzusunun gerçekleşmesi, barış isteği içinde olan bir toplumun ikna edilmesine bağlıysa -aslında hiçbir toplum sürekli savaşmak istemez-, o zaman şef ile kabile arasındaki ilişki tersine döner, lider toplumu kendi kişisel amacı uğruna bir araç olarak, kendi hedefine ulaşmanın bir yolu olarak kullanmaya kalkışır. Ayrıca unutmayalım ki, ilkel kabile şefi yetkisiz bir şeftir: İstekli olmayan bir topluma kendi kurallarını nasıl kabul ettirebilir? Şefin hem saygınlık kazanmak istemesi hem de bunu gerçekleştirecek güçten yoksun olması onun zayıf yanıdır. Bu durumda ne olabilir? Savaşçı yalnızlığa, onu ölümden başka bir yere götürmeyen bu ne idüğü belirsiz mücadeleye mahkûmdur. Güney Amerikalı savaşçı Fusive’nin yazgısı da bu oldu. İstenmeyen bir savaşı zorla kabul ettirmeye kalkıştığı için kabilesi tarafından yalnız bırakıldı. Bu savaşı tek başına yürütmekten başka çaresi kalmamıştı ve oklarla delik deşik edilerek can verdi. Ölüm, savaşçının yazgısıdır, çünkü ilkel toplum saygınlık isteğinin yerine iktidar talebinin geçmesine izin vermez. Başka bir deyişle, ilkel toplumda şef, iktidar talep edebilecek bir güç olarak, daha baştan ölüme mahkûmdur. Kendi başına düşünülebilecek bir siyasal iktidar, ilkel toplumda olanaksızdır, devletin doldurabileceği bir yer, kapatabileceği bir boşluk yoktur.
Sonucu daha az trajik olmakla birlikte, gelişimi bakımından yukarıdaki öyküye çok benzeyen bir başka öykü de sözünü ettiğimiz önemsiz Amazon savaşçısından çok daha ünlü olan Apaçilerin büyük önderi Geronimo’nun öyküsüdür. Geronimo’nun Anıları,3 kötü derlenmiş olmakla birlikte, çok öğretici bir kaynaktır. Meksika askerleri, kabilesinin kampına saldırıp çocukları ve kadınları katlettiklerinde, Geronimo genç bir savaşçıydı. Geronimo’nun ailesi bütünüyle yok olmuştu. Çeşitli Apaçi kabileleri, katillerden intikam almak üzere ittifak kurdular ve Geronimo savaşa komuta etmekle görevlendirildi. Apaçiler, Meksika garnizonunu yerle bir ederek büyük bir başarı kazandılar. Zaferin başlıca mimarı Geronimo’nun bir savaşçı olarak saygınlığı iyice arttı. Ama bu noktadan sonra durum değişti, Geronimo’ya bir şeyler oldu, bir şeyler değişiyor gibiydi. İntikamlarını mükemmel bir şekilde almış olan Apaçiler açısından sorun çözülmüş olsa da Geronimo duruma farklı bir gözle bakıyordu: O Meksikalılardan intikam almaya devam etmek istiyor, askerlerin uğradığı kanlı bozgunu yeterli görmüyordu. Elbette Meksika köylerine tek başına saldıramazdı. Kardeşlerini yeni bir sefer için ikna etmeye çalıştıysa da sonuç alamadı. Apaçi toplumu ortak amacını gerçekleştirmiş, intikamını almıştı, artık sükûnet istiyordu. Oysa Geronimo kişisel bir amaca ulaşmak uğruna, kabileyi de peşinden sürüklemek istiyordu. Daha önce, savaşmadaki ustalığı nedeniyle kendisi kabilenin aracı durumundayken, artık kabileyi kendi arzusuna alet etmek istiyordu. Doğal olarak Apaçiler de, tıpkı Fusive’yi izlemeyi reddeden Yanomanolar gibi, Geronimo’nun peşinden gitmeyi reddettiler. Geronimo, zafere ve ganimete düşkün bazı gençleri, o da bazen yalana başvurarak kandırmaktan başka bir şey elde edemedi. Bir keresinde, Geronimo tasarladığı seferlerden birine yalnızca iki kişiyle (yürekli, ama gülünç bir ordu) çıktı! Savaşmadaki ustalığına bakarak durum gereği Geronimo’nun önderliğini kabul eden Apaçiler, onun kişisel nedenlerle savaş istediğini anlayınca tümüyle sırtlarını çevirdiler ona. Kuzey Amerikalı son büyük komutan Geronimo, “şeflik yapmak” için otuz yıl çaba gösterdiği halde istediğini elde edemedi…
İlkel toplumun esas (yani özüne ait) özelliği, kendisini oluşturan her şey üzerinde mutlak ve eksiksiz bir güce sahip olması, onu meydana getiren alt gruplardan hiçbirine özerklik tanımaması, toplumsal yaşamı besleyen her türlü iç, bilinçli ve bilinçsiz hareketi toplumun istediği sınırlar içinde ve doğrultuda tutmasıdır. Kabile, gerekirse şiddete başvurarak, bireysel, merkezi ve ayrı bir siyasal iktidarın ortaya çıkmasını engelleyerek bu ilkel toplumsal düzeni korumaya kararlı olduğunu gösterir. Demek ki ilkel toplum hiçbir şeyi gözden kaçırmaz, hiçbir şeyin kendi dışına çıkmasına izin vermez: Bütün çıkış yolları tutulmuştur. Dolayısıyla ilkel toplum özüne ait hiçbir şeyin kendisini etkilemesine izin vermeksizin sonsuza kadar kendini yinelemek ister.
Bununla birlikte, toplumun denetiminden, bir ölçüde de olsa kaçan bir alan, toplumun ancak bir ölçüde “kurallara bağlama” olanağı bulduğu bir “akım” vardır ki, o da nüfus hareketidir; kültürel kurallarca olduğu kadar doğal yasalarca da belirlenen, topluma olduğu kadar biyolojik yapıya da kök salmış bir yaşamın hüküm sürdüğü, belki de kendine özgü bir mekanizmaya bağlı olarak işlediği için toplumsal etkilerin dışında kalan bir alan söz konusudur burada.
Ekonomik bir determinizmin yerine nüfusa ilişkin bir determinizm koymak, nedenlere -nüfus artışı- kaçınılmaz sonuçlar -toplumsal örgütlenmenin değişmesi- yüklemek gibi bir niyetimiz olmamakla birlikte, özellikle Amerika’da, nüfusun toplumsal ağırlığına, yoğunluk artışının ilkel toplum üzerindeki sarsıcı -yok edici demiyoruz- etkisine değinmek zorundayız. İlkel toplumun varlığını sürdürmesinin temel koşullarından birinin, nispeten sınırlı bir nüfus olması çok muhtemeldir. İlkel toplum modeli ancak nüfus kalabalık değilse işleyebilir. Ya da başka bir deyişle, bir toplumun ilkel olabilmesi için fazla kalabalık olmaması gerekir. Gerçekten de vahşiler dünyasında dikkati çeken şey, her biri, koşullar -özellikle de savaş koşulları- gerektirdiğinde soydaşlarla geçici ittifaklar kurmak dışında, parçası olduğu bütün içinde özerkliğini özenle korumaya çalışan, sayısız “millet”, kabile, topluma bölünmüş yerel grupların varlığıdır. Kabile dünyasının bu şekilde birçok parçaya bölünmesi, yerel grupların birleşmesiyle toplumsal-siyasal bütünler oluşmasını, bunun da ötesinde, özü itibariyle birleştirici bir güç olan devletin ortaya çıkmasını engellemenin herhalde etkili bir yoludur.
Bununla birlikte, Tupi-Guaranilerin, Avrupalılar tarafından keşfedildikleri dönemde, alışılmış ilkel modelden özellikle iki temel noktada epeyce uzaklaşmış olmaları dikkat çekicidir: Bir kere, kabilelerin ya da yerel toplulukların nüfus yoğunluğu oranı komşularına göre gözle görülür biçimde yüksektir; ikincisi, yerel toplulukların büyüklüğü Tropikal Orman’daki hiçbir toplumsal-siyasal birimle kıyaslanmayacak kadar fazladır. Birkaç bin kişiyi barındıran Tupinamba köyleri elbette birer şehir değildir, ama komşu toplumların “klasik” denebilecek nüfus ölçeğini aştıkları da bir gerçektir. Nüfus artışına ve yoğunluğuna bağlı olarak, şeflerde de başka hiçbir yerde rastlanmayan bir iktidar isteği görülür ki, bu da imparatorluklar dışta tutulursa, Amerika vahşileri açısından alışılmamış bir tutumdur. Tupi-Guarani şeflerinin birer despot oldukları söylenemez, ama iktidardan tümüyle yoksun da değildirler. Tupi-Guaranilerde şeflik kurumunu çözümlemek gibi güç ve karmaşık bir işe girişmek istemiyoruz burada. Şu an için toplumun bir kutbunda -böyle denilebilirse- nüfus artışının, öbür kutbundaysa siyasal iktidarın ağır gelişiminin bulunduğunu belirtmekle yetinelim. İlkel bir toplumda nüfus artışının nedenleri sorununa yanıt bulmak elbette etnolojiye (ya da yalnızca ona) düşmez. Buna karşılık, nüfus ile siyasetin bağlantısını kurmak, toplumsal unsuru göz önünde tutarak, nüfusun siyaset üzerindeki etkisini çözümlemek etnolojinin işidir.
İlkel bir toplumda ayrı bir siyasal iktidarın yapısal bakımdan olanaksız olduğunu, ilkel toplumun bünyesinde devlet oluşumunun olanaksız olduğunu yazımızın başından beri vurguladık. Şimdi de çelişkili bir biçimde, Tupi-Guaranileri, bünyesinde ileride devlete dönüşebilecek bir oluşumun belirmeye başladığı bir ilkel toplum örneği olarak gösteriyoruz. Bu toplumlarda herhalde çok uzun bir zamandan beri, siyasal gücü hiç de azımsanmayacak bir şeflik kurumu oluşmaya başlamıştı. O kadar ki, o dönemin Fransız ve Portekizli kronikçileri, kabile federasyonlarının şeflerine “eyalet kralı” unvanını vermekten çekinmemişlerdir. Tupi-Guarani toplumunda başlayan bu köklü değişim süreci Avrupalıların gelişiyle birdenbire kesintiye uğramıştır. Peki bu durumda, Yeni Dünya’nın keşfi sözgelimi bir yüzyıl daha gecikmiş olsa Brezilya kıyısında yaşayan yerli kabileler de devletsel bir oluşumu benimsemek zorunda kalabilirlerdi diyebilir miyiz? Kimsenin tersini iddia edemeyeceği bu tür varsayımsal bir tarih tasarlamak her zaman kolay, ama tehlikelidir. Ancak, sözünü ettiğimiz durumda yanıtın kesinlikle olumsuz olduğuna inanıyoruz: Tupi-Guaraniler tarafından kurulması beklenen bir devletin ortaya çıkmamasının nedeni Batılıların gelişi değil, toplumun kendisinin, ilkel bir toplum olarak gösterdiği tepkidir; açıkça şefleri hedef almasa da, sonuçları bakımından şeflerin gücünü yok eden bir tür planlı ayaklanmadır. Daha XV. yüzyılın sonlarından başlayarak, Tupi-Guarani kabilelerini kışkırtan alışılmamış bir olaydan söz etmek istiyoruz: Bazı kişiler bir gruptan öbürüne dolaşarak, yerlileri her şeyden vazgeçip Kötülüğün Olmadığı Ülke’yi, yeryüzü cennetini aramaya davet eden ateşli konuşmalar yapıyordu.
İlkel toplumda şeflik ve dil birbirine sıkı sıkıya bağlıdır; söz şefe tanınan tek güçtür: Hatta konuşmak şef için bir görevdir. Ama şeflere ait olmayan bir başka söz, bir başka söylem daha vardır ki, bu sözlerin, bu söylemin sahipleri, XV. ve XVI. yüzyıllarda binlerce yerliyi çılgınca bir göçe kışkırtmışlar, tanrıların yurduna ulaşmak vaadiyle peşlerinden sürüklemişlerdi: Karai’lerin, peygamberlerin sözleri, bu sürükleyici, yıkıcı sözler, yerlileri toplumun kesinlikle sonu olacak bir şeyi yapmaya davet ediyordu. Peygamberlerin çağrısı, lanetli ülkeyi, yani var olan toplumu terk edip, Kötülüğün Olmadığı Ülke’ye, ilahi mutluluğun toplumuna gitmeyi önermeleri, toplum yapısını ve onun kurallar sistemini ölüme mahkûm etmek anlamına geliyordu. Oysa şeflerin otoritesi, belirmekte olan siyasal iktidarları, toplumda giderek daha çok hissedilmeye başlamıştı. Belki de şunu söylememiz hiç de yanlış olmayacak: Toplumun içinden gelen peygamberler, insanların yaşadığı dünyanın kötü olduğunu ilan ediyorlarsa, bunun nedeni, iktidarın ortaya çıkışıyla birlikte, doğduğuna inandıkları felaketin, kötülüğün, ağır ölümün, ilkel bir toplum, devletsiz bir toplum olan Tupi-Guarani toplumunu kısa ya da uzun vadede ortadan kaldıracağını düşünmeleriydi. Eski vahşi dünyanın temellerinden sarsıldığına inanan, toplumsal ve kozmik bir felaketin yaklaştığı korkusuna kapılan peygamberler, dünya değiştirmek gerektiğine, insanların dünyasını terk edip tanrıların dünyasına ulaşmak gerektiğine inandılar.
“Ormanın Peygamberleri” ve “‘Çok’ Olamayan ‘Bir’” gibi metinler, peygamber sözlerinin hâlâ yaşadığını gösteriyor. Paraguay ormanlarında yoksul bir yaşam süren üç-dört bin kadar Guarani yerlisi, karai’lerin kendilerine sunduğu eşsiz zenginlikten bugün de yararlanıyorlar. Günümüz karai’leri, XVI. yüzyıldaki ataları gibi kabilelere yol göstermiyorlar artık, Kötülüğün Olmadığı Ülke’nin peşine düşmek de mümkün görünmüyor. Ama eylem eksikliği bir düşünce sarhoşluğu, insanlığın durumunun felaketi üzerinde giderek daha çok durma isteği yaratmış gibi. Gözleri kör edecek kadar parlak bir ışık saçan bu vahşi düşünce, Kötülük’ün doğum yerinin, felaketin kaynağının Bir olduğunu söylüyor.
Bu nokta üzerinde belki biraz daha durmalı ve Guarani bilgesinin Bir ile ne anlatmak istediğini sormalıyız. Çağdaş Guarani düşüncesinin en çok ilgilendiği sorunlar, dört yüzyıldan daha uzun bir süre önce, karai’lerin, peygamberlerin de kafasını kurcalamış olan sorunlardır. Dünya niçin kötüdür? Kötülükten kaçınmak için ne yapabiliriz? Bunlar yerlilerin kuşaktan kuşağa sormaktan bıkmadıkları sorulardır. Bugünün karai’leri, eski peygamberlerin sözlerini dokunaklı bir biçimde yinelemekte ısrar ediyorlar! Ataları Bir’in kötülük olduğunu biliyor, bu gerçeği köyden köye yayıyordu ve insanlar İyi’ye, Bir-Olmayan’a ulaşmak için onların peşinden gidiyordu. Demek ki ülkenin keşfedildiği dönemde Tupi-Guarani toplumu bir yandan dinsel bir göç hareketinin etkisindeydi -bu hareket ancak şefliğin toplumu sürüklediği yolun, ayrı bir siyasal iktidarın ve devletin reddedildiği göz önünde tutulursa anlaşılabilir-; bir yandan da, Bir’i Kötülük’ün kaynağı sayan ve ondan sakınmanın mümkün olduğunu öne süren peygamber sözlerinin etkisindeydi. Bir’i düşünmek hangi koşullarda mümkündür? İster nefret edilsin ister arzu edilsin, Bir’in şu ya da bu biçimde görülebilmesi gerekir. İşte bu yüzden, Kötülük ile Bir’i özdeşleştiren metafizik denklemin altında, daha gizli ve siyasal bir anlama sahip bir başka denklem, Bir’in devlet olduğunu öne süren bir denklem bulunduğuna inanıyoruz. Tupi-Guarani peygamberliğinde, devletin evrensel özü saydığı Bir’i bütünüyle reddederek felaketi önlemek isteyen ilkel bir toplumun kahramanca çabasını görüyoruz. Metafizik bir belirlemeyi bu şekilde, “siyasal” bir yaklaşımla değerlendirmek, bizi belki de saygısızlık sayılabilecek bir soru sormaya zorluyor: Bir’e dayalı bütün metafizikleri aynı şekilde değerlendiremez miyiz? İyi ile özdeşleştirilen, Batı metafiziğinin başlangıçtan beri en çok üzerinde durduğu ve insanın özlemi saydığı Bir hakkında ne söyleyebiliriz? Biz şu şaşırtıcı gerçeği belirtmekle yetinelim: Vahşi peygamberler de, eski Yunanlılar da aynı şeyi, Bir’i ele almışlardır; ama Guarani yerlisi Bir’in Kötülük olduğunu söylerken, Herakleitos Bir’in İyilik olduğunu söyler. Bir’i İyi olarak düşünmek hangi koşullarda mümkündür?
Biz gene Tupi-Guaranilerin dünyasına dönelim. Şeflerin önlenemez yükselişinin yarattığı tehditle karşı karşıya gelen bu ilkel toplum, kolektif bir özkıyım pahasına da olsa, bünyesinde, şeflik kurumunun dinamiğini boşa çıkarmayı, şefleri ileride bir yasa koyucuya dönüştürebilecek bir hareketi bastırmayı başaran güçler bulabilmiştir. Tupi-Guarani toplumunun XV. yüzyıl sonundaki görünümünü ana hatlarıyla çizersek, bir yanda şeflerin, öte yandaysa onlara karşı olan peygamberlerin bulunduğunu görürüz. Peygamberlik “mekanizma”sı mükemmel çalışıyordu, çünkü karai’ler şaşılacak kadar büyük bir fanatik yerli kitlesini peşlerinden sürükleyebiliyorlardı; hatta bu kitle, bu insanların sözüyle ölüme bile gidebilirdi.
Bu ne demektir? Ellerinde sözden başka güç bulunmayan peygamberler, yerlileri “hareket”e geçirebilir, ilkel toplumda olanaksız olan bir şeyi gerçekleştirebilir; farklı pek çok kabileyi dinsel bir göç hareketinde bir araya getirebilirlerdi. Böylece şeflerin “program”ını bir anda gerçekleştirmeyi başarıyorlardı. Bu, tarihin bir aldatmacası mıydı acaba? Yani ilkel toplumu her şeye rağmen bağımlılığa sürükleyen bir yazgı mı söz konusuydu? Bilemiyoruz. Ama ne olursa olsun, peygamberlerin şeflere karşı başlattıkları ayaklanma hareketi, her şeyi garip bir biçimde tersine çevirmiş, peygamberlere şeflerin elinde olmayan bir güç sağlamıştır. Bu durumda belki de şiddete karşı söz fikrini yeniden ele almak gerekiyor. Eğer vahşi toplumun şefi masum sözü dile getirme görevini yükleniyorsa, ilkel toplum da, belli koşullarla, başka bir söze -bu sözün bir emir gibi dile getirildiğini unutarak- kulak verebilir: Bu, peygamberin sözünden başka bir şey değildir. Peygamberin söyleminde belki de tohum halinde iktidarın söylemi gizlidir ve belki de insanların arzularını dile getiren yol göstericinin yüceltilmiş çizgilerinin altında, despotun suskun ifadesi vardır.
Peygamberin sözü ve bu sözlerin gücü: Gerçek iktidarın kökeni burada olamaz mı? Devlet, kaynağını “Söz”den alıyor olamaz mı? Peygamberlerin, insanların efendisi olmadan önce gönülleri fethettiklerini söyleyebilir miyiz? Belki de. Peygamberliğin sunduğu bu aşırı örnekte bile (aşırı diyoruz çünkü Tupi-Guarani toplumu, nüfusla ilgili ya da başka nedenlerden ötürü, ilkel bir toplumu belirleyen son sınıra ulaşmıştı), şunu görüyoruz ki, vahşiler şeflerin şeflik yapmasını önlemek, birleşmeyi reddetmek, Bir’i, devleti bertaraf etmek için büyük bir çaba harcamışlardır. Tarihi olan halkların tarihinin, sınıf mücadelelerinin tarihi olduğu söylenir. Tarihi olmayan halkların tarihinin de, aynı ölçüde geçerli bir yaklaşımla, devlete karşı mücadelelerinin tarihi olduğunu söyleyebiliriz.
* Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum [La Société contre l’État], çev.: Mehmet Sert-Nedim Demirtaş, Makale, s. 152-188, Ayrıntı Yayınları, 2006.
DİPNOTLAR:
1. J. Lizot, “Economie ou société? Quelques thèmes à propos de l’étude d’une communaté d’Amérindiens”, Journal de la Société des américanistes 9, 1973, s. 137-175.
2. E. Biocca, Yanoama, Plon, 1969.
3. Mémoires de Géronimo, Maspero, 1972.