Yeryüzünü kaplayan açlığı, savaşı aklımıza hiç getirmeden, şiirlerimizi, romanlarımızı yazmak mümkün! Ama vicdanımız bu mümkünün neresinde yer alacak?
Yıl 1974; 12 Mart darbesiyle erke el koyan diktatörlük çözülüyordu. 12 Mart darbecilerinin zindanlara attığı, kurşunladığı, haksız yere idam ettiği gençlerin itibarları hızla iade ediliyordu. Onların isimleri umutlu bir türkü gibi dilden dile dolaşıyor, dipten gelen güçlü bir dalga fabrikalardan üniversitelere, köylerden gecekondulara kadar ülkenin her yerinde yankı buluyordu. İnsanlar bu yeni dalgayı, özgür ve demokratik Türkiye’yi kurabilecek bir politik güç olarak görmeye başlıyordu.
O yıllarda ben Gaziantep’te lise 1. sınıf öğrencisiydim. Ülkedeki sol dalga Antep’e de ulaşmış, iki arkadaşımla birlikte, örgütün ne olduğunu bile bilmeden, bir örgüt kurmak hevesiyle yanıp tutuşuyorduk. Çünkü kendimizi göstermek istiyorduk, çünkü Türkiye’nin, dünyanın bize gereksinimi olduğunu düşünüyorduk, çünkü anlamlı bir varoluş peşinde koşuyorduk. Örgüt oluşturmanın ilk adımının ise kitap edinmek olduğunu sanıyorduk.
O yaz tatilinde çalışarak kazandığımız paralarla şehrin tek solcu kitapçısından Maksim Gorki’nin, Nâzım Hikmet’in, Fakir Baykurt’un, Ahmed Arif’in kitaplarını satın almaya koyulduk. Kütüphanemiz her hafta sonu biraz daha büyüyor, okuduğumuz roman, öykü, şiir sayısı her geçen gün biraz daha artıyordu. Okullar açıldığında artık bilinçlenmiş devrimciler olarak, ceketlerimizin cebinde ‘Cumhuriyet’ ve dönemin daha solda yer alan gazetesi ‘Yeni Ortam’la giriyorduk sınıflara. Gazetelerin logolarını dışa çevirip, özellikle görünmesini sağlayarak. Aydın olduğumuzu, emekten yana olduğumuzu, cesur olduğumuzu, ahlaklı olduğumuzu, fedakâr olduğumuzu herkes görsün diye. Kimse de yadırgamıyordu bu halimizi çünkü rüzgâr ezilenlerden yana esiyor, çoğunluk ilericilere sempatiyle bakıyordu. Çok geçmeden bizim romantik, naif örgütümüz de sona erdi ve bizler henüz on dört yaşında olmamıza aldırmadan -belki de özellikle on dört yaşında olduğumuz için- sol bir örgüte katılarak, devrimin kararlı aktivistleri olarak ülkenin ve dünyanın sorunlarıyla boğuşmak için kolları sıvadık.
Okuduğumuz kitapların arasına artık kuramsal metinler de eklenmişti. Leo Huberman’ın Sosyalizmin Alfabesi, Georges Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri, Marks ve Engels’in birlikte kaleme aldıkları Komünist Manifesto artık başucu kitaplarımızdı. Ama romanlardan, öykülerden, şiirlerden vazgeçmiyorduk; özellikle de şiirlerden. Çünkü biz şiir gibi bir yaşamı özlüyorduk. Herkesin yeteneğine göre çalıştığı, yaratılan değerlerin herkese ihtiyacına göre dağıtıldığı, insanların dil, din, ırk farkı olmadan, birbirlerini sömürmeden, birbirlerini öldürmeden, birbirlerini aşağılamadan adalet içinde ve özgürce yaşayacağı o muhteşem dünyayı istiyorduk. Bu ütopyayı gerçek kılacak, ülkemizdeki ve dünyadaki büyük değişimi gereçekleştirecek en önemli araçlardan birinin de kitap olduğunu düşünüyorduk.
Ama kitapların yeryüzünü değiştirebileceğini düşünen sadece bizler değildik, karşıtlarımızda aynı fikirdeydiler.
12 Eylül darbesiyle ülkedeki erke el koyanlar, kitapları da dış düşmanın içerdeki kollarından biri sayarak, imha etmeye çalışıyorlar, gelecek kuşakları kitaptan soğutmak için ellerinden gelen her türlü çabayı gösteriyorlardı. Örneğin günlerdir işkencede insan görünümünden çıkartılmış zanlılarla birlikte, örgüt dökümanlarının, silahların yanı sıra kitapları da suçluymuş gibi her gece televizyon ekranlarında teşhir ediyorlardı.
Bu kampanyalar yıllarca sürdü ve ne yazık ki diktatörler istedikleri sonuçlara ulaştılar. İnsanlar kitaptan korkar oldu, edebiyattan soğudu, yazarlara kuşkuyla bakar oldu. Ülkemizde kitabın itibarının iade edilmesi için aradan yılların geçmesi gerekecekti. Son on yılda kültürsüzleştirme politikalarının etkisi azalmaya başladı ama aynı şeyi depolitizasyon için söylemek oldukça güç. İşin kötü tarafı depolitizasyonun, yazarları da derinden etkileyerek, onların yapıtlarını, yaşama bakışlarını tümüyle değiştirmesiydi.
Oysa bu topraklarda çoğunlukla edebiyatçılar, Selçuklu’dan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne, Pir Sultan’dan, Ziya Gökalp’e, Halide Edip’ten Nâzım Hikmet’e kadar hiçbir zaman politikadan tümüyle kopuk olmamışlardı. Kalem erbablarının, yazarların aynı zamanda muhalif bir duruşu vardı. İktidarlarla çatışmamaya özen gösteren Mevlânâ bile yapıtlarında alternatif bir yaşam öneriyordu. Bu anlamda gündelik yaşama muhalif bir tavır sergiliyordu. Ama topraklarımızdaki yüzlerce yıllık bu gelenek, 12 Eylül 1980 darbesinin ardından usulca sona erdi. Kuşkusuz bunda sadece ülke içi faktörler değil, dünyada Sovyet tipi sosyalizmin yıkılışı, insanlığın daha güzel, daha adil bir dünya arayışının geçici de olsa yenilgiye uğraması da etkili olmuştu. Kapitalizmin uygarlığın tek seçeneği olduğu, piyasa ekonomisinin ise bunun en gelişmiş biçimi olduğu tezleri yeryüzünü kaplamış, alternatif yaşam biçimleri tümüyle reddedilmeye başlanmıştı. Onlara göre kapitalizm ya da piyasa ekonomisi özgürlük demekti, çoğulculuk demekti, girişimcilik demekti. Hangi yolla olursa olsun, milyonlarca insanın içinden sıyrılmak, tek başına kurtuluşu yakalamak, en önemli beceri demekti. Yeryüzünün en büyük ordusuna sahip olmak, haklı olmakla aynı sayılıyordu. Güç, artık adaletin önündeydi. Güçlü olanların güçsüzlerin efendisi olmaya hakkı vardı. Çünkü güçlüler zengindi, kültürlüydü, zerafat sahibiydi, gelişmişti.
Edebiyata duyulan tepki
Bu anlayış, kısa sürede sanat üzerinde de etkisini gösterdi. Yapılanmasını postmodenizm de, postkolonyalizm de ya da adına ne denirse densin, bu tufhaf karmaşada bulan yeni anlayış mimaride, sinemada, tiyatroda, resimde ve edebiyatta kendini dışa vurmaya başladı. Ve bu eğilim, 12 Eylül Dönemi’nin ağır kültür terörüyle güçlü bir travma yaşayan edebiyatımızı da avucuna almakta gecikmedi. Özgürlükçü söylemleri, yaratıcılığa açık yöntemleriyle herkese sevimli görünen bu yeni akım, yazarlarımızın gönlünde de taht kurmaya başladı. Edebiyat yalnızca bir zevk sorunsalı haline getirdi. Yazınsal metinler dil zenginliğine, kurgu oyunlarına, hikâyenin karmaşık ve çok katmanlı oluşuna indirgendi. Ülkenin, dünyanın, insanın sorunlarıyla ilgilenen edebiyat küçümsenmeye, bu tür metinler kaleme alan yazarlar dışlanmaya başlandı.
Yeni anlayış, aynı zamanda, uzun yıllar kurallarını solcu estetikçilerin koyduğu katı toplumsalcı edebiyata duyulan tepkinin açıkça, hatta biraz da öfkeyle dışavurulmasıydı. Ki, bu tepkide haklılık payı da vardı. Çok değil, bundan otuz yıl önce, dünyada ve ülkede rüzgâr soldan eserken, toplumsal sorunlardan bahsetmediği için öne çıkarılmayan Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan gibi ülkemiz edebiyatının en özgün iki yazarı ‘bireyci’ olarak suçlanarak dışlanmışlardı. Edebiyat çok yönlülüğünü, çok işlevliliğini yitirmiş, sadece eğitmek, aydınlatmak, bilgilendirmek amaçlarına sıkıştırılmıştı. İster erkte olsun, ister muhalefette devrimci örgütün plan ve programlarını destekleyen metinler üreten bir zanaat dalı haline getirilmişti. İşte şimdi de yeni dönem her ne kadar farkı bir söylemi benimsese bile eski yöntemi kullanarak, eski dönemden intikam almaya koyulmuştu.
Üstelik bu yeni anlayış, sadece yazılan metinleri değiştirmekle kalmıyor, aynı zamanda biz yazarların hem kişisel, hem de deyim yerindeyse mesleki duruşlarımızda da büyük değişiklikler meydana getiriyordu. Bir zamanlar kendini insandan, yazdığı metinleri toplumsal sorunlardan ayırmayan yazarın yerini şimdi sadece kendini ve yapıtının başarısını düşünen yazar tipi almaya başlamıştı. 12 Eylül yönetimi tarafından adım adım politikasızlaştırılan okur kitlesi de bu durumu hiç yadırgamıyor, hatta yediği depolitizasyon zokasıyla, politik metinlerden uzak durarak, yeni anlayışa yeterli desteği sunuyordu. Böylece yazarıyla-okuruyla-eleştirmeniyle yeni edebiyat anlayışı, kendi sistemini yaratmış oldu.
Ama gel gelelim yeryüzü hâlâ eski yeryüzü, insan da eski insan. Yeryüzünde hâlâ insanlar açlıkla boğuşuyor, savaşlarda ölüyorlar, ruhlarını yitiriyorlar, mutsuzluk içinde kıvranıyorlar. Toprak, deniz ve gökyüzü hızla kirleniyor. Yeryüzü insan eliyle hazırlanan bir kıyamete doğru yürüyor. Ve bu yıkımı kendi elleriyle hazırlayan insan, bundan zarar görüyor, mutsuz oluyor. İşte tam da bu noktada, yaptığı üretim gereği, toplumun sosyolojik, psikolojik, tarihsel, politik, sanatsal, ahlaki, dinsel katmanlarını görebilen, görebildiği için de sözcüklerle yeni bir dünya yaratabilen biz yazarlar, önemli sorularla karşı karşıya kalıyoruz: “Yaşananlara gözlerimi kapayarak, insanı anlatabilir miyim?” “Yarattığım karakterlerin yıkıcılığını, yaratıcılığını, korkaklığını, kahramanlığını, basitliğini, yüceliğini, yani bütün hallerini derinlemesine verebilir miyim?” “Teknoloji çağında, bedeni, ruhu yağmalanmış insanın o çırılçıplak çığlığını duymazsam günümüz bireyini çözümleyebilir miyim?” “Hepsinden önemlisi güçlünün haksızlığına karşı durmazsam, gerçek özgürlüğe, gerçek masumiyete, gerçek güzelliğe bir çağrı olan metnimin içtenliğini koruyabilir miyim?”
Soruları artırmak mümkün? Ama bu soruları hiç sormamak da mümkün. Bu soruları hiç sormadan, yeryüzünü adım adım kaplayan kirlenmeyi, açlığı, savaşı, mutsuzluğu aklımıza hiç getirmeden, bilgisayarlarımızın başına geçerek, yazılmışların derinliklerinden yeni hikâyeler bulup, şiirlerimizi, öykülerimizi, romanlarımızı, denemelerimizi yazmak da mümkün? Ama vicdanımız bu mümkünün neresinde yer alacak? Çünkü yeteneğimiz gibi vicdanımız da varoluşsal bir özelliğimiz. Hatta vicdanımız, yeteneğimizden daha derin köklere sahip bir özelliğimiz. O yüzden asıl mesele vicdanımızın bu durumu nereye kadar kaldırabileceği. Çünkü bencillik ve özveri, birbirine bağlı iki dal gibi birlikte büyüyor ruhumuzun çok çatallı ağacında. Çünkü insandan asla umut kesilmez; yazarlardan ise hiçbir zaman.