Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Kasım 21, 2024
No menu items!
Ana SayfaEdebiyatEdebiyat ( Dünya )Hiç kimse hiçbir şeyden sorumlu değil, çünkü hepimiz aynıyız, hayvanız | Maksim...

Hiç kimse hiçbir şeyden sorumlu değil, çünkü hepimiz aynıyız, hayvanız | Maksim Gorki

Canımız ölesiye sıkkın, kurtlar gibi aç ve bütün dünyaya öfkeli, Perekop’tan çıktık. Bütün bir gün bir şey çalabilmek ya da kazanabilmek için elimizden geleni yapmış, fakat sonunda ikisini de başaramayacağımıza aklımız kesince daha ileriye gitmeye karar vermiştik. Ama nereye? Daha ileriye olsun da…

Çoktandır yürüdüğümüz bu hayat yolunda ne pahasına olursa olsun daha ileriye gitmeye hazırdık. Her birimizin ayrı ayrı, sessizce verdiği bu karar, aç gözlerimizdeki keskin parıltılardan açıkça okunuyordu.

Üç kişiydik. Kerson’da, Dinyeper kıyısında bir meyhanede tanışmıştık kısa bir süre önce.

Birinci arkadaş, demiryolu taburunun askerlerindendi. Sonradan -söylediğine göre- yol ustası olmuş. Kızıl saçlı, iri yarı bir adamdı. Külrengi gözlerinin soğuk bir bakışı vardı. Almanca biliyordu. Hapishane yaşayışı üzerine geniş bilgi sahibiydi.

Bizim gibiler geçmişlerinden söz etmeyi pek sevmezler. Her zaman az çok bir nedeni vardır bunun. Bu yüzden birbirimize inanıyor, hiç değilse inanmış görünüyorduk. Çünkü aslında kendimize de inandığımız yoktu pek.

İnce dudakları her zaman kuşkuyla büzülmüş, ufak tefek, kuru bir adam olan ikinci arkadaş, Moskova Üniversitesi’nin eski öğrencilerinden olduğunu söyleyince, ben ve asker gerçek sanmıştık bunu. Aslında, bir zamanlar, öğrenci mi, polis hafiyesi mi, yoksa hırsız mı olduğu umurumuzda değildi. Tanıştığımızda bizimle aynı tabakadan olduğunu bilmemiz yetiyordu. Açtı. Kentlerde polisin, köylerde müjiklerin özel ilgisinden tedirgin oluyor; kovalanmış, aç bir canavar gibi hem onlardan, hem ötekilerden nefret ediyor; herkese, her şeye karşı evrensel bir kin besliyordu. Aynı yolun yolcusuyduk yani.
Üçüncü bendim. Küçük yaşlardan beri çok alçakgönüllüyümdür. Erdemlerimden söz etmeyeceğim bu yüzden. Safdil görünmemek için de eksiklerime değinmeyeceğim. Yalnız, kişiliğim üzerine bir yargıya varabilmemiz bakımından şu kadarını söyleyeyim: Kendimi ötekilerden daha iyi buluyordum. Bugün de aynı kanıdayım.

Böylece Perekop’tan çıktık; bir çobana rastlarız umuduyla ilerlemeye başladık. Onlardan her zaman ekmek istenebilir. Bu konuda yolcuları geri çevirdikleri pek görülmemiştir.
Askerle ben yan yana yürüyorduk. “Öğrenci” arkamızdan geliyordu. Zamanında ceket olduğu belli bir şey sarkıyordu omuzlarından. Sıfır numara traşlı, sivri, fırlak kafasına geniş bir şapka artığı geçirmişti. Renk renk yamalarla kaplı boz renkli bir pantolon bacaklarını sıkı sıkı sarıyordu. Yolda bulduğu bir çizme koncunu elbisesinin astarından kopardığı parçalarla çıplak ayaklarına bağlamıştı. Sandal adını verdiği bu şeylerle dünyanın tozunu kaldırarak sessizce yürüyor; yeşilimsi küçük gözleri kıvılcımlar saçıyordu.

Al basmadan bir gömlek vardı askerin sırtında. Kerson’dan “elceğiziyle” aldığını söylüyordu bunu. Gömleğin üstüne de kalın, pamuklu bir yelek geçirmişti. Ordu yönetmenliğince “sağ kaşının üstüne kabadayıca yıkılmış” rengi belirsiz bir asker kasketi vardı başında. Bacaklarında geniş bir Ukrayna şalvarı sallanıyordu. Yalınayaktı.
Ben de onlar gibi giyimli ve yalınayaktım.

Bozkır, dört bir yana göz alabildiğine uzayıp gidiyor; mavi, kızgın ve bulutsuz gökkubbenin altında engin genişlikte, yuvarlak, kara bir tabak gibi yatıyordu. Onu geniş bir çizgiyle kesen boz renkli, tozlu yol, ayaklarımızı yakıyordu. Arada bir, kısa ve sivri sapları, tuhaf bir biçimde, askerin çoktandır ustura değmemiş yüzünü andıran yeni biçilmiş ekin tarlalarına rastlıyorduk. Asker kısıkça, kalın bir sesle şarkı söyleyerek gidiyordu:

“Ve senin kutsal pazarını ilahilerle kutluyoruz…”

Ordudayken kışla kilisesinde zangoç gibi bir şeymiş. Sayısız ilahiler, manzumeler biliyor; nedense, canımız konuşmak istemediği zamanlarda bu bilgisini hep kötüye kullanıyordu.
Karşımızda, ufukta, kıyıları yumuşak çizgili, mordan pembeye kadar renk renk birtakım görüntüler belirdi.
“Öğrenci”:
– Bunlar Kırım dağları olmalı, dedi.
– Dağlar! (Asker bağırdı.) Dostum, sen dağları görmekte acele ettin. Onlar bulut… Baksana, görmüyor musun?.. Sanki sütlaç…
Bulutların sütlaç olmalarındaki güzelliği düşündüm.
Asker:
– Kör şeytan! diye küfür sallayarak tükürdü. Bir tek canlı varlığa olsun rastlayabilseydik! İn cin top oynuyor… Bu gidişle kışın ayıların yaptığı gibi kendi pençelerimizi emmek zorunda kalacağız…
“Öğrenci” üst perdeden:
– İnsanların bulunduğu yerlerden geçmemiz gerektiğini söylemiştim, dedi.

Asker öfkelendi:
– Söylemiştim!.. Sadece söylemek için bilgi edinmişsin zaten. İnsanların bulunduğu yer hani? Şeytan bilir nerde?
“Öğrenci” dudaklarını büzerek sustu. Güneş batıyor; bulutlar çeşit çeşit, sözle anlatılamaz renklerebürünüyordu. Bir toprak ve tuz kokusu geldi burnumuza.
Bu kuru, lezzetli koku, iştahımızı büsbütün kamçıladı. Midemiz kemiriliyordu. Tuhaf, tatsız bir duyguydu bu. Sanki vücudumuzun özsuları çekiliyor, buharlaşıyor; kaslarımız gevşeyip pörsüyordu. Ağzımız, boğazımız kupkuru kesilmişti. Güçlükle yutkunuyorduk. Başımız dönüyor, gözlerimizin önünde kara lekeler uçuşuyordu. Bu lekeler kimi zaman üstünde dumanlar tüten bir et parçası ya da bir somun oluveriyor; hayal gücümüz “geçmişin bu dilsiz görüntülerini” kendilerine özgü kokularla donatıyor, işte o zaman midelerimiz bir bıçakla oyuluyordu sanki.
Yine de duygularımızı birbirimize ileterek, bir yerde bir koyun sürüsü görürüz ya da Ermeni pazarına yemiş götüren bir Tatar arabasının keskin gıcırtısını işitiriz umuduyla gözlerimizi dört açmış, kulaklarımız kirişte, yürüyorduk.

Fakat bozkır bomboş uzayıp gidiyordu. Bir gün önce üçümüz bir buçuk iki kiloluk bir çavdar somunuyla beş tane karpuz yemiştik. Fakat kırk verst yol almıştık bunun üstüne. Giderimiz gelirimize uygun değildi yani ve Perekop’un pazar yerinde uyumaya çekilmişken, midelerimiz kazınarak uyanmıştık.

“Öğrenci” pek yerinde olarak, geceleyin uyuyacağımıza bir şeyler… yapmamızı önermişti. Fakat düzenli bir toplumda mülkiyet hakkını zedeleyecek tasarılardan yüksek sesle söz etmek yakışık almayacağı için bunu geçelim. Doğruluktan ayrılmak istemem; kabalık işime gelmez. Yaşadığımız şu yüksek uygarlık günlerinde insan ruhlarının gitgide yumuşadığını bilenlerdenim. Komşusunun boğazına düpedüz onu boğmak amacıyla sarılan bir kimse bile, elden geldiğince kurallara uyarak, incelikle yapmaya çalışıyor bunu. İnsan ahlakındaki bu ilerlemeyi kendi boğazımın geçirdiği bir deneyden biliyorum. Sevinerek belirteyim ki, dünyamızda her şey gelişmekte, yetkinleşmekte. Hapishanelerin, meyhanelerin, genelevlerin yıldan yıla çoğalması bunu yeterince kanıtlamıyor mu?
Kuruyan tükrüklerimizi yutarak, midelerimizdeki sancıyı dostça konuşmalarla bastırmaya çalışarak, ıssız bozkırda, batan günün kızılımtrak ışıkları içinde yürüyorduk. Güneş, renk renk bezediği yumuşak bulutlara usulca giriyor; arkamızdan ve yanlardan göğe doğru yükselen mavimsi bir sis, asık yüzlü ufukları daraltıyordu.
Asker yol üstünden bir ağaç parçası alarak:

– Kardeşçikler, ateş yakmak için çalı çırpı toplayın, dedi. Geceyi bozkırda geçirmek zorunda kalacağız; çiğ düşer! Hayvan tersi, dal parçası, ne bulursanız alın.
Yolun iki yanına dağıldık. Kuru ot ve yanabilecek ne varsa toplamaya koyulduk. Yere her eğilişimizde yüzükoyun kapaklanıvermek, kara ve yağlı toprağı yemek, yemek, tıka basa yemek, sonra oracıkta uyuyakalmak için dayanılmaz bir istek uyanıyordu içimizde. Varsın sonsuz bir uyku olsundu bu; umurumuzda değildi. Yemek, çiğnemek, sıcak ve koyu bir yiyeceğin ağzımızdan geçerek kuruyup darlaşmış yemek borularımızdan aktığını, bir şeyler emmek tutkusuyla kızışan midelerimize indiğini hissetmekten başka bir şey istediğimiz yoktu.

Asker:
– Hiç değlise kök mök bulabilseydik… diye içini çekti. Birtakım yenilebilir kökler vardır…
Fakat sürülmüş kara toprakta hiçbir kök yoktu. Güney gecesi hızla bastırıyordu. Daha güneşin son ışıkları sönmeden, koyu mavi gökyüzünde yıldızlar parlamaya başlamıştı bile. Çevremizde gölgeler yoğunlaşıyor, bozkırın sonsuz uzaklığı gitgide daralıyordu…
“Öğrenci” usulca:

– Kardeşçikler, diye fısıldadı; orada, solda bir adam yatıyor…
Asker kuşkuyla:
– Ne adamı? diye homurdandı. Adamın orada ne işi var?
– Ne bileyim, git de sor. Bozkıra yerleştiğine göre muhakkak ekmeği de vardır.
Yolun solunda, yüz yüz elli metre ötede yükselen karanlık tümseğin, bir insan olduğunu ancak “öğrenci”nin yeşil, keskin gözleri seçebilirdi. Asker baktı, kararlı bir tükürük fırlatarak:
– Oraya gidiyoruz! dedi.
Sürülmüş tarladaki toprak keseklerini çabuk çabuk geçerek karaltıya doğru yaklaşmaya başladık. İçimizde beliren yiyecek ümidi, açlığımızı büsbütün keskinleştiriyordu. Oldukça yaklaştığımız halde tümsekte bir kıpırdanma yoktu.
Asker bozuk bir sesle, hepimizin aklından geçen şeyi söyledi:
– Belki de insan değildir.
Fakat tam bu sırada kuşkularımız dağıldı. Karaltının kımıldadığını, yükseldiğini gördük. Bir insandı bu. Dizlerinin üstünde duruyordu şimdi. Kolunu bize doğru uzattı; boğuk, titrek bir sesle bağırdı:
– Yaklaşma, yakarım!
Puslu havada kısa, kuru bir şakırtı işitildi.
Zınk diye durduk. Bu düşmanca karşılamadan ötürü sersemlemiştik. Birkaç dakika sustuk.

Asker hınçla:
– Al-çak herif! diye homurdandı.
“Öğrenci” düşünceli düşünceli:
– Hım… dedi. Silah taşıdığına göre kulağı kesiklerden olmalı.
Asker:
– Hey! diye bağırdı.
Bir şeye karar verdiği belliydi.
Adam kımıldamadan öylece duruyor, ses etmiyordu.
– Hey, oradaki! Sana dokunmayacağız… Varsa ekmek ver bize… Haydi, kardeş… İsa aşkına!.. Allah belanı versin, alçak namussuz!..
Bu son sözleri bıyıkları arasından söylemişti.
Adam hâlâ susuyordu.

Asker sesinde bir hırçınlık ve ümitsizlik titremesiyle yeniden söze başladı:
– İşittin mi? Ekmek istiyoruz! Yanına gelmeyeceğiz… Sen oradan fırlat…
Adam kısaca:
– Olur, dedi.
“Benim sevgili kardeşlerim” diye başlayan, en kutsal, en temiz duygularla dolu bir söylev, bizi bu boğuk ve kısa “Olur!” sözcüğü kadar coşturamaz, duygulandıramazdı.
Asker tatlı tatlı gülümseyerek:
– Bizden korkma iyi adam, diye söze girişti…
Adam en azından yirmi adım ötemizde olduğu için bu gülümsemeyi görmüyordu.
– Bizler zararsız kimseleriz! Rusya’dan Kuban’a gidiyoruz… Yolda paramızı düşürdük… Azığımız da tükendi… İşte, iki gündür kursağımıza bir şey girmedi…
İyi adam, kolunu sallayarak:
– Tut! diye seslendi.
Havada kara bir toprak göründü, az ötemize, tarlaya düştü. “Öğrenci” onun peşinden atıldı.
– Şunu da tut! Hepsi bu kadar…
“Öğrenci” bu ilginç sadakaları toplayıp getirdiğinde, bir buçuk kilo kadar bayat buğday ekmeğine sahip olduğumuzu gördük. Ekmek kuru ve pisti. Bayat somun, tazesinden daha doyurucudur. Nemi azdır çünkü.

– Al sana… Al sana… Al sana…
Asker büyük bir özenle paylarımızı dağıtıyordu.
– Dur, olmadı… Bilgin! Seninkinden bir lokma daha koparayım, onunki az oldu…
“Öğrenci”, ekmeğinden on beş yirmi gramlık bir parçanın eksilmesine sessizce katlandı. Ben lokmamı ağzıma attım; taşı bile öğütmeye hazır olan çenemin sıtmalı bir çabuklukla hareket etmesine engel olarak, ağır ağır çiğnemeye koyuldum. Lokmalar gırtlağımdan aşağı indikçe büyük bir zevk duyuyor; bu zevki uzatmak için, ağır ağır, sindire sindire çiğniyordum her parçayı. Sıcacık lokmalar anlatılmaz bir zevkle birbiri arkasına mideme iniyor, hemen o anda kan ve ilik oluyordu sanki. Midem doldukça yüreğim de tuhaf, sessiz, canlandırıcı bir sevinçle ısınıyordu. Ümitsiz açlık günlerini, arkadaşlarımı unutmuş; kendimi bütün benliğimle yaşadığım dakikaların zevkine kaptırmıştım.
Fakat avucumdaki son ekmek kırıntısını da ağzıma atınca ölesiye aç olduğumu hissettim.
Karşıma oturup eliyle midesini oğuşturan asker:
– O namussuzda yağ ya da et var… diye homurdandı.

“Öğrenci”:
– Hiç kuşku yok, dedi. Ekmeğe et kokusu sinmişti… Sonra mutlaka ekmeği de vardır. Tabanca olmasaydı…
Bu son sözü sessizce eklemişti.
– Kimdir acaba? Neyin nesi?
– Bizlerden olmalı…

Asker:
– Köpeğin biri! diye kestirip attı.
Birbirimize değecek kadar yakın oturmuş, silahlı velinimetimizin bulunduğu yere bakıyorduk.
Orada ne bir ses, ne de bir kıpırtı vardı.
Gece karanlık güçlerini çevremize yığıyordu. Bozkır bir ölüm sessizliğine gömülmüştü. Birbirimizin soluğunu işitiyorduk. Bir tarla faresinin kederli ıslığı duyuluyordu arada bir… Yıldızlar, gökyüzünün bu canlı çiçekleri başımızın üstünde parlıyordu. Biz açtık.
Bu olağanüstü sayılabilecek gecede yanımdaki arkadaşlardan ne iyi, ne de kötü olmadığımı övünçle söylemeliyim. Onlara kalkıp adamın üstüne gitmeyi öneren ben oldum. Dokunmayacaktık ona; sadece nesi var, nesi yok yiyecektik. Ateş ederse, varsın etsindi. Vursa vursa birimizi vururdu. Sonra tabancı kurşunuyla kolay kolay ölmezdi adam.
Asker ayağa fırlayarak:
– Gidiyoruz, dedi.
“Öğrenci” daha ağırdan aldı.
Koşarcasına ilerlemeye başladık, “Öğrenci” arkamızdan geliyordu.

Asker ona:
– Hey arkadaş! diye azarlayan bir sesle bağırdı.
Karşıdan boğuk bir homurtu ve keskin bir mekanizma şakırtısı geldi. Bir ateş parladı, kuru bir patlama işitildi.
Asker sevinçle:
– Iska! diye bağırarak bir sıçrayışta adamın yanına vardı. Şeytan herif! Şimdi gösteririm sana!…
“Öğrenci” çıkına atıldı.
“Şeytan herif”se demin diz çökmüşken şimdi sırtüstü yuvarlanmış, kollarını açmış, hırıldıyordu…
Ona bir tekme savurmaya hazırlanan asker bu durum karşısında şaşırarak:
– Bu da nesi? diye bağırdı. Herif kendi kendini mi vurdu yoksa? Hey! Ne oldun? Kurşun kendine mi değdi?
“Öğrenci”nin sesi sevinçle çınladı:
– Et var, çörek var, ekmek var… Her şey var kardeşcikler!

Asker:
– Hıh, canın cehenneme, geber… diye bağırdı. Yemek başına!
Ben adamın elinden tabancayı aldım. Hırıltıyı kesmişti. Kıpırdamadan yatıyordu şimdi. Bir fişek daha vardı namluda.
Yeniden yemeğe oturduk. Sessizce yedik, yedik… Adam çıt çıkarmadan, öylece yatıyordu. Onunla ilgilendiğimiz yoktu.
Ansızın hırıltılı, titrek bir ses yükseldi:
– Aziz kardeşcikler! Bunu gerçekten de ekmek için yaptınız, öyle mi?..
Tüylerimiz ürpererek baktık. “Öğrenci”nin lokması boğazında kalmıştı. İki büklüm olup öksürmeye başladı.
Asker, ağzı yemekle doluyken sövüp saymaya koyuldu:
– Köpek soylu! Kuru kütük gibi ikiye ayırmalı seni! Derini mi yüzeceğiz sandın? Ne işimize yarar? Mundar! Domuz suratlı! Şuna bak! Eline silah almış, insanlara ateş ediyor! Melun!
Söverken bir yandan da atıştırdığı için sözlerinin etkisi azalıyordu.

“Öğrenci” uğursuz bir sesle:
– Bekle, yemeğimiz bitsin de seninle öyle hesaplaşacağız, diye homurdandı.
O zaman gecenin karanlığında ürkütücü, ulumaya benzer hıçkırıklar yükseldi.
– Kardeşçikler… Bilir miydim?… Korkumdan ateş ettim… Afon’dan Smolensk’e gidiyordum… Tanrım… Sıtmam tuttu… Güneş battı mı vay halime!.. Afon’dan sıtma yüzünden ayrıldım… Marangozluk yapıyordum orada… Ben maragozum… Karım bekliyor… İki küçük kızım… Üç dört yıl var, hiç birini görmedim… Kardeşçikler… Hepsini yiyin…
“Öğrenci”:
– Kaygılanma, yiyeceğiz… dedi.
– Tanrım! Sizin zararsız, iyi insanlar olduğunuzu bilsem… ateş eder miydim? Kardeşçikler… Allahın bozkırı… Gece… Haksız mıyım?
Bunları söylerken bir yandan da ağlıyordu. Titrek, ürkek bir sesle uluyordu daha doğrusu.

Asker horgörüyle:
– Şuna bak, zırlıyor! dedi.
“Öğrenci”:
– Yanında para olmalı, diye aklından geçeni belirtti.
Asker göz kırptı, ona bakıp güldü:
– Kavrayışlı adamsın… Neyse, haydi ateş yakıp uyuyalım artık.
“Öğrenci”:
– Ne olacak? diye sordu.
– Canı cehenneme! Ne yapalım, yakalım mı adamı?
“Öğrenci” sivri kafasını sallayarak:
– Fena olmazdı! dedi.
Marangozu iniltileriyle başbaşa bırakıp topladığımız çalı çırpıyı almaya gittik. Taşıyıp getirdik, tutuşturduk, sonra sessizce ateşin başına oturduk. Yalımlar gecenin karanlığında usul usul tütüyor, bulunduğumuz küçük yeri aydınlatabiliyordu sadece. Bir öğünlük daha yiyeceğimiz vardı, ama gözlerimiz kapanmaya başlamıştı.
Marangoz:
– Kardeşçikler, diye seslendi.
Üç adım ötemizde yatıyor, sanırım zaman zaman bir şeyler mırıldanıyordu.
Asker:
– Ne var? dedi.
– Oraya… ateşin yanına gelebilir miyim? Ölümüm yaklaştı… Kemiklerim kırılıyor… Tanrım! Evime ulaşamayacak mıyım?..

“Öğrenci”:
– Sürün gel… diye kararını bildirdi.
Marangoz kolunu ya da bacağını yitirmekten korkuyormuşçasına ağır ağır sürünerek ateşe yaklaştı. Uzun boylu, iskelet gibi zayıf bir adamdı. Tir tir titriyor; çektiği acı, iri, bulanık gözlerinden açıkça okunuyordu. Yüzü kasılmıştı. Bu kemikli yüz, ateşin aydınlığında bile balmumu gibi sapsarıydı. Uzun, kuru ellerini ateşe uzattı; eklem yerlerinden uyuşuk uyuşuk, ağır ağır bükülen kemikli parmaklarını çıtlatmaya başladı. Öyle ki ister istemez içi bulanıyor, bakmak istemiyordu insan.
Asker asık bir yüzle:
– Bu durumda ne diye yayan gidiyorsun? dedi. Paran çok mu değerli, ha?
– Denizden gitme demişlerdi… Kırım’dan git, hava alırsın. Ama yürüyemez oldum… Öleceğim kardeşçikler! Bozkırda bir başıma öleceğim… Kurtlara kuşlara yem olacağım… Kimse ne olduğumu bilmeyecek… Karım… kızlarım boş yere bekleyecek… Yazmıştım onlara… Kemiklerimi bozkır yağmuru yıkayacak… Tanrım, Tanrım!
Yaralı bir kurt gibi kederle uluyordu.
Askerin tepesi attı; ayağa fırlayarak:
– Ee, yettin artık şeytan! diye bağırdı. Ne zırlıyorsun? Seni mi dinleyeceğiz? Gebereceksen geber! Ama kes sesini!.
Ben:
– Yatalım, dedim. Sen de ateşin yanında kalmak istiyorsan, ulumayı kes… Yettin artık…

Asker vahşi bir sesle:
– İşittin mi? dedi. Öyleyse söyleneni yap. Bize bir lokma ekmek fırlattın, sonra da kurşun attın diye çevrende pervane olacağımızı mı sanıyorsun? Pis şeytan! Bizim yerimizde başkaları olsaydı… Neyse!
Sustu, sırtüstü toprağa uzandı.
“Öğrenci” daha önce yatmıştı. Marangoz korka korka ateşin yanında tor top oldu, gözlerini alevlere dikip sustu. Dişlerinin çatırtısını işitiyordum. “Öğrenci” de kıvrılmış, solumda yatıyordu. Yatar yatmaz uyumuş olmalı. Asker, ellerini ensesinde kenetlemiş, göğe bakarken:
– Ne gece, değil mi? dedi. Gökyüzü değil de yorgan sanki. Dostum, bu başıboş hayatı seviyorum ben. Soğukla, açlıkla başbaşasın; ama özgürsün… Karışanın görüşenin yok… İstersen kendi kafanı dişleyip kopar, kimse ne yapıyorsun demez. Çok açlık çektim şu günlerde. Aklımdan çok kötü şeyler geçti… Ama şimdi yatmış, gökyüzüne bakıyorum… Yıldızlar göz kırpıyor bana… “Lakutin” diyorlar; “dünyayı dolaş, kimseye kulak asma… Her şey daha iyi olacak…” Hey! Marangoz! Ya sen, senden ne haber? Bana kızma, gönlünü ferah tut… Ekmeğini yediysek ne olmuş yani… Senin ekmeğin vardı, bizim yoktu, biz de seninkini yedik… Hani sen de az vahşilerden değilsin ha! Gözünü kırpmadan ateş ediyorsun… Kurşunun insana zarar verdiğini bilmiyor musun yoksa? Az önce çok kızmıştım. Yere yuvarlanmasaydın, yaptığın densizlikten ötürü iyi bir kötek atacaktım sana! Neyse, ekmek için de kaygılanma. Yarın Perekop’tan alırsın… Parasız adama benzemiyorsun… Sıtmaya tutulalı çok oldu mu? Ha?
Askerin kalın sesiyle hasta marangozun titrek sesi uzun süre uğuldayıp durdu kulaklarımda. Gece gitgide karararak yeryüzüne abanıyor; ciğerlerim taze, serin bir havayla doluyordu.
Ateşten ölçülü bir aydınlık, canlandırıcı bir ısı yayılıyor; gözlerim kapanıyordu…

………..

– Kalk! Canlan, gidiyoruz!
Gözlerimi korkuyla açtım, kolumu sıkıca kavrayan askerin de yardımıyla hızla sıçrayıp doğruldum.
– Haydi, sallanma! Yürü!
Yüzü sert ve kaygılıydı. Çevreme bakındım. Henüz doğmakta olan güneşin pembe ışınları marangozun mosmor, kıpırtısız yüzüne vuruyordu. Ağzı aralıktı. Yuvalarından fırlamış gözlerinin camsı bakışlarında büyük bir korku okunuyordu. Ceketinin önü parçalanmıştı. Yatışında bir iğretilik vardı. “Öğrenci” görünürlerde yoktu.
– Ne o, bakakaldın! Haydi diyorum!
Dokunaklı bir sesle bunu söylerken bir yandan da kolumu çekiyordu.
Sabah serinliğinde titreyerek:
– Ölmüş mü? diye sordum.

Asker:
– Hiç kuşkun olmasın, diye karşılık verdi. Seni boğsalar sen de ölürsün!..
– Ne? diye bağırdım. Boğmuşlar mı? Yoksa “Öğrenci” mi?
– Başka kim olacak? Sen mi boğdun? Yoksa ben mi? İşte… Okumuş adam… Sen herifin işini bitir, sonra da bizi ölüyle başbaşa bırakıp tabanları yağla… Eğer bunu bilsem, dün öldürürdüm bu “öğrenci”yi. Bir vuruşta öldürürdüm. Şakağına yumruğu indirdiğim gibi, dünyadan bir alçak eksilirdi! Yaptığı işi anlıyorsun, değil mi? Şimdi öylesine yürümeliyiz ki, hiçbir insan gözü bizi bozkırda görmesin. Anladın mı? Bugün marangozu bulacak, boğularak soyulduğunu göreceklerdir. Sonra bizim gibileri sıkıştırmaya başlarlar… Nereden geliyorsun? Geceyi nerede geçirdin? Bizde onun bir şeyi yok gerçi… Fakat dur hele… Tabancası koynunda. Şu işe bak!

– At onu! diye askere akıl verdim.
Düşünceli düşünceli:
– Atmak mı? dedi. Fakat değerli bir şey… Belki de yakalayamazlar bizi… Yok, atmayacağım… Bunu marangozdan aldığımızı kim bilecek? Atmayacağım… Üç ruble eder. Kurşunu da var… Eh! Şu kurşunu sevgili dostumuzun kulağına öyle bir keyifle boşaltırdım ki! Köpek! Kaç para götürdü acaba, ha? Melun!..

Ben:
– Marangozun kızları ne olacak şimdi?.. dedim.
– Kızlar mı? Hangi kızlar? Ha, bunun kızları mı? Hiç kaygılanma… Büyüyecekler ve bize varmayacaklar… Onları bırak şimdi… Kardeş, haydi gidiyoruz… Nerden gidelim?
– Bilmem… Hepsi bir…
– Hepsinin bir olduğunu ben de biliyorum… Sağdan gidelim. Deniz o yanda olmalı.
Yola koyulduk.

Bir ara geriye baktım. Uzakta, bozkırda bir tümsek yükseliyor; üzerine gün ışıkları vuruyordu.
– Ne bakıyorsun? Hortladı mı yoksa? Korkma, yetişemez bize… Okumuşlar becerikli olur, işini sağlama bağlamıştır… Hıh, arkadaşa bak! İyi ekti bizi! Eh, kardeş (başını kederle salladı) insanlar bozuluyor, yıldan yıla bozuluyor!..
Issız bozkır, sabah güneşiyle pırıl pırıl, dört bir yana uzayıp gidiyor, ufukta gökyüzünün saydam, okşayıcı aydınlığıyla birleşiyordu. Bu özgür toprağın üzerinde, mavi gökkubbeyle örtülü bu engin genişlikte, haksız bir şey olabileceğini düşünemezdi insan.
Arkadaşım bir sigara sararken:
– Karnım da bir acıktı ki kardeş! dedi.
– Bugün ne yiyeceğiz, nerede, nasıl?
Bilmece!..
………….
Bana hastanede bu hikayeyi anlatan koğuş arkadaşım:
İşte böyleyken böyle, dedi. Sonradan çok dost olduk bu askerle. Birlikte Kars’a kadar gittik. Görmüş geçirmiş, yaman bir delikanlıydı. Tam bir serseriydi. Saygı duyardım ona. Birlikte ta… Küçük Asya’ya kadar gittik. Orada yitirdik birbirimizi…
Ben:
– Marangozu arada bir düşündüğünüz oluyor mu? diye sordum.
– Gördüğünüz gibi, dedi. Anlattım işte…
– Şey… Yani bir şey hissediyor musunuz?
– Ne hissedebilirim? Siz nasıl benim başıma gelen şeyden sorumlu değilseniz, ben de onun başına gelenden sorumlu değilim. Hiç kimse hiçbir şeyden sorumlu değil, çünkü hepimiz aynıyız, hayvanız.

1897

Bozkırda

Çevirmen: Ataol Behramoğlu
Yaşanmış Hikayeler

 

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments