Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Cuma, Kasım 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaÖyküÇeviri ÖykülerYalnızca derin uykuya dalmış küçük bir denizkızı uzanmış yatıyordu | Oscar Wilde

Yalnızca derin uykuya dalmış küçük bir denizkızı uzanmış yatıyordu | Oscar Wilde

Her akşam genç Balıkçı engine çıkıp ağlarını denize salardı.Rüzgar karadan estikçe ya hiçbir şey bulamaz ya da pek az bir şey tutardı; çünkü bu, tatsız tutsuz bir rüzgardı. Ona karşı çıkanlar sert dalgalardı. Ama rüzgar kıyıya doğru esince balıklar enginlerden gelir, ağının gözlerine kendilerini atar, o da çarşıya götürüp onları satardı.

Her akşam denize çıkardı, bir akşam ağ öyle ağırlaşmıştı ki kayığın içine çekemedi. Kendi kendisine gülüp, “Kesinlikle bütün yüzen balıkları birden tuttum. Belki de insanları meraka düşürecek iri bir canavar ya da büyük Kraliçe’nin hoşuna gidecek korkunç bir şey yakaladım,” diyerek bütün gücünü topladı ve kollarında tunç bir vazonun üstündeki mavi mine menevişler gibi uzun damarlar belirinceye kadar asıldı. İnce iplere sarıldı, yassı mantarların halkası da yaklaşa yaklaşa, sonunda ağ suyun üstüne çıktı.

Ama içinde ne balık vardı, ne canavar, ne de korkunç bir şey. Yalnızca derin uykuya dalmış küçük bir denizkızı uzanmış yatıyordu.

Saçları ıslak altın tüyler gibiydi; saçının her teli sırça bir kesede incecik bir sırma teline benziyordu. Vücudu beyaz fildişi gibiydi, kuyruğu da gümüşle inci dendi; çevresine denizin yeşil bitkileri sarılmıştı. Deniz kabukları gibi kulakları vardı; dudakları deniz mercanına benziyordu. Buz gibi dalgalar göğsüne çarpıyor, göz kapaklarında tuz parlıyordu.

Öyle güzeldi ki, genç Balıkçı onu görünce şaşakaldı; ellerini uzatıp ağı çekti, küpeşteden eğilip onu kollarının arasına aldı. Eli değince kız ürkmüş bir martı gibi haykırdı, uyanıp faltaşı gibi açılan gözleriyle korku içinde baktı ve kurtulmak için çabaladı; ama genç Balıkçı onu sımsıkı kavramış, bırakmak istemiyordu.

Kız kurtulma yolu olmadığını görünce ağlamaya başlayıp, “Yalvarırım beni bırakın, gideyim, çünkü ben bir kralın bir tanecik kızıyım. Babam yaşlı, hem de yalnız,” dedi.

Genç Balıkçı, “Seni ne zaman çağırırsam gelip bana şarkı söylemeye söz vermezsen bırakmam, çünkü balıklar deniz halkının şarkısını pek severler, benim de ağlarım dolar,” diye yanıt verdi.

Denizkızı, “Bu sözü verirsem gerçekten bırakır mısın?” diye haykırdı.

Genç Balıkçı, “Gerçekten bırakırım,” dedi.

Kız da Balıkçı’nın istediği sözü verip deniz halkının yaptığı gibi ant içti. Genç sımsıkı kollarını çekti, Denizkızı da şaşırtıcı bir korku içinde titreyerek denize indi.

Her akşam genç Balıkçı engine açılıp Denizkızı’nı çağırıyor, kız da sudan çıkıp ona şarkı okuyordu. Çevresinde yunus balıkları yüzüyor, başının üzerinde haşarı martılar fırıl fırıl dönüyordu.

Olağanüstü şarkılar okuyordu. Sürülerini mağaradan mağaraya sürüp küçük buzağılarını omuzlarında taşıyan deniz halkını; Kral geçerken büklüm büklüm iri mührelerden boru çalan uzun yeşil sakallı, göğüsleri kıllı deniz erlerini; Kralın berrak zümrüt damlı, parlak inci döşemeli, som kehribar sarayını; bütün gün büyük menevişli mercan kanatlarının dalgalandığı, balıkların gümüşten kuşlar gibi fırıl fırıl oynaştığı, Girit lalelerinin kayalıklara sarmaştığı, menevişli kumsallarında karanfillerin tomurcuklandığı denizaltı bahçelerini anlatıyordu şarkılarında. Yıldız denizlerinden gelip kanatlarından buzlar sarkan balinalardan, “Seslerini işitip meraktan denize atlar boğuluruz,” diye tüccarları kulaklarına balmumu tıkamak zorunda bırakacak denli meraklı şeyler söyleyen su perilerinden; batan uzun direkli kalyonların armalarına sarılan donmuş gemicilerle, açık lombarlardan içeri dolan uskumru balıklarından; gemilerin omurgalarına yapışıp dünyayı baştan başa dönüp dolaşan şeytan minarelerinden; uçurumların dibinde yaşayan, kapkara uzun kollarını açıp istedikleri zaman geceyi getiren mürekkep balıklarından destanlar okuyordu. Yelkeni ipekten, kendisine özgü güneşgözü taşından oyma gemili deniz dolambaçlarından; kollarıyla en büyük gemileri kucaklayan, koca deniz devini arp çala çala uyutan mutlu denizcilerden; kaypak domuz balıklarını yakalayıp güle güle sırtlarına binen deniz çocuklarından; bembeyaz köpüklerin üzerine sere serpe yaslanıp gemicilere kollarını uzatan denizkızlarından; kıvrık dişli denizaslanlarıyla uzun yeleli derya küheylanlarından söz ediyordu.

Denizkızı şarkı söylerken bütün ton balıkları derinliklerden onu dinlemeye çıkar, genç Balıkçı ağlarını çevirip onları tutar, ötekileri de zıpkınlardı. Kayığı iyice dolunca Denizkızı ona gülümseyerek denizin içine çekilirdi.

Hiçbir zaman Balıkçı’nın ona elini sürebileceği bir yere dek gelmezdi. Çok zaman Balıkçı ona seslenir, yalvarırdı; ama o gelmezdi. Genç Balıkçı onu yakalamaya kalkışsa, tıpkı bir fokbalığı gibi suyun içine dalar, o gün bir daha görünmezdi. Sesinin güzelliği de Balıkçı’nın kulağına her gün daha tatlı gelirdi. Sesi öyle güzeldi ki Balıkçı ağını da, kurnazlığını da unuttu, işine de hiç aldırmaz oldu. Ll kanatlı, boncuk boncuk altın gözlü tonlar sürü sürü yanından geçti, ama o aldırmadı. Zıpkını yanında el sürülmeden duruyordu, kamıştan örme sepeti de bomboştu. Aralanmış dudakları, şaşkınlıktan dalmış gözleriyle kayığında tembel tembel oturup dinledi, deniz sisleri çevresini kuşatıp, gezgin ay esmer kollarını gümüşle kaplayıncaya dek dinledi.

Bir akşam ona seslendi, “Küçük Denizkızı, küçük Denizkızı, seni seviyorum. Beni al, senin güvey’in olayım, çünkü seni seviyorum,” dedi.

Ancak küçük Denizkızı başını iki yana salladı; “Sende insan ruhu var,” diye yanıt verdi, “Ruhunu atarsan, seni sevebilirim.”

Genç Balıkçı kendi kendine, “Ruhumun bana ne yararı var? Onu göremiyorum, tutamıyorum, bilmiyorum. Elbette üstümden atar, birçok mutluluğa kavuşurum,” dedi ve dudaklarından bir sevinç sesi taştı. Boyalı kayığında ayağa kalkarak Denizkızı’na kollarını uzattı. “Ruhumu atacağım, sen benim gelinim, ben senin güveyin olacağız; denizin derinliklerinde birlikte yaşayacağız, bütün şarkılarında söylediklerini bana göstereceksin, bütün istediklerini yapacağım, birbirimizden hiç ayrılmayacağız,” dedi.

Küçük Denizkızı sevincinden gülüp elleriyle yüzünü kapadı.

Genç Balıkçı, “Ama ruhumu üstümden nasıl atayım?” diye haykırdı, “Söyle, nasıl yapayım bunu? Evet, olacak bu.”

Küçük Denizkızı, “Yazık, bilmiyorum. Deniz halkının ruhu olmaz ki,” diyerek ona özlemle baktı ve derinliklerin içine daldı.

Ertesi sabah güneş dağın üstünde bir karış bile yükselmeden, genç Balıkçı, papazın evine gidip kapısını üç kez vurdu.

Rahibin çömezi parmaklıktan bakıp da gelenin kim olduğunu görünce, kol demirini çekip, “Buyurun,” dedi.

Genç Balıkçı içeri geçip yerdeki güzel kokulu hasırın üzerinde diz çöktü. Kutsal Kitap’ı okuyan rahibe seslenip, “Babacığım,” dedi, “Ben deniz halkından birine gönül verdim; ama ruhum bu isteğime kavuşmama engel. Söyleyin, üstümden ruhumu nasıl atayım; çünkü artık ona gereksinmem yok. Benim için ruhun ne değeri var? Göremiyorum, tutamıyorum, bilmiyorum.”

Rahip göğsünü dövüp yanıtladı: “Yazık, yazık, sen çıldırmışsın, ya da zehirli bir ot yemişsin; çünkü ruh insanın en yüce parçasıdır. Tanrı da mertçe kullanalım diye bize onu vermiştir. İnsan ruhundan daha değerli hiçbir şey yoktur; dünya varlıklarından hiçbiriyle de denk olamaz. Dünyanın bütün altınıyla ölçülemez, kralların yakutlarından daha değerlidir. Bunun için oğlum, artık bu konuyu düşünme, çünkü bu bağışlanmaz bir günahtır. Deniz halkına gelince, onlar yok olmuştur, onlarla düşüp kalkmak isteyenler de yok olur. Onlar iyiyi kötüden ayırt edemeyen yabanın kurdu kuşu gibidir, efendimiz onlar için ölmedi.”

Rahibin bu acı sözlerini duyunca genç Balıkçı’nın gözleri yaşardı. Diz çöktüğü yerden ayağa kalkıp, “Babacığım, keyifleri yerinde keçi ayaklı şen faunlar ormanda otururlar, kayaların üstünde de kızıl altından arplarıyla deniz erleri oturur. Ben de onlar gibi olayım, yalvarırım sana, çünkü onların günü çiçeklerin günü gibi geçiyor. Benim ruhuma gelince, sevdiğim şeyle arama girecek olduktan sonra ruhumun bana ne yararı var?”

Rahip, kaşlarını çatarak, “Vücut sevgisi boş! Dünyasında dolaşmalarına Tanrı’nın göz yumduğu o dinsiz döküntüleri boştur, kötüdür. Koru yurdunun keçi ayaklı faunlarına ilenç olsun, ilenç olsun denizlerin destancılarına! Geceleyin onları duydum, beni tespihimden ayırmaya kalktılar. Pencereye fiske vurup kahkaha atarlar. Kulaklarıma yok edici şenliklerinin öyküsünü fısıldarlar. Beni kendi benliğimle baştan çıkarmaya kalkarlar. Dua etmek istesem alay ederler; onlar yok olmuştur, sana söylüyorum, yok olmuştur onlar. Onlar için ne cerınet var, ne ceherınem. İkisinde de Tanrı’nın adına şükranlarını sunamayacaklar.”

Genç Balıkçı, “Babacığım sen ne söylediğini bilmiyorsun. Ben ağımla bir kralın kızını tuttum. Kız sabah yıldızından güzel, aydan beyaz. Onun vücudu için ben ruhumu verir, aşkına gökleri fethederim. Sana sorduğumu söyle bana, söyle de rahat rahat gideyim,” diye haykırdı.

Rahip, “Çekip, çekil! Senin oynaşın yok olmuştur, sen de onunla birlikte yok olacaksın!” diye bağırdı, duasını esirgedi ve kapısından kovdu.

Genç Balıkçı da pazara indi, üzüntülü bir adam gibi, başı önünde ağır ağır yürüdü.

Pazardaki toptancılar onun geldiğini görünce birbirleriyle fiskos etmeye başladılar; içlerinden biri ilerleyip onu adıyla çağırdı ve “Satılık neyin var?” dedi.

Balıkçı, “Sana ruhumu satarım,” yanıtını verdi, “Yalvarırım sana, benden al onu, çünkü artık bıktım. Ruhumun bana ne yararı var ki? Göremiyorum, tutamıyorum, bilmiyorum.”

Ama aracılar onunla alay edip, “İnsan ruhunun bize ne yararı olacak? Sahte bir gümüş parçası etmez, bize vücudunu köleliğe sat da deniz eflatunu giydirelim, parmağına da bir yüzük takıp büyük kraliçeye eğlence yapalım seni. Ama ruh sözünü ağzına alma; bizim için hiçtir o, işimize de yaramaz,” dediler.

Genç Balıkçı da kendi kendine, “Ne tuhaf şeymiş bu! Rahip ‘Ruh bütün dünyanın altınına bedeldir’ diyor; toptancılar, sahte bir gümüş parçası bile etmediğini söylüyorlar,” diyerek pazar alanından geçti, deniz kıyısına gidip ne yapacağını düşünmeye koyuldu.

Öğleyin su rezenesi toplamakla geçinen arkadaşlarından birinin köyün ötesinde bir mağarada oturan, büyücülükte pek becerikli genç bir cadıdan söz ettiğini anımsadı. Koşa koşa yolu tuttu, ruhundan kurtulmaya öyle istekliydi ki, kıyının çevresinde taban teperken bir toz bulutu da peşinden koşuyordu.

Genç Cadı avucunun kaşınmasından onun geldiğini bildi, güle güle kızıl saçlarındaki bağı çıkardı. Çepeçevre çözülmüş kızıl saçlarıyla mağaranın kapısında durdu. Elinde de yaban baldıranının çiçekli bir sürgünü vardı. Genç Balıkçı yalçın bayırdan yukarı soluk soluğa çıkıp önüne baş eğerken, Cadı, “Neyin eksik?” diye bağırdı, “Rüzgr ters yönden eserken ağına balık mı istiyorsun? Bende kamıştan küçücük bir kaval var, öttürürsem kefaller salına salına koya gider; ama karşılık isterim güzel oğlan, karşılık isterim. Neyin eksik? Neyin eksik? Gemileri parçalayıp zengin hazine sandıklarını kıyıya atacak bora mı istiyorsun? Bende rüzgrın elindekilerden çok bora var; çünkü ben rüzgrdan daha güçlü birine hizmet ederim. Bir kalburla bir kova su yeter, koca kalyonları denizin dibine yollarım ben. Ama karşılık isterim güzel oğlan, karşılık isterim. Neyin eksik? Neyin eksik? Koyakta yetişen bir çiçek bilirim, benden başka kimse bilmez onu. Eflatun yaprakları vardır. Tam göbeğinde de bir yıldız; özü süt gibi beyazdır. Kraliçenin sert dudaklarına bu çiçeği değdirecek olsan, dünyanın öbür ucuna dek peşinden ayrılmaz; kralın yatağından çıkıp dünyanın öbür ucuna kadar peşinden gelir. Ama karşılık isterim güzel oğlan, karşılık isterim. Neyin eksik? Neyin eksik? Kara kurbağayı havanda döver çorba yaparım, çorbayı ölü bir erkek eliyle karıştırırım. Düşmanın uyurken üstüne püskürt, hemen kapkara bir engerek olsun da kendi öz arınesi onu öldürsün. Bir makarayla gökten ayı çeker, bir kristalin içinden sana ölümü gösterebilirim. Neyin eksik? Neyin eksik? Dile benden ne dilersin? Sana vereyim, sen de bana bir karşılık verirsin güzel oğlan, karşılık!”

Genç Balıkçı, “Dileğim küçük bir şey, ama rahip kızıp beni kovdu. Önemsiz bir şey, ama toptancılar alay edip vermediler. Bunun için sana geldim; sana kötü diyorlar, ama karşılık olarak ne istersen veririm sana.”

Cadı yaklaşarak, “Nedir istediğin?” diye sordu.

Genç Balıkçı, “Ruhumu üstümden atmak istiyorum,” yanıtını verdi.

Cadı’nın yüzü kül kesildi, titredi; yüzünü mavi harmaniyesinin altına sakladı. “Güzel oğlan, güzel oğlan, bunu yapmak korkunç bir şey,” diye mırıldandı.

Balıkçı kumral perçemlerini sarsa sarsa güldü; “Ruhum benim için hiç,” dedi, “Göremiyorum, tutamıyorum, bilmiyorum.”

Cadı güzel gözleriyle ona bakıp, “Söylersem bana ne verirsin?” diye sordu.

Genç Balıkçı, “Beş altınla ağlarımı, içinde oturduğum çit kulübemi, sonra üstünde denize çıktığım boyalı sandalımı. Yalnızca ruhumdan nasıl kurtulabileceğimi söyle, bütün varımı sana vereyim,” dedi.

Cadı alaylı alaylı gülüp, baldıran sürgünüyle ona vurdu, “Güz yapraklarını ben altına çeviririm. İstersen solgun ay ışığından gümüş dokurum. Ben öyle birinin hizmetindeyim ki dünyanın bütün krallarından zengin ve onların bütün topraklarına sahiptir o,” yanıtını verdi.

Genç, “Altın da gümüş de almazsan, öyleyse sana ne vereyim?” diye haykırdı.

Cadı gencin saçlarını ince beyaz elleriyle okşadı, yavaşça, “Benimle dans etmelisin, güzel oğlan,” dedi, konuşurken de ona gülümsedi.

Genç Balıkçı şaşırarak, “Bu kadarcık mı?” diye haykırıp ayağa kalktı.

Cadı kız, “Bu kadarcık,” dedi ve bir daha gülümsedi.

Balıkçı, “Öyleyse güneş batınca gizli bir yerde dans ederiz. Dans ettikten sonra da sen, öğrenmek istediğim şeyi bana söylersin,” dedi.

Cadı başını iki yana sallayıp, “Ay dolun olunca, ay dolun olunca,” diye mırıldandı. Sonra dört yanını gözetleyip kulak verdi. Mavi bir kuş yuvasından bir çığlıkla kalkıp kum dalgaları üzerinde fırıl fırıl döndü. Üç tane benekli kuş, kül rengi bayağı otları hışırdata hışırdata çıktı, karşılıklı ıslık çaldılar. Aşağıda parıl parıl çakıl taşlarını yalayan dalganın sesinden başka bir ses duyulmuyordu. Cadı ellerini uzatıp onu kendisine doğru çekti ve kupkuru dudaklarını kulağına kondurdu.

“Bu gece…” dedi, “…. dağın tepesine gelmelisin, orada yin var. O da oradadır.”

Genç Balıkçı irkilip kıza baktı, o da beyaz dişlerini gösterip güldü. Genç, “Kim bu söylediğin?” diye sordu. Cadı, “Kim olursa olsun,” dedi, “Sen bu gece git de gürgen ağacının dalları altında dur, benim gelişimi kolla. Kara bir köpek sana doğru koşarsa, bir söğüt dalıyla vur ona, kaçar. Bir baykuş sana bir şey söylerse sakın yanıt verme. Ay dolun olunca seninle birlikteyim; çayırların üstünde seninle dans edeceğiz.”

Genç Balıkçı, “Ama,” dedi, “Ruhumu üstümden nasıl atabileceğimi söyleyeceğine ant içer misin bana?”

Cadı güneşe çıktı; kızıl saçlarından dalga dalga rüzgr esti. “Keçinin tırnakları hakkına ant olsun,” dedi.

Genç Balıkçı, “Sen cadıların iyilerindenmişsin, seninle bu gece dağın tepesinde kesinlikle dans edeceğim. Keşke ya altın, ya gümüş isteseydin. Ama istediğin karşılık buysa, al,” diye haykırdı; şapkasını çıkarıp başını eğdi ve büyük bir sevinç içinde koşa koşa kasabaya döndü.

Cadı arkasından durup baktı, gözden yitince mağarasından içeri girdi. Oymalı fıstık bir çekmeceden bir ayna çıkarıp bir çerçeveye geçirdi ve önündeki yeni yanmış çiğ kömürde mine çiçeği yakıp dumanının dolambaçlarında göz süzdü. Biraz sonra öfkeyle ellerini ovuşturdu; “Bu oğlan benim olmalıydı. Ben de o kız gibi güzelim,” diye söylendi.

Ve o akşam, ay doğunca genç Balıkçı dağın tepesine çıkıp gürgen dallarının altında durdu. Yuvarlak deniz, ayaklarının altında parlak madenden bir kalkan gibi uzanmıştı. Küçük koyda da balık kayıklarının gölgeleri kıpırdıyordu. Sapsarı kükürt gözlü bir baykuş onu adıyla çağırdı. Ama o yanıt vermedi. Kapkara bir köpek üstüne doğru koşa koşa gelip hırladı. Balıkçı bir söğüt dalıyla ona vurdu; köpek ağlaya ağlaya uzaklaştı.

Gecenin yarısında havadan yarasalar gibi uça uça cadılar geldi. Yere konarlarken “Fiyuu! Burda tanımadığımız biri var,” diye haykırıp çevreyi kokladılar; sonra birbirleriyle konuşup işaretler yaptılar. Hepsinden sonra kızıl saçları rüzgrda çağıldaya çağıldaya genç Cadı belirdi. Üstüne sıvama tavus gözü işlenmiş sırmalı bir giysi giymişti, başında da yeşil kadifeden küçük bir takke vardı.

Cadılar onu görünce, “Neredeymiş? Neredeymiş” diye çığlık kopardılar; ama o yalnızca gülüp gürgene doğru koştu, genç Balıkçı’yı elinden tutup ay ışığına çıkardı ve dansa başladı.

Fırıl fırıl döndüler, genç Cadı öyle sıçradı ki oğlan kıpkırmızı pabuçlarının tabanını gördü.

O zaman tam dans edenlere doğru dört nala koşan bir atın nal sesleri geldi. Ama görünürde at yoktu, Balıkçı korktu.

Cadı, “Daha hızlı daha hızlı,” diye haykırıp kollarını Balıkçı’nın boynuna doladı, sıcak soluğu gencin yüzünü ateş gibi yaladı. “Daha çabuk, daha çabuk!” diye haykırdı; ona, toprak ayaklarının altından yuvarlanıyor gibi geldi, beynini bir karanlık kapladı; kötü bir göz kendisini seyrediyormuş gibi üstüne büyük bir korku çöktü; sonunda bir kayanın gölgesi altında daha önce orada bulunmayan bir yüzü fark etti.

Bu, siyah kadifeden İspanyol biçiminde giyinmiş bir adamdı. Yüzünde acayip bir renksizlik vardı; ama dudakları kendisini beğenmiş al bir çiçek gibiydi. Yorgun bir görünüşü vardı. Arkasına dayanmış, ilgisiz ilgisiz hançerinin topuzuyla oynuyordu. Yanında, çayırın üstünde tüylü bir şapkayla, kollukları sırma oya üstüne büyük bir beceriyle inci işlenmiş bir çift eldiven duruyordu. Sırtına samur kaplı kısa bir pelerin atılmış, ince beyaz elleri yüzüklerle bezenmişti. Gözlerinin üzerinden ağırlaşmış göz kapakları sarkıyordu.

Genç Balıkçı büyülenmiş gibi ona bakakaldı. Sonunda göz göze geldiler; ne yanda dans etseler, ona, adamın gözleri kendi üzerine dikilmiş gibi geldi. Cadının kahkahasını duydu, belinden kavradı, deli gibi fırıl fırıl döndürdü, döndürdü.

Birdenbire bir köpek uludu. Dans edenler durdu, ikişer ikişer adamın önünde diz çöktüler, el öptüler. Tıpkı bir kuşun kanadını değdirip suyu güldürmesi gibi, adamın kendini beğenmiş dudaklarına küçük bir gülümseme değdi; ama bunda küçümseme vardı. Genç Balıkçı’ya bakıp duruyordu.

Cadı, “Hadi tapınalım,” diye fısıldadı. Onu ileri doğru götürdü, kız yalvarırken içini büyük bir istek kapladı ve peşinden gitti. Ama yaklaşınca niçin olduğunu bilmeden göğsünün üstünde haç çıkarma işareti yaptı ve kutsal adı andı.

Bunu yapar yapmaz cadılar çaylaklar gibi çığlık koparıp uçtular; ona bakıp duran solgun surat, bir acı sarsıntısıyla buruştu. Adam küçük bir koruya gidip ıslık çaldı. Gümüş haşalı, küçük bir İspanyol atı koşarak onu karşıladı. Adam eğerin üstüne atlarken geri dönüp genç Balıkçı’ya acı acı baktı.

Kızıl saçlı Cadı da uçup gitmeye kalktı, ama Balıkçı bileklerinden yakalayıp sımsıkı tuttu.

Cadı, “Bırak beni!” diye haykırdı, “Bırak da gideyim, çünkü ağıza alınmayacak şeyi söyledin, bakılmayacak şeyin işaretini yaptın.”

Balıkçı, “Yok!” dedi, “Bana o gizi söyleyinceye dek seni bırakmam.”

Cadı, yaban kedisi gibi güreşerek, benek benek köpüren dudaklarını ısıra ısıra, “Ne gizi?” dedi.

Balıkçı, “Bilirsin,” diye yanıtladı.

Cadının çayır yeşili gözleri, gözyaşlarıyla doldu ve Balıkçı’ya, “Ondan başka, ne dilersen dile benden,” dedi.

Delikanlı güldü, daha sıkı tuttu.

Kız kurtulamayacağını anlayınca, “Elbette ben de denizin kızı gibi güzel, mavi sularda yaşayanlar gibi alımlıyım,” diye fısıldadı. Üzerine sırnaşıp yanağını yanağına yapıştırdı. Delikanlı kaşlarını çatarak kızın sırtına vura vura, “Verdiğin sözü tutmazsan, seni yalancı bir cadı diye öldürürüm,” dedi.

Kızın yüzü erguvan ağacının çiçeği gibi kül kesildi. Ve “Peki, öyle olsun! Senin ruhun, benim değil ki, ne halin varsa gör,” diye kemerinden yeşil engerek saplı küçük bir bıçak çıkarıp verdi.

Balıkçı merakla, “Ne işime yarayacak bu?” diye sordu.

Kız birkaç saniye sessiz durdu ve yüzünü bir korku kapladı. Sonra alnından saçlarını arkaya atıp tuhaf tuhaf gülümseyerek, “İnsanların vücudun gölgesi dedikleri şey, vücudun gölgesi değil, ruhun gövdesidir. Deniz kıyısında sırtını aya çevirip dur, ayaklarının çevresinden ruhunun gövdesi olan gölgeni kesip at. Ona ‘Beni bırak ve git’ de; seni bırakıp gider,” dedi.

Genç Balıkçı titredi, “Bu doğru mu?” diye söylendi.

Cadı, “Doğru! Keşke sana bunu söylemeseydim,” diye haykırıp ağlaya ağlaya dizlerine sarıldı.

Delikanlı kızı üstünden sıyırıp, kaba çayırın ortasında bıraktı, dağın kıyısına gidip bıçağı kemerine taktı ve yokuştan aşağı inmeye başladı.

İçinden ruhu seslenip dedi ki: “Yazık bunca yıldır senin içindeyim, sana kulluk ettim, şimdi beni kovma, ben sana ne yaptım ki?”

Genç Balıkçı güldü, “Bana hiçbir şey yapmadın! Ama bana gerekli de değilsin,” diye yanıtladı, “Dünya geniş, sonra cerınet var, ceherınem var, bir de ikisinin arasındaki o donuk alacakaranlık var. Nereye istersen git, ama beni rahatsız etme; çünkü beni aşkım çağırıyor.”

Ruhu acı acı yalvardı, ama o kulak vermedi, bir yaban keçisi gibi ayaklarına güvendiği için kayadan kayaya sıçrayarak denizin sarı kıyısına vardı.

Bir Yunanlının elinden çıkma tunç gövdeli, iyi yapılı bir yontu gibi sırtı aya dönük kumun üstünde durdu. Köpüklerin içinden beyaz kollar çıkıp onu çağırdı, dalgalardan belirsiz biçimler belirip selamladı. Önünde ruhunun gövdesi olan gölgesi duruyor, arkasında da bal rengi havadan ay sarkıyordu.

Ruhu ona, “Beni gerçekten atacaksan, yüreğini vermeden atma; dünya acımasızdır; yüreğini bana ver de yanımda götüreyim,” dedi.

Balıkçı başını kaldırıp gülümsedi, “Yüreğimi verirsem sevgilimi neyle seveyim?” diye haykırdı.

Ruh, “Ama, acı bana! Yüreğini bana ver, çünkü dünya pek acımasız, korkuyorum,” dedi.

Balıkçı, “Yüreğim sevgilimindir; bunun için artık durma, çek arabanı,” yanıtını verdi.

Ruh, “Ben şimdi sevemeyecek miyim?” diye sordu.

Genç Balıkçı, “Defol karşımdan, artık sen bana gerekli değilsin!” diye haykırıp yeşil engerek saplı bıçağını aldı, ayağının çevresinden gölgesini kesip attı; Ruh da ayağa kalkıp önünde durdu. Balıkçı ona baktı; tıpkı kendisine benziyordu.

Geri çekilip bıçağını kemerine soktu ve üzerine bir korku çöktü, “Defol!” diye mırıldandı. “Bir daha yüzünü görmeyeyim.”

Ruh, “Yok!” dedi. “Ne olursa olsun yeniden buluşmalıyız.” Sesi alçak ve bir kaval sesi gibiydi, konuşurken dudakları hiç kıpırdamıyordu.

Genç Balıkçı, “Nasıl buluşalım?” diye haykırdı. “Sen denizin dibine benimle gelmeyeceksin ki!”

Ruh, “Yılda bir kez buraya gelir, seni çağırırım; belki bana gereksinme duyarsın.”

Genç Balıkçı, “Benim sana ne gereksinmem olacak? Ama istediğin gibi olsun,” diyerek suya daldı. Deniz erkekleri borularını öttürdü, küçük deniz kızı ona karşıcı çıktı, kollarını boynuna dolayıp ağzından öptü.

Ruh da ıssız kıyıda durup onları seyretti. Onlar suya dalınca ağlaya ağlaya bataklıkların üzerinden çekilip gitti.

Bir yıl geçtikten sonra, Ruh deniz kıyısına gelip genç Balıkçı’yı çağırdı, o da derinlerden çıkıp, “Beni niye çağırıyorsun?” diye sordu.

Ruh yanıt verdi: “Yaklaş, yaklaş da seninle konuşayım, olağanüstü şeyler gördüm.”

Balıkçı yaklaştı, sığ sulara uzandı, başını ellerine dayadı ve dinledi.

Ruh dedi ki: “Senden ayrıldığım zaman yüzümü doğuya çevirip yola çıktım. Akıl diye ne varsa doğudan gelir. Altı gün gittim, yedinci günün sabahında Tatarlar ülkesinde bir dağa geldim. Güneşten korunmak için bir ılgın ağacının gölgesine sığınıp oturdum. Toprak kupkuru ve sıcaktan yanmıştı. Halk, cilalı bakır bir sini üstünde kaynaşan sinekler gibi ovanın üzerinde gidip geliyordu.

“Ve öğleyin, ovanın düz çevresinden kızıl bir toz bulutu yükseldi. Tatarlar bunu görünce boyalı yaylarına kiriş geçirdiler, küçük atlarına atlayıp üzerine doğru dörtnala gittiler. Kadınlar çığlık çığlığa arabalara kaçıp keçe perdelerin arkasına saklandılar.

“Tatarlar alacakaranlıkta döndü, ama içlerinden beşi eksikti, dönenlerden de yaralananlar az değildi. Atlarını arabalara koştular, çabucak sürüp gittiler. Bir mağaradan üç çakal çıkıp arkalarından gözetledi, sonra burunlarıyla havayı koklayıp ters yöne doğru tırıs tırıs gittiler.

“Ay doğarken ovada bir konak ateşi görüp oraya doğru gittim. Ateşin başında birtakım tüccarlar seccadelerinin üstüne çepeçevre dizilmişlerdi. Gerilerinde de develeri bağlıydı; hizmetçileri zenciler, kumun üstüne sepili deriden çadır kuruyor, dikenli ahlattan yüksek bir çit yapıyorlardı.

“Ben kendi ülkemin prensi olduğumu, beni tutsak etmek isteyen Tatarlardan kaçtığımı söyledim. Tüccarbaşı gülümsedi, bana uzun bambu kamışların ucuna geçirilmiş beş kelle gösterdi.

“Sonra bana Tanrı’nın peygamberini sordu; ‘Muhammet’ yanıtını verdim.

“Bu adı duyunca, boyun kesti, elimden tutup beni yanına oturttu. Bir zenci bana tahta bir çanakla biraz kısrak sütü, biraz da kızarmış kuzu eti getirdi.

“Gün ağarırken yola çıktık. Ben başkanın yanıbaşında kızıl yeleli bir deve üstünde gidiyordum, önümüzden de eli mızraklı bir Tatar (sai) koşuyordu. İki yanımızda savaşçılar vardı; tüccar malı yüklü katırlar da peşimizden geliyordu. Kervanda kırk deve vardı, katırların sayısı kırkın iki katıydı.

“Tatarların ülkesinden Aya Sövenler yurduna geçtik. Altınlarını ankaların beklediğini, pullu ejderlerin mağaralarda uyuduğunu gördük. Bağları aşarken üstümüze karlar yağmasın diye soluğumuzu tuttuk, her adam gözüne bürümcükten bir peçe örttü. Koyaklardan geçerken ağaçların kovuklarından Yecüc Mecücler üstümüze ok attı, geceleyin yaban adamlarının davul çaldığını duyduk. Maymunlar Kalesi’ne varınca, önlerine yemiş döktük, bize zarar vermediler. Yılanlar Kulesi’ne geldiğimiz zaman yılanlara pirinç taslarla süt verdik, bize yol verdiler. Yolculuğumuzda üç kez Oksüs’ün kıyısına geldik. Üstünden ağaç sallar, koskoca tulumlarla geçtik. Suaygırları kudurdu, bizi öldürmek istedi. Develer onları görünce tir tir titredi.

“Her kentin kralı bizden toprak bastı hakkı aldı, ama hiçbiri içeri girmemizi istemedi. Surların üzerinden üstümüze ekmek attılar, balla yoğrulmuş mısır unundan küçük küçük çörekler, hurmayla doldurulmuş en iyi undan çörekler attılar. Her yüz sepet dolusuna bir kehribar tespih verdik onlara.

“Köylerde oturanlar bizim gelişimizi görünce kuyuları zehirleyip dağ tepelerine kaçtılar. Yaşlı doğup yıldan yıla gencelen, sonunda da ufacık çocuk olarak ölen Magadealarla; kaplanın çocukları olduklarını ileri sürüp üzerlerini sarılı siyahla çizgilerle boyayan Laktroilarla: ölülerini ağaç tepelerine gömen, tanrıları güneşten korktukları için karanlık mağaralarda ömür süren Aurantelerle; taptıkları timsaha yeşil camdan küpeler verip onu tereyağları ve taze av kuşlarıyla besleyen Kriminlerle; sonra köpek suratlı Agazonbelerle; atlardan daha hızlı koşan at bacaklı, Sibanlarla dövüştük. Üçte birimiz çarpışmalarda öldü, üçte birimiz de açlıktan. Kalanlar homur homur homurdanıp üzerlerine uğursuzluk getirdiğimi söylediler. Bir taşın altından boynuzlu bir kara yılan çıkarıp kendimi sokturdum. Bana bir şey olmadığını görünce korktular.

“Dördüncü ayda İllel kentine geldik. Geceleyin surun dışındaki koruluğa vardığımızda hava sıkıntılıydı, çünkü ay akrep burcuna girmişmiş. Ağaçlardan taze narlar koparıp yardık, tatlı sularını içtik. Sonra seccadelerimize uzanıp sabahı bekledik.

“Gün ağarırken kalkıp kentin kapısını çaldık. Kapı kızıl tunçtan yapılmış, üzerine deniz ejderleriyle kanatlı ejderler işlenmişti. Nöbetçiler mazgallardan bakıp ne istediğimizi sordular. Kervanın çevirmeni birçok tüccar malıyla Syria adasından geldiğimizi söyledi. İçeri rehineler aldılar, kapıyı öğleyin açacaklarını ve o zamana dek beklememizi söylediler.

Öğleyin kapıyı açtılar, biz içeri girerken halk evlerden akın akın boşanıp bizi seyre geldi, bir tellal çıkıp iri bir mühre kabuğunun içinden bağıra bağıra bütün kenti dolaştı. Biz çarşı alanında durduk, zenciler de üzeri insan resimli kumaşların denklerini çözüp Frenk çınarından oymalı sandıkları açtılar. Onlar işlerini bitirince tüccarlar türlü türlü şaşırtıcı eşyalarını; Mısır’ın mumlu kefenlerini, Habeş ülkesinin renkli ketenlerini, Sur kentinin eflatun süngerlerini, Sayda’nın mavi kilimlerini, soğuk kehribar fincanları, nefis sırça bardakları, yanmış topraktan ilginç kapları çıkardılar. Bir evin damından bir yığın kadın bizi seyretti. Bir tanesi yaldızlı deriden yüzlük takmıştı.

“İlk gün papazlar gelip bizimle alışveriş ettiler, ikinci gün soylular, üçüncü gün esnafla köleleri geldi. Gelen bütün tüccarlara orada kaldıkları sürece böyle yapmak görenekleriymiş.

“Bir ay kaldık, gökte ay küçülmeye başlayınca usandım, kentin sokaklarında dolaşa dolaşa Tanrı’nın bahçesine vardım.

“Rahipler yeşil ağaçların arasında sarı cüppeleriyle dolaşıyorlardı. Kara mermerden bir taşlıkta, içinde İlah’ın bulunduğu gül pembesi bir ev vardı. Kapıları püskürme lakedendi, üstüne kabartma cilalı altından boğalarla tavuslar işlenmişti. Süslü dam, deniz yeşili çinidendi, geniş saçaklara sıra sıra fisto halinde küçücük çıngıraklar dizilmişti. Aralarından beyaz kumrular uçuşurken kanatları çarptıkça onları çalıyor, çıngırdatıyordu.

“Tapınağın önünde damarlı mühresenk taşı döşeli, suyu duru bir havuz vardı. Suyun başına yatıp solgun parmaklarımla yayvan yapraklara dokundum. Rahiplerden biri bana doğru gelip arkamda durdu. Ayaklarında sandallar vardı, biri yumuşak yılan derisinden, öteki kuş tüyündendi. Başında kara keçeden üstüne gümüş aylar işlenmiş bir taç vardı. Cüppesine yedi altın dokunmuştu, kıvır kıvır saçları rastıkla boyalıydı.

“Biraz sonra bana seslenip dileğimi sordu.

“Dileğimin Tanrı’yı görmek olduğunu söyledim. Rahip küçük gözlerinin ucuyla tuhaf bakarak, ‘Tanrı avda,’ dedi.

“Hangi ormandaysa söyle de, yanında at süreyim, diye yanıt verdim.

“Uzun sivri tırnaklarıyla tüniğinin yumuşak saçaklarını sıvazladı; ‘Tanrı uykuda,’ diye mırıldandı.

“Hangi yataktaysa söyle de, yanında bekleyeyim diye yanıt verdim.

‘Tanrı şölende!’ diye haykırdı.

“Yanıtım, ‘Şarap tatlıysa birlikte içerim, acıysa da gene içerim’ oldu.

“Şaşırarak başını eğdi, elimden tutup beni ayağa kaldırdı; tapınaktan içeri soktu.

“Birinci hücrede, çevresi iri doğu incileriyle çevrilmiş defneden bir taht’a kurulmuş bir put gördüm. Abanozdan oyulmuştu. Büyüklüğü de bir insan büyüklüğü kadardı. Alnında bir yakut vardı, saçlarından kucağına koyu koyu yağ damlıyordu. Ayakları yeni kurban edilmiş bir oğlanın kanıyla kıpkırmızıydı, belinde yedi tane gök zümrüt kakılı bakır bir kemer vardı.

“Rahibe, ‘Tanrı bu mu?’ dedim. ‘Evet, Tanrı budur,’ diye yanıt verdi.

“Bana Tanrı’yı göster, yoksa seni kesinlikle gebertirim,” diye bağırıp elini yakaladım, eli kupkuru kesildi.

“Rahip bana, ‘Efendim, kulunu iyi etsin de Tanrı’yı kendisine göstereyim,’ diye yalvardı.

“Ben de elinin üstüne üfledim, hemen iyileşti; rahip tir tir titredi, beni ikinci hücreye götürdü. İri zümrütler asılmış yeşimden bir nilüfer üstünde duran bir put gördüm. Fildişinden oyulmuştu, bir insanın iki katı büyüklükteydi. Alnında bir zebercet vardı, memeleri güzel kokularla, tarçınla ovulmuştu. Bir elinde yeşimden, eğri bir asa; ötekinde yuvarlak bir kristal tutuyordu. Pirinçten çizme giymişti, kalın boynunu aytaşlarından bir halka çevrelemişti.

“Rahibe, ‘Tanrı bu mu?’ dedim; ‘Evet, Tanrı budur,’ diye yanıt verdi.

“‘Bana Tanrı’yı göster, yoksa seni gebertirim!’ diye haykırıp gözlerine dokundum, kör oldu.

“Rahip, ‘Efendim kulunu iyi etsin de Tanrı’yı göstereyim’ dedi.

“Gözlerine üfledim, gene görmeye başladı; titredi, beni üçüncü odaya götürdü. Vay, ne put vardı, ne de başka bir şey, ama yalnızca taştan bir holde yuvarlak bir ayna vardı.

“Rahibe, ‘Tanrı nerede?’ dedim.

“‘Gördüğün bu aynadan başka Tanrı yok; çünkü bu akıl aynasıdır. Gökte yerde ne varsa hepsini yansıtır. Yalnızca ona bakanın yüzünden başka… yalnızca onu göstermez; içine bakan akıllansın diye. Daha başka aynalar da var. Ama onlar düşünce aynalarıdır. Yalnızca bu akıl aynasıdır. Bu aynaya sahip olanlar her şeyi bilir, onlara hiçbir şey gizli değildir. Buna sahip olmayanlarda akıl yoktur. Bunun için Tanrı odur ve ona taparız,’ diye yanıt verdi. Aynaya baktım, tıpkı bana söylediği gibiydi.

“Pek olmayacak bir şey yaptım; ama orayı geçelim, çünkü aynayı buradan bir günlük yolda bir yere sakladım. Yalnızca lütfet de gene içine girip senin kulun olayım, sen de bütün akıl sahiplerinden daha akıllı olursun; akıl da senin olur. Haydi lütfet de içine gireyim, artık hiç kimse senin gibi akıllı olamaz.”

Ama genç Balıkçı güldü, “Aşk akıldan iyidir, küçük Denizkızı da beni seviyor,” diye haykırdı.

Ruh, “Yok, akıldan üstün hiçbir şey olamaz,” dedi.

Genç Balıkçı, “Aşk daha iyi” diye derinlere daldı; ruh da ağlaya ağlaya bataklıkların üstünden giderek uzaklaştı.

İkinci yılın sonunda, Ruh denizin kıyısına inip genç Balıkçı’yı çağırdı. Balıkçı da çıkıp, “Beni niye derinlerden çağırıyorsun?” dedi.

Ruh, “Yaklaş da konuşalım, olağanüstü şeyler gördüm,” diye yanıt verdi.

Balıkçı yaklaştı, sığ kıyıda uzandı, başını avuçlarının içine alıp dinledi.

Ruh dedi ki: “Senden ayrılınca başımı alıp güney yolunu tuttum. Ne kadar değerli şey varsa güneyden gelir. Altı gün Aşter kentine giden kır yollarında yürüdüm, hacıların geçidi kızıl tozlu kır yollarına koyuldum, yedinci günün sabahında gözlerimi kaldırdım, o! Kent ayaklarımın altında, koyaktaydı.

“Bu kente dokuz kapıdan girilir, hep kapının önünde dağdan Bedeviler indikçe kişneyen tunçtan bir at vardır. Surları bakır kaplı, surların üstündeki burçlar pirinç damlıdır. Her kulede eli yaylı bir okçu durur. Gün doğarken okuyla bir gonga vurur, gün batarken de boynuzdan bir boru çalar.

“Ben girmek isterken korumanlar yolumu kesip kim olduğumu sordular. Derviş olduğumu, yeşil mendil üstüne gümüşten harfli yazılarını meleklerin işlediği Kuran’ın bulunduğu Mekke kentine gittiğimi söyledim. Şaşkınlık içinde kaldılar. İçeri girmem için yalvardılar.

“İçerisi tıpkı bir çarşı gibiydi. Keşke benimle birlikte olsaydın. Dar sokaklarda bir baştan bir başa şen renkli kğıt fenerler, iri kelebekler gibi titreşir. Damların üzerinden rüzgr estikçe renkli su kabarcıkları gibi çıkıp düşerler. Kulübelerinin önünde ipek seccadeler üstünde bezirgnlar oturur. Dimdik sakalları vardır, sarıkları altın pullarla dokunmuştur. Serin parmaklarının arasından da kehribar ya da yontma şeftali çekirdeğinden uzun tespihler kayar. Kimileri, arapzamkı, sümbül, Hint Denizi adalarından gelme görülmedik kokular, al güllerden çıkarılmış koyu koyu yağlar, mirrisafiler ve çivi biçiminde kuru karanfiller satar. İnsan önlerinde durup konuşsa hemen mangala bir tutam buhur atıp havaya tatlı koku saçarlar. Elinde kamış gibi ince bir çubuk tutan bir Suriyeliye rasgeldim. İplik iplik gümüşsü bir duman tüttürüyordu, kokusu pembe ilkyaz bademinin kokusu gibiydi. Başkaları üzerleri sıvama gökmavisi firuzelerle kaplı gümüş bilezikler, küçük inci saçaklarla altın çemberli kaplan tırnakları, delikli zümrütlerden küpeler, oluklu yeşimlerden yüzükler satarlar. Çayhanelerden kitara sesi gelir, esrar çekenler de gülümseyen beyaz yüzleriyle gelip geçenlere bakarlar.

“Gerçekten benimle olmalıydın. Sırtları siyah kırbalı şarapçılar kalabalığı dirsekleyip kendilerine yol açıyorlardı. Birçokları bal gibi tatlı Şiraz şarabı satıyor. Şarabı küçük maden taslarla sunuyor, üstüne gül yaprakları serpiyorlardı. Pazar alanında yarık yarık ayrılmış eflatun kabuklu taze incirler, Kıbrıs elmaslarını andıran sapsarı mis gibi kavunlar, ağaç kavunları, pespembe elmalar, salkım salkım üzümler, yusyuvarlak kızıl altın renginde portakallar, yeşil altın renginde limonlar, türlü türlü yemiş satan yemişçiler duruyor. Bir kez de bir fil gördüm. Hortumu llle, zerdeçalla boyanmıştı. Kulaklarının üzerinde kıpkırmızı ipekten bir ağ vardı. Kulübelerden birinin karşısında durup portakalları yemeye başladı, adam da yalnızca bakıp güldü. Onların ne tuhaf bir oymak olduklarını bilemezsin. Keyifleri yerindeyken kuşçulara gider, kafes içinde bir kuş alır, neşelerini artırmak için salıverirler; üzgünken üzüntüleri azalmasın diye dikenlerle dövünürler.

“Bir akşam zencilerin çarşıdan, ağır bir tahtıravan geçirdiklerini gördüm; yaldızlı bambudandı, ll renginde çin cilasıyla kaplı kollarına pirinç tavuslar kakılmıştı. Pencerelerine böcek kanatlarıyla ufacık incirler işlenmiş, incecik bürümcük perdeler gerilmişti; geçerken içinden solgun yüzlü bir Çerkez bakıp bana güldü. Peşlerine takıldım, zenciler de adımlarını sıklaştırıp kaşlarını çattılar, ama ben aldırmadım, büyük bir meraka düştüm.

“Ve sonunda dört köşe beyaz bir evin önünde durdular. Hiç penceresi yoktu, yalnızca türbe kapısı gibi küçük bir kapısı vardı. Tahtırevanı yere bırakıp bakır bir çekiçle kapıya üç kez vurdular. Yeşil deriden kaftan giymiş bir Ermeni parmaklıktan bakıp onları görünce kapıyı açtı, yere bir halı serdi kadın da tahtırevandan çıktı. İçeri girerken dönüp bana gülümsedi. Hiç bu kadar soluk renkli insan görmemiştim.

“Ay doğunca aynı yere dönüp o evi aradım, ama yerinde yeller esiyordu. Bunu görünce kadının kim olduğunu, niçin bana gülümsediğini anladım.

“Keşke benimle olsaydın, yeni ayın bayramında genç Hakan sarayından çıkıp namaz kılmaya camiye gitti. Saçı sakalı gül yapraklarıyla boyanmış, yanakları ince altın tozuyla süslenmiş, tabanlarıyla avuçları safranla sarartılmıştı.

“Gün doğarken sarayından gümüş kaftanla çıktı, gün batarken altın kaftanla döndü. Halk yerlere kapanıp yüzlerini gözlerini sürdü, ama ben öyle yapmadım. Hurmacı sergisinin yanında durup bekledim. Hakan beni görünce rastıklı kaşlarını kaldırıp durdu. Ben hiç yerimden kıpırdamadım, kendisine hiç saygı göstermedim. Halk cüretime şaşıp kentten kaçmamı salık verdi. Onlara kulak asmadım, gidip sanatları yüzünden ilençlenmiş, tuhaf tuhaf putlar yapan satıcıların yanına oturdum. Yaptıklarımı anlatınca her biri bir put verip başlarından çekilmemi dilediler.

“O gece Nar sokağındaki çayevinde bir şilte üstünde uzanmış yatarken Hakan’ın özel hizmetlileri gelip beni saraya götürdüler. Ben içeri girdikçe arkamdan birer birer her kapıyı kapayıp üstüne zincir vurdular, içerde çepeçevre revaklı geniş bir avlu duvarı vardı. Duvarlar yer yer yeşilli mavili çinilerle bezenmiş beyaz horasan taşındandı. Büyük sütunlar yemyeşil somakiden, zemin şeftali çiçeği renginde bir tür eflatun mermerdendi. Hiç böyle bir şey görmemiştim.

“Avludan geçerken yaşmaklı iki kadın sayvandan aşağı bakıp bana ilendi. Hizmetliler hızlandı, mızraklarının dipçikleri cilalı yere vurdukça tın tın ediyordu. Fildişinden işleme bir kapı açtılar, kendimi yedi setli sulak bir bahçede buldum. Kadeh gibi laleler, ay parçası patlar, gümüş kaplı sabır çiçekleri dikilmişti. Karanlık havadan aşağı kristalden ince, boru gibi bir çeşme sarkıyordu. Servi ağaçları yanıp bitmiş çıralar gibi tütüyor, bir tanesinde bülbül ötüyordu.

“Bahçenin öbür ucunda küçük bir daire vardı. Biz yaklaşırken iki haremağası karşılamaya çıktı. Yassı vücutları yürürken iki yana çalkanıyor, sarı kapaklı gözleri bana merakla bakıyordu. Biri Hasekiler Kahyasını bir yana çekip bir şeyler fısıldadı. Öteki, leylak rengi mineli oval bir kutudan çalımlı bir tavırla alıp ağzına attığı kokulu şekerleri, ağzında çevirip duruyordu.

Birkaç dakika sonra Hasekiler Kahyası, hizmetlilere izin verdi; onlar, arkalarından da haremağaları kendilerini yavaş yavaş izleyip, yanlarından geçtikleri ağaçlardan tatlı dutları kopararak saraya döndüler. Yaşlıca olan, bir kez dönüp bana korkunç korkunç gülümsedi.

“Sonra Hasekiler Kahyası beni dairenin girişine dek götürdü, titremeden yürüdüm, ağır perdeyi çekip içeri girdim.

“Genç Hakan, boyalı aslan postları örtülü bir sedire uzanmıştı, bileğine de bir şahin konmuştu. Arkasında yarı beline dek çıplak, kulaklarına koca koca küpeler asılmış bir Nubyeli duruyordu. Sedirin yanında bir masanın üstünde çelik bir pala pırıl pırıl parlıyordu.

“Hakan beni görünce kaşlarını çatıp ‘Adın nedir senin? Bilmiyor musun, bu kentin hakanı benim.’ dedi. Ama ben, hiç yanıt vermedim.

“Parmağıyla palayı gösterdi; Nubyeli de onu kapıp olanca gücüyle üstüme indirdi. Çelik içimden vızz diye geçti, ama bana hiçbir şey yapmadı. Adam da teker meker yere serildi; ayağa kalkarken korkusundan dişleri birbirine çarptı, sedirin arkasına saklandı.

“Hakan yerinden fırladı, silahlıktan bir mızrak çekip üstüme attı. Daha havadayken kapıp iki parça ettim. Beni okla vurmaya kalkıştı, ellerimi kaldırdım, ok havada yarı yolda kalakaldı. Sonra, Nubyeli bu utanılası olayı başka bir yerde söyler diye beyaz deri kemerinden bir hançer çıkarıp boynunu vurdu. Adam ezilmiş bir yılan gibi kıvrandı, dudaklarından kızıl bir köpük geldi.

“O ölür ölmez Hakan bana döndü, uçları çepeçevre işlemeli eflatun bir çevre çıkarıp parıl parıl alnından terini sildi, bana, ‘Peygamber misin sen? Hiçbir şey yapamıyorum; yoksa Peygamber oğlu musun? Hiçbir yerinden vuramıyorum. Yalvarırım sana, benim kentimden çık, sen içerde kaldıkça ben hakanlığımı bilemiyorum!’ dedi.

“Yanıt verdim, dedim ki: ‘Hazinenin yarısını verirsen giderim; ver hazinenin yarısını bana, gideyim.’

“Elimden tutup beni bahçeye çıkardı. Hasekiler Kahyası beni görünce şaşakaldı. Haremağaları beni görünce dizlerinin bağı çözüldü, korkudan hep yere kapandılar.

“Sarayda pirinç kaplı tavanından kandiller sarkan, kızıl somakiden sekiz köşeli bir duvar vardı. Duvarlardan birine Hakan dokununca duvar yarıldı, birçok çırayla aydınlatılmış bir geçitten içeri girdik. İki keçeli hücreler içinde ağzına dek gümüş parayla doldurulmuş şarap küpleri vardı. Dehlizin ortasına varınca Hakan ağza alınmayacak bir söz söyledi, gizli bir zemberek üstünden granit bir kapı ardına kadar açıldı, kamaşmasın diye elleriyle gözlerini kapadı.

“Nasıl akıllara şaşkınlık verici bir yer olduğunu düşünemezsin. İncilerle dolu koca koca kaplumbağa kabukları, yığın yığın yakutlarla dolu içleri oyulmuş ay taşları vardı. Fil derisinden çuvallara altın; deriden tulumlara da altın tozu doldurulmuştu. Elmaslarla gökyakutlardan ilki kristal, sonuncusu yeşil çanaklardaydı. İnce fildişi tabakalara sıra sıra yuvarlak yeşil zümrütler dizilmişti; bir köşede bazısı firuzelerle, bazısı gök zümrütlerle dolu ipek torbalar vardı. Fildişi boynuzlar pembe kumdağı taşlarıyla, pirinç borular da alaca akiklerle, yemen taşlarıyla tepeleme doluydu. Fıstık ağacından sütunlarda dizi dizi sarı değerli taşlar asılıydı. Düz oval kalkanların içinde hem şarap rengi, hem çayır rengi parlak yakutlar vardı. Gene sana ancak oradakilerin onda birini söyleyebildim.

“Hakan elini yüzünden çekince bana, ‘İşte hazinem burası; tıpkı söz verdiğim gibi yarısı senin. Sana develerle deveciler de veririm, ne buyurursan yaparlar, hazineden payını dünyanın neresine gitmek istersen götürürler. Bu iş bu gece olacak, çünkü babam Güneş’in, benim kendi ülkemde öldüremeyeceğim bir adamın bulunduğunu görmesini istemem,’ dedi.

“Ben yanıt verdim, dedim ki: ‘Buradaki altınlar senin olsun, senin olsun gümüşler de, bütün değerli mücevherler, para eden her şey senin olsun. Bana gelince, benim böyle şeylere hiç gereksinmem yok. Senden, şu parmağındaki yüzükten başka bir şey alacak değilim.’

“Hakan’ın kaşları çatıldı, “Kurşun parçası bir yüzük bu, hem değeri de yok,’ diye haykırdı.

“‘Yok!’ dedim, ‘O kurşun yüzükten başka bir şey almam, çünkü içindeki yazıyı, hem de ne amaçla yazıldığını biliyorum.’

“Hakan tir tir titredi, bana yalvarıp, “Bütün hazinemi al da ülkemden çık; benim payım da senin olsun,’ dedi.”

Ruh, “Çok aykırı bir şey yaptım. Ama şimdi bunu anlatmanın sırası değil; zenginlik yüzüğünü buradan bir günlük yolda bir mağaraya sakladım. Buradan ancak bir günlük yolda, senin gelmeni bekliyor. Böyle bir yüzüğe sahip olan dünyanın bütün krallarından daha zengin olur. Gel işte, gel de al onu, bütün dünyanın hazineleri senin olsun,” dedi.

Ama genç Balıkçı güldü; “Aşk zenginlikten iyidir, küçük Denizkızı da beni seviyor!” diye haykırdı.

Ruh, “Hayır, zenginlikten iyi bir şey yoktur,” dedi.

Genç Balıkçı, “Aşk daha iyi” diye yanıt verip derinlere daldı; Ruh da ağlaya ağlaya bataklıklardan uzaklaştı.

Üçüncü yıl da geçtikten sonra, Ruh denizin kıyısına gelip Genç Balıkçı’ya seslendi; Balıkçı da derinlerden çıkıp, “Beni niye çağırıyorsun?” diye sordu.

Ruh yanıt verdi: “Yaklaş, yaklaş da konuşalım, olağanüstü şeyler gördüm.”

Balıkçı yaklaştı, sığ kıyıya uzandı, başını avucunun içine alıp dinledi.

Ruh dedi ki; “Bildiğim bir kentte, ırmak kıyısına kurulmuş bir kervansaray vardır. Orada iki ayrı renkte şarap için arpa ekmeğiyle sirkeli, defneli lakerda balığı yiyenlerle oturdum. Biz orada kurulup keyif çatarken içeri deri bir seccadeyle kehribardan iki saplı bir lavta getiren yaşlı bir adam girdi. Seccadeyi yere serdikten sonra lavtasının tel kirişlerine mızrapla vurdu. İçeri, koşa koşa yüzü peçeli bir kız gelip önümüzde oynamaya başladı. Yüzünde bürümcükten bir peçe vardı; çıplak ayakları seccadenin üzerinde küçücük güvercinler gibi oynuyordu. Hiç böyle olağanüstü bir şey görmemiştim; oynadığı yer buradan ancak bir günlük yolda.”

Şimdi genç Balıkçı, Ruhunun sözlerini duyunca küçük Denizkızı’nın ayakları olmadığını ve dans edemediğini anımsadı; büyük bir istek duydu ve kendi kendine, “Yalnızca bir günlük yolmuş, sonra sevgilime dönebilirim,” diye güldü, sığ kıyıda ayağa kalkıp Ruh’a doğru yürüdü.

Kuru toprağa varınca yeniden gülüp kollarını Ruhuna uzattı. Ruhu da sevincinden haykırdı, ona doğru koşup içine girdi. Genç Balıkçı da, önünde kumsalın üstünde vücudunun gölgesini, Ruhunun gövdesini gördü.

Ruh ona, “Durmayalım, hemen buradan savuşalım, Deniz Tanrıları kıskanç, buyruklarında da canavarlar var,” dedi.

Hemen savuştular, bütün gece ay ışığında gittiler, bütün ertesi gün, gün ışığında gittiler; günün akşamında bir kente vardılar.

Genç Balıkçı, Ruhuna, “Söylediğin kızın dans ettiği kent bu mu?” diye sordu.

Ruhu yanıt verdi: “Bu değil, başka bir kent; ama bu kente girelim.”

İçeri girip sokaklardan geçtiler, mücevhercilerin sokağından geçerken genç Balıkçı bedesten dolabında sergilenen güzel gümüş bir fincan gördü. Ruhu Balıkçı’ya, “Şu gümüş fincanı al sakla,” dedi.

Balıkçı da fincanı alıp gömleğinin katları arasına sakladı ve çabucak kentten çıktılar.

Bir fersah kadar uzaklaştıktan sonra, genç Balıkçı kaşlarını çattı, fincanı fırlatıp, Ruhuna, “Niçin bana bunu aldırıp saklattın? Bu kötü bir davranış,” dedi.

Ama, Ruh’u yanıt verdi: “Yüreğini ferah tut, yüreğini ferah tut.”

İkinci günün akşamında bir kente geldiler, genç Balıkçı Ruhuna, “Bana söylediğin kızın dans ettiği kent bu mu?” diye sordu.

Ruh yanıt verdi: “Bu değil, başka bir kent; ama bu kente girelim.”

Girdiler, sokaklardan geçtiler, çarıkçıların sokağından geçerken genç Balıkçı bir su küpünün yanında bir çocuk gördü. Ruhu, “Çocuğu patakla,” dedi. Balıkçı ağlatıncaya değin çocuğun pestilini çıkardı. Sonra kentten çıktılar.

Bir fersah uzaklaştıktan sonra, genç Balıkçı kızdı, Ruhuna, “Niçin bana şu çocuğu hırpalattın? Bu kötü bir davranış,” dedi.

Ama Ruhu yanıt verdi: “İçini ferah tut, içini ferah tut.”

Üçüncü günün akşamında bir kente geldiler, genç Balıkçı Ruhuna, “Bana söylediğin kızın dans ettiği kent bu mu?” diye sordu.

Ruhu yanıt verdi: “Bu kent olabilir, haydi girelim.”

Girdiler, sokaklardan geçtiler, ama genç Balıkçı ırmağı da, kıyısındaki hanı da hiçbir yerde bulamadı. Kent halkı, ona tuhaf tuhaf baktı, Balıkçı korkmaya başladı. Ruhuna, “Buradan gidelim, beyaz ayaklarıyla dans eden kız burada yok,” dedi.

Ama Ruhu, “Yok kalalım, çünkü gece karanlıktır, yolda soyguncular çıkar,” diye yanıt verdi; Balıkçı’yı çarşı alanda oturtup dinlendirdi.

Az sonra Tatar kumaşından harmaniye giyinmiş başlıklı bir Tüccar geçti; elinde boğmaklı bir kamış takılmış delikli boynuzdan bir fener vardı. Tüccar ona, “Dolapların kapandığını, denklerin bağlandığını görüyorsun da ne diye çarşı alanında oturuyorsun?” dedi.

Genç Balıkçı, “Bu kentte han bulamadım, sığınabilecek akrabam da yok,” yanıtını verdi.

Tüccar, “Hep akraba değil miyiz? Hepimizi bir Tanrı yaratmadı mı? Benimle gel, seni yatıracak konuk odam var,” dedi.

Genç Balıkçı da kalktı, Tüccar’ın evine gitti. Bir nar bahçesinden geçip de eve girince, Tüccar, ellerini yıkaması için bakır bir tasta gülsuyuyla, serinlik versin diye taze taze kavunlar getirdi, önüne bir sahan pilavla kızarmış oğlak eti koydu.

Yemeğini bitirince, Tüccar Balıkçı’yı konuk odasına götürdü, rahat uyumasını diledi. Genç Balıkçı da teşekkürler etti, elindeki yüzüğü öpüp kendisini boyalı keçi kılından keçenin üstüne attı. Kara kuzu yününden bir örtüyü üstüne çekip uykuya daldı.

Gün ağarmadan üç saat önce, daha ortalık karanlıkken Ruhu onu uyandırıp, “Kalk dedi, kalk da Tüccar’ın uyuduğu odaya git, öldür onu, altınlarını al, çünkü altına gereksinmemiz var.”

Genç Balıkçı kalkıp sessizce Tüccar’ın odasına gitti. Tüccar’ın ayaklarının üzerinde eğri bir kılıç, yanındaki tepsinin içinde de dokuz kese altın vardı. Elini uzatıp kılıca dokunur dokunmaz Tüccar silkinip uyandı, kılıcı kendisi kapıp “Sen iyiliğe kötülük mü edersin? Sana gösterdiğim inceliğe karşı kan dökerek mi karşılık vereceksin?” diye haykırdı.

Ruh, genç Balıkçı’ya, “Vur!” dedi. Balıkçı öyle bir vuruş vurdu ki, Tüccar kendinden geçti, Balıkçı dokuz kese altını kaptı, çabucak nar bahçesinden çıkıp yüzünü yıldıza, sabah yıldızına çevirdi.

Kentten bir fersah uzaklaştıktan sonra, genç Balıkçı göğsünü dövdü, Ruhuna, “Niçin bana Tüccar’ı öldürtüp altınlarını aldırttın? Elbette sen kötüsün,” dedi.

Ama Ruhu yanıt verdi: “Sakin ol, sakin ol.”

Genç Balıkçı, “Hain!” diye haykırdı, “Hayır, sakin olamam; bana bütün yaptırdıklarından iğreniyorum. Senden de iğreniyorum. Söyle diyorum, ne diye beni bu işlere bulaştırdın?”

Ruhu yanıt verdi: “Beni insanların içine saldığın zaman yüreğini vermedin; ben de bütün böyle şeyleri yapıp sevmeyi öğrendim.”

Genç Balıkçı, “Ne söylüyorsun?” diye mırıldandı.

Ruhu, “Bilirsin” dedi, “çok iyi bilirsin. Bana yüreğini vermediğini unuttun mu? Sanmam. Artık ne kendini üz, ne de beni; sakin ol; çünkü üstünden atamayacağın hiçbir acı, duyamayacağın hiçbir zevk yoktur.”

Genç Balıkçı bu sözleri duyunca tir tir titredi. Ruhuna, “Hayır” dedi, “Sen kötüsün, bana aşkımı unutturdun, beni benliğimle kandırdın, ayaklarımı günah yoluna bastırdın.”

Ruhu yanıt verdi: “Sen beni insanların içine saldığın zaman bana yüreğini vermediğini unutma! Gel başka bir kente gidelim, keyfimize bakalım; dokuz kese altınımız var.”

Ama genç Balıkçı dokuz kese altını alıp yere fırlattı, üstüne çıkıp çiğnedi.

“Hayır,” diye haykırdı, “Artık seninle hiçbir işim yok, birlikte hiçbir yere gidecek değilim, tıpkı önce seni defettiğim gibi, şimdi de defedeceğim; çünkü bana hiçbir hayrın dokunmadı.” Ve sırtını aya dönüp, yeşil engerek derisinden saplı küçük bıçakla Ruhunun gövdesi olan vücudunun gölgesini ayaklarından kesip atmaya çalıştı.

Ama, Ruhu ondan ayrılmadı, dediklerine de kulak vermedi; ona, “Sana cadının söylediği büyünün artık etkisi kalmadı; ben senden ayrılamam, sen de beni kovamazsın. İnsan ruhunu ancak bir kez çıkarabilir; ama ruhunu geriye alan sonsuza dek içinde taşımak zorundadır. Bu onun hem cezası, hem ödülüdür,” dedi.

Genç Balıkçı’nın yüzünün rengi uçtu, ellerini ovuşturup haykırdı: “Yalancı bir cadıymış, bunu bana söylemeliydi.”

Ruhu, “Hayır,” dedi, “Tapındığına, kulluğunda sonsuza dek kalacağı ‘O’na bağlıydı.”

Genç Balıkçı, artık ruhundan ayrılamayacağını, bu ruhun da kötü bir ruh olduğunu ve her zaman içinde kalacağını anlayınca acı acı ağlayarak yere yığıldı.

Gün doğunca, genç Balıkçı kalkıp Ruhuna, “Söylediklerini yapmamak için ellerimi bağlar, senin sözlerini söylememek için dudaklarımı kaparım, sevdiğimin olduğu yere dönerim. Denize dönerim, her zaman şarkısını okuduğu o küçük koya; ona seslenir, yaptığım kötülüğü, başıma getirdiğin kötülüğü anlatırım,” dedi.

Ruhu,onu kandırmaya kalkıp, “Sevgilin kim ki dönüp gideceksin? Dünyada ondan güzel neler var. Kurdun kuşun bütün oyunlarını bilen, onlar gibi dans eden Samaris kızları var. Ayaklarında küçük bakır zilleri vardır. Dans ederken gülerler, kahkahaları suların kahkahasından daha şakraktır. Benimle gel de sana onları göstereyim. Günah olacak diye bu üzüntün neden? Yemesi zevk veren şey, yiyen için yapılmamış mı? Tatlı tatlı içilen şeyde zehir mi var? Kendini üzme, gel benimle, başka bir kente gidelim. Şuracıkta küçük bir kentte bir lale bahçesi var. Bu alımlı bahçede beyaz tavuslarla mavi göğüslü tavuslar dolaşıyor. Güneşe açtıkları zaman kuyrukları fildişinden tepsilere, altın yaldızlı tepsilere benzer. Yemlerini veren kadın onları eğlendirmek için oyunlar oynar, kimileyin ellerinin üstünde dans eder, kimileyin de ayak üstü oynar; gözleri sürmeli, burun delikleri kırlangıç kanadı gibidir. Burun deliklerinden birinde bir halkaya inciden işlenmiş bir çiçek asılıdır. Dans ederken kahkahalar atar, topuklarında gümüş halkalar, gümüş çıngıraklar gibi şıngırdar. Haydi üzülme artık, gel benimle o kente.”

Ama, genç Balıkçı artık ruhuna yanıt vermedi. Ağzına sessizlik mührünü, ellerine de bir ipin sımsıkı düğümünü vurdu. Geldiği yerin, sevgilisinin her zaman şarkı okuduğu küçük koyun yolunu tuttu. Ruhu da yolda durmadan onu baştan çıkarmaya çalıştı, ama o hiç yanıt vermedi, yaptırmak istediği kötülüklerin de hiçbirini yapmadı. İçindeki aşkın gücü öylesine büyüktü.

Denizin kıyısına varınca, ellerinden ipi, dudaklarından sessizlik mührünü çözdü, küçük Denizkızı’na seslendi. Bütün gün çağırdı, yalvardı, ama kız onun sesine gelmedi.

Ruhu alay edip, “İşte, aşkından derebildiğin neşe bu kadarcık,” dedi, “Sen ölüm anında kırık bir kaba su dolduran insan gibisin. Elindekini veriyor, hiçbir karşılık almıyorsun. Senin için en iyisi gene benimle birlikte gelmektir, çünkü zevk koyağının nerede olduğunu, orada neler yapıldığını biliyorum.”

Ama genç Balıkçı, Ruhuna yanıt vermedi; bir kayanın yarığında kendine çitten bir ev yaptı, bütün yıl orada kaldı. Her sabah Denizkızı’na seslendi, her öğlen onu yeniden çağırdı, geceleri onun adını söyledi, kız gene denizden çıkıp gelmedi. Mağaralarda, yemyeşil sularda, gelgitin oluşturduğu çukurcuklarda, enginin dibindeki kuyularda onu aradı, denizin hiçbir yerinde bulamadı.

Ruhu da sürekli olarak onu kötülüğe kışkırttı, kulaklarına korkunç şeyler fısıldadı; ama yine de onu kandıramadı; aşkın gücü öyle büyüktü ki, bir yıl geçtikten sonra, Ruh kendi kendine, “Sahibimi kötülük yolunda kandırmaya çalıştım, aşkı benden güçlü çıktı. Şimdi iyilik yolunda kandırayım, benimle gelir,” diye düşündü.

Genç Balıkçı’ya, “Sana şimdiye dek dünyanın zevklerinden söz ettim, bana sağır bir kulak çevirdin. Şimdi izin ver de dünyanın cefasını anlatayım, belki dinlersin. Doğrusunu istersen yeryüzünün sultanı cefadır, onun ağından kurtulmuş kimse yoktur, kiminin gömleği yoktur, kiminin ekmeği. Eflatun giyen dullar da vardır, lime lime giyen dullar da. Bataklıklarda aşağı yukarı cüzamlılar dolaşır. Birbirlerine kıyıcılık yaparlar. Dilenciler kır yollarında gider gelir; heybeleri tamtakırdır. Kentlerin sokaklarından kıtlık geçer, kapılarında veba oturur. Haydi bu işleri yoluna koyalım, bunları yaptırmayalım. Sesine gelmediğini göre göre niçin burada sevgilini çağırıp bekleyeceksin? Aşk nedir ki onun için bunca şeyden özveride bulunuyorsun?”

Ama genç Balıkçı yanıt vermedi, aşkının gücü öyle büyüktü ki, her sabah Denizkızı’na seslendi, her öğlen onu yeniden çağırdı, her gece onun adını söyledi. Kız gene denizden çıkıp ona gelmedi. Onu denizin akıntılarında, dalgaların altındaki koyaklarda, gecenin eflatunlaştırdığı denizde, sabahın kül rengine boyadığı denizde aradı; hiçbir yerde bulamadı.

İkinci yıl da geçtikten sonra geceleyin çitten kulübesinde yapayalnız otururken Ruh, genç Balıkçı’ya; “Yazık! İşte seni kötülük yolundan kandırmaya çalıştım, kanmadın; iyilik yolundan kandırmaya uğraştım, kanmadın; aşkın benden daha zorluymuş. Artık seni kandıracak değilim, ama lütfet de yüreğine gireyim, tıpkı eskisi gibi seninle özdeş olayım.”

Genç Balıkçı, “Elbette girebilirsin, çünkü yüreğin olmadığı halde dünyayı dolaştın, kimbilir ne acılar çektin,” dedi.

Ruh, “Eyvah! Girecek hiçbir yer bulamıyorum. Yüreğin aşkla öyle dolu ki!” diye haykırdı.

Genç Balıkçı, “Olsun, gene de sana yardım etmek isterim,” dedi.

O bunları söylerken, denizden bir yas çığlığı yükseldi, tıpkı Deniz halkından biri öldüğü zaman duyulan çığlık gibi. Genç Balıkçı yerinden fırladı, çit kulübesinden çıkıp aşağı, kıyıya koştu. Kapkara dalgalar gümüşten beyaz bir şey sırtlamış, kıyıya doğru hızlı hızlı geliyordu. O şey, köpüklerden beyazdı, dalgaların üstünde bir çiçek gibi çırpınıyordu. Onu mavi dalgalardan beyaz dalgalar; beyaz dalgalardan da köpükler aldı. Deniz kıyısı, karşısında saf tuttu. Genç Balıkçı küçük Denizkızı’nın gövdesini ayaklarının dibine uzanmış buldu. Ayaklarının dibinde ölüsü yatıyordu.

Acının sillesini yemiş biri gibi yanına atıldı, dudaklarının buz gibi kızıllığını öptü, saçlarının ıslak kehribarlarıyla oynadı. Coşkusundan titreyerek, ağlayarak yanıbaşına, kumlara atıldı, esmer kollarıyla onu bağrına bastı. Denizkızı’nın dudakları buz gibiydi, ama yine de onu öptü. Saçlarının balı tuzluydu, gene acı bir lezzetle tattı. Kapalı gözlerini öptü, göz kapaklarındaki hırçın su serpintileri kendi gözyaşları kadar tuzlu değildi.

Onun ölüsüne içini döktü. Kulaklarının sedefine öyküsünün acı şarabını boşalttı. O küçücük elleri kendi boynuna doladı, parmaklarını boynunun narin sazında gezdirdi. Acı bir neşe duydu; içsızısı tuhaf bir sevinçle doluydu.

Kapkara deniz yaklaştı, bembeyaz köpükler cüzamlılar gibi inim inim inledi. Deniz köpükten bembeyaz pençeleriyle onu kıyıda bir kör gibi aradı. Deniz Kralı’nın sarayında gene bir yas çığlığı yükseldi, uçsuz bucaksız denizden su tanrılarının boğuk boru sesleri geldi.

Ruhu, “Haydi kaç!” dedi. “Deniz yaklaştıkça yaklaşıyor, daha beklersen seni boğar. Haydi kaç; aşkının büyüklüğünden yüreğinin bana kapalı olduğunu görüp korkuyorum. Güvenli bir yere kaç. Beni öbür dünyaya yüreğin olmadan gönderecek değilsin ya?”

Ama genç Balıkçı ruhunu dinlemedi, küçük Denizkızı’na seslenip, “Aşk akıldan iyi, hazinelerden değerli, Havva kızlarının ayaklarından daha güzel. Onu ateşler yakamaz, sular söndüremez. Seni sabah çağırdım, sesime gelmedin. Adını ay ağzımdan duydu, sen duymadın. Kötülükle seni bıraktım, kendi gönlümün yolunu tuttum. Ama, aşkın hep benimle kaldı, hep güçlendi; kötülüğe de baktım, iyiliğe de baktım; ama hiçbir şey aşkını yenemedi. Şimdi sen öldüğüne göre, ben de seninle birlikte ölürüm.”

Ruhu onu ölüden ayırmak için çok uğraştı, ama o bırakmadı, aşkı çok büyüktü. Deniz yaklaştı, dalgalarıyla onu örtmek istedi; artık sona erdiğini anlayınca, Denizkızı’nın buz gibi dudaklarını çılgın dudaklarıyla öptü, içindeki yürek çatladı. Yüreği aşkının taşmasından çatladı, Ruhu girecek yer buldu ve eskisi gibi birleştiler. Deniz, genç balıkçıyı dalgalarıyla kapladı.

Sabahleyin rahip denizi kutsamaya gitti, deniz çok dalgalıydı. Bütün papazlar, ilahiciler, şamdancılar, buhurdancılarla büyük bir kalabalık da birlikte geldi.

Rahip kıyıya gelince genç balıkçıyı boğulmuş, kollarıyla küçük Denizkızı’nın vücuduna sımsıkı sarılmış gördü. Kaşlarını çatarak geri çekildi, haç çıkarma işaretlerini yaptıktan sonra yüksek sesle, “Denizi de içindekileri de kutsayacak değilim. Deniz halkına ilenç olsun, ilenç olsun onlarla düşüp kalkanlara. Aşkının uğruna Tanrısını unutup Tanrı’nın yargısıyla yok olan oynaşıyla şurada yatana gelince, leşini oynaşının leşiyle kaldırıp Çırpıcıların çayırında bir köşeye gömün, üstlerine ne bir taş dikin, ne bir iz bırakın; yerlerini kimse bilmesin. Yaşarken ilençlenmişlerdi, ölümlerinden sonra da ilenç içinde yatacaklar!”diye bağırdı.

Halk, rahibin dediğini yaptı; Çırpıcıların çayırında ot bitmedik bir köşeye derin bir çukur kazdılar, içine ölüleri koydular.

Üçüncü yıl geçtikten sonra, Rahip dinsel günlerden bir günde halka, kurtarıcının yaralarını gösterip tanrısal öfkeden söz eden vaazını vermek için kiliseye gitti.

Cüppesini giyip içeri girdi, mahfilin önünde baş eğerken mahfili o ana dek hiç görülmemiş şaşırtıcı çiçeklerle örtülü gördü. Görünüşleri tuhaftı, garip bir güzellikteydiler, güzellikleri rahibe dokundu, burnuna kokuları tatlı tatlı geldi. Bir kötülük duyumsadı, niçin olduğunu anlayamadı.

Sandukayı açtı, içindeki kutsal kaseyi tütsüleyip halka bembayaz kutsal ekmeği gösterdikten ve yeniden perdelerin arkasına sakladıktan sonra, halka Tanrı’nın öfkesinden söz etmek üzere konuşmasına başladı. Ama bembeyaz çiçeklerin güzelliği rahibe dokundu, tatlı kokuları burnundan girdi, dudaklarından başka sözler döküldü; Tanrı’nın öfkesinden söz etmedi; ama adı aşk olan Tanrı’dan söz etmeye başladı. Neden böyle şeyler söylediğini kendisi de anlayamadı.

Sözünü bitirince halk ağladı, rahip de kutsallık hücresine döndü, gözleri yaşarmıştı. Din adamları tören cüppesini çıkarmaya başladılar; beyaz ferveyi, hamaili, tören kuşağını, yerlere dek inen yakayı aldılar. O düş görür gibi önlerinde durdu.

Soyunduktan sonra onlara bakıp, “Mahfildekiler ne çiçeğiydi? Hem nereden gelmiş bunlar?” diye sordu.

Din adamları, “Ne çiçeği olduklarını bilemeyiz, ama Çırpıcı çayırının köşesinden geldi,” diye yanıt verdiler. Rahip titredi, kendi evine gidip dua etti.

Sabahleyin, daha gün ağarırken papazlar, ilahiciler, şamdancılar, buhurdancılar ve büyük bir kalabalıkla birlikte denizin kıyısına geldi; denizi de, bütün içindeki hoppa şeyleri de kutsadı. Keçi bacaklı faunlarla koru yurdunda dans eden bütün küçük şeyleri, yaprakların arasından çevreyi gözetleyen bütün parlak gözlü şeyleri de kutsadı. Tanrı’nın dünyasındaki her şeyi kutsadı. Halk sevinç ve şaşkınlık içinde kaldı. Ama, Çırpıcı çayırının köşesinde bir daha hiçbir türden çiçek açmadı, alan tıpkı eskisi gibi çorak kaldı. Deniz halkı da, her zaman geldikleri koya gelmez oldu, denizin başka bir bucağına göçtüler.

Balıkçı ve ruhu | Oscar Wilde

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments