Rivayet o ki, güneşte patlamalar meydana gelecek ve bu patlamalar dünya üzerindeki yaşamı yok edecek. Dünyanın altı üstüne gelecek, yerin derinliklerden sıcak lavlar fışkıracak ve denizler arş-ı âlâya kalkacak ve yer üzerinde ne varsa eriyecek. İnsanlar, hayvanlar ve kentler sıcak lavlar tarafından ve ayrıca deniz tarafından yutulacak ve medeniyet tarumar olacak ve dünya buza kesecek. Ve vakit daralıyordu, dünyanın efendileri toplandılar: Bir hal çaresi dediler, nasıl yapmalı ve nasıl kurtulmalı tufandan? Karar kıldılar ve Nuh’unki gibi gemiler yapalım dediler. İşçiler akın akın geldiler ve Himalaya dağlarını oydular ve büyük büyük gemiler yaptılar. Ve tufan başladı: Yer yarıldı, toprak çöktü ve kıpkırmızı lavlar fışkırdı ve yangınlar çıktı ve denizler yükseldi ve insanlar ve canlılar ve medeniyet yok oldu. Yalnızca ve yalnızca bir avuç kapitalist ve bir avuç kapitalist ideolog ve emperyalist devlet başkanları ve tekmil karıları ve çocukları kurtuldu. Gemilerine bindiler ve sular yükseldi ve yol aldılar ve kuş uçurtmaya gerek kalmadı, uydudan tespit edildi ve Afrika’dan suların çekildiği muştulandı. Mağrur bir şekilde medeniyeti, yani kapitalizmi Afrika’da sürdürmeye gittiler ve kapitalizm baki kılındı!
Geçen haftalarda gösterime giren ve yüz milyonlarca dolarlık bir hâsılata ulaşan 2012 filminin içeriği özetle böyle. Film, insanların kafasına tam anlamıyla bir modern dönem tufanı kazımayı amaçlamaktadır: İnsanlar korkutulmak, “nasıl olsa her şey boş” duygusuna sürüklenmek, toplumsal hayatta yaşananlar karşısında pasifliğe ve kaderciliğe itilmek istenmektedir. Filmin, Maya takvimi etrafında kopartılan kıyamet ve tufan tartışmalarını bilinçli bir şekilde kendisine dayanak noktası yapması ve böylece mistik bir temel üzerinde yükselmesi, zaten köpürtülen mistisizmin etkisinde olan kitlelerin korkularını daha da artırmaktadır. Öyle ki, on milyonlarca insan kıyametin kopup kopmayacağını anlamak üzere internete hücum ederken, gazeteler ve televizyonlar da kıyamet senaryolarını tartışıyorlar. Dünyanın sonunu görmektense intihar edeceğini söyleyenler çoğalmış durumda. ABD Uzay Ajansı NASA ise, tufan sorularını yanıtlamak amacıyla özel bir web sayfası oluşturmuş bulunuyor. Yani tam bir akıl tutulması yaşanıyor, bilim ve teknolojinin bunca geliştiği çağımızda burjuvazi kitleleri batıl inançların ve mistisizmin bataklığına çekiyor.
Film, bir taraftan Maya takvimine, öte taraftan ise Nuh Tufanına gönderme yapmakta ve bildiğimiz o eski dinsel-mitolojik içerik üzerine oturmaktadır. Değişik olan ise, burjuva modern tufan mitinin biçimsel yönüdür. Verili teknoloji son raddesine kadar kullanılmış ve gerçekten de müthiş sahneler yaratılmıştır. Burjuvazinin hayalî tufanı, henüz sınıflı toplumun ilk evreleri döneminde ideolojik bir söylenceye dönüştürülen Nuh Tufanının biçimsel çerçevesini çok çok aşmaktadır. Nuh Tufanı, nehir yataklarını kontrol ederek taşkınları önlemeye ve bataklıkları kurutarak tarıma elverişli hale getirmeye çalışan bir toplumun betimlemesidir: Günlerce yağmur yağmakta, sular yükselmekte ve fırtınalar kopmaktadır. Burjuvazinin tufan betimlemesi ise, uzayın derinliklerine dalan bir toplumun hayal gücünü ifade etmektedir: Güneşte patlamalar meydana gelmekte, birdenbire şiddetli depremler sonucunda yer kabuğu çökmekte, devasa kentleri ve dağları yutmakta, dünyanın çekirdeğinden lavlar fışkırmakta, deniz suları Everest’i bile aşacak ölçüde yükselmekte, yağmur, şimşek ve kar eşliğinde kıtalar yer değiştirmektedir. Böylesi bir kıyamette bir avuç kapitalist, seçilmiş hayvan türlerini ve medeniyetin simgesi sanat eserlerini de yanlarına alarak gemilere biniyor ve Afrika’ya doğru yol alıyor.
Filmde kitlelerin bilinçaltına üflenen esas mesaj, kıyametten kurtuluşun bile belki mümkün olduğu, ama kapitalizmden kurtuluşun mümkün olmadığıdır! Nuh Tufanıyla kurulan özdeşleşmeyle bu ideolojik mesaj güçlendirilmeye çalışılıyor. Allah nasıl ki, Nuh ve onun peygamberliğini kabul ederek gemiye binenleri kurtarıyorsa, 2012’de de gemiye binen kapitalistleri ve onların dolayımıyla kapitalizmi kurtarıyor ve üstelik Afrika’yı kurtararak sömürü ilişkilerini devam ettirmeleri için onlara yer tahsis ediyor. Böylece sınıflı toplum düzeninde bugüne değin tüm egemen sınıfların o aşağılık söylemi tekrarlanıyor: Kaderinize boyun eğin, dünyayı değiştirmeye kalkmayın, dünyanın düzeni bu! Mistik bir içerik ve muazzam görsel efektler üzerine oturtulan filmin amacı (filmin biçimsel yanı bu noktada önemli hale geliyor), zaten mukadderatın dizginlerini kıramayan kitleleri alabildiğine korkutmak ve pasifleştirmektir. Korkutarak, pasifleştirerek ve böylece olası birliktelikleri dağıtarak egemen olmak! Bu, sınıflı toplum düzenin en kadim yöntemidir.
Nitekim Nuh Tufanı da, bir doğa olayının ters yüz edilerek, hâkim sınıfın sömürülen kitleler üzerindeki egemenliğini pekiştirecek bir korku ideolojisine dönüştürülmesinden başka bir şey değildi. Yani tufan benzeri mitler, yerleşik hayata geçen ve sınıflara bölünen tarım toplumundaki ilişkilerin ve sınıfsal karşıtlıkların, sömüren sınıfın hâkim güç olarak yükselmesinin doğa olayları içine oturtulmasıdır. Nuh Tufanının atası olan söylencenin, sınıflara bölünen tarım toplumunun kent düzeyinde devleti yarattığı Sümer’de ortaya çıkması bir tesadüf değildir. Sümer söylencesine göre insanlar öyle çoğalmıştı ki, Tanrılar onların gürültü ve şamatasından uyuyamaz olmuşlardı. Bunun üzerine dört büyük Tanrı tarafından temsil edilen meclis toplandı ve bu insanları yok etmek amacıyla bir tufan yaratmaya karar verdi. Tufan altı gün altı gece sürer, yedinci gününde durulur ve Utnapiştim (Sümer’in Nuh’u) öncülüğünde gemiye binenler merhamete gelen Tanrılara kendilerini affettirmek için kurbanlar keserler ve gemiden uçurulan kuşların bulduğu kara parçası üzerinde Tanrıları rahatsız etmeyecek yeni bir yaşam kurarlar. Çok açık ki sömürücüler, sömürülen kitlelerin boyun eğmesini ve “şamata” yapmayarak sessizce kaderlerine razı olmalarını istemektedirler. Tufan sonrasında insanların Tanrılara kurban kesme ritüeli, sömürülen yığınların sömürücü egemenlere boyun eğmelerini temsil etmektedir.
Sümer’den Babil’e, oradan Tevrat’a, İncil’e ve Kuran’a geçerek günümüze gelen Nuh Tufanı söylencesi, her dönemde verili egemen güçlerin kitleleri korkutmak ve sindirmek amacıyla kullandıkları ideolojik bir silah işlevi görmüştür. Günümüzde derin bir ideolojik kriz yaşayan burjuvazi, doğaüstü varlıkları inandırıcı kılmak, mistisizmi güçlendirmek ve kitlelerde gelecek beklentisini yıkmak amacıyla tufan söylemine sarılmış durumda. Elif Çağlı’nın dediği gibi, “Sınıflı toplumların tarihinde hep görüldüğü üzere, toplumsal yozlaşma ve çürüme koşulları, doğaüstü güçlerden medet umma ve mistik fikirlere sarılma şeklinde seyreden kör inançları beslemektedir. Bilimsel ilerleme bakımından kat edilen mesafelere rağmen kapitalist düzen de bu kuralın dışında kalamamıştır. 20. yüzyılı bir yana bıraktık, yeni milenyuma giriş diye onca reklâmı yapılan 21. yüzyıl da beraberinde kapitalizmin derinleşen çürümesini ve toplumu uyutmak için başvurulan eski hurafeleri getirdi.” (Diyalektik Materyalizm Üzerine, MT, no 23)
Kapitalizmin tarihsel çıkışsızlığı sadece ekonomik krizlerle ve emperyalist savaşlarla kendini dışa vurmuyor; toplumu her alanda çürütüyor, insanlığın ortak değerlerini yok ediyor. Kapitalizmin sürüklendiği kriz, savaş ve çürümeyi normalleştirmek ve adeta tufanlarla varlığını sürdüren bir düzeni kitlelere kabul ettirmek amacıyla burjuvazi tüm olanaklarını seferber etmiştir. Bu noktada sinema sektörü başta olmak üzere kitle iletişim araçları özellikle öne çıkmaktadır. Yüz milyon dolarlık devasa bütçeli filmlerin ana konusunu tufanlar, depremler, kasırgalar, uzaylıların veya doğaüstü varlıkların dünyayı fethetmesi, mumyaların uyanması, kutsal kitaplardaki kehanetlerin gerçekleşmesi, makinelerin dünyayı ele geçirmesi, sözümona üstün insanların toplumu kötü güçlerden kurtarması oluşturuyor. Yani sürekli olarak yıkım, yok oluş, gelecek diye bir şeyin olmadığı, olup bitenlerin mukadderat olduğu, doğaüstü varlıkların gerçekliği ve mistisizm pompalanmaktadır. Anlaşılacağı üzere, yolun sonuna gelmiş bir sistemin ayakta kalmak amacıyla tam bir çıldırmışlık ve akıl dışılık sergilemesine tanıklık etmekteyiz. Bu kapitalist çıldırmışlık ve akıl dışılık özellikle insanlığın toplumsal kurtuluşu hedefine saldırmakta, durmaksızın ürettiği tufan ve felâket ütopyalarıyla (anti-ütopya) sosyalizm beklentisini boğmaya çalışmaktadır. 2012 filmi, bu kapsamda gerçekleştirilmiş büyük bir saldırıdır. Böylece emperyalist çürüme çağıyla açılan anti-ütopya saldırısı günümüzde doruğuna çıkmıştır.
Ütopyadan kara ütopyaya
İnsanlığın uzun yürüyüşünün belirli bir evresinde toplumun sınıflara bölünmesi ve sömürü ilişkisinin egemen olması hep dirençle karşılanmış, günümüze değin durmaksızın sürüp gelen mücadelelerle toplumsal paylaşımcılığın yerine geçirilen sömürücü düzenler ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Sömürüsüz bir toplum kurma hayali, umudu ve özlemi, sömürülen sınıfların bağrında bir meşale gibi yanmaya devam etmiş ve günümüzde de sönmemiştir. 1300’lerde İngiltere’de yazılan ve şairi bilinmeyen şu şiir (The Land of Cokayne), her dönemin sömürülen kitlelerinin özlemini oldukça özlü bir şekilde dile getirmektedir: “Ne kavga var, ne savaş; sonsuz bir yaşam aldı ölümün yerini/ Kadınlar da erkekler de öfkeli değil artık/ Yiyecek de bol, giyecek de/ İster genç, ister yaşlı; ister güçlü, ister güçsüz; ister gözüpek, ister boynu bükük olsun; her şey ortaklaşa paylaşılıyor herkes arasında.”
İnsanlığın sömürüsüz, mutlu ve eşit bir toplum kurma hayali ve özlemi kapitalizmin gelişmesiyle gerçek anlamıyla maddi bir temele kavuşmuş, olanaklı hale gelmiştir. Maddi temeldeki bu değişimle birlikte sömürüsüz bir toplum tasavvuru da çok daha ayakları yere basan gerçekçi bir şekil almıştır. Sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum tasvirini ilk olarak Thomas More, 1516’da yazdığı Utopia adlı eserinde ayrıntılı olarak yaptı. More, kapitalizmin geliştiği, bilimin, felsefenin ve sanatın dinsel düşünce kalıplarını parçalayarak ondan ayrıldığı Rönesans uyanışı ve hümanizm tarafından belirlenmişti. Gerçekten de o dönemde her alanda muazzam bir atılım söz konusuydu. Feodal ve Hıristiyan dinsel-siyasal düşünce aşılıyor, üzeri örtülen antik-Yunan felsefesine ve kültürüne yeniden bağlanılıyor ve düşüncede yeni çığırlar açılıyordu. Bu değişimle birlikte toplumsal alanda uhrevi dünyanın yerini maddi dünya alıyordu. Kapitalizmin gelişmesiyle maddi dünyanın uhrevi dünya karşısına dikilmesi, maddi hayatın kurgulanabilmesini de beraberinde getiriyordu. İşte bu ortamda feodal gericiliğin karşısına dikilen ilerici tarihsel hareketin bir temsilcisi olan More, pek çok çelişki içermesine rağmen, eşitlikçi bir toplum tasvir ediyordu.
Feodal üretim ilişkilerini tasfiye etmek ve siyasal iktidarı ele geçirmek isteyen burjuvazi, dinsel-siyasal düşünceler karşısında aklın egemenliğini savunan felsefenin, bilimin ve sanatın bayraktarlığını yapmıştır. Burjuvazinin bu ilerici döneminde bilimin, felsefenin ve sanatın temsilcisi olması, gelecek toplum kurgusunun müspet bir içerikle belirlenmesini de beraberinde getirmiştir. Henüz söz konusu olan, bir yıkım, yok oluş ve tufan ütopyası değil; gelişen, ilerleyen, akla ve bilime dayalı, paylaşımcı ve eşitlikçi bir toplum ütopyasıdır. More’un izinden giden Francis Bacon’un Yeni Atlantis’i, Tommaso Campanella’nın Güneş Ülkesi gibi ütopyaları burjuvazinin ilerici döneminin ürünleridirler. Ancak burjuvazinin gericileşmesine paralel olarak, geleceği barış ve refah toplumu olarak kurgulayan ütopyanın karşısına anti-ütopya dikilecektir. Sermayenin tekelleşmeye ve mali sermaye düzeyine yükselmeye başladığı 1800’lerin sonunda zuhur eden anti-ütopyalar, doğrudan bu yeni dönemin izlerini taşır. Örneğin, bu dönemde yazılan sözde bir ütopyada, büyük tröstleri bünyesinde toplayan ve özünde devlet kapitalizmi uygulayan bir devasa devlet, tüm ekonomik ve toplumsal kargaşaların önüne geçmektedir.
Kapitalizmin emperyalizm aşaması genel bir siyasal gericilik dönemi açmıştır. Sermayenin tekeller düzeyinde kıran kırana rekabete girişmesi, gangster yöntemlerin devreye sokulması, emperyalist savaş tamtamlarının çalınması ve silahlanma, sınıf mücadelesinin keskinleşmesi, işçi sınıfı karşısında devrim korkusuna kapılan burjuvazinin devlet aygıtını daha da güçlendirmesi, siyasal ve düşünsel alanda tam bir tutuculaşma ve gericileşme bu dönemin karakteristik özellikleridir. Emperyalist siyasal çürüme çağı bilimi, felsefeyi ve edebiyatı doğrudan tesiri altına alacak, bu alanlarda da tam bir tutuculaşma, kısırlık, dinsel ve mistik eğilim ağır basmaya başlayacaktı.
Birinci Dünya Savaşının yaşanması, Ekim Devriminin ilerleyememesi ve faşizmin iktidara gelmesi, düşünce alanında karamsarlığa yol açar ve entelektüellerin dünyasını belirler. Burjuva yazarlar geleceği tümüyle kapkaranlık bir şekilde tasvir etmeye başlarlar. Onlara göre insanlığın içinde bulunduğu hal ve vaziyet kötüdür ve böyle giderse gelecekte daha da beter olacaktır. Bu kötümserlerden Aldous Huxley’in 1932’de yazdığı Yeni Dünya adlı anti-ütopyasında, ulusların ortadan kalktığı ve dünyanın tek merkezden, totaliter bir rejimle yönetildiği; çılgınca tüketmenin kutsallaştırıldığı, teknik ilerlemenin hayatın her alanına girdiği ve toplumun gözetlendiği, bebeklerin tüplerde ve ekonominin ihtiyacı ölçüsünde üretildiği, bu üretim sırasında işçilerin akıllı olmamasına ve hatta bir tür makine gibi hareket etmesine özen gösterildiği bir toplum betimlenir.
İkinci Dünya Savaşından sonra anti-ütopya, bilim-kurguyu da içine alarak nitelik ve nicelik değişimine uğrar, içeriği genişler, sinema ve televizyon aracılığıyla büyük kitleleri etkileyen ve bilinçlerini bulandıran etkili bir ideolojik silaha dönüşür. Artık söz konusu olan kötümser burjuva düşüncenin edebiyat alanına yansımasından ibaret değildir, edebiyat ve sanat, üretilen anti-ütopyaları geniş kitlelere ulaştıran sinema ve televizyonun arkasına koşulur. Sinemanın, televizyonun ve dolayısıyla da edebiyatın konusu artık gezegenler ve galaksiler arası savaş, uzaylıların medeniyeti ele geçirerek yok etmek istemesi, peyda olan yaratıklar, insanlar eliyle yaratılan robotların insana karşı ayaklanması; kısacası yıkım, ölüm, kan ve kıyamettir. Sanatın, bilim ve teknolojinin, muazzam ölçülere varan sermayenin ve insan işgücünün bu tür felâket ve tufan ütopyalarının hizmetine koşulmasının anlamı nedir? Soğuk Savaşın başlamasıyla yapımına hız verilen bu tür felâket filmlerinin, alegoriye başvurması, yani dünyayı yok etmek isteyen “uzaylı düşmanlar” dolayımıyla, “dış düşman” olarak gösterilen SSCB’yi işaret etmesi bir tesadüf değildir. Bu kıyamet ütopyalarıyla halk kitleleri sürekli korkutulmuş, sindirilmiş, emperyalist saldırganlık ve kapitalist sömürü düzeni meşrulaştırılmıştır. İnsanların bilinci şoke edici ya da büyüleyici görüntülerle kontrol altında tutularak, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurmanın mümkün olduğunu hayal etmeleri ve kapitalizmden ötesinin var olabileceğini görmeleri engellenmiştir.
Savaş ve şiddetin kanıksatılması
1990’ların başında SSCB tarih sahnesinden çekilmiş, emperyalist hegemonya mücadelesi kızışmaya başlamış ve ABD “Yeni Dünya Düzeni”ni kurmak amacıyla harekete geçmiştir. Bu dönemde yapılan savaş filmlerinin bugünkü emperyalist savaş süreciyle paralel hale getirilmesi dikkat çekicidir. Böylece savaşın ve yıkımın ezelden ebede insanlığın alın yazısı olduğu yalanı öne çıkartılarak, emperyalist savaş süreci kitlelerin bilincine meşru ve olağan bir şeymiş gibi kazınmak istenmektedir.
Burjuvazi hayatın her alanını şiddetle kuşatarak, savaşı, ölümü, yıkımı ve kıyameti normalleştirerek insanı insan yapan unsurlara saldırmaktadır. İnsanın bilincine saldırarak onu dönüştürmek, insanın toplumsal ilişkisinin bir ürünü olan değerleri yok etmek istemektedir. Savaşı, katliamı ve kıyameti kanıksamış, adeta barbarlaştırılmış bir toplumda vicdan, acıma duygusu gibi insani değerler doğal olarak körelir.
Burjuvazinin bu beyin yıkama operasyonu en çok da çocukları etkilemektedir. Daha doğar doğmaz televizyonlar aracılığıyla şiddetin her türlü biçimi bilinçaltlarına kazınan çocuklar, ilerleyen yıllar içinde, henüz ne olup bittiğini anlamadan ve insanı insan yapan değerleri öğrenip içselleştiremeden bilgisayar ortamında savaş şiddetinin sarmalına çekilmekteler. Bir taraftan bilgisayar oyunları üzerinden muazzam bir şiddete ve vahşete boğulan, öte taraftansa gerçek yaşamlarındaki oyunlarını da oyuncak silahlarla oynayan çocuklarda nasıl bir bilinç gelişebilir? Daha ölümün ve öldürmenin anlamını bilmeden bunları bilincinde normalleştiren çocuklarda acıma duygusu ve vicdan nasıl oluşacaktır? İnsanı insan yapan bu değerler genetik yolla aktarılmaz. Bunları yeni kuşaklara aktaracak olan savaşı ve yıkımı kanıksamamış bir toplumdur, ama burjuvazi buna izin vermemekte ve böylece insanın toplumsal varlığını dinamitlemektedir.
Burjuvazinin ideolojik çıkışsızlığı ve sermayenin doymayan kâr hırsı (2012 filminin hâsılatının 1 milyar dolara yaklaştığı göz önüne alınırsa ne denmek istendiği daha iyi kavranacaktır) toplumu çürütüyor, insanın binlerce yıllık toplumsal mücadelesinin ürünü olan değerleri tersine çevirmeye çalışıyor. Yani burjuvazinin karanlık ütopyalarda çizdiği tufan manzarası hiçbir şekilde olasılık dışı değildir; tersine, eğer sömürü düzeni alaşağı edilemezse kapitalizmin dinamikleri insanlığı tam bir yıkıma götürecektir. Ancak tüm olguları sergileyen ve olasılıklara işaret eden Marksizm, hiçbir şekilde tarihsel iyimserliği de elden bırakmaz. Marksizm karamsar değildir, dünyanın değiştirilebilir olduğunu bizzat maddi hayatın kendisinin kanıtladığını ortaya koymuştur. Marksizm, işçi sınıfının mücadele ederek kapitalizmi yıkabileceğini, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumun kapılarını açabileceğini bilimsel bir temelde kanıtlamıştır. Fakat Marksizmin tarihsel iyimserliği bu bilimsel gerçeklikten doğmaz tek başına; işçi sınıfının örgütlü güçlerinin varlığından ve bu örgütlülüğü ilerletmek gerektiğinin bilincinde olunmasından da doğar.
İnsanlık nice badireler atlatmasına rağmen ileriye doğru uzun yürüyüşüne devam etmiştir ve kapitalizme de pabuç bırakmayacaktır. Sınıfsız, sınırsız, devletsiz ve sömürüsüz bir toplum kurmak mümkündür. İnsanlık bunu gerçekleştirecek her türlü birikime sahiptir. Bu bir tasarım, maddi temeli olmayan bir ütopya değildir. Böyle bir toplumun kurulmasının gerekli maddi temeli vardır ve zaten söz konusu olan da, çürüyen kapitalizmin bu maddi temelle birlikte insanlığı da yıkıma götürme tehlikesidir. Marx’ın şu sözleri önemlidir: “Bize göre komünizm ne yaratılması gereken bir durum ne de gerçeğin kendisine göre düzenlenmek zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü durumu ortadan kaldıran gerçek harekete komünizm diyoruz.” Dolayısıyla komünizm bir ütopya değildir; bir yandan geleceğin maddi temellerini döşeyen, bir yandan da ilerlemenin önünde ayak bağına dönüşen kapitalizmi aşacak olan yeni toplumun, bu toplum için insanlığın verdiği mücadelenin ta kendisidir. O halde yapılması gereken şey bellidir: Çürüyen, insanlığın geleceğini yok etmekle tehdit eden kapitalizm engelini ortadan kaldırmak ve yeni toplumun önünü açmak.
* Ocak 2010