Sarayın açık renk taşlardan yapılma çıkıntılı ön yüzündeki geniş pencereler, Ren Nehri’ne, sazlığa, suyun, kamışların ve sarmaşıkların oluşturduğu, mis gibi bir havası olan aydınlık bir manzaraya bakıyordu. Oldukça uzakta, hafif bir eğimle yükselen mavimsi ormanlık dağların tepelerini bulutlar kaplar, karşı kıyıdaki sarayların ve avluların ışıkları yalnız güney rüzgârı estiğinde uzak, küçük, beyaz noktalar gibi görünürdü. Sarayın ön yüzü, ağır ağır akan suya, halinden memnun, tembel, genç bir kadının gö^ rünümü gibi yansır, mücevherleri andıran demet demet yeşilliklerin açık yeşil renkteki dalları suya dek uzanır, duvar boyunca dizili beyaza boyanmış gezinti tekneleri akıntıda sallanır dururdu. Sarayın bu görkemli yaz bölümü artık kullanılmıyordu. Barones ortadan yok olduğundan beri, bölümün en küçük odası dışında tüm odaları kapalıydı. Bu küçücük odada da ozan Floribert kalıyordu. Barones sonunda kocasını ve sarayı rezil etmiş, birçok görkemli binadan kala kala beyaz gezinti tekneleri ve bir de suskun bir ozan kalmıştı.
Sarayın sahibi, felakete uğradığından beri binanın arka bölümünde oturuyordu. Buradaki dar avluyu, Romalılardan kalma tek bir kule, ürkünç görünümüyle daha da karanlık bir yere dönüştürmüştü. Koyu renkli duvarlar rutubetli, pencereler de dar ve alçaktı. Güneş görmeyen avlunun bitiminde, küme küme yaşlı akça ağaçları, yaşlı kavaklar ve yaşlı kayın ağaçlarıyla dolu karanlık orman başlıyordu.
Ozan, güneş içindeki ön bölümde hiç dinmeyen bir yalnızlık içinde yaşar, yemeklerini mutfakta yer, bazen günlerce baronu görmediği olurdu.
Ozan bir gün, evin hiç de konuksever olmayan havasına ancak bir gün dayanabilen bir çocukluk arkadaşına, “Bu sarayda gölgeler gibi yaşıyoruz,” demişti. Floribert, bir zamanlar, baronesin konukları için öyküler ve güzel şiirler yazardı. Evdeki neşe dolu yaşantı bittiğinde, hiç düşünmeden orada kalmıştı, çünkü dürüst yapısı yüzünden, yaşamın zor yolları ve ekmek parasını çıkartmak, sarayın hüzünlü ve yalnız havasından daha çok ürkütüyordu onu. Şiir yazmayı çoktan bırakmıştı, ama batı rüzgârı estiğinde, akıntının ve sarı sazların ardındaki mavimsi dağların eğimini ve bulutların gittiği yolları izlerken ya da akşamları yüzyıllık parktaki ulu ağaçların hışırtısını duyduğunda, hiçbir zaman yazmayacağı, sözcükleri olmayan uzun şiirler düşünürdü. Bu şiirlerden birinin adı ‘Tanrı’nın Soluğu’ydu. Ilık güney rüzgârlarını anlatıyordu. Bir başkası da rengârenk ilkbahar tarlasını betimleyen ‘Ruhun Avuntusu’ adlı şiiriydi. Floribert bu dizeleri ne sözcüklere dökebiliyor ne de besteleyebiliyordu, çünkü sözcükleri yoktu bu şiirlerin. Özellikle akşam olunca, onları duyumsayıp düşleyebiliyor-du yalnızca. O da bazen. Bunun dışında, günlerini, genellikle köyde sarı saçlı, küçük çocuklarla oynayarak ya da şapkasını çıkarıp birer hanımefendi gibi selamladığı kızları ve kadınları güldürmekle geçiriyordu. Floribert’in en mutlu günleri, o ünlü ve güzel kadınla, ince yüzüyle bir genç kızı anımsatan Agnes’le karşılaştığı günlerdi. Eğilerek onu içtenlikle selamlar, o da ozanın yerden kaldıramadığı gözlerini arar, göz kırpar, gülerek bir yaz şimşeği kadar hızlı yürüyüp giderdi.
Bayan Agnes otlar bürümüş saray parkının kenarında, eskiden baronun erkek konuklar için kullandığı ayrı bir evde otururdu. Babası bir zamanlar orman bakıcısıydı ve bu ev ona hizmetlerine karşılık sarayın şimdiki sahibinin babası tarafından bağışlanmıştı. Agnes çok genç evlenmiş, dul kalınca da baba evine dönmüştü. Babasının ölümünden beri de bu evde kör bir teyze ve bir beslemeyle birlikte yalnız yaşıyordu.
Bayan Agnes göze batmayan renklerde, sade, ama her zaman yeni ve güzel elbiseler giyerdi. Yüzü bir genç kızınki gibi ince ve tazeydi. Koyu kahverengi saçları, kalın örgüler halinde yüzünün güzel tenini sarardı. Baron sefahat düşkünü karısını evden kovmadan önce ona âşıktı, şimdi de yeniden ona âşık olmuştu. Sabahları onunla ormanda buluşuyor, geceleri de onu tekneyle akıntının yolu üzerindeki sazlıktaki küçük sazdan yapılma kulübeye götürüyor, orada Agnes, güleç genç kız yüzünü, onun erken ağarmış sakalına yaslıyor, ince uzun parmaklarıyla yanık tenli sert avcı elini okşuyordu.
Bayan Agnes önemli günlerde kiliseye gidip dua eder, dilencilere sadaka verir, köydeki yoksul yaşlı kadınların evine gider, onlara ayakkabılar armağan eder, torunlarının saçlarını tarar, dikişlerine yardım eder ve arkasında genç bir azizenin ışıltılı pırıltısını bırakarak küçücük evine dönerdi. Tüm erkekler onu arzulardı. Kim hoşuna giderse ya da uygun zamanda gelirse, elini öperken dudaklarından öpmesine de izin verir, şansı yaver gidenler ya da yeterince ergin olanlar geceleri onun penceresine tırmanmaya hak kazanırdı.
Bunu, baron da aralarında olmak üzere herkes biliyordu. Ama bu güzel kadın, erkeklerin onu arzulamasından hiç etkilenmeyen bir genç kız gibi masum bakışı ve masum gülüşüyle kendi bildiği yolda giderdi. Arada bir ortaya yeni bir âşık çıkar, ona sanki ulaşılmaz biriymişçesine çekinerek talip olur, kendini çok zor razı olan birini elde etmiş sanarak gururlanır, öbür erkeklerin neden kendisini kıskanmadıklarını ve alay ettiklerini anlayamazdı. Agnes’in, çevresi sarmaşık gülleriyle kaplı evi, karanlık ormanın kıyısında, kuytu bir yerdeydi. Masallardaki ıssız orman evlerini andırırdı. O da gür örgülerinin güzel tenini bir çelenk gibi sardığı çocuksu yüzünde aydınlık bir bakışla, bir yaz günündeki bir gül kadar taze ve zarif, eve girer çıkardı. Yoksul yaşlı kadınlar onu kutsar, ellerine sarılıp öper, erkekler onu içtenlikle selamlar, ama arkasından bıyık altından güler, çocuklar arkasından koşup para ister, onun yanaklarını okşamasına ses çıkarmazlardı.
Arada sırada baron, gözlerinde karanlık bir bakışla, “Neden böylesin?” diye sorup baskı yapmaya kalkar, o da, “Benim üstünde bir hakkın yok ki!” diye şaşırarak yanıt verir, koyu kahverengi saçlarının ardına gizlenirdi. Ona en çok ozan Floribert âşıktı. Onunla karşılaştığında yüreği çarpar, onunla ilgili kötü bir şey duyduğunda hüzünlenir, başını sallar ve inanmazdı. Çocuklar ondan söz ettiklerinde, yüzü birden aydınlanır, söylediklerini bir ezgiyi dinler gibi dinlerdi. Kurduğu düşlerin en güzeli Bayan Agnes’le ilgili olandı. Bu düş için sevdiği ve güzel bulduğu her şeyi, batı rüzgârını, mavi uzaklığı ve tüm aydınlık ilkbahar çimenlerini yardıma çağırır, onu bunların tümüyle sarar, bu resme, kısır çocuksu yaşamının tüm özlemlerini, verimsiz iç dünyasını katardı.
Baharın ilk günlerinde bir akşam, uzun bir süredir ilk kez ölü saraya birazcık canlılık geldi. Avluda bir borazan sesi yankılandı, bir araba geldi ve şıkırtılar arasında durdu. Sarayın sahibinin kardeşi, yanında bir muhafızıyla ziyarete gelmişti. Sivri sakallı, askerlerinki gibi gergin bakışlı, boylu poslu, yakışıklı bir adamdı bu. Ren Nehri’nin akıntılı sularında yüzüyor, gümüş rengi martılara zevkle vuruyor, sık sık yakındaki kente atla gidip sarhoş dönüyor, iyi bir insan olan ozanla alay etmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor, kardeşiyle tartışıp kavga etmediği gün olmuyordu. Ona, sarayla ilgili bir sürü değişiklikler, onarımlar, yatırımlar ve bunun gibi yüzlerce şey öneriyordu. İsteklerini rahatça söyleyebiliyordu, çünkü zengin bir kadınla evlenmişti, oysa, sarayın sahibi yoksuldu, yaşamı mutsuz ve zordu.
Saraya da aklına estiği için gelmişti. Ziyaretinin daha ilk haftasında sıkıldı, ama yine de kaldı. Gitmekten hiç söz etmiyordu. Oysa gitse kardeşinin pek üzüleceği yoktu. Gitmedi, çünkü Bayan Agnes’i görmüş ve ona fena tutulmuştu.
Besleme kızın, güzel kadına, yabancı baronun armağanı yeni bir giysiyi getirmesi uzun sürmedi. Kızın, parkın duvarının üzerinden yabancının muhafızla yolladığı mektupları ve çiçekleri alması da. Birkaç gün sonra da, bir öğle vakti yabancı baron ormandaki kulübede Bayan Agnes’le buluştu ve onun elini, küçük ağzını ve beyaz boynunu öptü. Ama Bayan Agnes köyde onunla karşılaştığında, binici şapkasını yerlere kadar eğerek onu selamlamakla yetindi, o da ona on yedi yaşındaki bir çocuk gibi karşılık verdi.
Yabancı baronun, bir akşam vakti, yalnız olduğu bir sırada akıntı yönünde giden bir kayıkta, bir kürekçi ve ışıl ışıl bir kadın görmesi uzun sürmedi. Dikkatle baktı, ama alacakaranlıkta gördüğüne güvenemedi. Birkaç gün geçince de hiç de hoşuna gitmeyen şeyler öğrendi. Öğlen ormandaki kulübede yüreğini verdiği ve öpücükleriyle alev alev yaktığı kişi, akşam olduğunda kardeşiyle karanlık Ren Nehri’nde dolaşıyor ve onunla sazların arasında gözden kayboluyordu.
Yabancı karamsarlaştı ve kötü düşler görmeye başladı. Bayan Agnes’i sıradan güzel bir av gibi değil, çok değerli bir şeye kavuşmuşçasına sevmiş, kur yaptığı bu kadını her öpüşünde, ondaki inceliği ve saflığı daha çok duyumsamış, zevkten ve şaşkınlıktan deliye dönmüştü. Bu nedenle ona, birlikte olduğu kadınlardan çok daha fazlasını vermişti. Gençliğini yeniden yaşamış, gece vakti kardeşiyle karanlıklara karışan bu kadını minnet, saygı ve duyarlılıkla kucaklamıştı. Öfkeden sakalını ısırıyor, gözleri alev saçıyordu.
Olan bitenden ve saraya gizlice çöken karabasandan1 haberi olmayan ozan Floribert, sakin yaşantısını sürdürüyordu. Konuk beyefendinin onunla uğraşması ve canını sokması hiç hoşuna gitmiyordu, ama daha önceleri de böyle şeyler yaşamıştı. Yabancıdan uzak durmaya çalışıyor, zamanını köyde ya da Ren Nehri’nin kıyısında, balıkçılarla geçiriyor, gecelerin güzel kokular saçan sıcağında birbirini izleyen düşler kuruyordu. Bir sabah, sarayın avlu duvarında ilk sarmaşık güllerinin açmaya başladığını gördü. Üç yıldır, her yaz bu ender çiçekler açar açmaz Bayan Ag-nes’in kapısının önüne bir demet bırakmıştı. Bu kimden geldiği bilinmeyen yelin selamı dördüncü kez yineleyeceği için çok sevinçliydi.
O gün, öğle vakti, yabancı, güzel kadınla buluştu, ama ona ne bir gün önce ne de daha önceki gün geç saatlerde nerede olduğunu sordu. Yalnızca onun sakin, masum gözlerinin içine neredeyse ürkütücü bir bakışla bakıyordu. Gitmeden önce, “Bu gece sana geleceğim. Pencerelerden birini açık bırak,” dedi. Kadın, “Bu gece olmaz,” dedi yavaşça. “Bu gece olmaz.” “Ama ben istiyorum.” “Başka zaman. Olur mu? Bugün olmaz. Yapamam.” “Bu gece geleceğim.
Ya bu gece ya da hiç. Nasıl istersen.” Kadın suskunlaştı ve ondan uzaklaştı.
Yabancı, o gece, hava kararmcaya kadar akıntının kıyısında pusuda bekledi, ama hiç tekne geçmedi. Bunun üzerine, sevgilisinin evine gitti ve çalıların arasına saklandı. Tüfeğini dizine dayamıştı.
Hava sakin ve sıcaktı. Yasemin kokuları her yeri sarıyor, gökyüzü beyaz bulut yollarının ardında küçük, solgun yıldızlarla dolup taşıyordu. Parkın içinde bir yerlerde bir kuş, tek bir kuş ötüyordu.
Hava iyice kararınca, evin köşesinden belli belirsiz görülebilen bir adam çıktı. Şapkasını iyice aşağıya çekmişti, oysa o denli karanlıktı ki buna hiç gerek yoktu. Sağ elinde bir demet güle benzer bir şey tutuyordu. Pusuda bekleyen, gözlerini kısıp namluyu doğrulttu.
Gelen kişi hiç ışık olmayan eve baktı, kapıya yönelip eğildi ve sarayın soğuk demir parmaklıklarını öptü.
O anda bir ışık parlayıp alev aldı ve tok bir ses çıkararak parkın içine doğru yavaşça düştü. Gülleri taşıyan adamın dizleri büküldü, geriye kumluk yere doğru düştü ve orada sessizce titreyerek uzanıp kaldı.
Pusudaki yabancı, saklandığı yerde bir süre bekledi. Gelen olmadı. Ev sessizliğini sürdürüyordu. Yavaşça saklandığı yerden çıktı, şapkası başından düşmüş adamın üzerine eğildi ve gözlerine inanamadı. Ozan Floribert’i tanımıştı.
“Demek o da!” dedi inler gibi ve oradan uzaklaştı.
Sarmaşık gülleri oraya buraya saçılmış ve bir tanesi vurulmuş, adamdan akan kanın oluşturduğu birikintinin ortasına düşmüştü. Köy kilisesinin çanı saat başını vurdu. Sarayın kulesi, ürkünç görünümüyle, daha da yoğunlaşan beyazımsı bulutların önünde uyuyan bir devi anımsatıyor, sessizce akan Ren Nehri yumuşak ezgiler söylüyordu. Kara parkın derinliklerindeki yalnız kuş, şarkısını gece yarısına dek sürdürdü.