“Bilmiyorum,” dedi; dili yarı felç olmuş gibiydi. “Hayır. Harika değil. Çirkin bir dünya. Bu dünyaya benzemiyor. Anarres sadece tozdan ve kuru tepelerden oluşuyor. Her şey az, her şey kupkuru, insanlar da güzel değil. Hepsinin koca elleri ve ayakları var, benimkiler ve buradaki garsonunkiler gibi. Ama koca göbekleri yok. Çok kirlenirler, birlikte yıkanırlar, burada kimse bunu yapmaz. Kentler çok küçük ve sönüktür, sıkıcıdır. Hiç saray yoktur. Yaşam sıkıcıdır, çok çalışılır. Her zaman istediğinizi alamazsınız, hatta bazen gereksindiğinizi bile, çünkü yeterince yoktur. Siz Urras’lılann her şeyi yeterince var. Yeterince hava, yeterince yağmur, çimen, okyanuslar, yiyecek, müzik, yapılar, fabrikalar, makineler, kitaplar, giysiler, tarih. Siz zenginsiniz, siz sahipsiniz. Biz yoksuluz, biz yoksunuz. Sizde var, bizde yok. Burada her şey çok güzel. Güzel olmayan yalnızca yüzler. Anarres’te hiç bir şey güzel değildir, yalnız yüzler güzeldir. Diğer yüzler, erkek ve kadın yüzleri. Bizim onlardan başka bir şeyimiz yok, birbirimizden başka bir şeyimiz yok. Burada siz mücevherleri görüyorsunuz, orada gözleri görürsünüz. Gözlerde de görkemi, insan ruhunun görkemini görürsünüz. Çünkü bizim erkeklerimiz ve kadınlarımız özgürdür, hiç bir seye sahip olmadıkları için özgürdürler. Siz sahipler ise sahiplisiniz. Hepiniz hapistesiniz. Herkes yalnız, tek basma, sahip olduğu yığınla birlikte. Hapiste yaşıyor, hapiste ölüyorsunuz. Gözlerinizde görebildiğim yalnızca bu— duvar, duvar!”
********
“Acı var dedi shevet ellerini açarak. “Gerçek. Ona yanlış anlama diyebilirim, ama varolmadığını veya herhangi zamanda yok olacağını varsayamam. Acı çekme, yaşamımızın koşulu. Başına geldiği zaman farkediyorsun. Onun gerçek olduğunu anlıyorsun. Tabii ki, toplumsal organizmanın yaptığı gibi, hastalıkları iyileştirmek, açlık ve adaletsizliği önlemek doğru birşey. Ama hiçbir toplum varolmanın doğasını değiştiremez. Acı çekmeyi önleyemeyiz. Şu acıyı, bu acıyı dindirebiliriz, ama Acı’yı dindiremeyiz. Bir toplum ancak toplumsal acıyı-gereksiz acıyı-dindirebilir. Gerisi kalır. Kök, gerçek olan”
********
Ona “ikircikli bir ütopya” dedim. Çünkü bence Taoizmden anarşizme gitmek tamamen doğal bir adım. Bu tam da (Mülksüzler’de) kendimi yaparken bulduğum bir şey. İkisi kesinlikle birbiriyle ilişkili, aynı tarzda kişiler için, zihnin aynı kısımlarına sesleniyorlar. (i) mulksuzler
Ursula K. Le Guin yirminci yüzyılın en önemli bilim kurgu ve fantezi yazarlarından, ayrıca erkek egemenliği altındaki bu türlerde en üretken kadın yazar. 1929’da Berkeley California’da doğan Le Guin dar bir çevrede yaşadı, 1958’de Paris’ten Portland’a döndüğünden beridir de (ii) “Batı Kıyısı’ndan” pek uzaklaşmadı. Pek çok ödül alan eserleri akademi dünyasında eleştirel ve analitik inceleme konusu olmaya devam ediyor. “Hain Evrenin”de (iii) geçen bir dizi romanı, çoğu bilim kurgu yazarının görüş açısının ötesinde bir karmaşıklık ve içgörü taşıyor. 1975 yılında Hugo ve Nebula Ödüllerini kazanan “Mülksüzler: İkircikli bir Ütopya” Le Guin’in yazdığı son Hain Evreni romanıydı, fakat evrenin kronolojisinde zamansal açıdan ilk sıradaki hikayeyi anlatmaktaydı. Ama “Mülksüzler”i bir klasik yapan, bu karmaşıklık ve coğrafi açıdan akla yatkın dünyaların ve zaman çizgilerinin kombinasyonu değil, ütopyacı söyleme yaptığı ve yapmakta olduğu su götürmez felsefi katkıdır. Le Guin, işleyebilir alternatif bir ekonomi ve farklı hayat tarzlarının bir araya geldiği, sakinlerinin güce aç olan birinin gücü eline geçirdiğinde diğerleri üzerinde kullanabileceği bir altyapıdan mahrum olduğu bir dünyayı hayal edip harekete geçirmeyi başarmıştı. Fakat bu ütopik dünya, bu tür kişilerin varlığını engellemediği gibi onları ortadan kaldırmıyordu da. Örneğin, kendi fikirlerini çürüten yeni akılcı fikirleri bastırma çabasındaki Sabul karakterini (iv); ya da ikincil bir karakter olan, tesisler ve araç gereçler serbest kullanıma açık olmasına karşın zorlayıcı bir dürtüyle malzeme istifleyip biriktiren matematikçi Desar’ı düşünelim (133-134). Romanda böylesi bireyler yaşamaya devam ediyor fakat kendilerini diğerlerinin üzerine kesinkes dayatamıyorlar. Hükümetleri, insanların değil de “eşyalar”ın yönetimine dönüştürerek, gücü merkezsizleştiren bu basit fikirde bile bir ütopya var. Yakın zamanda, Le Guin’in tam da anarşist kuram ve Taoculuk arasındaki ilişki olarak gördüğü “Mülksüzler”e eleştirel makalelerle yaklaşan bir antoloji yayınlandı, fakat bu ilişki sert bir tutum içinde ihmal edilmişti (v). Anarşizmin ve Taoculuğun romanla ilişkisi üzerine makaleler bulunsa dahi, bu iki düşünce biçiminin arasındaki karşılıklı ilişkiler ve onların romanda nasıl ele alındığı üzerine ciddi bir deneme yoktu. Bu makalede benim amacım, Le Guin’in eksikli ütopyasını keşfetmek ve bu konudaki boşluğu dolduracak bir bakış geliştirme umuduyla, Taoculuğun ve anarşist kuramın Le Guin’in bu derin romanı ve imgelemi üzerindeki metinler arası etkilerini açığa çıkarmak
Öykünün Zemini
“Mülksüzler”, öykünün kahramanı Shevek’in Annares adlı bir gezegenden, Urras adlı başka bir gezegene gitmek üzere bir mekiğe binmesiyle başlar. Annares’te yaşayanların ataları, metnin zaman dizimine göre on altı yüzyıl önce Odo adındaki devrimcinin, ülkesindeki hükümet sistemine karşı başlattığı bir isyanın sonrasında Urras’tan gelmiştir. “Odoculuk”un anarşik kuramı, kurucusunun ölümünden sonra destek kazanarak güçlenir. Bu sayede artık kendilerine Odocular diyen, Urras’lı küçük bir enternasyonalist grup, Urras’ın çorak çöl benzeri uydusunda bir koloni kurma olanağı bulurlar. Bunu fırsat bilen Odocular anarşik politik kurama uygun bir topluluk oluştururlar.
Fakat Ursula Le Guin bizi uyarır; bu Odoculuk kuramı “sağı solu bombalamakla veya aşırı sağın sosyal-Darwinist “liberalizm”i ile karıştırılmamalı; çünkü anarşizm eski Taocu düşüncede öncellenmiş, Kropotkin, Goldman ve Goodman (vii) tarafından açımlanmıştır. Yani, Odoculuk, on dokuzuncu yüzyılın sonunda Avrupalı düşünürler, Peter Kropotkin, Emma Goldman ve Michael Bakunin tarafından geliştirilen anarşist politik kuramda anlamını bulur. Dahası, Le Guin’in de bazı röportajlarında belirttiği gibi, Odoculuk anarşist kuram ile Taocu düşüncenin bileşimidir.
Taoculuktan Anarşizme ve Geriye
Taoculuğun (kesin olmamakla birlikte) milattan önce birinci yüzyılda Lao Tzu ve ögrencisi Chuang Tzu’nun yazılarından ve öğretilerinden ortaya çıktığı sanılıyor. Taocu düşünce, ayrı ayrı herbir şeyi kuşatarak, parçalara bölünmemiş bir bütün olarak varolan bir dünya bilinci yaratır. Lao Tzu der ki: “Her şeyi içeren bir şey var. Yerden de gökten de önce olan. O ki dingin, bedensiz, bir başına, değişmeyen… Gerçek ismini bilmediğimizden, ona sadece Yol (Tao, yol demek, ç.n.) diyoruz”(viii). Bu parçalanmamış bütün Tao-Te-Ching’in başka bir çevirisi ve yorumunda “hep-değişen bir değişmez” aynı zamanda da “kendinde varlık” olarak niteleniyor (ix). Yani, Lao Tzu’nun ontolojik öngörüsüne göre, gerçeklik garip bir şekilde durağandır, ama bu durağanlık içinde, tam da bu durağanlıktan dolayı, bitip tükenmez bir değişim ve yaşam mümkündür. Bu durağanlığa “ho” denir, kabaca “yapı” anlamına gelir. (Shevek’in zamansal (temporal) fiziğinde bu “zaman döngüsüdür”, Odo’nun sosyal kuramında ise ona “amaçlar” denir) ve tükenmez değişim ruhuna da “yayılım” anlamına gelen “k’ai” denir (Shevek buna “çizgisel zaman” der, Odo ise “araçlar” )(x)
Deleuze ve Guattari’nin “1933 : Micropolitics and Segmentarity” (xi) adlı kitabı insan dünyasının, yayılım ile dinginlik arasındaki bir salınım olarak kavranmasının bir örneğini sunuyor. Deleuze ve Guattari’nin dediğine göre kanunlar ve devletler (ya da örf ve adetleri olan topluluklar) insan yaşamının gerçeğidir, değişmezdir, Taoculuğun Ho dediği yapının bir parçasıdır. Deleuze ve Guattari, Taocu “değişmezlik” algısının nesne-özgül örnekleri olabilecek devlet ile birey (ya da örf ve adetler ile merkezi olmayan topluluklardaki bireyler) arasındaki gerilimlere odaklanırlar. Kuramsal siyaset bilimi alanında (ki bu Deleuze’un felsefesi bu bağlamdadır) Taoculuğun bazı yönleri insan dünyasını kuramsallaştırmak için kullanılabilir. Fakat Lao Tzu, neyin yapının parçası, neyin k’ai’nin parçası olduğunu belirtmez, bununla birlikte insan yapımı kanunlar Yol’u anlama çabasınının bir parçası olarak kabul edilmez.
Bunun Taoculuk’da basit bir nedeni vardır. Birinin kanun yaratması için “iyi” ve “kötü” arasındaki farkı bilmesi gerekir, elbette bu kanun yaratıcılarına göre değişir. “Hep-değişen değişmeyen”de “iki şey, tek köken, fakat adları farklı, kimlikleri bir gizem. Bütün gizemlerin gizemi!” vardır (Lao Tzu, 3). Örneğin kuzey kutbuyla güney kutbu arasındaki fark, metafizik açıdan olanaksızdır, fakat insanlar iyi ve kötü arasındaki fark konusunda daha emindirler. “Hep-değişen değişmeyen”den, karşıtlıklıklar ortaya çıkar. İnsanlar da bunları ayırt edebileceklerine muktedir olduklarını düşünürler. Bu ayırt etme, Taocu düşünceye göre, “aydınlananlar” ustesinden geldiği bir yanılsamadır. Bilginin kuşkululuğu temelinde, bir Taocu bir kanun tasarlayamaz, çünkü kanun öyle ya da böyle bir kesinliği varsayar. Taoculuk bu nedenle daha çok, belirlenemezlik, kanunsuzluk ve sürekli değişim içeren bir politik kuram ile bağlantılıdır, devletleri, kanunları ve katı otoriteyi insan varoluşunun değişmez gerçekleri olarak kabul eden bir kuramla değil.
Fakat, eğer Deleuze ve Guattari haklı ise, insanın gerçekliği kavrayışını hedefleyerek, örf ve adetleri, devlet kanunlarından kurtulmak isteyen Taocu boşa kürek çekiyor. Deleuze ve Guattari’nin kuramında, devlet ve kanunun (ya da şamanlar, şifacılar ve merkezi olmayan yönetimlerdeki dini topluluklar üzerinden gelen örf ve adetlerin) gerçekliği değişmeden kalır. Fakat bu arada toplanmış (birleşmiş) bireyler, ortaklaştıkları arzuları yönünde hareket eder ve devletin katı gerçekliği içerisinde değişikliklikler yapmaya çalışırlar. Yani bireyler ve onların oluşturdukları topluluklar k’ai’nin – “hep-değişen değişmezliğin” genişleyen içeriğinin- bir parçasıdırlar. Kurama göre, değişimi getiren arzudur, fakat bireysel arzu (birinin arzusu) devlette değişiklik yapabilecek güçte bir “akış” değildir. Bu nedenle, aynı şeyi arzulayan bireyler bir “uçuş hattında” birleşirler. Bu uçuş hatları ya başarısız olurlar (örneğin ABD’deki anarşik kültürel hareket gibi) ya da arzulanan değişikliği yaparlar (idam cezasının ABD’deki bazı eyaletlerde yeniden kabul edilmesi gibi) ve yok olurlar.
Kafasında hiç bir kanun olmayan Taoistten farklı olarak, Deleuze ve Guattari “kanunlar”ın insan bilinci için kaçınlmaz olduğunu iler sürerler. Anarşizm ise doğası gereği Deleuze ve Guattari’nin kuramını yanlışlayan bir dünya yaratmak ister. Bireyci anarşizm sosyal organizma ve bireysel hücre arasında bir denge sağlanması gerektiğini görür ve bunun mümkün olduğunu söyler, toplumcu anarşizm ile birlikte Taoculuğun bütünlük ve birlik kavramını yineler. Emma Goldman anarşizmin “insan yapısı kanunların kısıtlamadığı bir özgürlük üzerine kurulmuş yeni bir sosyal düzenin felsefesi; bütün hükümet biçimlerinin şiddet üzerine kurulu olduğunu ve bu nedenle de gereksiz oldukları kadar da yanlış ve zararlı olduklarınını söyleyen kuram” olduğunu belirtir (xii). Taoculuk üzerine çalışmamış olan Goldman ise şöyle yazar; “Anarşizm, insanın kendi kendisinin bilincinde olmasını sağlayan tek felsefedir; ancak ve ancak insanın itaat etmesi yoluyla gerçekleştirilebilecekleri için, [yapay yanılsamalar anlamında] Tanrı’nın, Devlet’in ve toplumun varolmadığını savlar. Bu nedenle anarşizm hayat bütünlüğünün öğretmenidir; sadece doğada değil insanda da (Goldman, 58).
Fakat, insani potansiyele dair bu pozitif kuramlara karşıt kuramlar da var. Darwinci sosyalistler, ne Taoizmle, ne de anarşizmle aynı fikirdeler. Dünyanın olduğu gibi olduğunu, onların, düşünme tarzlarının dünyayla bir ilgisi olmadığını söylüyorlar. Siyaset kuramcısı değil de bir bilim insanı olan Charles Darwin, yaşam savaşının türler arasında ve aynı tür içindeki bireyler arasında olduğunu gördü. Çünkü hepsi de yeniden üretim için biyolojik bir dürtüyü paylaşır, bu nedenle de dünyadaki alanlar ve kaynaklar için rekabet içindedirler. Darwin, Doğal Seçilim’in gücü kendilerininkinden daha fazla olduğu için türlerin bu düşmanca dürtüleri (herkesin hayatta kalması yararına olmadığı sürece) denetleyebileceklerini görmedi (xiii). Le Guin’in deyimiyle Darwinci Sosyalistler, Deleuze ve Guattari’nin (Darwinci Sosyalist olmasalar da) ima ettikleri gibi Devlet’in biyolojik bir zorunluluk olduğuna inanırlar. Urraslı seksen yaşındaki, ateşli militan, fizikçi Atro, Darwinci varoluş ve evrim kuramının benimsenmesi konusunda Shevek’le görüşmektedir.
Bu lanetli yabancıların size kardeşlik, karşılıklılık ve benzeri kavramlarınız aracılığıyla ulaşmalarını istemiyorum. Sizi sürekli “ortak insanlık” ve “tüm dünyaların ortaklığı” gibi laflara boğacaklar, bunlan yutmanızı görmek beni çok üzer. Varolmanın yasası mücadeledir: Rekabet, zayıf olanın elenmesi, sağ kalmak için amansız bir savaş. Ben de en iyi olanın sağ kalmasını istiyorum. Benim bildiğim insanlığın.
Anarşistler bu fikre katılmazlar ve “karşılıklı yardımlaşmayı” (xiv) insani meselelerde “yaşam mücadelesinden” daha önemli görürler. Bu nedenle anarşistler şaşmaz bir kötü yönetme dürtüsüne değil, yönetilse de kötü yönetilecek bir makama karşı çıkarak, kurumlar ve merkezi hükümetler tarafından yaratılan güç pozisyonlarını hedef alırlar.
Mülksüzler’de, Shevek’in Ieu Eun Üniversitesi’nden diğer meslektaşları Pae ve Chifoilisk, insani potansiyeli Darwin’in biyolojik kuramına ve Deleuze ile Guattari’nin politik kuramına göre kavrayan iki insanı temsil ediyor. İkisi aynı zamanda (tam da hükümet temsilcileri olarak) ilki kapitalist ikincisi komünist olmak üzere yönetim biçimlerini de temsil ediyor. (Onlar tam olarak hükümet temsilcileridir) Tam karşıtı olarak da Shevek anarşist bireyleri, Chifoilisk ve Pae’nin kabullenmekte ısrar ettikleri “duvarı” aşanları, temsil ediyor.
Sanırım benden korkuyorsun Pae… Çünkü ben, varlığımla, Devlet’in gereksizliğinin kanıtıyım. Ama korkacak ne var Saio Pae, kişisel olarak son derece zararsız olduğumu biliyorsun.
[Chifoilisk‘e]
Thu Devleti, A-io Devleti’ne oranla çok daha merkezi yönetiliyor. Tek bir güç örgütü her şeyi denetliyor, hükümet, yönetim, polis, ordu, eğitim, yasalar, ticaret, üretim. Bizden (Odoculardan) korkuyorsunuz siz. Devrimi, eski devrimi, gerçek devrimi, sizin başlayıp da yarım bıraktığınız, adalet için devrimi geri getirebileceğimizden korkuyorsunuz. Burada, A-İo’da benden daha az korkuyorlar, çünkü devrimi unutmuşlar. Artık ona inanmıyorlar, insanların yeterince şeye sahip olurlarsa hapiste yaşamaya razı olacaklarını düşünüyorlar. Ama ben buna inanmayacağım. Duvarların yıkılmasını istiyorum. Dayanışma istiyorum, insan dayanışması.
Shevek’in kendi bireysel algısının dışında kalan nesnel dünyayı kavrama tarzı, bürokratik denetimin ve şiddetli rekabetin sözde zorunluluğunun/önceden tayin edilmişliğinin düşünsel olarak aşılabileceğine bir kanıt sunar. Tao’nun yolu, evren üzerine kafa yoran bir zihinde, anarşizmin yolu da topşumsal yapı üzerine kafa yoran bir zihinde bulunur. İkisi de “Darwinci yaşam çemberi”ndeki biyolojik determinizme ve Deleuze ile Guattari tarafından ifade edilen politik determinizme itiraz ederler. Bu politik kuramlar tarafından tanımlanmayan bir şey ortaya çıkar: onların algılanan gerçekliğe tekabüliyetlerinin saf dışı bırakılması arayışı.
“Mülksüzler’in Anarres’inde eşek gibi büyük hayvanların olmaması […] burada Shevek’i irkilten şey, olumlu bir eksikliğin yani avcıların ve avların birbirlerinin aynısı olduğu Darwinci yaşam döngüsünün olumsuz yönüdür: Bu insanların tarihsel determinizmi alt ettiğinin bir göstergesidir… kendi kaderlerini yaratmak üzere birbaşlarına kalmışlardır.” (xv)
Jameson, makalesinin devamında, Anarres utopyasında şiddetin ortadan kalkmadığını söyler. “Mülksüzler’de, Shevek’in, isimlerindeki benzerlikten dolayı canı sıkılan bir adam tarafından bilincini kaybedene dek dövülmesi kadar sarsıcı başka bir şey yoktur… Başka bir deyişle utopya, insanlığın şiddetten azat olduğu bir yer değil, tarihin çoklu (ekonomik, politik, sosyal) determinizmlerinden kurtulduğu yerdir.” (s.226-7)
Jameson’ın doğru bir biçimde, tarihin çoklu ekonomik, politik ve sosyal determinizmlerinin görünüşleri olarak nitelendirdiği “gereksiz acının” yok edilmesini talep eder Shevek. İma edilen şey, varoluş yasaları kaçınılmaz acıyı bizzat yaratırken, insan yapısı yasaların gereksiz acıyı yarattığıdır. İnsan bilincinin, önlenebilir olan kasıtlı zararla doğal bir felaketi ayırması beklenir. Shevek Anarresli dostlarına şöyle açıklar:
Acı çekmek bir yanlış anlamadır… Ama hiçbir toplum varolmanın doğasını değiştiremez. Acı çekmeyi önleyemeyiz. Şu acıyı, bu acıyı dindirebiliriz, ama Acı’yı dindiremeyiz. Bir toplum ancak toplumsal acıyı -gereksiz acıyı- dindirebilir… Ondan korkmak veya kaçmak yerine onun… içinden geçilebilse, aşılabilse. 56-7
Taocu bilge ise, Shevek’in aksine, asla tutkulu eylemi kışkırtmaz; değişime uğratmaya çalışmaz, fakat doğal değişime uyar, ona direnmez. Kropotkin’in ve Bakunin’in erken dönem yazılarında bulunabilen kollektivist anarşist, değişimin fiziksel bir devrim sonucunda olmasını talep eder. Bu devrim, devletin “terörizm” olarak sınıflandırdığı (çünkü devlet, kendisinin imhasını/yıkılmasını hedefleyen bu fikir yüzünden terörize olmaktadır), onların ahlaki şiddet dedikleri şey aracılığıyla gerçekleşir. (xvi) Bilge ise sadece ne gerekiyorsa onu yapar ve psikolojik olarak şiddet kullanamaz, çünkü şeyleri oldukları gibi görür, dolayısıyla onların da ötesini görür ve hiç bir şeyi değiştirmez. Odo’nun hak etme kavramını reddetmesi ve “yaşam döngüsü” kavramı Taocu bilinçle ittifak içersindedir. Bu noktada da hem kollektivist anarşistlerle hem de onların aksine biriktirip duranlarla zıtlaşır:
Hiç kimse cezayı hak etmez, kimse ödülü hak etmez. Hak etmek ve kazanmak düşüncesinden kafanızı arındın, böylelikle düşünebileceksiniz. (296)
Kimse bir diğerini cezalandırmayacak, kimseye ödül sunulmayacak. Zihin değer kavramından, ceza ve ödül fikrinden kurtulduğunda (Taocu bir özdeyiş) bireyler şeylerin ve varlıkların akıl almaz nihai gerçekliğini açık bir biçimde görebilmeye başlayacaklar. Anlaşılırlık akıl karıştırıcıdır da, fakat Taocu için varlıkla tam bir bağlılık içinde olmaktır. Kollektivist anarşist’in varlıkla kısmi (ya da partizanca) bir ilişkisi vardır, devletçinin olduğu gibi. Oysa, Taocu-anarşist ya da bireyci anarşist (Odocu) farklıdır. Taocunun ruh hali gereği politik dünyaya olan ilgisizliğinden, kolektivist anarşistin ruh hali gereği değişimi zorla getirmeye hazır oluşundan bireyci anarşistte eser yoktur, bu ikisi arasında orta bir nokta bulur.
Bireyci anarşist bir Taoisttir, çünkü şiddet dürtüsünü reddeder, aslında diğerlerinin gerçekliğini kabul ederek böyle bir gerekliliği aşar. Fakat aynı zamanda Taocu bilgeden farklı olarak, ruhsal anlamda benzer insanlarla dolu daha iyi bir dünyada yaşama arzusunu sürdürür. Bireyci anarşistin, ya da Shevek’in, peşinde koştuğu ruhsal benzerlik Lao Tzu’nun Tao Te Ching’inde bulunabilir. Liu Xiaogan, wu-wei’yi (eylemsizlik (xvii))
“insani eylemin tümünü değil, bazısını yok etmek ya da eksiltmek” olarak açıklar (xviii) ve tzu-jan (belirli bir tür hareket) kavramının Lao Tzu’nun kuramıyla çelişen, Batılı anıştırmalarla yüklü (xix) naturalizmle karıştırılmaması, wu-wei’nin (eylemsizlik) eylemin “doğallığı, kendiliğindenliği” olarak anlaşılabilecek tzu-jan üzerinden kavranması gerektiğini öne sürer (Xiaogan, 212). Bunu çoğu kez daha çok gücü ele geçirme arzusuyla motive olan politikacıların ya da şirket yöneticilerinin eylemleriyle ya da sadece bir banka veznedarının veya çaıştığı kurumun prosedürüne göre iş yapan bir kişinin davranışları ile karşılaştırın -Tao’nun farkında olan bir anlayışta prosedür diye bir şey olamaz, olsa olsa oyun olur. Davranışın (ve psikolojinin) bu “doğallığı” harekete geçirildiğinde, (tzu-jan şiddetin zıttı olduğu için) geriye sadece “zorunlu acı” kalacak, ki bu da gereksiz acıya göre üstesinden gelinmesi daha kolay bir şeydir. Kimse evini yıkan bir fırtınadan öç almak istemez fakat yıkan güç bir ordu ise sonuç daha farklı olacaktır. Çünkü askerlerin kınayabileceğimiz bir vicdanları olduğunu biliriz, fakat fırtınanın vicdanı olduğunu düşünmeyiz.
Şiddetin “ahlaki” kullanılışını bile reddetmiş olan bireyci anarşist, Shevek gibi, bir insan zorlayıcı ve baskıcı olsa bile o insanın zorlanmasını veya baskılanmasını kabul edemez. Bu Lao Tzu’nun güç kavrayışının yinelenişidir. Lao Tzu bunu şöyle açıklar; kişi Taocu aydınlanmaya ulaştığında güç kullanmanın Yol’un bir parçası olmadığını anlar:
“Gerçek liderler, takipçileri tarafından neredeyse hiç bilinmezler. Gerçek liderlerden sonra insanların bildikleri ve hayranlık duydukları liderler gelir; onlardan sonra korkanlar gelir; onlardan sonra da onarın aşağıladıkları gelir.” (Lao Tzu, 24)
Tao Te Ching’in bu noktasında, Le Guin şöyle bir yorum yapar; bu tarz bir hareket/davranış, “bir ‘yapmadan yapmak’ halidir: rekabetçi olmayan, kaygısız, karşısındakine güvenen, zorlayıcı olmayan bir güç” (Le Guin, Tao-Te-Ching, 24). Öz-yönetimin bu biçimi zorlama ve baskıdan muaf olduğu için otoriter yönetime meydan vermez, ki bu da Shevek’in metin boyunca sergilediği davranış özelliğidir.
Anarşist kuram , otoriter yönetim’in nedenleri ve işleyişi hakkında kendi görüşlerine sahiptir. Peter Kropotkin “hayvanlardaki karşılıklı yardımlaşma” olgusunu gün ışığına çıkartır. İlginç bir şekilde, Darwinci rekabet duvarıyla sadece “insanın” karşılaşmadığınıl diğer pek çok türün çoktan bu duvarı aştığını söyler. “Eğer besini çok olan bir karınca, yoldaşı bir karıncayı beslemeyi reddedecek kadar bencil olursa, düşman olarak görülür…”(xx). Bu nedenle, otoriterlik eğiliminin kökeni insanın hayatta kalma mücadelesini minimize etme arzusunda görülür. Bunu da kendinin karlı olduğu bir sistem kurup bu sitemi dayatarak, dengeyi (mücadelenin doğal dağılımını) kendi lehine bozarak, böylelikle kendinden zayıfları, sadece kendilerininkini değil onun yükünün önemli bir kısmını da taşımak zorunda bırakarak yaptığı düşünülür. Bu kavram en iyi biçimde mülkiyetin ortaya çıkışının anarşik incelemesi aracılığıyla anlaşılır. Tabi ki anarşizmin en büyük düşmanının mülkiyet kavramı olduğunu söylemek süpriz olmaz (xxi). Anarreslilerin sözcük dağarcığındaki en pis küfrün“vurguncu” olması da bu nedenledir.
Anarşizmin mülkiyeti reddinin arkasındaki mantığı ve bu reddin Taocu felsefe ile ilişkisini daha iyi anlamak için şu kısa akıl yürütmeyi kullanalım: Dünyadaki insanlardan en zenginini, banka hesabında en çok para olanı (hadi en zengin olmasın diyelim 666 milyon doları olan birini) seçelim. Şimdi o para ile alabildiğimiz kadar konserve kuru fasulye alalım, onları da bir piramit oluşturacak şekilde üst üstte dizelim. Sonra da bunların sahibini (ve eğer varsa ona bağlı olanları) getirelim ve bu piramitin altında durmasını isteyelim. Sahibin vücudunun ağırlığının, fasülye konservelerinin toplam ağırlığına oranı ne olurdu ? Ve gelecek bir yüzyıl boyunca (hiç yenisini almadan) sadece o fasülyeleri yese ne kadarı artar ve çöpe giderdi? Her bir kutu kuru fasülye konservesinin, ağırlığı 400 gr., uzunluğu 11 cm., çapi 7 cm., fiyatı da 50 cent. Diyelim, 75 kg. ağırlığındaki, 168 cm. uzunluğundaki bu kadın, şaşırtıcı bir biçimde günde 8 kutu konserve yiyor. Piramidin hacminin ve yanıtlanabilecek diğer şeylerin hesaplanmasini matematikçilere bırakıyorum. Anarşistler için çok açıktır ki, bütün insanlar toplumsal bir organizmanın (ya da daha önce belirttiğim Taocu “parçalanmamış bütün”ün) parçası olarak birbirlerine bağlı oldukları için bireyci, tüketici ve kapitalist (ya da feodal) bir ekonomik sistem savunulmaz hale gelir. Le Guin, Urras’ı kötü yönetilen bir dünya olarak betimler: Bir yanda şatafatlı ve gereğinden fazla zenginlikler diğer yanda ise:
Yorumcunun sesi “Thu Devleti’nin Bachifoil Bölgesi’nde açlık,” demişti. “Açlıktan ve hastalıktan ölen çocukların cesetleri kıyılarda yakılıyor. Yedi yüz kilometre uzakta, A-İo Devleti’nin Tius kumsallarında… kadınlar [birinci sınıf fahişeler] mülksüz sınıftan insanlar tarafından kendilerine akşam yemeği sunulana dek bütün gün kumda yatıyorlar.” (s. 42)
Bu eşitsizliğin kalbinde kişinin kendi ihtiyacından çok kazanması ve biriktirmesi hakkına saygı yatıyor fakat bu ekonomik sistemin ideolojik temeli ne kollektivist anarşizm ne de Taocu felsefe tarafından kabul edilemez. Emma Goldman “Örgütlenmiş otorite ya da Devlet, ancak mülkü ve tekeli korumak için gereklidir” der (Goldman, 64). “İnsanın tahakküm kurma iradesi”ni, açgözlülüğün doğal kaçınılmazlığını reddederek Shevek bunu kavrar ve politik dünyanın gerçekliğini çözülüp gidecek bir açgözlülükten başka bir şeyle açıklamanın ya kendini kandırmak ve cahillik ya da bilerek kandırmak ve gerçeği saptırmak olduğuna işaret eder.
“[Oiie] Benbili’lileri kimin yönettiği ya da kimin yönettiğini sandığı önemli değildi: gerçekliğin politikası A-İo ve Thu arasındaki güç çatışmasının çevresinde dönüyordu.
“Gerçekliğin politikası,” diye yineledi Shevek… “Bir fizikçi için garip bir deyim.”
“Hiç de değil. Politikacı da, fizikçi de nesnelerin gerçekliğiyle, gerçek güçlerle, dünyanın temel yasalarıyla uğraşır.”
“Demek zenginliği korumak için koyduğunuz adi, sefil ‘yasa’larınızı, silahlardan ve bombalardan oluşan ‘güç’ünüzü entropi yasası ve yerçekimi gücü ile aynı cümlede kullanıyorsun. Seni daha akıllı sanırdım, Demaere!” (s172)
Oiie bu bağlamda, Emma Goldman’ın deyişiyle “sıradan insanı” ya da “ortalama okuyucuyu” temsil ediyor. Emma Goldman, Paul Goodman, Kropotkin ve Bakunin anarşizmi kültürel evrim için zorunlu bir basamak olarak görüyorlardı. Onlar (Le Guin gibi) sosyal ve politik yapıların nasıl bireylerin nefesini kesip kişisel özgürlügü yok ettiğinin farkındaydılar. Öte yandan, devletleri bir kenara bıraktığımızda, Anarko-Taoculuğun önündeki en büyük engel, yığın-birey’in (xxii) politik dünyanın teleolojisini ve maddi dünya koşullarının nasıl idare edildiğini ve edilebileceğini kavramaktaki yetersizliğidir.
Kurgusal anarşik kuramcımız Odo, Urras’ta “aşırılık dışkıdır” (s. 88) diye yazar. Benzer şekilde, Shevek, A-Io’daki kapitalist ekonominin savurgan aşırılıklarına uyum sağlamaya çalışırken, “Urras’ta kalmaya başladığı ilk günlerde şunu farketmişti, Urraslılar dışkı dağlarında yaşıyor olmalarına rağmen asla boktan bahsetmiyorlardı.” (128-9) Üstelik, “bankaların nasıl çalıştığını anlamak için kendini zorlayamıyordu, çünkü kapitalizmin bütün işleri ona ilkel bir dinin ayinleri kadar anlamsız geliyordu… barbarca… ağdalı… gereksiz… tonlarca lüks, tonlarca dışkı.” (113-4). Bir kapitalist ekonomideki çoğu tüketici, aşırılık ve eşitsizlik arasındaki ilişkinin farkındaymış gibi görünmüyor. Bunların tam aksine, anarşist bir ekonominin ana kavramları, basitlik, maksat ve faydacılıktır. Shevek’in hayatı boyunca arkadaşı olan Bedap bir işlev çözümleyicisidir, Shevek’in battaniyesinin renginin (turuncu) gereksiz emeğin ürünü olduğunu söylerek onunla şakalaşır. Battaniyenin maksadını/işlevini yerine getirebilmesi için güzel gözükmesine gerek yoktur (s. 139-40). Le Guin bunları yazarken Paul Goodman’ın “Yeni-İşlevselcilik üzerine notlar” (Notes on Neo-Functionalism) adlı makalesinden etkilenmiş olabilir. Goodman der ki:
“İşlevselcilik, araçların sadece amaç için tasarlanmasıdır…. yeni-işlevselci daha da ileri gider… sorar, kullanım da onu üreten araçlar kadar basit veya ustaca veya net midir?… hemen ardından gözünü nesneye dikip sorar, buna değer mi?” (xxiii)
Aynı makalede Goodman, anarşist ekonominin gelişeceği (Goodman’in “İşlevselcilik” olarak adlandırdığı) yarar hiyerarşisini örnekleyen “ambalaj kuramından” bahseder (Goodman, 51). Le Guin, kuşkusuz şu yazdıklarında Goodman’ın fikirlerini yorumlamaktadır:
Urras’lıların her şeyi temiz, cicili bicili kağıtlara, plastiğe, kartona veya alüminyuma sarmalarına şaşırmıştı. Çamaşırlar, kitaplar, sebzeler, giysiler, ilaçlar, her şey kat kat sarılıyordu. Kağıt paketleri bile kat kat kağıtla sarmalanıyordu…” (s 168)
Anarşizmin önerdigi kaynak yönetimi kuramı, gün gibi ortada olan ama kanıtlanamayacak bir öncülden hareket eder: Toplumsal organizmanın bütün üyeleri, kendilerinin (keyfi olarak) parçalara ayrıldıklarını düşünseler de, birbirlerine bağlıdırlar. O nedenle, eğer X’nın banka hesabı 666 milyon dolar ise, bu doğrudan dünyadaki şaşırtıcı sayıda aç insana bağlıdır. Dahası, polis ve devlet, bu ekonomik eşitsizliği gerçeğin ne olduğuna dair tekbenci bir sınıflandırma içerisinde korur. “Sıradan insan” henüz ne bu “gerçekleri” anlamıştır (ya da en azından anarşist propagandacı böyle düşünür), ne de “lüks” arayışından vazgeçecek gibidir. Shevek’in Keng’e söyledikleri bu bağlamda özellikle anlamlıdır: “Biz sana gelemeyiz. Ancak senin bize gelmeni bekleyebiliriz” (s.289). Bu beyan, kendi bireyci ilkeleriyle çelişmemek, inancını dayatmaktansa diğerlerinin (özellikle de o banka hesabı sahibinin) onlara sunulan olası dünyanın ne olduğunu anlayacakları ana kadar sabırla beklemek üzere anarko-Taocu’nun gösterdiği sabra ve özene işaret ediyor. Bireyci anarşist, Keng’e ve onun kapitalistler kolektifine doğru geri gidemez; kolektif ona yetişene kadar beklemek zorundadır. Le Guin, başarılı bir anarşinin ancak o zaman, insanlığın yığın-birey aklının, aşırılık ve verimsizlik, mülkiyet ve yoksulluk arasındaki ilişkiyi kavrayacağı evriminin bir parçası olarak ve doğal yoldan kendini kurulabileceğini iddia eder gibidir.
İktidar peşinde koşan herkes gibi Pae de şaşılacak derecede dar görüşlüydü. Aklı çok basit, engelleyici bir biçimde çalışıyordu; derinlik, etki, hayal gücü eksikti. Aslında ilkel bir aygıttı. (s. 231)
George Orwell bir keresinde bütün umudun proleteryada olduğunu yazmış ve kurgusal bir anlatısının devamında ise onlardan yana hiç umut olmadığını çarpıcı bir biçimde açıklamıştı (xxiv) Yığın-birey aklın, (Deleuze ve Guattari’nin önerdigi gibi) Ho’nun, yani zihnin durağan gerçekliğinin bir parçası mı, yoksa K’ai’nin coşkun akışı içinde mi olduğu bir veya iki bin yıl içinde anlaşılacak. Yine de insan zihninde bir bariyerin ağır bastığı yönündeki anarşik iddia mantıklı görünse de henüz kanıtlanabilir değil. Fakat, pasifist (Taocu) anarşistlerin kişilik ve düşünme örüntüleri, bu ütopyanin gerçek olması ihtimalinin kendi davranışlarında ve düşünme tarzlarında zaten mevcut olduğuna işaret ediyor. Yani, Shevek, Lao Tzu, Goodman, Goldman, Le Guin ve diğerleri, kendilerince, düşünme biçimleri içinde, anarşist dünya ve özyönetim idealinin mümkün olduğunun kanıtıdırlar.
—————-
i Ursula Le Guin ile röportaj Philip E. Smith’in “Unbuilding Walls”inden alıntı (Duvarları
Sökmek). Ursula K Le Guin. ed.Joseph Orlander ve Martin Greenberg. New York. Taplinger Publishing Company, 1979. 79.
ii “Ursula K Le Guin: Biographical Sketch” (Ursula K Le Guin: Biografik skeç) Ursula K. Le Guin’in resmi internet sitesi http://www.ursulakleguin.com/Hyperbite2000.html, en son ulaşım 4 Nisan 2007
iii Hain Evreni’nin varolduğu eserler “Rocannon’un Dünyası” [1966]. London: Universal Tandem, 1978. “Planet of Exile” [1966]. N.Y: Acebooks, 1973. City of Illusions. [1967]. London: Granada, 1971. “The Left Hand of Darkness” [1969]. Frogmore [Eng.]: Granada, 1973. “The Word for World is Forest” New York: Berkley, 1972 and “The Dispossessed” [1974]. Frogmore: Granada, 1976
iv Örnek olarak: Ursula K. Le Guin. [1974] Mülksüzler. Frogmore: Granada Publishing, 1976. 93, 101-3. Takip eden sayfa numaraları bu basıma göredir.
v Laurence Davis and Peter Stillman, baskısından bahsediyorum, ed., “The New Utopain
Politics of Ursula K. Le Guin’s The Dispossessed” (Ursula K. Le Guin’in Mülksüzleri’nin Yeni Ütopik Politikası) New York, Oxford & Toronto: Lexington Books, 2005.
vi Yukarıdaki antoloji, “Anarchist politics” (Anarşist politika) adlı bölümünde Mülksüzler üzerine harika bir çalışma içeriyor, 111-166. Burada konu üzerine üç makale var. Dan Sabia, Mark Tunick ve Winter Elliott tarafından yazılmışlar. Anarşizm ve Mülksüzler üzerine daha önce yazılan makaleler: Tower Sargent, Lyman. “A New Anarchism: Social and Political Ideas in Some Recent Feminist Eutopias.” Women and Utopia, eds. Marleen Barr and Nicholas D. Smith. New York: UP of America, 1983. 3-33; Smith, Philip E. “Unbuilding Walls: Human Nature and the Nature of Evolutionary Political Theory in The Dispossessed. Ursula K. Le Guin. Eds. Joseph D. Olander and Martin Harry Greenberg. New York: Taplinger, 1979. 77-96; Brennan, John P. and Michael C.
Downs. “Anarchism and Utopian Tradition in The Dispossessed.” Ursula K. Le Guin, eds. Joseph D. Olander and Martin Harry Greenberg. New York: Taplinger, 1979. 116-52; and Urbanowicz, Victor. “Personal and Political in The Dispossessed.” SFS. 5 (1978): 110-7. J.R. Wytenbroek’s “Taoism in the Fantasies of Ursula K. Le Guin.” “The Shape of the Fantastic:…” Ed. Olena H. Saciuk. New York: Greenwood Press, 1990. 173-80, daha çok Yerdeniz serisi ve Taozimle ilişkili olmasına rağmen Taoculuğu tanımlarken Mülksüzler’e değiniyor ve bazı noktalarda anarşist politika ile ilgili. Wytenbroek diyor ki: “Taoculuk agresiflik karşitı pasifist bir yaşamı öne sürer, aynı zamanda savaşa, sahip olmaya ayrıca varlık, mülk, şöhret ve güç arzularına karşıdır. Taraftarlarını varlıkla bir olmaya, birliğin, ahengin ve düzenin varlıkta dengede olduğunun farkına varmaya teşvik eder. (varlığa insanlar da dahildir) Ve şunda ısrar eder: Bu bütünlüğe ancak wu-wei (eylemsizlik) sayesinde ulaşilabilir” 17.
vii Ursula Le Guin ile Elizabeth Cummins’in yaptığı röportajdan alıntı. Understanding Ursula K. Le Guin. (Ursula K. Le Guin’i Anlamak) Columbia: South Carolina UP, 1993. 106.
viii Lao Tzu. Tao Te Ching: A Book about the Way and the Power of the Way. ( Yol ve Yolun gücü hakkında bir kitap) Ed. Note. Comp. Ursula Le Guin. Boston: Shambhala, 1997. 34. Takip eden sayfa numaraları bu kitaba göredir.
ix 9 Chung-Yuan. Creativity and Taoism. (Yaratıcılık ve Taoizm) New York. The Julian Press. 1963.9 & 126-7
x K’ai-Ho ile ilgili daha fazla bilgi için üstteki referansta “introduction” 9.
xi Gilles Deleuze veFelix Guattari. “1933: Micropolitics and Segmentarity” A Thousand
Plateaus: Capitalism and Schizophrenia. Minneapolis. University of Minnesota Press, 1987. 208-231.
xii 12 Emma Goldman “Anarchism.” Anarchism and Other Essays. London: Kennikat Press,1910. 56.
xiii bkz: Charles Darwin. “Struggle for existence” in Origin of Species. London: John Murray,1906. 75.
xiv Peter Kropotkin “Mutual Aid Among Animals” Mutual Aid. (Karşılıklı Yardımlaşma) London.William Heinemann, 1910. 1-10.
xv Jameson, Fredric. “World Reduction in Le Guin: The Emergence of Utopian Narrative.” SFS. 3(1975): 221-230. 224.
xvi Michael Bakunin devletin “enternasyonal”le yer değiştirebilmesi için yıkılması gerektiğini söyler. Şöyle yazar: “inandım… bireysel ve sosyal kötülük bireyden çok materyal şeylerin ve sosyal durumun organizasyonunda yatar, eylemlerimizde insani olacağız… ve devrimi tehlikeye atmadan önümüze çıkanı acımasızca yok edeceğiz.” Bakunin on Anarchism: Selected Writings. Trans. Sam Dolgoff. Montreal. Black Rose Books. 1972. 149.
xvii Ursula Le Guin, City of Illusion’unda (Hayaller Şehri) buna “unaction”(Eylemsizlik) deniyor. Şu pasajda Le Guin Lao Tzu’nun Tao Te Ching’inden ve Lao Tzu’nun kendisinden bahsediyor ve diyor ki: “…that quiet voice speaking from amidst forgotten wars and disasters […] Mankind had outlived disaster; and he had outrun mankind…that old canon of Unaction…” . City of Illusions. London. Granada. 1967. 36.
xviii Liu Xiaogan. “Naturalness (tzu-jan), the Core Value in Taoism: Its Ancient Meaning and its Significance Today”. Lao Tzu and the Tao-te-ching. Ed. Livia Khon and Michael LaFargue. Albany: N.Y. UP. 1998. 218.
xix Batı Kültüründeki “Doğalcılık” hakkında kısa bir özet ve örnek için: bkz: Paul Goodman’in “Advance-guard writing in America: 1900-1950” “Utopian Essays and Practical Proposals.” ( Ütopik Makaleler ve Pratik Öneriler ) içinde. New York. Vintage Books. 1964. 196-9.
xx Peter Kropotkin. Mutual Aid. (Karşilıklı Yardımlaşma)(1902). London: William Heinemann, 1910. 13.
xxi Odo’nun sloganı “Bir hırsız yaratmak için bir sahip yaratın” (120) Sadece mülksüz hırsız olmayacağını değil, aynı zamanda kendini sahip yapanın (ilk sahip) bir hırsız olduğunu da ima eder. Çünkü kullanım haricinde, sahip olmanın doğal ya da rasyonel hiç bir temeli yoktur fiziksel dünyada.. Bu şüphesiz, Jean-Jacques Rousseau’nun ünlü deyişine bir gönderme: “Sivil toplumun gerçek kurucusu bir parça toprağı çitle çevirip, burası benimdir demeyi düşünen ve kendisine inanacak kadar basit insanlarla karşılaşandır.” bkz: Jean Jacques Rousseau’s discourse on the Origin of Inequality (1775).(Eşitsizliğin Kökeni) Trans. Franklin Philip. Oxford and New York: Oxford University Press, 1994. 55.
xxii “Mass-individual” (yığın-birey) terimi Deleuze and Guattari’nin makalesinde geçiyor. Demokratik bir devletteki popüler fikri anlatıyor. Deleuze ve Guattari’ye göre, yığın-birey’in tutkusu ile tam olarak bütünleşen devlet, bir savaş makinesine dönüşüyor (Nazi ya da faşist) Çünkü devlet bütün gücünü yığın-birey’in arzusunu tatmin etmekte kullanıyor, ki o da doğası gereği ötekinin reddi üzerine kuruludur.
xxiii Paul Goodman. “Notes on Neo-Functionalism.” (Yeni İşlevselcilik Üzerine Notlar) Drawing the Line: Political Essays of…. Ed. Taylor Stoehr. N.Y: E.P. Dutton. 1977. 49.
xxiv Orwell’ın “1984 ‘ünü kastediyorum. Onun anti-kahramanı Winston başarılı bir devrimin, insanların devrimi olması gerektiğini farkeder: Kitlesel devrim. Winston şöyle bir varsayım yapar: “Eğer umut varsa, işçilerde olmalı. Çünkü sadece onlarda, o büyük kalabalık da, Oceiana’nın nüfusunun yüzde 85’inde, Parti’nin oluşturduğu bütün gücü yenebilecek güç vardır.” SonraWinston şunu anlar: “Bilinçlenene kadar isyan edemezler, isyan edemeden de bilinçlenemezler” bkz: “Nineteen-Eighty-Four” [1949]. New York & Toronto: Hudson Books, 1990. 72 & 74. Yğın-birey eski bir kavram ve pek çok tarihsel ve kültürel dönemde yeniden ele alınmış. Bunlar arasında David Thoreau’nun “sleepers’ı” (uyuyanlar) da var. “Walden Pond’un” “Ekonomi” bölümüne bakın New York: Dover Publications, 1995. 1-52. Thomas Pynchon versiyonu işçiler ise Vineland adlı romanındaki “Thanatoids”. Thanatoids’ler tam olarak “yaşayan ölüler” televizyon bağımlılarıdır. Roman bitmeden hemen önce uyanırlar. Bkz: Thomas Pynchon. Vineland. Boston: Little Brown, c. 1990. Bulabildiğim en erken referans ise bu konuya Mağara Miti (ç.n.: Buradaki Mağara Miti özeti çikarildi, mite kitaptan ya da internetten bakabilirsiniz) Bkz: Plato’s “Book VII: The Cave.” in The Republic R.E. Allen, trans. 227-261 Fakat bu cezbedici mit başka bir çalismanin konusu . bir gün yazmayı istediğim bir çalışmanın.
Samar Habib