İKİNCİ KISIM KÖLECİ TOPLUM
BİRİNCİ BÖLÜM ASYA VE AFRİKA’NIN KÖLECİ TOPLUMLARI
İLKEL topluluğa özgü üretim tarzı ve düzeni, kaçınılmaz olarak, sonuna varıyordu. Ama bu zamanı geçmiş düzenin yerini, zorunlu olarak, kölelik düzeninin alması, bu kölelik düzeninin, hiçbir şekilde, birdenbire ortaya çıkacağı ve bir atılımda eski üretim ilişkilerinin yerini alacağı anlamına gelmiyordu. İlkel topluluğun bağrında ortaya çıkan köle sahibi sömürücü sınıf güçlenip sağlamlaştıkça ve kölelik düzeni geliştikçe, giderek kölelik toplumu da kurulmuş oldu.
Yeni üretim tarzı, ilkel topluluk düzeninden daha ilerleyiciydi, çünkü nüfusun bir bölümünün el emeğinden kurtarılması, ilerlemeyi olanaklı kılıyordu. [sayfa 65]
Köleci toplumlar, insanlık tarihinde, ilkin Asya’da ve Afrika’da ortaya çıktılar. Köleliğin bu kıtalar üzerindeki evrimini inceleyerek, bir yandan kölelik ilişkilerinin oluşumuna önderlik eden genel yasaları günışığına çıkarabilir, öte yandan da Asya ve Afrika ülkelerine özgü özellikleri ortaya koyabiliriz.
1. TOPLULUĞA AİT KÖLELİK VE ATAERKİL KÖLELİK
Uzun süren yaşamı boyunca, kölelik düzeni, birçok aşamadan geçti. İlki topluluğa ait kölelikti. İlkel topluluğun bağrında, henüz orada ortaklaşa mülkiyet biçiminin üstün geldiği bir zamanda ortaya çıktı. Bu çağda, köleler de, bütün topluluğun malı idi. Köleliğin ataerkil biçimi, topluluğa ait kölelik biçimine çok benzer. Ataerkil kölelik biçimi de, ilkel toplulukta belirmiş ve uzun zaman topluluk ilişkileriyle ve onların kalıntılarıyla birlikte bulunmuştur. Köleler, oldukça azdı ve köle emeği, belirleyici bir rol oynamıyordu. Kölelik örtülü bir biçimdeydi ve çok kez, klanın ya da kabilenin içinde yardımcı öğe şeklinde bulunuyordu.
Savaş tutsağı ya da topluluğun yıkıma uğramış üyeleri, topluluğun zengin bir üyesinin (çok kez şef ya da din adamının) kendisine sağladığı bir lokma karşılığında, bütün emeğini vermek zorunda kalıyordu. Mülkiyetin genel ilerlemesi ile birlikte, derece derece, yalnız maddî malları değil, onların üreticilerine de sahip olma “hakkı” kesinleşti. Yıkıma uğramış, malını kaybetmiş üye ya da “kabul edilen” savaş tutsağı, yalnız fiilen değil, hukuken de köle oluyordu, başka bir deyişle efendisinin malı haline geliyordu.
Köle, en güç ve en tehlikeli işi yapıyordu. İlkel topluluk düzeninin tepkisine karşın, kölenin durumu, gittikçe daha güçleşiyordu. Özel mülkiyet, hiç acımaksızın, kan bağlarını koparıyordu. Aslında kabile üyesi olan bir köleyi öldürmek ya da onu satmak, topluluğun üyelerinde büyük bir [sayfa 66] tiksintiye ve hatta klanın zenginleşmiş böyle bir üyesine karşı tepkilere neden oluyordu.
O zamanlar, köle edinmenin başlıca kaynakları, savaşlar, köle alışverişi ve topluluğun malım yitirmiş, batmış üyelerinin, borçları karşılığında, köleleştirilmesiydi.
Bazı değişik biçimler ve bazı ayırımlar dışında, bu kaynaklar, köleci toplumlar tarihinde, bütün kıtalar üzerinde görülür.
2. DEVLETİN ORTAYA ÇIKIŞI
Kölelik düzeni ilişkilerinin gelişmesi, üretici güçlerin gelişmesine koşut olarak ilerlemekte ve onlara bağlı bulunmaktaydı. Tarımsal üretimin artması, tarım ile hayvancılık arasında gittikçe artan ayrılık, madenciliğin ilerlemesi vb., el emeği talebini, yani köle talebini artırıyordu.
Kölelerin sayıca artmasıyla, toplumun başlıca sınıfları olan köleler ile efendiler arasındaki uzlaşmaz karşıtlık keskinleşiyordu.
Kölelerin sömürülmesi, tarihte bilinen sömürü biçimlerinin yalnız ilki değil, aynı zamanda en zalimi oldu. Yoksulluk içinde ve sürekli olarak borçlanıp köleleşmek tehdidi altında sürünerek yaşayan özgür insanların durumu da, o kadar çetindi.
Efendiler, ancak sürekli bir baskı örgütünün varlığı ile köleleri ve topluluğun özgür üyelerini ellerinde tutabilirler ve onları kendi yararlarına, kendi zenginliklerini artırmaya ve doymakbilmez açgözlülüklerini tatmin etmeye zorlayabilirlerdi. Bu kurum, giderek, devlet haline geldi.
DEVLETİN GÖREVLERİ
Köleci devletin ilk görevlerinden biri (ister feodal, ister kapitalist olsun, sömürünün bulunduğu geri kalan bütün toplumlarda da olduğu gibi) sömürülenleri bastırmaktı. Köleci devletler, durmadan fetih savaşları yürütüyor, [sayfa 67] yenilen halkların ülkelerini yağma ediyor ve onları haraca bağlıyor ya da köleleştiriyordu. Devletin ikinci görevi, yani kendi topraklarını genişletmek de, buradan geliyordu. Bu, yalnız köleci devletin değil, bütün sömürücü devletlerin tipik görevidir.
Devlet, bu görevlerini, kendisine uygun bir aygıt ile yerine getirir. İlkin, şimdi artık bütün klan ve kabilenin çıkarlarını değil, soydan gelme zorbalar haline gelen kıdemlilerden ve şeflerden küçük bir grubun çıkarlarını ifade eden bazı kabile ve klan kurumlarını, kendi amaçlarına uyarlar. İlkel topluluk zamanında, askerî güç, topluluğun eli silah tutan üyelerinin yığın halinde toplanmasından oluşurken, köleci devlet, halktan ayrı ve ona düşman olan bir silahlı güç, köle sahiplerinin en dar anlamda ve bencil çıkarlarını korumak amacıyla sürekli bir ordu yaratır. Böylece, eylemlerinde, bütünüyle toplumun çıkarlarından değil, egemen sınıfın çıkarlarından kaynaklanan mahkemelerin ortaya çıktığı görülür. Din adamları sınıfı, bu dönemde, devletin ayrılmaz bir parçasıdır; bu sınıfın ileri gelenleri, yönetim aygıtıyla birlikte bir bütün oluştururlar, ve gözcüler, koruyucular, yazıcılar, denetçiler, “eğitimciler”, tahsildarlar ve öbür görevliler, aynı amaca hizmet ederler.
Nüfusun akrabalık ilkesine göre bölünmesinin yerini, toprak ilkesine ve yönetim ilkesine dayanan başka bir bölünme alır.
SINIFLAR VE DEVLET
Toplum ilkin, kölelik düzeninde sınıflara ayrıldı.
Daha önce belirtildiği gibi, bu olayın kökeninde ekonomik nedenler, yani üretim ilişkileri vardı.
Toplumsal sınıfların kesin ölçütünü oluşturan ve toplumsal çalışmadaki yerlerini, gelirlerinin kaynağını, hacmini ve benzeri başlıca çizgilerini belirleyen, onların, üretim araçları karşısındaki durumlarıdır. Demek ki, tarihsel bakımdan [sayfa 68] belirli bir toplumsal üretim sisteminde tuttukları yere, (çoğu zaman yasalar tarafından saptanmış ve doğrulanmış) üretim araçları ile olan ilişkilerine ve emeğin toplumsal düzendeki rolleri ile, bu toplumsal zenginliklerden edinilen payın elde edilişi biçimine ve önemine göre, birbirlerinden ayrılan büyük insan gruplarına, sınıf denir.
Sınıflar, ancak, artı-ürün ile, yani üretici güçlerin gelişmesi, insana, o andaki gereksinmelerini karşılamak için gerekenden fazlasını üretmek olanağını verdiği zaman ortaya çıkar.
Devlet, sömürüye dayanan toplumlarda egemen sınıfın aleti, sömürü ve baskı aletidir.
Sömürücü devletler, tarihsel bakımdan çeşitli biçimler alabilir, ama onların genel nitelikleri aynı kalır: sömürücü azınlık, sömürülen çoğunluğa hükmeder.
TOPLULUKLAR VE KABİLELER BİRLİKLERİ
Kabile birlikleri, en eski ve en ilkel devlet biçimleri oldular. Köle imparatorluklarının çoğunluğu, bu aşamadan geçmiştir.
En güçlü ve en kalabalık kabile, federasyonun çekirdeğini oluşturuyordu. Kabile reisinin kendi klanından bir kral (çok kez askerî şefin görevlerini de yüklenen kabile reisinin kendisi) seçiliyordu. İktidar, babadan oğula geçiyordu. Büyük tapınakların rahipleri, hükümdarın klanından karşılanıyordu. Kabileler federasyonu, kabilelerin kendi isteğiyle olduğu gibi, daha zayıf kabilelerin zorla birleştirilmesi ile de oluşuyordu. Toprakların genişletilmesi, fetihlerle gerçekleştiriliyordu.
Devlet biçimlenmeleri halinde biraraya toplanan kabileler de yanında, ayrı ayrı göçebe kabileler de varlıklarını sürdürüyorlardı. [sayfa 69]
ASYA VE AFRİKA’NIN İLK KÖLECİ DEVLETLERİ
Köleci devletlerin ortaya çıkışı, köle el emeğinin sömürüsüne dayanan yeni üretim tarzının zaferine tanıklık ediyordu. Bu ilk köleci devletler, MÖ 4. ve 2. binyıllarında, Mezopotamya’da (Sümer, Akad, Babil), Hindistan’da ve Çin’de kurulmuştu. Asur Krallığı, MÖ 2. binyılının ilk yarısında kuruldu. Aynı çağda, Küçük Asya’nın merkez yaylasında kudretli Hitit İmparatorluğunun kurulduğu görülür. MÖ 15. yüzyılda, bugünkü Yemen toprakları üzerinde eski Arap devleti Mina Krallığı kuruluyor. MÖ 1. binyıllarında, Transkafkasya’da Urartu Krallığı ortaya çıkıyor. MÖ 7-6. yüzyıllarda, Orta Asya’da, Harzem Devleti, daha sonra da Kusanlar Krallığı doğuyorlar. MÖ 8. yüzyılda, sıra İran’ın batı kesiminde Medi’ye geliyor ki, bunun da yerini, MÖ 6. yüzyılda, Pers İmparatorluğu alıyor. Kölelik düzeni, MÖ 8-6. yüzyıllarda Yunanistan’da, MÖ 6. yüzyılda ise Roma’da görülmeye başlıyor. Amerika’da (Güney ve Orta Amerika’da) köleci imparatorluklar (çok daha önce olan Maya sitelerinin dışında), İspanyol fatihlerinin gelişinden yaklaşık olarak 150-200 yıl önce, ortaya çıkmışlardır.
KÖLECİ DESPOTİZM
Kabile federasyonları, devlet taslağından başka bir şey değildir. Şefin güç ve yetkisinin giderek güçlenmesi, yönetim aygıtının genişlemesi ve sağlamlaşması, federasyonların, Asya, Afrika ve Amerika’nın eski köleci devletlerinin en tipik biçimi olan köleci despotizmlere dönüşmesi sonucunu verdi. Bu devletler, coğrafî ortamın, tarihsel ve ekonomik koşulların değişikliklerine uygun olarak, birbirlerinden ayırdediliyorlardı.
Birçok belge (Mısır papirüsleri, elyazmaları, yazıtlar, eski yazarların tanıklıkları, destanlar vb.) köleci despotizmin başlıca özellikleri hakkında bize bir fikir vermektedir. [sayfa 70] Babil Kralı Hammurabi’nin bıraktığı yasalar, köleci dünyanın tümünün toplum yaşamı üzerinde bir fikir edinme olanağı verir. Bu yasalar, MÖ 18. yüzyılda, büyük bir bazalt taşı üzerine kazılmıştı. Bu, tanıdığımız ilk yazılı yasadır; ve kölelik düzenine, özel mülkiyete ve insanın insan tarafından sömürülmesine yer vermektedir. Hammurabi’nin Babil’i, despotizmin tipik bir düzeniydi, zorbalık rejimiydi. Yüksek iktidar; yasama, yürütme, yargılama ve dinsel yetki, kralın elinde toplanmıştı. Hüküm sürmekte olan ideolojinin en önemli yanlarından biri, krallık iktidarını ve onu elinde bulunduranı putlaştırma, ona tapınma idi; kral, çok kez, tanrılaştırılıyordu. Kral, ülkeyi yönetmek için, karmaşık bir bürokratik aygıttan yararlanıyordu. Özel görevliler, merkezi yönetimin çeşitli kollarını yürütüyorlardı; ötekiler, çeşitli eyaletlerde, genel yönetici olarak hüküm sürüyordu.
3. KÖLECİ TOPLUMDA ÜRETİM İLİŞKİLERİ
Üretim ilişkileri, üretim araçlarının mülkiyet biçimleri, emeğin toplumsal örgütlenişinde sınıfların görevleri ve aynı zamanda ürünlerin üleştirilmesi biçimleri gibi kavramlardan oluşur.
KÖLELER VE KÖLE SAHİPLERİ
Hammurabi Yasaları, yalnız Mezopotamya’da değil, köleci dünyanın tümünde üretim ilişkilerinin özelliklerine ışık tutar.
Babil’de, egemen güç, küçük ve orta köle sahiplerinden oluşuyordu. Hammurabi Yasaları, her şeyden önce, onların çıkarını koruyordu. Yasa metninin birçok paragrafı, doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak, köle sahiplerinin çıkarlarını korumaya ayrılmıştı. Bu yasalara göre, başkasının kölesini yaralayan ya da hayvanına zarar veren, sahibine ödenecek ufak bir para cezası ile cezalandırılıyordu. Bir başkasının kölesinin öldürülmesi halinde, suçlu, ölen kölenin [sayfa 71] sahibine bir köle veriyordu. Köleler, aile durumları hiç hesaba katılmaksızın satılıyor, hiçbir koşula bağlı olmaksızın armağan ediliyor ya da herhangi bir şey karşılığı değiştiriliyor ya da miras konusu oluyorlardı. Köle sahiplerinin mülkiyet hakkına karşı çıkan kimse, ağır bir şekilde cezalandırılıyordu. Bir kölenin çalınması ya da kaçan bir köleye yataklık edilmesi, ölüm cezası ile cezalandırılıyordu. Her köle, kendi sahibini gösteren bir damga taşıyordu. Bu damgayı silecek olan her özgür kişi, ağır bir ceza tehdidi altındaydı. Üretim araçlarından yoksun olan köleler, en ilkel haklardan da yoksundular.
Efendilerin, üretim araçları ve köle el emeği üzerindeki tam mülkiyetleri, köleci üretim ilişkilerinin temelini oluşturuyordu.
Kölelerin sürekli fetih savaşlarından sağlanmalarının yanısıra, Babil toplumunun kendisi de, kölelerin sağlanabildiği önemli kaynaklardan biriydi. Köleci toplumda, egemen olan köle sahibi efendilerin mülkiyetinin yanısıra, küçük köylü ve zanaatçı mülkiyeti de vardı; Babil, bu kural için, bir istisna değildi. Ama şunu da söylemek gerekir ki, özgür köylüler ve zanaatçılar, giderek bağımsızlıklarını yitiriyorlar ve köleleşiyorlardı. Babil’in özgür halkı, kendi aralarında, yurttaşlık haklarından yararlanan yurttaşlar ve yurttaşlık haklarının tümünden yararlanamayan “muşkenu”lar olarak bölünüyorlardı. Yurttaşlık haklarının tümünden yararlanan bir yurttaş sakat bırakıldığı zaman, suçlu da, aynı şekilde sakat bırakılarak, cezalandırılıyordu. Bir “muşkenu”nun sakatlanmasına neden olan ise, yalnızca para cezası ödüyordu. Hırsızlık halinde, “muşkenu” kategorisine giren bir insan, aynı durumda, yurttaşlık haklarından yararlanan bir yurttaşın ödemek zorunda olduğundan birkaç kat fazla para cezası ödüyordu. Yalnız bir kölenin çalınması, toplumun temeline karşı bir suikast sayılıyor ve ölüm cezası ile cezalandırılıyordu. [sayfa 72]
Yurttaşlık haklarından yararlanan yurttaşlar da, kendi aralarında zenginler ve yoksullar olarak ayrılıyorlardı. Yoksullar, yaşamlarını sürdürebilmek için, iş avadanlıklarını, parayı vb. zenginlerden ödünç almak zorundaydılar. Borçların ödenmemesi halinde, eğer borçlu, toprağa sahip bulunuyorsa, toprağı da dahil olmak üzere, mallarına elkonuluyordu. Yoksullaşan yurttaş, borçları yüzünden köle haline geliyordu. Borçlu (hemen her zaman ailesi üyeleri de), belirli bir süre için, biçimsel olarak köleleşmiş kabul ediliyordu. Ama gerçekte, ömrü boyunca köle oluyordu. Kendi yurttaşlarını satınalıp, el emeği arayan köle sahiplerine kiralayan yeni bir tip, köle tacirleri ortaya çıkıyordu.
KÖLECİ DEVLETTE TOPLULUĞUN ROLÜ
Öyleyse, Babil toplumunda, kölelerin yanısıra, aslında eski ilkel topluluğun üyeleri olan bir yığın özgür yurttaşın bulunmasını nasıl açıklamalı?
Devletin kuruluşundan önce, kabaran sularla sulanan toprakların verimliliği, karmaşık ve iyi düzenlenmiş bir sulama sistemine dayanan tarımın doğmasına yardımcı olmuştu. Toprakların ve sulama işlerinin, köleci latifundialar arasında bölünmesi -köleleri, emeklerinin sonuçları hiçbir şekilde ilgilendirmediğine göre-, bu sulama tesislerini tehlikeye sokabilecek, tarımın gerilemesine yolaçabilecekti. Bunun için, devlet, kır topluluklarını muhafaza etmeyi daha yararlı buldu. Ama bu, üyelerinin sömürüyü bilmedikleri o eski zamanın topluluğu değildi artık. Yeni koşullarda, köleci devletin sömürü konusu oluyordu. Eskiden olduğu gibi topluluğun üyeleri, büyük bir emeğe ve çok sayıda el emeğine gereksinme gösteren barajlara, setlere, kanallara bakıyorlardı. Eskiden olduğu gibi gene tohum ekiyorlar, hasat yapıyorlardı, ama ürünün büyük bir bölümü krala, rahiplere veriliyor ya da koruma birliklerinin bakımına ve muhafazama ayrılıyordu. Krallığın gözcüleri, sürekli olarak bu sulama [sayfa 73] sisteminin iyi durumda tutulmasını ve topluluğun üyelerinin harçları, vergileri düzenli ödemelerini denetliyorlar, böylece doğrudan doğruya üreticileri, ürettikleri servetlerin en iyi payından yoksun bırakıyorlardı.
Durum, antikçağın öteki despotik ülkelerindekine -Mısır, Çin, Hindistan, İran, Amerika’daki İnkalar İmparatorluğu, vb.- pek benzemekteydi.
Ama her ne kadar köleci devlet, kır topluluklarının sürdürülmesinde yarar gördüyse de, giderek onun yapısını çökertiyordu. Hükümdar, topluluğun topraklarının zararına sistemli bir biçimde genişlettiği büyük arazileri (domaines) elinde bulunduruyordu. Devletin en yüksek temsilcisi hükümdarın elinde toplanmış olan topraklar, savaşlar sayesinde genişlemişti. Kendi toplumsal temelini güçlendirmek için, hükümdar, çevresindeki bazı köle sahiplerine, devlet görevlilerine, askerlere ve tapınaklara büyük yurtluklar dağıtıyordu. Bu yurtlukları kendi topraklarından veriyor ya da topluluklardan zorla alıyordu. Üstelik topluluk, bazı üyelerinin zenginleşmesi, ötekilerin yoksullaşması sonucu, sürekli olarak dağılıyordu.
Özgür halk, devlete, gerek aynî olarak (tarım ürünleri ve hayvan), gerek nakit olarak büyük miktarda vergi ödüyordu. Vergiler sayesinde sayıları artırılan ve yasaların özel koruyuculuğuna alınan pek çok saray vardı. Hükümdar ve tapmaklar, “tutsaklar evi” denilen özel evlerde yaşayan pek çok köleye sahiptiler.
4. ASYA VE AFRİKA’NIN ANTİKÇAĞ İMPARATORLUKLARINDA ÜRETİCİ GÜÇLERİN GELİŞMESİ
En eski Asya ve Afrika imparatorluklarında üretici güçler gelişmeye devam ediyordu. Bu arada, Babil tarımında da, tunçtan ve sonra demirden yapılma avadanlıklar yaygın olarak kullanılıyordu. Zanaatçıların aletleri de iyileşmişti. [sayfa 74]
Hammurabi Yasaları, çok çeşitli meslek erbabından: tuğlacılardan, dokumacılardan, demircilerden, dülgerlerden, gemi ve ev yapımcılarından vb. sözediyor.
Zanaatçılık, Mısır’da da çok ilerlemişti. Dokumacılık çok yaygındı. Eski yatay dokuma tezgâhı yerine, dikey dokuma tezgâhı kullanılmaya başlanmıştı. Bakır işleyen demirciler, körük yerine tulumdan yararlanıyorlardı. Saban yetkinleştiriliyor. Camcılık kendi başına bir zanaat kolu oluyor. Tuğlalar pişiriliyor.
Zanaatçılık, genel kural olarak, özgür yurttaşlar tarafından yapılıyor, ama özellikle inşaatçılıkta en güç ve kaba işler, kölelere yaptırılıyor. İlk mekanizmaların, ilkin inşaat işlerinde ortaya çıktığı görülüyor. Eski Mısır’da, piramitlerin yapılması için koca taş blokları kaldırmak amacıyla kurulmuş özel düzenekler vardı. Asya ve Afrika devletlerinde yapılmış olan su depoları, barajlar ve yatak değiştiren kanallarla yapılan sulama sistemleri, kölelik çağındaki teknik ilerlemelere tanıklık ediyor. Nil nehri üzerindeki Assuan tesisleri, en heybetli yapıtlarından birini oluşturur.
Deniz ticaretinin gelişmesi, gemi yapımının yetkinleşmesine yolaçtı.
Silahlar da gelişiyordu. Askerî harekâtlar sırasında, savaş arabaları, koçbaşları kullanılıyordu. Savaş gemileri, mancınıklarla donatılmıştı.
META-PARA İLİŞKİLERİNİN GELİŞMESİ
Daha ilkel topluluk döneminde, değişimin ilerlemesi sokucu, metaların genel eşdeğeri ortaya çıkmıştı. Önceleri, genel eşdeğer rolünü, hayvan, kürk, deri, fildişi vb. gibi en önemli ürünler oynuyordu. Köleci toplumda, genel eşdeğer rolü, madenlere, önce demir ve bakıra, sonra altına ve özellikle gümüşe geçiyor. Para, genel eşdeğer ve dolaşım aracı olarak ortaya çıktı. Başlangıçta para, madenler gibi külçe halinde, sonra da özel olarak basılmış para biçiminde [sayfa 75] kullanıldı.
Ticaretin gelişmesi, üretime katılmayan, yalnız değerinin bir parçasını kendilerine malettikleri metaların değişimi ile uğraşan tacirlerin doğuşunun nedeni oluyor. Tacirler, ülke ülke dolaşıyorlar, bazan çok uzaklara gidiyorlardı.
Böylece üçüncü toplumsal işbölümü gerçekleşti.
Batı Asya’nın köleci devletlerinde, Yunanistan’da ve Çin’de, para, sikke biçiminde, MÖ 7-6. yüzyıllarda ortaya çıktı. Çin’de, para sikkeleri, ‘kare, bıçak, kılıç ya da kürek biçimindeydi; bazan da yuvarlak ve ortaları kare biçiminde delinmiş oluyordu.
Üretim, ticarî bir nitelik kazanıyor, yani doğrudan tüketimden çok, değişime yönelmiş bulunuyor.
KENTLERİN DOĞUŞU
Zanaatçılığın ve ticaretin gelişmesi ile zanaatçıların toplandıkları ve alışverişin yapıldığı yerlerde, kentler beliriyordu. Bu kentler, zanaat ürünlerinin üretim merkezi ve ticarî çekirdekleri haline geldiler. Birçok durumda, kentler, eski konaklama yerlerindeki berkitilmiş yerler yanında, kültür merkezlerinde, kalelerin, su kaynaklarının (şifalı su kaynakları da dahil) yakınlarında, büyük yolların kavşaklarında büyüyordu. Bu arada, MÖ 2. binyıllarında, Mekke kenti, ondurucu özellikleri olan bir su kaynağının yakınında doğdu; hacılar (ziyaretçiler) Kutsal Kara Taşı ululamak için durmadan oraya akıyorlardı. MÖ 1. binyılın sonlarına doğru, coğrafî ortamın elverişliliği ve bol su kaynaklan sayesinde, Suriye çölünün vahalarından birinde, büyük Palmir site-devleti doğdu.
TİCARÎ İLİŞKİLERİN ARTMASI
Ticari ilişkiler, her şeyden önce, deniz kıyılarında ya da nehirlerin kenarlarında yerleşmiş olan ülkeler arasında kuruldu. [sayfa 76]
MÖ 3. binyıla doğru Akdenizin doğu kıyılarının kuzey bölümünde yerleşmiş olan Fenike köleci site-devletleri, hemen hemen yalnız ticaretle uğraşıyorlardı. Fenikelilerin, Küçük Asya, Kıbrıs, Girit, Yunanistan ve aynı zamanda Batı Akdeniz ile ticarî ilişkileri vardı. Küçük Asya’dan gümüş ve kurşun, daha sonra, demir; Kıbrıs’tan bakır vb. ithal ediyorlardı.
Eski dünya, Asya ve Afrika’nın en uzak ülkelerini birbirine bağlayan ticaret yolları ile kaplanmıştı.
“Baharat Yolu”, Kızıl Denizi, kuzeye doğru, uzunluğuna geçiyordu; bu, Güney Arabistan’dan ve Akdenizin doğu kıyılarındaki kentlerden gelen bir kervan yoluydu; bu yoldan, Hindistan ve Afrika’dan sağlanan buhur, mürrisafi denilen zamk, baharat, altın ve daha sonra, köle ticareti yapılıyordu.
Başka bir kervan yolu, Güney Arabistan’ı Mezopotamya’ya bağlıyordu. Tacirler, Doğu Afrika’nın ticaret eşyasını, Arabistan’ı Afrika’dan ayıran Babülmendep boğazından geçirerek, kuzeye gönderiyorlardı.
Eski bir kervan yolu, Çin’i, Orta Asya üzerinden İran’a ve Akdeniz ülkelerine bağlıyordu. Çeşitli Çin metaları -madenler, maroken eşya, en çok da ipek-, “Büyük ipek Yolu” denilen bu yolla gönderiliyordu.
Kuşanlar Krallığı çağında, Orta Asya da bir ticaret merkezi idi. Bu ülkenin tacirleri Çin’den özellikle cam eşya ve mücevherat taşıyorlardı. Orta Asya, Hindistan’la, batıda, Akdenizin doğu kıyılarındaki ülkelerde, Doğu Avrupa ve Roma imparatorluğu ile ticaret ilişkilerinde bulunuyordu. Meta-para ilişkilerinin ilerlemesi, servet eşitsizliğini hızlandırıyordu. Yaşamlarını sürdürebilmek için yoksullar, zenginlerden ödünç olarak iş aletleri, para vb. almak zorundaydılar. Çok kez, borçlu, alacaklının kölesi haline geliyordu. Böylece köleler ordusu büyüyordu. Borç verenler gittikçe zenginleşerek, mesleği para biriktirmek ve bu parayı tefeci faizleriyle ödünç vermek olan tefeci haline geliyorlardı. [sayfa 77]
5. SINIF SAVAŞIMI VE ROLÜ
Sınıflı toplumun ortaya çıkışı ile insanlık tarihi, bazı sınıfların yükselişi, ötekilerinin yokoluşu tarihi haline, acımasız bir sınıf savaşımının tarihi haline geldi.
Köleci toplumun bütün tarihi, sınıflar arası kavgalarla, her şeyden önce kölelerle efendileri arasındaki çatışmalarla doludur. Sınıf savaşımı, sınıfların ekonomik durumlarının ve çıkar çelişkilerinin kutuplaşmasının sonucudur. Sınıfların çıkarlarına gelince, bunlar, belirli bir sınıfın, belirli bir toplumsal üretim sistemindeki durumu ile belirlenir. Efendilerinin mülkü olan, kendileri mülkten yoksun bulunan, görülmemiş bir sömürüye boyuneğen kölelerin, kendilerini bu duruma sürükleyen üretim tarzını ve siyasal rejimi ortadan kaldırmakta çıkarları vardı; oysa efendiler, tersine, bu üretim tarzını ve siyasal rejimi koruyorlardı.
Böylece, her ne kadar devrimci anlayışları sınırlı idiyse de, köleler, devrimci bir sınıf oluşturuyorlardı.
Silahlı isyanlar, antikçağın, Asya ve Afrika imparatorluklarındaki kölelerin sınıf savaşımlarının en göze görünür biçimiydi. Bunun gibi, Mısır’da, Orta İmparatorluğun sonuna doğru, büyük bir halk ayaklanması, kölelerden başka pek çok zanaatçı ve mülksüz yoksul köylünün de katıldığı bir ayaklanma patlak verdi.
Eski Çin’de binlerce isyan çıktı. En önemli başkaldırma, MÖ 18. yüzyılda oldu. İsyana katılanlar, birbirlerini tanımak için, kaşlarını kırmızıya boyuyorlardı; onun için, ayaklanmaya, “kırmızı kaşlar” adı verilmişti. İsyancılar arasında köleler, ilkel topluluk üyeleri, zanaatçılar, balıkçılar ve küçük esnaf vardı. Düzenli birliklere karşı bir zafer kazandıktan sonra, isyancılar, başkente yürüdüler ve başkenti ele geçirdiler. Yönetici sınıf, ancak tüm güçlerini seferber ederek ayaklanmayı bastırabildi.
Eğer başkaldırmalar başarısızlıkla sonuçlanıyorsa, bu, [sayfa 78] isyana katılanların örgütten ve gerekli disiplinden yoksun bulunmalarından ileri geliyordu; onların güçleri dağınıktı ve egemen sınıfın iyi silahlanmış güçlerine karşı duramazdı. Bu çağda, insanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kaldırılmasının gerçek koşulu yoktu ve olamazdı.
Ama yenilgilere karşın, ilkel topluluklardan kalma varlıklarını hâlâ sürdürmekte olan üyelerin, zanaatçıların ve kölelerin ayaklanmaları, büyük bir rol oynuyordu; çünkü bu ayaklanmalar, sömürünün kaba biçimlerine indirilen darbelerdi.
Bu ayaklanmalar, halkın özgürlük savaşımının ilk deneyimleri oldular; bu savaşımın temellerini atıyorlar ve onun geleneklerini güçlendiriyorlardı. Geçici başarılar bile, doğrudan doğruya üreticilerin durumunda azçok bir iyileşme ile sonuçlanıyordu, bu da, en sonunda, üretici güçlerin açılıp gelişmesine yardım ediyordu.
6. ESKİ KÖLECİ TOPLUMLARDA İDEOLOJİ VE KÜLTÜR
DİNİN ROLÜ
En eski antikçağ köleci devletlerin ideolojilerinin ayırdedici özelliği, dinsel niteliklerdir. Bu, Babil, Mısır, Hindistan, Urartu, İran ve Eski Amerika devletleri için aynı ölçüde doğrudur. Dinlerin biçimleri, ayinleri, efsanelerin konusu değişik olmakla birlikte, dinsel öğretilerin temeli aynı kalıyordu; çalışanlar söz dinlemeli, boyuneğmeliydiler, yoksa, bu dünyada ya da öbür dünyada tanrılar kendilerini cezalandırırdı. Binlerce dinsel öğreti, daha o zamandan, otoritelere boyuneğmemiş olanların tanrısal cezası olan cehennem kavramını; yeryüzündeki acıların, üzüntü ve güçlüklerin ödülü olarak cennet kavramını özünde taşıyordu. Rahipler, kendilerini, halk yığınlarını çeşitli araçlarla, zenginlerin iktidarının tanrıdan geldiğine inandırmaya adıyorlardı. [sayfa 79] Despotik devletlerde, krallık yetkisinin ve kralın kendisinin tanrısallaştırılması, bu rahiplerin çabalarının en belirgin sonucu oldu. Ölümlü dünyamızda bir tek efendinin kutsallaştırılması, dinsel betimlemelerde, tanrılar arasında da bir kral imgesini yaratmalıydı. Çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa bu aşamalı geçişi, eski köleci devletlerin çoğunda değişen bir ölçüde ve çeşitli biçimlerde gözleyebiliriz.
Emekçiler, doğa karşısında ve sömürücüler karşısında güçsüzdüler. Bu, halk yığınlarının bilincinde, egemen sınıf ideolojisinin yerleşmesi için uygun bir ortam yaratıyordu. Bununla birlikte, daha o zaman bile, bu idealist dünya anlayışı, artık çok güçlü değildi.
MATERYALİZMİN VE DİYALEKTİĞİN ÖĞELERİNİN GELİŞMESİ
Dinsel anlayışları, başlıca iki etken baltalıyordu. Birincisi, pozitif bilgilerin birikmesidir. Üretici güçlerin ilerlemesi, doğa yasalarının birbiri ardından keşfedilmesine olanak sağlıyordu. Fırat ve Dicle havzalarında oturanlar, o zamana değin su baskınlarını, bilinmeyen doğaüstü güçlerin ani öfkelerinin bir ifadesi olarak düşünürken, giderek su baskınlarının nedenlerini anladılar ve nehirlerin devirli kabarmalarını ve taşmalarını önceden bilebildiler.
Safça (naïve) materyalist görüşler, giderek insanların bilincinde kendilerine bir yol açıyordu ve hatta çok kez ilk materyalist öğretileri doğuruyordu. Örneğin, MÖ 2. binyılının ikinci yarısında evrenin yapısı konusundaki dinsel anlayışları yalanlayan materyalist görüşlerin oluştuğu görülüyor. Antikçağ materyalist filozofları, evrenin “öğelerden” kurulmuş olduğunu öne sürüyorlardı. Her şey -diyorlardı-, hareket halindedir ve iki kozmik gücün, yani Aydınlık ile Karanlığın arasındaki karşılıklı etki sonucunda durmadan değişir. Böylece yalnız materyalizmin değil, diyalektiğin de ilk filizleri beliriyordu. [sayfa 80]
Egemen ideolojinin (efendiler sınıfının ideolojisinin) geniş halk yığınları üzerindeki etkisini azaltan ikinci önemli etken, emekçilerin çetin yaşantısıdır. Sefaletten kurtuluş yolu olmadığı için, haklardan yoksun oldukları için, yalnız köleci devlete karşı değil, rahiplere karşı da ayaklanıyorlardı.
BİLİM VE SANATLAR
Salt ekonomik gereksinmeler, Asya ve Afrika’nın antik köleci devletlerinde soyut düşüncenin ilkel biçimlerine dayanan bilimsel bilgilerin ana çizgilerini yaratıyor. Hesaplar yapma ve tarlaları ölçme zorunluluğu, matematiği (aritmetik ve geometriyi) ve gökbilimi (takvimler sistemini) doğurdu. Daha sonra, kimya ve fiziğin öğeleri de gelişiyor. Babil’de, örneğin matematik gelişmişti ve bir bakıma, Yunanlılarda ve Romalılarda daha sonra ulaşacağı düzeyden ileriydi. Burada, bütün sayıları, minimum işaretlerle ifade etmeye olanak sağlayan bir sayılama sözkonusudur.
Yavaş yavaş, Asya ve Afrika halkları, yazı yazmayı öğreniyorlar. Başlangıçta “tasvirî şekillerle yazı”yı ya da “piktografi”yi kullandılar. Konuşulan dilden bağımsız olan ve figürlerle ifade edilen sahnelerin birleşmesi, eşyanın ve hareketin anlaşılması olanağını sağlıyordu. Piktografi (biçimleri çizerek yazma), yavaş yavaş bir simgesel ideografi (fikirleri çizerek yazma) yazısı haline, desen de simge haline geliyor. Gelişen köleci devlet, yasaları ve yargıları kesinlikle ifade etmek, zenginliklerin sayımını yapmak ve karakterlerini özel olarak belirtmek, satılan, satınalınan ya da depo edilen metaların nitelik ve niceliklerini kaydetmek vb. gereğini duydu. Örneğin Eski Mısırlılar, ideografik yazı ile sessizlerle yazının (yani yalnız sessiz harfleri temsil eden işaretlerle yazının) karışımı olan hiyeroglifi icat ettiler.
Alfabetik yazı, ilkin, Fenikeliler tarafından icat edildi ve kullanıldı. Bugünkü alfabelerimizin çoğunun ilkörneği [sayfa 81] olan Yunan ve Elam alfabelerinin temelinde, Fenikelilerin alfabesi vardır.
Mezopotamya halklarının ideografi ve çiviyazısı, edebiyatın açılıp gelişmesine yardımcı oldu.
Tarihçiler, Babil’in Gılgamış Destanına karşı büyük bir ilgi duyarlar. Yiğitlik dolu kahraman Gılgamış, doğaüstü, hatta tanrısal güçlere kargı savaşım verdi, insanın ölümsüzlük hakkı uğruna savaştı.
Eski Asya ve Afrika halkları, dikkat çekici sanat yapıtları, zengin bir şekilde süslenmiş seramikler, kemikten, taştan, ağaçtan ve başka maddelerden heykeller, tapmak duvarları üzerinde ve mezarların içinde gözalıcı freskler yarattılar.
Londra’daki Britanya Müzesi, Paris’te Louvre, Batı Avrupa’nın ve Kuzey Amerika’nın birçok müzeleri, Asya ve Afrika kültürlerinin, sömürgeciler tarafından çalınmış ya da çok ucuz fiyatlarla satınalınmış değerli yapıtlarını saklamaktadırlar.
Mezopotamya, Mısır, Harzem, Urartu, Hindistan ve Çin gibi antik devletlerin mimarlığı, bize, zengin bir miras bıraktı: çeşitli yapılar, oranlara uymanın klasik örnekleridirler.
Antikçağ Asya ve Afrika halklarının, üretim, bilim, edebiyat, sanat alanında gerçekleştirdikleri şeyler, özellikle Akdeniz ülkeleri ve hele günümüzün Avrupa devletlerini doğuran ülkelerin kültürleri üzerinde büyük etki yaptılar.
Her ne kadar bu evrim, oldukça yavaş olduysa da yeni bir toplumsal düzende Asya ve Afrika halkları, maddî ve manevî kültürün öncüleri oldular. Öte yandan, Asya ve Afrika halklarının deneyimi, Yunanistan’ın ve Roma’nın köleci toplumlarında üretici güçlerin hızla gelişmesine katkıda bulundu. [sayfa 82]
EKONOMİK VE TOPLUMSAL BİÇİMLENME
Üretim ilişkilerinin niteliği, toplumun iktisadî düzenini belirler. Bu düzen esastır, üzerinde çeşitli toplumsal ilişkilerin, fikirlerin, kurumların belirip yükseldiği temeldir, çünkü üretim tarzı, sonunda toplum yaşamının bütün yönlerini belirler. Temel, ilkönce toplumun sınıf bileşimine bağlı olan hukuksal ve siyasal kurumları, yani devlet örgütlenmesini, dinsel örgütlenmeleri, siyasal gruplaşmaları vb., kısaca, toplumun siyasal üstyapısını belirler. Sonra, dolaylı olarak, o belirli topluma özgü olan, toplumun ideolojik üstyapısını oluşturan her şeyi, siyasal, felsefî, dinsel, edebî vb. çeşitli fikirleri belirler.
Temelin yerini başka bir temelin alması, temeldeki değişiklikler, kendilerine uygun olan üstyapıda, siyasal kurumlarda ve ideolojide, kendilerini gösterirler. Ama her ne kadar temele bağlı ise de, üstyapının kendisi de, üretici güçler üzerinde bir etki meydana getirir, onların yerini başka üretici güçlerin almasını hızlandırabilir ya da yavaşlatabilir.
Demek ki, toplumun tümü, belirli bir birim, bir üretim tarzı ve buna özgü bir üstyapı ile tarihsel bir kuruluştur, iktisadî ve toplumsal bir biçimlenmedir.
Köleci toplumun temeli, feodal ya da kapitalist toplumda olduğu gibi, uzlaşmaz karşıttır; üretim araçlarının özel mülkiyet üzerine ve egemen sınıfın, maddî değerleri üretenleri doğrudan doğruya sömürmesi temeli üzerine kurulmuştur. Böylece kölelik, iktisadî ve toplumsal biçimlenme bütünü içinde, sömürüye dayanan uzlaşmaz karşıt bir biçimlenmedir.
7. ASYA VE AFRİKA’NIN ÇEŞİTLİ DEVLETLERİNDE KÖLELİK İLİŞKİLERİNDE GELİŞMENİN ÖZELLİKLERİ
ESKİ MISIR
MÖ 4. binyılın sonlarına doğru, Mısır despotluğunun kuruluşu, insanlığın eski tarihinde, en önemli evrelerden [sayfa 83] birini gösterir. Bu, eski imparatorluk denen dönem (MÖ 3.000-2.400) oldu. Büyük bir orduya sahip olan Mısırlılar, Sina yarımadasını ve Nubya’nın kuzey bölgelerini ele geçirmek için, sistemli olarak savaşlara girişiyorlardı.
Yönetimin tek merkezde toplanması, ülkede tarımın temelini oluşturan sulama sisteminin yetkinleşmesi ve genişlemesi olanağını sağladı. Öteki uğraşlar arasında, balıkçılık ve avcılığa çok büyük bir rol düşüyordu. Hayvan yetiştirme ise, geniş otlakların bulunduğu Nil deltasında özellikle verimliydi.
Mısır’da ilk iktisadî ve toplumsal birimler, köle sahipleri tarafından acımasız bir biçimde sömürülen kır topluluklarıydı. Daha sonra tapınaklara ait olan tarım işletmeleri hızla yayıldılar. Tıpkı Mezopotamya’da olduğu gibi, kır topluluğu kesin olarak sınıflara bölünerek ve köle sahiplerinin, rahiplerin ve tefecilerin, bu topluluğun topraklarına elkoymaları sonunda dağılıp parçalanmaya başladı. Yoksullaşmış özgür köylülerin durumu, kölelerin durumundan hiç de farklı değildi.
Hükümdarlığın ve tapmakların yurtluklarında olduğu kadar, köle sahiplerine ve yüksek görevlilere ait olan büyük mülklerde de, başlıca el emeğini köleler sağlıyordu. Köle sayısı durmadan artıyordu. Firavunlar, efendiler sınıfının yararına yeni köleler, hayvanlar ve başka zenginlikler elde etmek için, sayısız savaşları sürdürüyorlardı.
Mısır Krallığı, köle sahipleri iktidarının sağlamlaştırılmasını başlıca görev sayıyordu. Aşırı merkeziyetçi bir yönetim sistemi kurulmuştu. Büyük zenginlikler, krallık hazinesine akıyordu. Savaş ganimetlerinin yanında devlet gelirinin başlıca kaynağı, kalabalık bir görevliler kitlesinin halktan topladığı vergilerdi. Mahkemeler de köle sahiplerinin çıkarlarına hizmet ediyordu. Eyaletlerde, âdet olduğu üzere, krallığın yargıçlık görevini de, valiler üzerine alıyordu. Yüksek yargıç, ülkenin yönetiminde firavunun başlıca [sayfa 84] yardımcısı idi. Firavunun kendisine gelince, o, ulu, “tanrısal” yargılama yetkisinin temsilcisi olarak görülüyordu. Firavunların, onlarla birlikte bütün efendiler sınıfının şanına, halkın ve kölelerin çabasıyla kocaman piramitler dikiliyordu.
Devlet yapısı, daha sonra, Orta ve Yeni imparatorluklar zamanında da hemen hemen olduğu gibi kaldı.
ESKİ HİNDİSTAN
İndüs vadisinde yapılan arkeolojik kazılar kanıtlıyor ki, MÖ 3. ve 2. binyıllarda, Hindistan halkları, yüksek bir uygarlık düzeyine ulaşmışlardır.
1. binyılın başlangıcından başlayarak birçok Hint kabile federasyonları, ilk köleci devletleri kurdular. Toplumsal farklılaşma belirginleştikçe, askerî şef -raca-, giderek kabileye egemen oluyor ve topluluğun yönetim örgütlerini buyruğu altına alıyor. Kabile aristokrasisi, onun çevresinde gruplaşıyor. Daha sonra yönetim örgütleri, devlet aygıtının halkalarını oluştururken, racanın görevleri, babadan oğula geçmeye başlıyor. Aynı zamanda, brahmanların durumu da sağlamlaşıyor. Kısa bir süre önce, basit birer dinsel elçi olanlar, rahipliği uğraş haline getiriyorlar.
Ama Hindistan’ın despotik devletî, daha sonra ortaya çıktı; Moryalar hanedanının kralları olan Çandragupta ve Azoka tarafından temelleri atıldı. Moryalar İmparatorluğu, MÖ 4. yüzyılda, kesin olarak kuruldu.
Kölelik, Hindistan’da oldukça yaygındı, ama bazı özellikleri vardı. Başka yerlerde olduğu gibi, burada da, köleler, savaş tutsakları ve borcunu ödemeyen borçlulardan oluşuyordu. Özgür yurttaşlar da eşit değillerdi, iki değil, dört gruba bölünüyorlardı; bu gruptan “varna”lar, “cati”lerin (daha sonra ortaya çıkan kastların) ilkörnekleri oldular. Köleleşenler, her zaman alt-varnaların temsilcileriydiler, oysa onların efendileri üst-varnalara ait bulunuyordu. [sayfa 85]
Köleler aynı zamanda devlete ve topluluğa da ait olabiliyorlardı. Köle “dvi-pada” (iki-ayaklı mülk), evcil hayvan ise “çatuş-pada” (dört-ayaklı mülk) idi.
Köleler, ileri gelenlerin ve kralların hesabına, ayrıca kamu yapılarının yapımında çalışıyorlardı. Bununla birlikte, eski Hindistan’da, büyük toprak mülkiyeti yaygın değildi. Kölelerin emeğinden daha çok ev ekonomisinde yararlanılıyordu. Demek ki, köleler, çoğunluğu ile efendilerinin hemşerileri olduklarından, kölelik, hafif ataerkil izler taşımaktaydı. Köleler arasında kadınlar ağır basıyordu. Onların çocukları da, aynı şekilde, efendinin mülkü sayılıyordu.
Kölelik ilişkilerinin zayıf gelişmesi, özgür nüfusun ekonomik ve toplumsal örgütlenme biçimi olan Hint kır topluluğunun özel dengesi ile açıklanıyordu. Sulama sistemini sürdürmek ve geniş cangıl alanların değerlendirme gereksinmesi, çabalarının birleştirilmesini zorunlu kılıyordu. Topluluk üyeleri, aynı anda tarıma ve zanaatçılığa atılıyorlardı. Böylelikle topluluk, yalnız başına kalmaya mahkûm oluyordu, ülke içindeki ekonomik ilişkilerin gelişmesi de gecikmiş bulunuyordu.
Toprak, en yetkili kurum olan devlete ait bulunuyordu. Bu mülkiyet biçimi, ileri gelenlerin yalnızca köleleri sınırsız olarak sömürmelerine değil, vergiler aracılığıyla özgür yurttaşları soymalarına da izin veriyordu. Geniş ve karmaşık bir devlet aygıtı, ileri gelenlerin çıkarlarını savunuyordu.
Asya ve Afrika’nın öteki devletlerinde olduğu gibi, Hint despotizminin ayırdedici özelliği, krallık iktidarının tanrılaştırılmasıdır. Kral, tanrının yeryüzündeki temsilcisi idi. Rahipler topluluğu, bu inanışı, sürdürmekle yükümlüydüler. Hindistan’da, bu dönemde, eski köleci toplumun dini olan brahmanlık, yerini, yavaş yavaş yeni bir dinsel akım olan budizme bıraktı. [sayfa 86]
Budizm de, sınıflı toplumlardaki bütün öteki dinler gibi, ezilenleri manen silahsızlandırmak ve egemen olan sömürücüler sınıfının durumunu sağlamlaştırmakla yükümlüydü.
ESKİ ÇİN
Çin’de Şang (Yin) denilen ilk köleci devlet, MÖ 18. yüzyılda kuruldu. Kölelik düzeni, ancak çok sonra, MÖ 5. ve 3. yüzyıllar arasında açılıp gelişti. 3. yüzyılın sonunda koskoca bir imparatorluk, eski Çin İmparatorluğu kuruldu.
Bu dönemde, köle emeğinin rolü önem kazandı. Köleler, özel kişilere olduğu kadar devlete de aittir. Komşu kabilelerle yapılan bitmez tükenmez savaşlar, ayrıca iç savaşlar (imparatorluğun kuruluşundan önce) bol sayıda köle sağlıyordu. İşlenen suç ve cinayetlerin cezalandırılışı da, önemli bir köle kaynağıydı. Bu, egemen sınıf için çok etkili bir toplumsal baskı aracıydı. Yasalara ve eski geleneklere küçük bir karşı koyma, ağır suç olarak nitelendiriliyordu. Klan aristokrasisinden gelme büyük köle sahipleri, ilkel topluluk kalıntılarının sürdürülmesinde yarar görüyorlardı. Köle haline gelen mahkûmlar, devlete ait oluyordu.
Köle alışverişi, özellikle köken bakımından Çinli olmayan kölelerin alım-satımı, büyük ölçülere ulaşmıştı. Köle emeği, her yerde kullanılıyordu. Büyük çapta köleci özel işletmeler ortaya çıkıyordu. Sahip olunan kölelerin sayısı, büyük mülk sahiplerinin zenginlik ve kudretinin ölçütü haline geldi.
URARTU, HARZEM, KUŞANLAR KRALLIĞI
MÖ 2. binyılın sonları ile 1. binyılın başlarında Transkafkasya’da ve Ermenistan yaylası üzerinde pek önemli olmayan birçok köleci devlet ortaya çıktı. Bunlar arasında, MÖ 9. ve 8. yüzyıllarda büyük bir gelişmeye ulaşmış olan Urartu devletini belirtelim. Asurlu fatihlere karşı savaşımda Urartu, antikçağın en eski, en önemli devletlerinden biri oldu. [sayfa 87] Urartu devleti, bugünkü Transkafkasya Sovyet Cumhuriyeti topraklarının bir bölümünü içine alıyordu.
İlkel topluluk düzeninin önemli kalıntıları ile kölelik ilişkileri, Urartu’yu niteliyordu. Köleler, özel kişilere ve topluluğa ait bulunuyordu. Köle emeği, sulamaya dayanan tarımda geniş olarak kullanılıyordu.
Orta Asya’da, özellikle bugünkü Sovyet Cumhuriyetleri topraklan üzerinde, gene MÖ 1. binyılın başlarında, köleci devletler (özellikle Harzem) kuruldu. Bunlar, MÖ 1. yüzyılın başlangıcında, daha sonra egemenliğini Kuzey Hindistan’a ve Sin-Kiang’a kadar genişleten güçlü Kuşanlar Krallığını oluşturdular. Kuşanlar Krallığı, toplumsal ilişkilerin birbirinden farklı olduğu bölgelerden oluşuyordu, ama yavaş yavaş gelişmiş köleci bölgeler egemen duruma geçtiler. Ensonu, köleci düzen, krallığın bütün toprakları üzerinde yerleşti.
MİNALILAR KRALLIĞI
Eski Arabistan’da, Minalılar Krallığı Yemen’i, Batı Hadramut’u ve Kızıldeniz kıyılarını içine alıyordu.
Burada, klan ve kabile düzeninin güçlü kalıntılarına karşın, kölelik ilişkileri gelişiyordu. Köleler, en çok Afrikalı idiler: Habeş, Nubyalı vb.. Devlet, önemli bir gelişme düzeyine ulaştı; büyük sulama kanalları, bentler, saraylar ve başka yapılar yaptılar.
MÖ 7. ve 6. yüzyıllarda, köleci başka bir Arap devleti olan Saba Krallığı, Mina Krallığını yuttu. Saba Krallığı da, çok gelişmiş bir tarıma sahipti. Saba Krallığının başkenti Maryaba kentinin yakınlarında eski dünyanın ünlü bir bendi bulunuyordu. Bent, yüzyıllar boyunca, Güney Arabistan sulama ağının merkezî yapıtı oldu.
Bazı eski devletlerin tarihinden çıkarılan bilgiler, toplumsal evrim yasalarının evrensel ve dokunulmaz olduklarına tanıklık etmektedir. Her yanda üretici güçlerin gelişmesi, [sayfa 88] ilkel topluluğun parçalanmasına, köleliğin ortaya çıkmasına ve genel olarak despotik, olan köleci devletlerin kuruluşuna neden olmaktadır.
DEVLETLERARASI İLİŞKİLERİN KURULMASI
Çeşitli köleci devletler arasındaki çıkar çatışması, kendi öz ülkesinin köle sahipleri hesabına başka halkların içişlerine karışılması, müdahaleye uğrayan devletleri karşı-önlemler almaya zorladı. Bunun üzerine, en tehlikeli düşman devleti ezmek için, müttefikler aranmaya başlanıyor. Devletin çıkarlarının tanınmasını güven altına alan ya da çıkarlarına zarar getiren ve sonuç olarak da devletler arasında egemenlik ve bağımlılık ilişkileri yaratan devletlerarası anlaşmalar ortaya çıkıyordu.
Bununla birlikte, o çağda, diplomatik ilişkiler henüz çok az gelişmişti. Genel olarak, devletlerarası ilişkiler, devlet başkanları arasındaki yazışmaların ötesine geçmiyordu. Kural olarak, sürekli diplomatik temsilciler yoktu. Elçiler gönderilmesi, henüz düzene girmemişti. [sayfa 89]