3. KISIM FEODAL TOPLUM
GİRİŞ
KÖLECİ DÜZENİN BAĞRINDA FEODAL ÖĞELERİN GELİŞMESİ
Nasıl ki köleci ilişkiler, ilkel topluluğun bağrında ortaya çıktıysa, ilk feodal ilişkiler de kölelik düzeninin bağrında doğdular. Kolonluğun gelişmesi, köleci üretim biçiminin bunalımını haber veren bir belirtiydi.
Büyük toprak mülkiyeti, küçük köylü işletmelerinin hemen hepsini yutmuştu. Köleler ve kolonlar tarafından işlenen geniş malikâneler (domaines) daha şimdiden, gelecekteki yurtlukların (fiefs) önbiçimlerini gösteriyordu. 4. ve 5. yüzyılda, Roma İmparatorluğunun son döneminde, bu imparatorluğun çeşitli bölgeleri arasındaki ekonomik ilişkiler yavaş yavaş zayıflıyor, siyasal bunalım yoğunlaşıyordu. Daha önce gördüğümüz gibi bu bunalımın en önemli belirtilerinden [sayfa 149] biri, Roma İmparatorluğunun Doğu ve Batı imparatorlukları olarak bölünmesi oldu.
Büyük toprak sahipleri, onların toprakları üzerinde çalışan kolonlar ve köleler, bulundukları yerde üretilen zahire ile yetiniyorlardı. Bu, kapalı ve doğal bir ekonomiydi.
Ama yeni üretim biçiminin öğeleri, serbestçe gelişememekteydi; çünkü köleci ilişkiler, bunların ilerlemesini engelliyordu.
ROMA İMPARATORLUĞUNDA DEVRİMCİ ALTÜST OLUŞ
Yeni üretim ilişkilerinin öğeleri, kendi başlarına, kendilerini engelleyen üretim biçiminin zincirlerini kırabilecek güçte değillerdi. Feodal biçimlenmeye giden yolu tıkayan devlet ve üstyapının öteki öğeleri gibi, köleci biçimlenmeyi, yalnız devrimci bir altüst oluş yıkabilirdi.
Halk ayaklanmaları, Roma devletini sürekli olarak sarsıyordu. Halk yığınlarının ve boyunduruk altına alınan halkların devrimci eylemleri, Roma İmparatorluğunu adamakıllı sarsıyor; ama imparatorluğu kesin olarak devirmeye yetmiyordu. Ancak Cermenlerin ve Slavların istilâsı üzerine gelen ve onun etkisini artıran Roma toplumunun kendi bağrındaki sınıf savaşımı, Roma İmparatorluğunun düşüşü, köleci düzenin yıkılışı ve feodal ilişkilerin sağlamlaşması sonucuna vardı.
FEODALİTENİN DÖNEMLERE BÖLÜNÜŞÜ
Feodalitenin başlangıçtaki biçimlenme dönemi, marksist tarihçiler tarafından ortaçağ kavramı ile özdeş tutulur. Bu döneme, aynı zamanda, yukarı-ortaçağ da denir.
Avrupa’da, bu dönem, aşağıyukarı, 5. yüzyılda başladı ve 11. yüzyılın başına değin sürdü; Asya’da, 3. yüzyılda (Çin’de), 4. ve 5. yüzyıllarda (Hindistan’da), 7. yüzyılda (Arabistan’da) başladı; 8. yüzyılda (Çin’de) son buldu, ama Asya kıtasının öteki ülkelerinin çoğunda 11. ve 12. yüzyıllara [sayfa 150] değin sürdü.
Feodal ilişkiler tarihinde ikinci dönem, feodalitenin açılıp gelişmesi dönemidir. Bu, aynı zamanda, zanaatlarla tarımın ikinci kez birbirinden ayrılmaları dönemi; kentlerin, ticaret ve zanaatçılığın ocağı olarak kuruluşu dönemidir. Avrupa’da, bu dönem, 11. yüzyıldan 15. yüzyıla değin sürer; Asya ve Kuzey Afrika’da ise, 9. yüzyıldan 15. yüzyıla uzanır.
Feodalitenin üçüncü dönemi, feodal ilişkilerin gittikçe açılıp parçalanması ve kapitalist ilişkilerin ortaya çıkışı ile kendini gösterir. Bu döneme aşağı-ortaçağ denir. Avrupa’daki bu dönem, 15. yüzyıldan, 17. yüzyıla değin uzanmıştır.
Avrupa sömürgeciliğinin genişlemesi, feodal ilişkilerin a ve Afrika’da çok uzun zaman daha yaşamlarını sağladı. Ama, bütünü ile, 17. yüzyılın ilk yarısı, feodalitenin sonu ve kapitalizmin başlangıcı sayıldı. [sayfa 151]
BİRİNCİ BÖLÜM FEODAL İLİŞKİLERİN KURULUŞ DÖNEMİ (YUKARI-ORTAÇAĞ)
1. BATI AVRUPA’NIN FEODALLEŞMESİ
Feodal ilişkilerin olgunlaşması ile, köylülerin ve zanaatçıların emeğinin ürünlerini kendine maletmenin aracı olarak, toprak rantının özel koşulları gibi, üretim biçiminin kendine özgü olan ana çizgileri, özellikle toprak mülkiyetinin karakteristik biçimleri belginlik kazanıyor.
ESKİ CERMENLER VE SLAVLAR
Parçalanmış Roma İmparatorluğunda cereyan etmekte olan ve eski Cermenlerde ve Slavlarda ortaya çıkan süreçlerin sentezi, Batı Avrupa’da, feodal ilişkilerin biçimlenmesinin temelini oluşturur.
Köleci Roma İmparatorluğu ile olan ilişkileri sonucunda [sayfa 152] Cermenlerde ve Slavlarda, feodal ilişkiler, doğrudan doğruya ilkel topluluktan doğmuştur. Bu halklardan birinde olduğu gibi ötekinde de, sınıflara bölünme, daha Roma İmparatorluğunun gerileme döneminde başlamıştı. Ama sınıflar, ancak en ilkel, ataerkil biçimleri ile vardılar.
Eski Cermenlerde ve Slavlarda kölelerin ve savaş tutsaklarının durumu, Roma kolonlarınınkine yaklaşıyordu. Bir parça toprak alabiliyorlar ve senyöre, aynî olarak hayvan, buğday vb. ödeyerek, kendi küçük işletmelerini kendileri yönetiyorlardı.
Milâttan sonra ilk yüzyıllarda, Cermenlerin ve Slavların dağılıp parçalanan ilkel toplulukları yerine, gitgide toprağa dayanan bir ilkel topluluk (Cermenlerde) mark geçiyordu. Toprak, ailenin özel mülkiyeti olmuştu. Daha sonraları toprağa dayanan topluluk dağılıp parçalandıkça, bireysel emeğin daha üretken olmasından ötürü, toprak da, gittikçe özel mülkiyet biçimine dönüşüyordu. Köleliğin egemen olduğu koşullarda, ağır sabanlar kullanılamıyordu. Kabile aristokrasisi, büyük malikâne ve hayvanları, kendi elinde tutuyordu. 5. ve 6. yüzyıllara doğru, özel mülkiyetin gelişmesi, büyük ölçülere vardı.
Roma toplumu ile sıkı ilişkiler kurulması, Cermenlerde ve Slavlarda sınıfların biçimlenmesi sürecinin hızlanmasına yardımcı oldu. Güney ve Batı Slavlarının çıkarları, her şeyden önce, Roma İmparatorluğunun çıkarları ile çatışıyordu Roma devleti ile olan ilişkilerinin tehlikeye düşmesi, kabilelerde, devletin gücünü yıkmak isteğini uyandırıyordu. Büyük baskınlar, istilâlar, Cermen ve Slav ve başka kabilelerin, Roma İmparatorluğu topraklarına göçü, imparatorluğun düşüşünde kesin bir rol oynadı.
FEODALLEŞME SÜRECİ
Cermen kabileleri ve Slavları, Batı İmparatorluğuna ve Bizans’a akın yaptıkları zaman, köleler ve kolonlar kendilerini [sayfa 153] destekliyorlardı, çünkü fatihler, ezilen tabakaların koşullarını iyileştiren bir düzen kuruyorlardı. Cermenler en başta Romalı büyük toprak sahiplerinin topraklarına ve kölelerine elkoyarlardı. Kölelerin sömürülmesi, Cermenlerde, Romalılarda olduğundan çok daha az acımasızdı. Öte yandan, ilkel topluluğun törelerini ve yasalarını, kendileriyle birlikte getiriyorlar; ve bunları gittikleri yerlerdeki özgür köylülere de yayıyorlardı, ki ilkin onların durumu hafiflemiş oluyordu.
Bu töreler ve yasalar, çürümekte olan köleci düzenin bağrında doğan ve yeni feodal ilişkilerin kurulmasına yardım eden feodal öğelerle birleşiyordu; bu da, yeni feodal ilişkilerin kurulmasını çabuklaştırıyordu. Cermen fatihleri, Roma İmparatorluğuna özgü üretici güçlerin daha yüksek olan gelişme düzeyini kabul ettiler. Sayı bakımından (eski Roma topraklarındaki nüfusa oranla) zayıf olduklarına göre, derin bir biçimde kök salmış olan toprak mülkiyeti statüsüne dokunmamak zorundaydılar. Ama, aynı zamanda, yaşlanıp takattan düşmüş bir Roma toplumuna yeni güçler aşıladılar ve üretime yeni bir atılım ve hızlanış damgası vurdular. Romalı büyük mülk sahipleri, gitgide Cermen aristokrasisi ile karışıyor, böylece türdeş bir egemen sınıf oluşturuyordu.
Slavlar da, Bizans topraklarının bir parçası üzerinde, feodal öğeleri içinde taşıyan bir dizi devlet kurdular, bununla feodal ilişkilerin gelişmesine yardımcı oldular.
FRANK DEVLETİNDE ÖZEL TOPRAK MÜLKİYETİNİN GELİŞMESİ
Frank krallığı, yukarı-ortaçağın feodal toplumunun en klasik bir örneğidir.
4. yüzyılda, Franklar toplumunun başlıca, ama türdeş yığınını, özgür köylüler oluşturuyordu. Zengin köylüler, küçük ve orta feodaller haline dönüşerek, topluluktan ayrılıyorlardı. [sayfa 154]
6. ve 7. yüzyıllar arasında, Frank topluluğunda, toplumsal eşitsizliğin derinleşmesi sonucunda, önce özel mülkiyet olan toprak, serbest ferağ (alım-satım vb.) konusu oluyordu. Toprak mülkiyetinin bu serbest ferağına “alleu” denirdi. Alleu’nün, yani meta haline gelmiş toprak mülkiyetinin ortaya çıkışı, toprak mülkiyetinde eşitsizliğin nedeni oldu, bu da, büyük mülklerin gelişmesine ortam hazırladı.
KÖYLÜLER VE KÖLELER
Köleler, kral ailesinin ve büyük toprak sahiplerinin topraklarını işliyorlardı. Ama bu köleler, Roma İmparatorluğunun köleleri gibi değillerdi. Bunların önemli bir bölümü bir parça toprağa sahip olabiliyor ve işletmeyi tam bağımsız olarak, yalnızca belirli bir yükümlülük ödemek suretiyle kendisi yönetiyordu. Ama bu kölelerin hiçbir hakkı yoktu. Bir kölenin öldürülmesi, para cezası ile cezalandırılıyordu. Savaş ve ödenmeyen borçlar, köle sağlayan büyük kaynaklardı.
Kölelerin yanında yarı-özgür insanlar, litler (eski kolonlar bunlar arasındaydı) ve azat edilmiş köleler de çalıştırılıyordu. Litlerin de, azat edilmiş kölelerin de, birer parça toprağı vardı, haraç ödüyorlardı ve geleneksel yükümlülüklerini yerine getiriyorlardı. Kökeni bakımından Frank olmayan bütün özgür insanlar (Romalılar ve ötekiler) gibi, litler de, haklardan yoksundular. Bir litin, ya da bir Romalının öldürülmesi halinde, kurtulmalık (wergeld) (100 solid), özgür bir Frank’ın öldürülmesinde ödenmesi gerekenden (200 solid) iki kez daha azdı. Yavaş yavaş, bağımlı köylüler sınıfı oluşuyordu.
PRECES SİSTEMİ
Bazı toprak sahipleri, özellikle de büyük toprak sahipleri, 5. ve 6. yüzyıllarda, topraklarının bir bölümünü küçük tarlalar halinde, yoksul köylülere vermeye başladılar. Eline [sayfa 155] geçen bir tarla için köylü, bu toprağın sahibine, ürünün bir kısmını veriyor ve onun hesabına belirli bir iş görüyordu. Bu tarla, bazan belirsiz bir süre için veriliyordu; ama zamanla bu, belirli bir süre ile, özellikle elinde bulunduranın yaşam süresi ile sınırlandırıldı. Bazan da toprağın tasarruf hakkı, babadan oğula geçebiliyordu: işte bu preces idi.
8. ve 9. yüzyıllara doğru preces biçimleri çoğaldı. Yoksul düşmüş olan ve büyük mülk sahipleri tarafından ezilen köylü, kendi tarlasını, bu büyük mülk sahiplerinden birine vermek zorunda kalıyor ve bu toprak, senyörün mülkü oluyordu. Sonra, senyör, toprağı köylüye veriyordu, ama mülkiyetini değil, ya yaşamı boyunca ya da babadan oğula geçmek üzere tasarruf hakkını. Köylü, buna karşılık, ürünün bir kısmını senyöre veriyor, bazı angaryaları yerine getiriyordu ve senyör de karşılık olarak köylüyü öteki büyük toprak sahiplerine karşı korumayı üzerine alıyordu. Böylece, köylü, daha önce mülkü olan topraktan daha büyük bir toprağı da işleyebiliyordu. Bu yolla, büyük toprak sahipleri ve bunlar arasındaki kilise (5. yüzyılın sonunda Franklar hıristiyanlığı kabul etmişlerdi) el emeğini, henüz işlenmemiş topraklar üzerine çekiyorlardı.
GEDİK (BÉNÉFİCE)
Feodal düzenin ilerlemesi, daha sonra, 8. yüzyılda, toprağa ait ilişkilerdeki özgün bir altüst oluş ile koşullandırılmıştır.
Toprak, artık özel mülk olarak verilmiyordu; egemen sınıfın temsilcileri, ancak kendi topraklarında silah altına alınan birliklerin başında kralın ordusunda hizmet etmeleri koşuluyla, malikâne ya da yurtluk denilen topraklara sahip olabiliyorlardı. Mülkiyetin bu koşullu biçimine, gedik (ayrıcalık olarak verilen toprak, bénéfice) deniliyordu. Gedikler, miras konusu (kalıtsal) olmuyor, ancak yaşam boyunca veriliyordu. [sayfa 156] Eğer kendisine gedik verilen kimse, askerî görevlerini yerine getirmezse, toprak her an için elinden alınabiliyordu. Gedikten yararlanan kimsenin ölümünden sonra, yararlandığı yurtluk, krala ya da onun vârislerine geçiyordu.
FEODAL SİSTEMİN (FRANC-ALLEU) KURULUŞU
VASALLIK
Bu sistem, 9. ve 10. yüzyıllar boyunca yeni değişikliklere uğradı. Askerî gedik, kalıtsal bir nitelik kazandı ve franc-alleu denilen biçime dönüştü,
Bu franc-alleu sistemi, ayrılmaz bir şekilde vasallığa bağlı idi: bütün toprak sahipleri, daha güçlü bir senyör, yani metbu karşısında bağımlılığını kabul etmek ve kendisini, onun vasalı ilân etmek zorundaydı. Vasal, senyöründen bir yurtluk alıyor ve silahlarını onun hizmetine koymak zorunda bulunuyordu.
Başlangıçta, vasallık ilişkilerinin kuruluşu, bir özel hukukla ilgili bir sözleşmeyi oluşturuyordu, ama 9. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, kral fermanları, zorunlu vasallığı ilân ettiler.
Böylece, feodalitenin siyasal yapısının çok karakteristik olan hiyerarşik düzeni çiziliyor. En yukarda kraldan başka bir metbu tanımayan feodaller bulunuyordu. Sonra daha az önemli olan senyörler geliyorlardı, ve ensonu bu sömürü zincirlerinin en son halkalarının, daha sonra şövalyeler adını alan küçük soyluların temsilcileri oluşturuyordu.
FEODAL TOPLUMUN ÜRETİCİ GÜÇLERİ
Ele aldığımız bu dönemde, yeni üretim ilişkileri, feodalitenin belirleyici çizgilerinden sözetmeye izin verecek bir düzeye ulaştılar.
Sabanlar (ağır ve hafif sabanlar) gibi bazı başka tarım aletlerinin de yayılması, demir işlerinin yetkinleşmesinin gerekli sonucuydu. Bu olgu, tarımda üretkenliğin artmasına [sayfa 157] yardım etti: üç yıl süreli almaşık ekim giderek yayılıyordu, bağlar genişliyordu. Bağların genişlemesi, üzüm sıkmacının yetkinleşmesine yolaçtı. Başka yeni tesisler, özellikle yel değirmenleri ortaya çıktı. Kölelik zamanından kalan su değirmeni, kanatlı çark eklenerek yetkinleştirildi.
Ama, yadsınamayan bu ilerlemelere karşın, bu dönemde, feodal üretimin ayırıcı özelliği, görenek ve teknikte durgunluktu. Bu durum, aslında, evriminin bütün aşamalarında, feodal ekonomi için, azçok doğrudur.
Yukarı-ortaçağda, üretici güçler çok yavaş gelişiyordu. Toprağı dinlendirme ve iki yıllık almaşık ekim sistemi, giderek üç yıllık almaşık ekim sistemi ile değiştiriliyordu. Çift sürmek için demirli sabandan yararlanılıyordu, ama toprağı tapanlama ve sürgü çekme için, köylüler, genellikle toprak üzerinde sürüklenen tahta bir merdane kullanıyorlardı. Harman, tahtadan bir harman döveci ya da yalnızca sopa yardımıyla yapılıyordu. Toprağın verimini artırmak için gübre kullanılmıyordu. Bu yüzden verim çok düşüktü.
Bu teknik durum, küçük köylü üretiminin (daha sonra zanaat üretiminin) ağır basmasından ileri geliyordu.
FEODALİTEDE ÜRETİM İLİŞKİLERİ VE MÜLKİYET
Üretici güçlerin gelişme düzeyi, feodal üretim ilişkilerinin niteliğini belirliyordu.
Bu ilişkileri tahlil edebilmek için, üretim araçları mülkiyetinin egemen biçimini, bu mülkiyetin gerçekleşmesinin özel koşullarını, (yani ürünlerin üleştirilmesi yöntemlerini) ve ensonu farklı toplumsal grupların ve sınıfların durumunu (ki bu, üretim ilişkileri etkenine bağlıdır), bu sınıf ve grupların üretimdeki karşılıklı ilişkilerini saptamak gerekir.
Bu çağın en başta gelen üretim aracı, toprak, yalnız senyörlerin elindeydi. Özgür köylüler tarafından işlenen parçalar ancak seyrek raslanan bir istisna oluşturuyorlardı. [sayfa 158]
Senyörler, mülk sahipliği haklarını iki biçimde gerçekleştiriyorlardı. Başlangıçta topraklar üç kategoriye ayrılmıştı: ev ve eklentileri ile sebze yetiştirilen küçük bahçe, köylüye aitti. Ekilebilir topraklar, topluluğa ait mülk sayılıyordu, ama onları durmadan bölüştürüp duruyorlardı. Ormanlar, otlaklar vb. topluluğa aitti ve topluluğun bölünmez mülkü idi.
Bu alt bölünme, bir ölçüde, feodal düzenin billurlaşmasına kadar sürdü. Ama o zaman, ekilebilir toprakların çoğu, senyörün adamlarının doğrudan doğruya denetimi altındaydı. Bu topraklar, malikâne denen şeyi oluşturuyordu. Bu, sendirler için toprak üzerindeki tekellerini değerlendirmelerinin ilk biçimiydi; öteki biçim, azçok bağımsız olarak yararlandıkları tarlaları (manses), köylülere, pay olarak dağıtmaktan ibaretti. Ormanlar, otlaklar ve sular senyöre ait mallardı. Ama köylülerin de, topluluğun üyeleri olarak, bunlar üzerinde hayvanları otlatmak, balık avlamak vb. hakları vardı.
Yüzyıllar boyunca, köylüler, kendi çıkarlarını savunan özgün bir kamu örgütlenmesi biçiminde, topluluk kalıntılarını korudular.
Toprak, üretim konusu olduğuna göre, toprağı işlemek, sonra da ürünü kaldırmak zorunlu idi. O halde, topraktan başka tarım aletlerine ve aynı şekilde atlara ve başka hayvanlara sahip olmak gerekiyordu. Bütün bunlar, aletleri ve hayvanları bazı koşullarla köylüye ödünç veren senyöre aitti. Üretim araçlarının bir bölümü, köylülerin özel mülkü olmuştu.
SÖMÜRÜNÜN DOĞAL NİTELİĞİ
Köylü emeğinin iki sömürü tarzı küçük üretimin yaygınlığını belirliyordu. Dolayısıyla, üretici güçlerin bölünüp parçalanmış olması ekonominin ilerlemesine engel oluyordu. Tarım işletmesi, doğal bir nitelikteydi.
Bu genel çizgi, belirli bir ölçüde, bütün feodal çağa damgasını [sayfa 159] vurdu, ama yukarı-ortaçağ için özellikle belirleyiciydi. Yurtlukta üretim, yalnız nesnel bir amaç güdüyordu: kiliseye bağlı ya da kiliseden bağımsız senyörün ve çevresinin gereksinmelerini karşılamak; tahta ait topraklarda ise kralın ve maiyetinin gereksinmelerini karşılamak. Kölelik çağında ekonomik çöküşün sonunda, tarımdan ayrılan zanaatlar, Roma İmparatorluğunun düşüşü sırasında, yeniden tarımla kaynaştılar. Senyörün ve köylülerin zanaat mallarına olan gereksinmeleri, yerel üretimle karşılanıyordu. Feodal işletmede, üretilen her şey, birkaç istisna dışında, kendi yöresinde tüketiliyordu.
GEREKLİ ÜRÜN VE ARTI-ÜRÜN
Feodal işletmede, üretilen her şey, köylü emeğinin sonucu idi. Bu ürün, üç kısma ayrılabilir:
a) Senyörün kendine maledindiği kısım;
b) Köylünün ve ailesinin geçimi için gerekli olan kısım;
c) Emek üretkenliğinin yükselmesi sonucunda, beslenmek için gerekli asgarî miktardan fazla olarak, köylünün elde edebildiği ortak ürünün bir kısmı.
Son iki kısım, gerekli-ürünü, birinci kısım ise artı-ürünü oluşturuyordu. Şu halde köylü emeği de, gerekli-emek ve artı-emek olarak ikiye bölünebilir.
Ek-emek hacminin gerekli-emek hacmine oranı, sömürünün derecesini oluşturur. Emeği ile, köylü, yalnız kendi gücünü değil, aynı zamanda ailesinin gücünü de yeniler. Sömürünün yeniden üretilmesinin giderleri de doğrudan üreticilerin üzerine biner; yani bu giderler, gerekli-ürünün zararına olarak karşılanır. Bu giderlerin ancak bir bölümü artı-üründen sağlanır. Köylülerin (daha sonra zanaatçıların) yaşam koşullan öyleydi ki, genel kural, olarak, yeniden ekmek ve senyöre olan yükümlülüklerini ödemek için, kendileri gerekli zahireden yoksun kalıyorlardı. [sayfa 160]
TOPRAK MÜLKİYETİNİN UYGULAMA BİÇİMİ OLARAK FEODAL RANT
Senyörün kendine maledindiği artı-ürün, feodal rantı oluşturuyordu. Bu, feodallerin toprak mülkiyeti üzerindeki tekellerinin uygulama biçimiydi.
Feodal çağda, tüm üretimin nesnel amacı, senyörlere rant ödenmesi idi. Bu istek, senyörün, ailesinin ve hizmetçilerinin kişisel gereksinmeleriyle sınırlıydı. Köylülerin (ve zanaatçıların) gereksinmelerinin karşılanması, senyör bakımından, üretimi sürdürmek ve işletmeyi yaşatabilmek için erekliydi.
Ana-babadan kalma feodal mal, rantın, egemen sınıf tarafından toplanmasına uyarlanmış bir düzenleme idi.
Feodallerin ve köylünün salt fizik gereksinmeleri, rantın ölçüsünü belirlemiyordu. Feodaller, sık sık, köylülerden en zorunlu şeyleri çekip alıyorlar ve onları yoksulluğa sürüklüyorlardı. Rantın büyüklüğü, belirli tarihsel nedenlere ve her şeyden önce feodaller ile köylüler arasındaki sınıf ilişkilerine bağlı bulunuyordu. Rant, coğrafî bölgelere ve çağlara göre değişiyordu.
FEODAL RANTIN GELİŞMESİ
Feodal rant biçimleri, oldukları gibi kalmıyorlardı. Başlangıçta, köylü, zamanının en büyük bölümünü senyöre ait toprağın işlenmesine ayırmaya zorlanıyordu. Yükümlülüğün bu ödeme biçimi, angarya adını alıyordu. Köylüye yüklenen öteki angaryalar, müstahkem mevkilerin yapımı, ürünlerin taşınması, bazı zanaat işlerine katılma vb. idi.
Köylü emeğinin üretkenliği arttıkça ve tarım tekniğinin gelişme düzeyi yükseldikçe, senyörler, üretimin ağırlık merkezini, doğrudan doğruya köylü işletmelerine kaydırmayı daha kârlı buluyorlardı. Aynî olarak ödenen rant, aynî-rant, feodal rantın ikinci biçimi oldu.
Rantta, köylünün, kendisine kullanmak üzere toprak ve [sayfa 161] aletler veren senyöre ödediği bir çeşit ücret anlamı vardı. Bu ödemeye toprak yükümlülüğü (redevance – belli taksitlere bağlanan bir çeşit yükümlülük) deniyordu. Başka yükümlülükler arasında, otlak, balık avlama hakları vb. yer alıyordu, çünkü eskiden topluluğa ait olan çayırlar ve sular da, şimdi artık senyörlerin mülkleriydi. Bu olayları incelediğimiz Fransa’da, bu taksite bağlı yükümlülükler, sonraları, cens (senyörün kendisine verilen senyörlük vergisi) adını aldılar.
Yukarı-ortaçağda angarya, yükümlülük ödemenin en yaygın biçimi idi, aynî-rant ödeme bir istisna oluşturuyordu.
Kentlerin gelişmesi sonucu, rantın para olarak ödenmesi, birinci derecede önem kazandı. Şimdi artık senyör, kendi yurtluğunda üretilmeyen nesnelerle ilgileniyordu ve onları satınalmak için de serflerinden para sağlaması gerekiyordu.
EKONOMİ-DIŞI BASKI (CEBİR) KİŞİSEL, HUKUKSAL VE YÖNETSEL BAĞIMLILIK
Aynî ödenen rant çağında olduğu gibi, para ile ödenen rant çağında da, feodal rantın en büyük bölümü, toprak mülkiyetinden sağlanıyordu. Artı-ürün, henüz hukuksal ve yönetsel para cezaları gibi, soylu olmayan kimselerin senyöre olan bağımlılığının ifadesi olarak sürekli ödedikleri çeşitli vergilerden oluşuyordu. Kişisel bağımlılıktan gelme vergiler, (özellikle Fransa’da) baş vergisi biçimini alabiliyordu. Bazı ülkelerde, köylü evlendiği zaman, ilk gece hakkı senyörün oluyordu. Sonraları bu hakkın yerini, para ya da zahire olarak ödenen bir yükümlülük aldı. Köylü, kişisel bağımlılığının sonucu olarak, senyöre, miras hakkı üzerinden dolaysız bir vergi ödüyordu. Bazan, senyöre, en güzel hayvanını, bayramlık giysilerini ya da herhangi bir taşınır mal vermek zorundaydı. Ve ensonu, senyör, köylüye (evlenmesine, oturduğu evi değiştirmesine, kendi malından başkasına bağışta bulunmasına vb. izin vermek için), canı istediği gibi başka [sayfa 162] angaryalar ve para yükümlülükleri kabul ettirebiliyordu. Köylülerin kişisel, hukuksal ve yönetsel alanda katlan-11 idari bu bağımlılık durumu, senyörler için, yalnızca bir ek gelir kaynağı oluşturmuyordu. Bu kulluk-kölelik biçiminin derin fikri başka bir şeydi.
Toprak yükümlülükleri, köylülüğün ekonomik bağımlılık öğelerini kendi içinde taşıyordu. Ama köylüler, bir miktar toprağa ve kendi öz malları olan üretim aletlerine sahip oldukları zaman, ekonomi-dışı herhangi bir baskıya başvurmaksızın, emeklerinin en iyi meyvelerini onların elinden almak olanağı yoktu; başka bir deyişle, senyörün, köylünün şahsı üzerinde doğrudan doğruya bir yetkiye sahip olması gerekiyordu. Bu bağımlılık durumu, serflikten, hakların sınırlanmasına kadar giden çok değişik biçimler alabiliyordu.
Köylünün bağımlılığı, senyörün hukuksal ve yönetsel gücüne sıkı sıkıya bağlıydı.
Ekonomi-dışı baskı biçimleri, feodal üretim tarzının karakteristik yönlerinden birini oluşturuyordu.
Franklarda, köylünün kişisel bağımlılığı, köylü topraklarının ve topluluğa ait toprakların büyük mülk sahipleri tarafından kendi tekellerine geçirilişi ile birlikte gelişiyordu, Geçmişte özgür olan, yoksul düşmüş köylüler, güçlü komşularının himayesine girmek zorunda kalıyorlardı: yoksa, bu senyör savaşları ve akınları çağında, canlarını ve geri kalan mallarını korumayı umamazlardı. Bu himaye biçimi (ki onun ilk biçimleri daha Roma İmparatorluğunda ortaya çıkmıştı), patronat adını alıyordu, ve büyük toprak sahibinin himayesine girmeye ise kayırılma (recommandation) deniliyordu.
YUKARI-ORTAÇAĞDA DEVLET
Köylülerin bağımlılık (özellikle kişisel, hukuksal ve yönetsel bağımlılık) biçimlerinin gelişmesi, feodal toplumun üstyapısının evrimine sıkıca bağlı bulunuyordu. Başlangıçta, yukarı-ortaçağın feodal hükümetlerinin (örneğin Frank [sayfa 163] devletinin ve öteki barbar krallıkların) ilk görevi, ele geçirilmiş topraklar üzerindeki köle ve kolonların hareketlerini bastırmak, İtalya ve öteki Roma eyaletleri halklarından haraç toplamaktı. Daha sonra, devlet, aynı zamanda, geçmişte özgür olan köylüleri elde tutmak ve uysallaştırmak görevini de üzerine aldı. Feodal devlet, büyük toprak sahiplerinin egemenliğini güçlendirmek olan başlıca görevini, gayretkeşlikle yerine getiriyordu.
YUKARI-ORTAÇAĞDA FRANKLARIN DEVLETİ
Özellikle Franklar toplumunda ortaya çıkan siyasal düzen değişiklikleri, toplumsal ve ekonomik ilişkilerdeki değişikliklerle belirlenmişti. 5. yüzyılın sonlarına doğru, kabilelerin askerî şeflerinden seçilmiş olan iktidar, babadan oğula geçen krallık iktidarı biçimine dönüştü. Roma eyaletlerinin fethi, egemen sınıfın ve onun siyasal örgütü olan devletin güçlenmesini çabuklaştırdı. Halk arasından toplanan milislerin yerini, ilke olarak, büyük feodallerin sağladığı birliklerden oluşmuş ordu aldı.
Yüzer yüzer ya da birkaç yüzlüğü biraraya getiren kontluklar halindeki eski bölünme, toprak birimleri halindeki bölünmeyi içine aldı. Kontluk içindeki hukuksal ve yönetsel iktidar, kralın görevlisine, yani konta ait bulunuyordu; kont, kontluk sınırları içinde, mahkemenin verdiği her çeşit para cezasının üçte-birini kral adına topluyordu.
Ama ilk Frank kralları hanedanı Merovenjyenler zamanında, devlet yönetiminin bu oldukça esnek merkeziyetçiliği, büyük toprak sahiplerinin giderek artan gücü karşısında yıpranmaktaydı. Kral, belirli toprak alanları üzerinde bağışıklıklar tanıdı. Bu bağışıklıkları elde eden senyör, ayrıcalıklı bir durum sağlıyordu. Bağışıklık tanınan topraklar üzerinde (başlangıçta cinayet istisna olmak üzere) bütün hukuksal ve yönetsel yetki, senyöre geçti. Senyör, vergileri alıyor ve kendi toprağı üzerinde kurulan askerî birliklere komuta ediyordu. [sayfa 164]
Franklar devleti, kesin olarak, 8. ve 9. yüzyıllarda kuruldu. Devlet, parçalara ayrılma ve bazı büyük toprak sahiplerinin bağımsızlığı ile karakterize oluyordu. Bu özellikler, bütün Şarlman İmparatorluğu boyunca da (768-814) egemendi. İmparatorluk, Şarlman’ın ölümünden sonra gerilemeye başladı.
FEODAL TOPLUMUN TEMEL UZLAŞMAZ-KARŞITLIĞI
Senyörlerin gelir kaynağı, doğrudan üreticilerin, yani köylülerin, daha sonra da zanaatçıların aşırı ölçüde sömürülmesiydi. Sömürü düzeyi durmadan yükselmeye doğru eğilim gösteriyordu. Nüfusun büyük çoğunluğunun yazgısı, tamamıyla azınlık olan büyük toprak sahiplerinin elinde bulunuyordu. Bu, feodal toplumun temel uzlaşmaz-karşıtlığını belirliyordu.
Feodal toplumda, başlıca uzlaşmaz-karşıt sınıflar yanında, başka gruplar, örneğin zanaatçılar da vardı.
Tıpkı kölelik çağında olduğu gibi, feodalitenin çeşitli toplumsal sınıf ve gruplarının koşulları, çeşitli tabakaların ve belirli bir hukuksal duruma sahip olan kimselerden oluşan gruplaşmaların varlığı ile belirleniyordu. Bazı durumlarda, sınıf, kendi içinde, birçok katmanlara bölünüyordu (özellikle egemen sınıfta layik senyörlerle kiliseye bağlı senyörler birbirlerinden ayırdediliyordu). Bunun dışında, bir tek katman (örneğin soylular ve papazlar dışında kalan Fransız halk tabakası), daha sonra, sınıf halinde, ya da köylüler, zanaatçılar, tacirler, tefeciler gibi toplumsal tabakalar halinde billurlaşan birçok toplumsal tabakaları kucaklayabiliyordu.
YÜKARI-ORTAÇAĞ DÖNEMİNDE KÖYLÜLERİN ANTİ-FEODAL SAVAŞIMI
Frank köylü yığınlarının serfleştirilmesi yanında, amansız bir sınıf savaşımı da kendini gösterir. Bu sınıf savaşımı, firardan silahlı ayaklanmaya değin giden pek çeşitli biçimler alıyordu. [sayfa 165]
Bu kendiliğinden gelme ve birbirinden kopuk ayaklanmalar, kaçınılmaz olarak, başarısızlığa mahkûmdu. Ama halk yığınlarının sınıf savaşımı, senyörleri, yükümlülüklerini belirli düzeyde tutmaya zorluyordu; bu da, maddî malların doğrudan üreticilerini, sömürenlerin keyfî yönetimine karşı, biraz koruyordu.
Daha sonraları, yükümlülükler, daima, bu iki rakip sınıf arasındaki güçler oranına bağlı kaldı.
Feodal Frank toplumunun bütün siyasal düzenlenişi, bir tek amaca hizmet ediyordu; halk yığınlarını bağımlı durumda tutmak. Bazı durumlarda, büyük senyörler, isyan eden köylüleri kendi güçleri ile yenebiliyorlardı. Ama, kesin bastırma rolü, feodal soyluluğu tümüyle kendi şahsında cisimleştiren krallık iktidarına aitti.
BATI AVRUPA’DA FEODAL İLİŞKİLERİN BİÇİMLENMESİNİN KARAKTERİSTİK ÇİZGİLERİ
Sonuç olarak, Batı Avrupa’da, feodalizmin kuruluşunu izleyen şu özellikleri belirtmek gereklidir: toprağın feodal mülkiyeti temeli üzerinde büyük feodal toprak mülklerinin yaratılması ve özgür köylüler çoğunluğunun serfleştirilmesi; serf-köylülerin, kölelik çağından artakalan köleler ve kolonlarla kaynaşmaları. İşte feodaller sınıfı ve maddî malların başlıca üreticileri olan serf-köylüler sınıfı, özetlediğimiz bu durum içinde kendilerini gösterirler. Feodal toprak sahibi, belirli bir siyasal iktidarı kendi ellerinde topluyordu. Cermen kabilelerinin özgür topluluğunun kalıntıları, feodal toplum içinde, özgün bir serf-köylüler örgütü biçiminde, varlığını sürdürüyordu.
2. DOĞU AVRUPA’DA FEODAL İLİŞKİLERİN BİÇİMLENMESİ
DOĞU SLAVLARINDA FEODAL EVRİMİN ÖZELLİKLERİ
6. ve 9. yüzyılların Doğu Slavlarında, sınıfların ve devletin [sayfa 166] oluşması, köleci Roma İmparatorluğu, iktidarını, Doğu Slav topraklarına değin genişletmemiş olduğu için, özel biçimler alıyordu. Bu yüzden köleci ilişkiler, Slavların toplumsal düzeni üzerinde doğrudan bir etki yapmıyordu. Slavlarda, ilkel topluluğun dağılıp parçalanması, onların temas halinde bulundukları bölgelerde köleliğin çoktan dağılıp parçalanma durumuna geldiği bir zamanda ortaya çıktı. Doğu Slavları, feodaliteye, doğrudan, yani kölelik döneminden geçmeden geldiler. Başlıca feodal sınıflar, Slavlarda, 9. ve 10. yüzyıllarda cisimleşti. Topluluğun özgür bireyleri, feodal topak sahipleri tarafından sömürülen bağımlı köylüler haline dönüştüler.
KİEV RUSYASI
9. yüzyılda, başkenti Kiev olan bir yukarı-ortaçağ devletinin kurulduğu görüldü. Prensliklerin temelinde Polanlar (Polanes) ya da Ruslar (Rouss) kabilesi bulunuyordu (devletin Kiev Rusyası adı da buradan gelmektedir). Doğu Slav kabilelerinin çoğu, 9. ve 10. yüzyıllarda bunların çevresinde toplandılar.
9. yüzyılın başlarında, Kiev Rusyası, Dinyeper ve Oka havzasından Don havzasına kadar olan toprakları, Kafkasya’yı, Dinyesterin ve Karpatların ötesindeki toprakları (Karpatlar Rusyası’nı) içine alıyordu. Novgorod ve İlmen gölüne komşu topraklar, Kiev devletinin egemenliği altındaydı.
En yüksek yetke, büyük Kiev prensine aitti. Prensler takımı (drujina), üstler (boyar) ve küçükler (gridi) olmak üzere bölünüyordu. Drujina üyeleri, kamu işlerinin tartışılıp karar altına alınmasına katılıyorlardı.
11. ve 12. yüzyıllarda, nüfusun büyük prense haraç ödediği topraklarda hâlâ klan ilişkilerinin kalıntıları mevcuttu. Öteki topraklar, feodal senyörlere ait bulunuyordu. Bu beylik arazilerinin bir kısmı miras konusu oluyordu, sonradan bunlara patrimoine dendi; ötekiler büyük prense hizmet edecek [sayfa 167] olan senyörlere, geçici olarak yararlanmak üzere veriliyordu. Verdikleri haraçlarla prenslik hazinesini besleyen özgür köylülerin sayısı gittikçe azalıyordu. Toprakları feodal senyörler tarafından alman köylüler, serfleşmişlerdi.
Kiev Rusyası’nda, köleci ilişkiler, güdük kaldılar ve bir evrim göstermediler.
Serfleşmiş olan köylüler, ya senyöre ait toprakları işliyorlar ya da yükümlülüklerini aynî olarak ödüyorlardı. Başka bir deyişle, o çağda, emek-rant ya da angarya, aynî olarak ödenen rantla, yani aynî-rantla birarada bulunuyordu.
Üretici güçlerin gelişmesi, Rusya’da, feodal ilişkilerin gelişmesinde temel öğe oldu. Toprağın işlenmesi, kır ekonomisinin başlıca dalı haline geldi. Güney bölgelerinde demirli saban kullanılıyordu. Toprağın dinlendirilmesi ve otlak olarak bırakılması yaygındı; ama iki yıllık, hatta üç yıllık almaşık ekim de ortaya çıkmıştı.
Zanaatlar, derece derece tarımdan ayrılarak gelişiyordu. Köylerde kalmış olan zanaatçılar, feodal senyörlerin egemenliği altına giriyorlardı. Berkitilmiş şatoların çevresinde yerleşen zanaatçılar ise, zanaatçı mahallelerini oluşturuyorlardı. Giderek kentler, zanaat ocakları doğuyordu. Bu ilişkiler altında, Kiev Rusyası, bu olayın, daha sonra, feodalitenin açılıp gelişmesi çağında ortaya çıktığı Batı Avrupa’nın önünde gidiyordu. Kayıtlar, Rusya’da, 9. yüzyılda, 89 sitenin varlığını gösteriyor.
12. yüzyılda, Rus kentli nüfusu 60’tan fazla zanaat kolunu yürütüyordu; demirden ve çelikten yapılan malların sayısı 150’yi buluyordu. Rus zanaatçıları, iş aletlerinin, silahlarının yapımında ve kuyumculukta ustaydı. Ama toplumsal işbölümünün yeterince gelişmemiş olması ve doğal ekonomi, iç ticaretin genişlemesini engelliyordu.
Novgorod’da yapılmış arkeolojik kazılarla günışığına çıkarılmış olan o çağın yazılı belgeleri, Güney Rusya’da kent [sayfa 168] uygarlığının yüksek bir düzeye eriştiğini tanıtlamaktadır.
Dış ticaret daha dörtbaşı bayındırdı. Rus tacirleri, Hilâfet topraklarında, Bizans’ta, Bohemya’da, Polonya’da, Almanya’da, İskandinavya’da, birbirleri ile karşılaşıyorlardı. Kürk, balmumu, bal, katran, keten kumaşlar, süsler, silahlar satıyorlar ve dışardan lüks eşya, şarap, meyve ve baharat satınalıyorlardı.
11. yüzyılda ve 12. yüzyılın başlarında, Kiev Rusyası, ilerlemekte olan ekonomisi ile gerçek bir devletti. Devlet, gücünü, köylülerin ve zanaatçıların amansız bir biçimde sömürülmesinden alıyordu; bununla birlikte, köylü ve zanaatçılar, sık sık kendilerini ezenlere karşı başkaldırıyorlardı.
Kiev’de en büyük ayaklanma, 1113’te oldu. Yığınların baskısı ile prenslik iktidarı, bazı ödünler vermek zorunda kaldı.
ULUSLARARASI ARENADA KİEV DEVLETİNİN ROLÜ
Yukarı-ortaçağ Rus devleti, feodal senyörlerin egemenliğinin pekişmesine büyük katkıda bulundu. Vladimir (980-1015), Bilge adı takılan oğlu Yaroslav (1019-1054), Yaroslav’ın küçük oğlu Monomah (1113-1125) gibi Kievli büyük prensler, feodaller sınıfının en göze çarpan temsilcileri ve habercileri oldular. Prenslik iktidarının saygınlığını sağlamlaştırmak için, Prens Vladimir, 10. yüzyılın sonunda, hıristiyanlığı resmî din olarak ilân etti. Hıristiyanlık, Rusya’ya Bizans’tan gelmiştir. Bu çağda, Bizans İmparatorluğu ile Batı Avrupa arasındaki siyasal ve toplumsal anlaşmazlıklar, Doğu ve Batı hıristiyan kilisesinin temsilcileri arasında açık bir savaşıma neden oldu. Kesin kopuş, 1054 tarihini taşır. İki kiliseden herbiri, kendini, biricik evrensel kilise olarak öne sürdü. Böylece, Roma Kilisesi (katolik) ve Yunan Kilisesi (ortodoks) ortaya çıktı.
11. ve 12. yüzyıllarda, ortaçağ Rus devleti, büyük bir [sayfa 169] uluslararası saygınlığa erişti. Ticarî ilişkilerine paralel olarak, Doğu Avrupa ve Bizans ile siyasal ve kültürel alışverişini artırdı. Çok sayıda Doğu Avrupa hükümdarı Kievli prenslerin işlerine karışmıyordu.
Birçok tarihsel ve edebî metinler, Rus toprağına ve bu topraklar üzerinde yaşayanlara değinmektedir: Arap ihracatçılarının ve Bizanslı tarihçilerin yazıları, İskandinav sagaları, Fransız ulusal destanı Chanson de Roland, (“Rolan Şarkısı”) Cermenlerin Chant des Nibelungen’i (“Nibelungen Ezgisi”), vb..
Kiev devletinin iktisadî ve siyasal ilerlemesi, 13. yüzyılda, Moğol akını ile barbarca durdurulmuştur. Ülkede feodal bölünmenin artması, merkezî iktidarın parçalanması ile, fatihlerin görevi fazlasıyla yerine getirilmiş oldu.
3. ASYA VE AFRİKA ÜLKELERİNDE FEODALİTENİN YAPISI
Asya ve Afrika ülkelerinde feodal ilişkiler, özel bir biçimde oluştu. Asya’da, feodalite, her ülkede başka bir biçimde kurumlaştı.
KÖLECİ TOPLUMUN BAĞRINDA FEODALİTENİN DOĞUŞU ÇİN
Çin’de, feodal yapılar, 3. yüzyılla birlikte, hatta (bazı kaynaklara göre) daha erken ortaya çıktı. Siyasal planda bu olay, eski imparatorluğun (Hanlar imparatorluğunun) dağılıp parçalanması ve ülkenin Tsin’ler tarafından birleştirilmesi ile aynı zamana raslar. Çin feodalitesinin şu özelliği oldu ki, egemen sınıfın topraklar ve sular üzerindeki tekeli özel mülkiyet biçimini almadı, tıpkı köleci çağda olduğu gibi, kamu hizmetlerinin ve büyük tahkim işlerinin merkezileşmesi nedeniyle, devlet mülkiyeti biçimini aldı. Büyük Çin Şeddi, bu çağda yapılmıştır.
İlk Tsin İmparatorluğu, Ssu-ma Yen (265-290) zamanında, devlet payları üzerine bir ferman yayınladı. Bu yasaya [sayfa 170] göre, köylü, iki bölüme ayrılan bir tarla alıyordu. Birinci bölümün geliri, kendisine ait oluyordu; ikincinin ürünü ise, tüm olarak devlete gidiyordu. Bundan başka, köylüler, sulama tesislerinin bakımını yapmak, toprağın drenajı işlerinde, askerî istihkâm işlerinde çalışmak zorundaydılar. Hepsi, özgün bir angarya biçimini oluşturuyordu. Ama Avrupa’da çok yaygın olan senyörlerin topraklarını işleme biçimindeki angarya, Çin’de, hemen hemen hiç yapılmamaktaydı. Büyük senyör yurtlukları çok azdı, toprakları köylüler tarafından işlenecek olan devlete ait yurtluklar yaratma çabalan bir sonuç vermedi.
Feodal devlet, köylüleri, derebeylik toprağına bağlamaya ve aynı zamanda, onlara, belli bir ekonomik girişkenlik sağlamaya çaba gösteriyordu. Aynî olarak ödenen rantın yaygınlığı buradan geliyor.
JAPONYA’DA VE HİNDİ-ÇİN YARIMADASINDA FEODALİTENİN GELİŞMESİ
Çin’deki feodal ilişkilerin ilerleyişi, Kore’ye ve Japonya’ya uzandı. Bu iki ülke ilkel topluluk sisteminden hemen sonra, kölelik aşamasından geçmeden, feodaliteye girdiler. Japonya’da, feodal ilişkiler, 4. yüzyıldan beri cisimleşmeye başladı. Uzun bir dönem boyunca, kölelik, hâlâ devam etmekleydi. Ama köleler, üretimde, önemli bir yer tutmuyorlardı.
Japonya’da, toprakların ve sulama tesislerinin büyük çoğunluğu, feodal devletin mülkü haline geliyordu. 646 imparatorluk bildirgesi, toprağın özel yararlanma (intifa) hakkını kaldırıyordu. Köylüler, devlet toprağının zilyedleri haline geliyorlardı. Tarım ürünlerinden aynî bir rant ödüyorlar, aynı zamanda kamu hizmetlerine katılıyorlardı.
Feodal senyörler, sık sık egemen feodaller sınıfının ortak çıkarlarının sözcüsü olan devlet ile köylüler arasında aracı rolü oynuyorlardı. Bunlar, askerî hizmete karşılık olarak, köylülerin işlemekle yükümlü oldukları paylara sahiptiler. [sayfa 171] (Avrupa’daki gedik -bénéfice- biçiminde). Japonya’da, toprak mülkiyetinin bütün hiyerarşisi kurulmuştu. Feodalitenin gelişmekte olduğu bütün Asya ülkelerinde, şu ya da bu biçim altında, aynı olay oluşuyordu.
5. yüzyılda, feodal ilişkiler, daha önceden de iki devletin mevcut olduğu Hindi-Çin yarımadasında zafer kazanmaya başladı. Bu devletlerden biri, Lin-Yi ya da Şampa, bugünkü Vietnam’ın merkez bölgesini ve güney bölgesinin bir bölümünü kapsıyordu. Öteki devlet, Fu-nan, Hindi-Çin’-in güneyinde kurulmuştu. Buranın başlıca halkı, Khmer’lerdi.
5. yüzyılda, feodal bölünme döneminde, Fu-nan devletinin kuzey bölümünde, (bugünkü Kamboç toprakları üzerinde), bir topluluk oluştu. 6. yüzyılda, bütün Fu-nan topraklarını içine aldı. Çinlilerin Çenia dedikleri yeni bir feodal krallık ortaya çıkıverdi. Bu devlet, ancak 16. yüzyılın sonunda ya da 17. yüzyılın başında, Kamboç adını aldı.
HİNT FEODAL TOPLUMUNDA İLKEL KÖLELİK KALINTILARI
İlkel köleliği de içinde sürdüren klasik bir feodal toplum örneğini, bize, evrimi bütün yabancı etkilerden uzak ve temiz kalan Hindistan sunmaktadır. Orada, ataerkil bir kölelik hüküm sürüyordu, ilkel topluluk kalıntıları da çok güçlüydü.
İlk feodal yapılar, Hindistan’da, 5-6. yüzyıllarda biçimlendiler. Orada, kırsal topluluk ekonomisinin, eskisi gibi, kendi kendine yeten ve doğal bir niteliği vardı. Kentlerdeki zanaat üretimi, özellikle köleci soyluluğun gereksinmelerini karşılıyordu. Zanaat eşyasının alım-satımı, daha çok büyük kentler arasında yapılıyordu.
Hindistan’da, üretici güçlerin evrimi, her ne kadar yavaş olsa da, demirli tarım aletlerinin daha geniş bir biçimde kullanılması ile başlar. Köleci ilişkiler üretici güçlerin ilerleyişini engelliyordu. Köle emeği, gittikçe daha az kâr getiren [sayfa 172] bir iş oluyordu. Bunun üzerine, büyük toprak sahipleri, her çeşit yükümlülüklerini yerine getirmek zorunda olan kölelerine topraklarından küçük tarlalar verdiler. Bazı senyörler, özgür köylülere, tarla kiralıyorlardı. Bu köylüler de, toprak sahibine, ürünün bir bölümünü vermek zorundaydı.
Hindistan’da, feodal mülkiyete dayanan sömürünün yeni biçimlerinin gelişmesine uygun olarak, kır ekonomisi değişiyordu. Klan topluluğu, herbiri kendi öz işletmesine sahip olan ailelere bölündü. Köylülerin toprak paylarının bölünüp küçülmesi, servet eşitsizliğinin ve çiftçilerin büyük bir kısmının yoksullaşmasının kaynağı oldu. Toplumsal çelişkiler keskinleşti. Egemen sınıfın kendi içinde de, devlet aygıtını ellerinde tutan büyük köleci soylular ile feodal senyörler arasında, bir çatışma ortaya çıkıyordu.
Bütün bunlar, birkaç yüzyıllık köleci Gupta imparatorluğunu zayıflattı ve, 5. yüzyıldan 6. yüzyıla geçerken, göçebe bir halk olan Heftalit’lerin baskısı altında çöküşünü hızlandırdı.
Heftalit’lerin Hindistan’daki egemenlikleri kısa ömürlü oldu ve 540 yılında imparatorlukları parçalanıp dağıldı. Bütün bu imparatorluğun yerini almış olan birçok bağımsız devlette feodalite kurumlaşmaya başladı.
GÖÇEBELERİN İLKEL TOPLULUK DÜZENİNİN DAĞILMASI TEMELİ ÜZERİNDE FEODAL İLİŞKİLERİN GELİŞMESİ
Feodal ilişkilerin biçimlenme tipi bakımından üçüncü grup ülkeleri, Arabistan yarımadasındaki devletler oluşturmuştur. Köleci Arap imparatorlukları burada doğmuş, dağılıp parçalanmış, sonra, MÖ 2. ve 1. binyıllarında yeniden canlanmışlardır. Yalnız Himyaritler Krallığı, bugünkü Yemen toprakları üzerinde, MS 6. yüzyılın başlarına kadar sürmüştür. Daha uzun zaman varlığını sürdürenler, Mekke, Medine (Yesrib) gibi köleci site-devletlerdir. Ama Arap [sayfa 173] yarımadasında, köleci ilişkiler, hiçbir zaman yüksek bir düzeye ulaşmamıştır. Feodal ilişkilere gelince, bunlar, göçebe kabilelerin ilkel topluluğuna özgü ilişkilerin dağılıp parçalanmış olduğu bir temel üzerinde, 7. yüzyılda kurulmaya başlamışlardır.
Yarımadada yaşayan kabileler, etnik kökenlerine göre, Güney Arapları ya da Yemen Arapları ve Kuzey Arapları olarak ayrılıyorlardı. Himyar Krallığının toprakları üzerinde, başlıca ekonomi dalı tarımdı, ama Arapların büyük bölümü göçebe, Bedevi (Arapça anlamıyla çölde yaşayanlar) olarak kalıyorlardı, çünkü, Arabistan, göçebe hayvancılığa tarımdan daha elverişliydi.
Hayvancılığın gelişmesi ve kabileler arasında ticaretin genişlemesi, klan şeflerinin, önemli zenginlikleri, özellikle hayvan ve otlakları ele geçirmelerini sağladı. Bu temel üzerinde varlıklı aileler, ötekilerden ayrıldılar. Kabilelerin büyük yığınları yoksullaşıyor, zenginlerin ekonomik egemenliği altına giriyordu. Şef, bütün kabile tarafından, ama genel kural olarak bîr klanın ya da zengin bir ailenin temsilcileri arasından seçiliyordu.
Böylece, kabilelerin ve klanların bağrında, iktidarı ve etkisi en başta sahip olduğu hayvanların ve otlakların miktarıyla belirlenen yeni bir toplumsal tabaka ortaya çıkıyordu. Bu, feodal sınıfın kuruluşunun başlangıcı oldu. Aynı zamanda, sömürülen halk yığınları üzerinde baskı organı olan devletin yaratılması eğilimlerini de ortaya çıkardı.
Arabistan yarımadasının kuzeyinde, iki feodal krallık kuruldu. Lakmidler Krallığı ve Kassanidler Krallığı. Sağlam olmayan bu kuruluşlar, MS 2. yüzyıldan 7. yüzyıla değin varlıklarını sürdürdüler.
Bütün Asya ülkelerinde, feodal ilişkiler, halk yığınlarının, sömürücülerin egemenliğine karşı açtıkları amansız savaşım içinde ortaya çıkıyordu. [sayfa 174]
AFRİKA KITASINDA FEODAL İLİŞKİLERİN BİÇİMLENMESİ
Sahra’nın güneyindeki ülkelerde olduğu gibi, Afrika’nın kuzeyinde de feodal ilişkilerin kuruluşu ve gelişmesi, Avrupa ve Asya’daki feodalite tarihi ile birçok benzerlikler gösterir.
Bu kıta üzerinde, feodal tipte ortaya çıkmış olan en eski egemen devletlerden biri, Gana İmparatorluğu oldu. Bu imparatorluk, yaklaşık olarak, 7. yüzyıla doğru, Senegal ve Nijerya toprakları arasında kuruldu. O zamanlar, buralarımı oturan halklar, egemen olan ailenin (Bambara vb.) dilini konuşuyorlardı. İmparatorluğun ekonomik ve toplumsal yapısı, henüz ayrıntılı olarak aydınlatılmamıştır. Bilinen tek şey, devletin başında feodal, mutlak hükümdarların bulunduğudur. 8. yüzyılın sonunda, Sisse Tunkaralar hanedanı iktidara geçti. Tahta geçme hakkının ana yoluyla oluşu olgusu (kralın kızkardeşinin oğlu, dayısının yerine geçiyordu), ilkel klana değgin ilişkilerin bazı kalıntılarının varlığını tanıtlıyordu. Köleliğin bazı öğeleri de devam etmekteydi. Ganalı hükümdarlar, köle el emeği ele geçirmek üzere, komşu ülkelere, sık sık silahlı seferler yapıyorlardı.
Toplumsal işbölümü pek ilerlememişti, çünkü daha çok ağır basan iç ticaret değil, dış ticaretti. Özellikle tuz ve alim ihraç ediliyordu. Esas olarak, ticaret, Mağrip ülkeleri (kuzey Afrika) ile yapılıyordu.
Gana ve Cene gibi kentlerde, birçok ticaret merkezi kuruldu. Kentlerin ilerlemesi, kültürün yayılmasına ve özellikle okulların kurulmasına yardım etti.
FEODAL ÜRETİM TARZININ NİTELEYİCİ ÇİZGİLERİ
Özet olarak diyebiliriz ki, feodal senyörlerin başlıca üretim araçları olan toprak ve iş aletleri üzerindeki tekelci mülkiyetleri, feodal üretim tarzının belirleyici özelliği oldu. Bu araçların, feodal mülkiyet biçiminin niteliğinden doğan, doğrudan üreticiye teslim edilmesi, köylülerin serfleşmesini, [sayfa 175] onların ekonomik baskısını ve ekonomik bağımlılığını artırdı. Aynı zamanda, köylüler, kişisel olarak senyöre bağlı bulunuyorlardı. Böyle ekonomi-dışı bir baskı olmasa, senyör, köylüyü, kendi hesabına çalışmaya zorlayamayacaktı. Bu baskının biçim ve dereceleri, kölelikten köylülerin haklardan yoksun oluşuna kadar giden çeşitlilikler gösterdi.
Feodal ekonominin, doğal, kapalı ve hemen hemen yalıtılmış bir niteliği vardı. Tekniğin çok düşük ve görenekçi düzeyi, feodal ekonomi sistemini koşullandırıyor ve ayrıca onun sonucu oluyordu.
Niteliği gereği, feodal üretim tarzı, her ne kadar köleci üretim tarzı gibi çalışan çoğunluğun egemen azınlık tarafından sömürülmesine dayanıyorsa da, ondan daha ilerici oldu. Serfin, kölenin tersine, ailesi ve kendi küçük bir ekonomisi vardı ve bunun için de emeğinin sonucuna karşı ilgi duyuyordu; ki, bu da, feodal toplumun üretici güçlerinin gelişmesinin temelini oluşturuyordu.
BURJUVA TARİHÇİLERİNE GÖRE FEODALİTENİN ÖZÜ
Ortaçağ toplumunun tarihinin idealist yorumu, feodalitenin evrimi konusundaki materyalist anlayışa ve feodalitenin dönemlere ayrılışına aykırıdır.
“Ortaçağ” terimi, burjuva biliminde de vardır. Bu terimi, burjuva bilimine, Yunan ve Roma’nın eski uygarlığı ile bu uygarlığın 15. ve 16. yüzyıldaki İtalya ve başka Avrupa ülkelerindeki rönesansı arasındaki geçiş dönemini ayırdetmek için, İtalyan hümanistleri sokmuştur.
Daha sonra, tarihin, ilkçağ, ortaçağ ve modern tarih olarak bölünmesi, burjuva yazarların yapıtlarıyla da onaylandı. Ama, Batılı bilginlerin çoğu, bu dönemleri, şu ya da bu toplumsal ve ekonomik süreçlere bağlamazlar; bu dönemleri, kendiliğinden olma şeyler sayarlar. Bazı burjuva tarihçileri, ortaçağın başlangıcını, hıristiyan takviminin ilk [sayfa 176] yıllarına, başkaları 5. yüzyıla, Batı Roma imparatorluğunun çöküşü çağına değin uzatırlar. Burjuva yazarlar, 14. ve 16. yüzyıllar arasına yerleştirdikleri ortaçağın bitiş tarihi konusunda da, görüş birliğinde değildirler. Burjuva tarihçiliğinin başlıca amacı, tarihin antikçağdan ortaçağa geçiş ırasında, hiçbir devrime tanık olmadığını göstermektedir.
Burjuva yazarlar, bu sorunu, daima kendi siyasal anlayışlarından hareket ederek ele aldılar ve almaktadırlar. Özellikle iki sorun üzerinde duruyorlar: Eski Roma İmparatorluğunun toprakları üzerinde beliren devletlerin sonraki tarihleri bakımından Alman topluluğunun (markın) rolü ve Alman kabilelerinin akımının anlam ve önemi. Waitz, Sohm, Brunner ve başkaları gibi 19. yüzyılın şoven eğilimli tarihçileri, Roma imparatorluğunun düşüşünü, Alman “ulusal ruh”unun dağılıp parçalanmış Roma toplumu üzerindeki bir zaferi gibi sunmaya çalışıyorlardı. Ve bunu yaparken, yeni toplumsal ilişkilerin kuruluşunda, topluluğun rolünü gizliyorlardı. Fransız tarihçisi Fustel de Coulanges (19. yüzyılın üçüncü çeyreğinde), kırsal tarım topluluğunun varlığını bile kabul etmiyordu. Büyük mülk sahipliğinin ve halk yığınlarının aristokrasi tarafından sömürülüşünün sonsuzluğunu kanıtlamak için babadan kalma (miras-irat) denilen teoriyi övüyordu. Pek inandırıcı olmayan bir biçimde, serbest topluluğun, markın hiçbir zaman varolmadığını, oysa Aşağı Roma imparatorluğundan, olduğu gibi ortaçağa geçen büyük yurtluğun (patrimoine-babadan kalma miras-irat), ortaçağ ekonomik yaşamının temeli olduğunu kabul ediyordu.
Fustel de Coulanges, bir başka Fransız tarihçisi Du Bos ve İngiliz tarihçisi Seebohom, Roma İmparatorluğunun Cermen kabileleri tarafından fethini yadsıyorlardı. Onlara göre, ancak, bu kabilelerin birbirlerini izleyen dalgalar halinde Roma toplumuna nüfuzu, bu toplumun niteliğinde hiçbir şeyi değiştirmeyen nüfuzu sözkonusu idi. [sayfa 177]
Fustel de Coulanges, komünal denen teori karşısına, kendi anlayışını koyuyordu. Ama, bu teorinin yandaşı olan burjuva tarihçileri (Alman bilgini Maurer ve başkaları), feodalitenin kuruluşu ve evrimi sırasında, Cermen kabilelerinin ilkel topluluk düzeninin, özellikle mark düzeninin gerçek rolünü, yanlış bir biçimde sunuyorlardı. Maurer, komünü tüm ortaçağ yaşamının, tümüyle eski Cermenlerden alınmış değişmez temeli olarak kabul ediyordu.
Gerici tarihçi Dopsch da, ortaçağa geçiş sırasında, bir patlama olmadığını kanıtlamak çabasındaydı. Ona göre, Cermen kabileleri, Roma uygarlığına zarar vermek şöyle dursun, bu uygarlığın mirasçıları ve koruyucuları olmalıydılar, onların toplumsal düzeni, Roma toplumunun toplumsal düzeninden hiçbir bakımdan farklı olmamalıydı. Bütün bunlar, Dopsch’a göre, ortaçağa geçişte, kesin olarak bir devrim olmadığım göstermektedir. Dopsch, her iki toplumun da, öncesiz ve sonrasız olan büyük özel mülkiyete dayanmış toplumlar olmaları gerektiğini de ileri sürüyordu. Bu bakımdan, onun fikirleri, modern burjuva yazarlarının anlayışlarında yankılanmaktadır.
Burjuva tarihçileri “feodalite” kavramını da kullanmaktadırlar; ama onlar, bu terime bizim açıkladığımızdan başka bir anlam vermektedirler. Bununla birlikte, onların görüşünde de belirli bir gelişme görülebilir.
François-Pierre Guizot, ve 19. yüzyıl ortalarında yaşamış olan öteki tarihçiler, feodaliteyi, başlıca belirtisi siyasal bölüme olan bir vasallığa dayanan ilişkiler sistemi olarak ele alıyorlardı. İnsan toplumunun gelişmesi fikrini kabul etmiyorlar ve bir toplumsal ve ekonomik biçimlenmenin yerini bir başkasının alışını yadsıyorlardı. Vasallığı, eski toprak ilişkilerine ve miras-irat sisteminin egemenliğine bağlıyorlardı.
20. yüzyılın ilk yarısının en tanınmış burjuva tarihçilerinden biri olan Henri Sée de, feodaliteyi, bir siyasal bölünme [sayfa 178] olarak kabul ediyordu. Sée, Roma latifundiası ile ortaçağ yurtluğu arasında hiçbir ayrılık görmüyordu. Sée’ye feodal mülkiyet, tümüyle sahibine ait olan bir mülktü.
Modern burjuva tarihçileri, “feodalite” teriminin bilimsel anlamından daha da uzaklaşmaktadırlar. Örneğin, Amerikalı Strayer ve Colburn, feodalitenin, belirli bir toplumsal ilişkiler sistemi olmadığını, yorumu çağlara göre değişen, aslında saymaca bir terim olduğunu kabul ediyorlar. Onlara göre, feodalite, her şeyden önce, “bir yönetim yöntemi”dir, ekonomik ve toplumsal bir yöntem değildir, zaten durmaksızın da değişmektedir; feodalite, ancak terminoloji bakımından feodum (fief – feodal yurtluğu) sözcüğüne bağlıdır. Bu tarihçiler, feodal senyörün siyasal iktidarını, ekonomik ve toplumsal süreçlerle olan bütün bağıntıların dışında ele alıyorlardı. Bunun içindir ki, feodaliteyi, aynı kolaylıkla MÖ 1. binyıllarda (Mezopotamya ve Eski Mısır’da), ve MÖ 1. binyıllarında (Çin’de, Arabistan’da, Batı Avrupa’da ve Doğu Avrupa’da) buluyorlar. Strayer ve Colburn’a göre, Hindistan ve Rusya feodaliteden sakınabilmiş olsalar gerekti.
Strayer ve Colburn’nun anlayışları, toplum tarihinin dönemler halinde bilimsel bölünmesini kabul etmeyen, geçmişin ve içinde bulunduğumuz zamanın gerçek olgularını, eğer bunlar kendi siyasal anlayışlarına aykırı ise görmezlikten gelen burjuva tarihçilerinin bu kesiminin tipik anlayışlarıdır. [sayfa 179]