Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazartesi, Aralık 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaKitaplıkİlkel Köleci Feodal Toplum - Zubritski Mitropolski Kerov3.Kısım , 4. Bölüm | Afrika Kıtasındaki Devletler

3.Kısım , 4. Bölüm | Afrika Kıtasındaki Devletler

AFRİKA KITASINDAKİ DEVLETLER
Bu dönemde, gözkamaştırıcı uygarlıklar, Afrika kıtasında Sahra’nın güneyinde de gelişiyor. Feodal devletler ortaya çıkıyor.
13. yüzyılın başında, Gana devleti, Soso kabilelerinin akınları sonunda, geçmişteki önemini yitirdi. Yavaş yavaş, Malinkelerin yaşadıkları devlet, Mali, Gana’nın yerini aldı. Küçük bir prenslik olarak Mali, Nijerya ile Bakkon arasında 11. yüzyıldan beri vardı. Tarımın, özellikle pamukçuluğun ilerlemesi, altın madenlerinin işletilmesi, zanaatçılığın büyümesi ve ticaretin genişlemesi, Mali’nin gücünü sağlamlaştırmasına katkıda bulundu. 1240’ta, Mali reislerinden biri Sundiata (Mari-Diata) Gana birliklerini ezdi ve başkentini yıktı.
13. yüzyılın sonunda, Mali devletinin başkenti Mali, büyük bir ticaret merkezi oldu. Mali, Güney Akdeniz ülkeleriyle geniş ticaret ve kültür ilişkileri sürdürüyordu. Komşu kabilelerin akınlarına ve bu devleti zayıflatan hanedan geçimsizliklerine karşın, Mali 17. yüzyıla değin varlığını sürdürdü. Bu yüzyılın ilk yarısında Songayi, Fulbe ve Bambara kabilelerinin saldırıları, Mali’nin çöküşünün nedeni oldu. Bu çağda, Songayi kabilesi tarafından kurulan. Batı Sudan’ın doğu kesiminde yerleşmiş feodal bir devlet gelişti. [sayfa 212] Songayi dili, çok özgün bir dildir ve bütün öteki Afrika dillerinden temelden ayrılır.
İlk Songayi devletleri, 14. yüzyılın sonları ve 15. yüzyılın başları tarihlerini taşırlar. 16. yüzyılda, Songayi’nin ellerinde bulunan topraklar, Nijer suyunun kaynaklarından Bussa çağlayanlarına, kuzeyde Sahra’dan, güneyde Bobo ve Mossi ülkelerine değin yayılıyordu. Songayi ülkesinde, öteki Sudan devletlerinde olduğu gibi, köle emeği, önemli bir rol oynuyordu. Bununla birlikte, çoğu kez, kölelere de bir toprak payı veriliyor ve sayıları pek çok olan serf-köylüler örneğine uygun olarak, aynî-rant ödemekle yükümlü tutuyorlardı. Kölelerin çocukları, diogoraniler, her ne kadar gene köle adını taşıyorlarsa da, ikinci ya da ondan sonraki kuşaktan başlayarak bazı haklar elde ediyorlardı. Örneğin başkasına satılamıyorlardı. Köleler, diogoraniler ve serf-köylüler gibi, sık sık isyan ediyorlardı.
Songayi yöneticileri ile Fas sultanı arasında bir yüzyıl sürecek olan çatışmaların başlangıcı, 16. yüzyılın başlarına değin uzanır. Songayi kralları üstün geliyordu. Ama, Songayi devleti, o denli zayıfladı ki, 17. yüzyılın sonunda dağılıp parçalandı.
17. yüzyıl, Benin’in, bugünkü Güney Nijerya topraklan üzerinde yerleşmiş olan devletin açılıp gelişme çağıdır. Bu bölgelerde oturan Yoroba ve Eoto halkları, yüzyıllar boyunca çok gelişmiş bir kültür yarattılar.
Kongo devleti büyük bir feodal devlet oldu. 15. yüzyıldan 18. yüzyıla değin, açılıp gelişme çağında Kongo toprakları, doğuda Kuango akarsuyuna, güneyde Kuanza’ya, batıda Atlantik Okyanusuna ve Kongo ırmağının 500-600 km. kuzeyine değin yayılıyordu. Bu topraklarda akraba olan kabileler: Bakongolar, Basündiler, Meyobeler vb. yaşamaktaydı. Resmî dil, Kişikongo idi.
Köle emeği, burada önemli bir rol oynuyordu. Köleler en ağır ve en bayağı işleri yapıyorlardı. Çeşitli alanlarda [sayfa 213] uzmanlaşmış zanaatçılar vardı. Ticaret elverişliydi. Kongo’nun komşusu olan ülkelerde (güneyde ve güney-doğuda), Angola’da ve Monomotapa’da da toplumsal ilişkiler benzer nitelikteydiler.

DOĞU AKDENİZ ÜLKELERİNE ASKERÎ SÖMÜRGELEŞTİRME SEFERLERİ (HAÇLILAR)
Kentlerin ve ticaretin gelişmesi, Batı Avrupa yaşamının çok çeşitli yönleri üzerinde etkisini gösteriyordu. Bu etki, Batı Avrupa toplumu çerçevesini de aşıyordu. Yeni çağ, bu ülkelere, öteki bölgelerle, her şeyden önce Doğu Akdenizin müslüman ülkeleriyle ilişkilerin niteliği üzerine, Batı Avrupa ülkelerinde olduğu kadar, Doğu ülkelerinde de çeşitli sınıf ve tabakaların benimsedikleri davranışlar bakımından kendi damgasını vuruyordu.
MS 2. binyıllarının başları, haçlı seferleriyle, Batı Avrupalı feodallerin, Doğu Akdeniz ülkelerine yaptıkları saldırı seferleriyle dikkati çeker.
Batı Avrupa’da yoğunlaşmış olan, daha yukarda anlattığımız feodal sömürü, köylüleri, kendi durumlarını düzeltecek çareler aramaya zorluyordu. Bu çarelerden biri, köylülerin, kişi olarak daha özgür oldukları ve feodal baskının hissedilecek kadar daha hafif olduğu işlenmemiş topraklar üzerine aktarılmaları, iç sömürgecilik oldu. Bununla birlikte, bu aktarılmalar ne denli önemli olursa olsun, bir genişlik kazanamazdı.
Doğunun masallara özgü zenginlikleri üzerine yaratılan efsaneler, köylülerin hayalgücünü gittikçe daha çok kurcalıyordu. Bu efsaneler, Avrupalı tacirlerin ve “İsa’nın mezarı” bulunan Kudüs’ü ziyaret eden hıristiyan hacıların anlatılarından kaynaklanıyordu. Doğu Akdeniz ülkeleri, feodalleri de çekiyordu, ama bunun nedenleri başkaydı.
Kalıtsal yurtluklar sistemi, yeni bir miras sisteminin yerleşmesiyle, büyük oğul hakkının yerleşmesiyle güçlendi. [sayfa 214] Miras, babadan büyük oğula geçiyordu, küçük oğullar ise malsız mülksüz kalıyorlar, yeni toprakların yağması ile zenginleşmeye bakan yoksul şövalyeler yığınını oluşturuyorlardı. Doğu, şövalyeleri de çekiyordu. Avrupa ve Akdeniz kentlerinin tacirleri, özellikle İtalyanlar, Küçük Asya’daki ve Kuzey Afrika’daki konumlarını sağlamlaştırmak, bu pazarlarda egemen duruma geçmek istiyorlardı. Yeni topraklar ve yeni uyruklar isteyen Avrupa hükümdarları, Doğu ülkelerinin zenginliklerine gözdikiyorlardı. Feodaller ve varlıklı tacirler sınıfının çeşitli tabakalarının, yağma amacıyla birleşmiş olan temsilcileri, Güney ve Doğu Akdeniz ülkelerine yapılacak askerî bir seferin hazırlıklarına etkin biçimde katıldılar.
Özellikle Roma Katolik Kilisesi, bu hazırlıklarda, etkin bir rol oynadı. Papalığın hükümet örgütü (Curie Romaine), yeni toprakların zorla hıristiyanlaştırılması ile gelirlerinin bir hayli artacağını umuyor, Doğu Yunan Kilisesini yutmak istiyordu; ki bu da, Vatikan’ın siyasal programının en önemli noktalarından biriydi.
Papalığın hükümet örgütü, müslümanlara karşı bir haçlı seferi aracılığı ile İsa’nın mezarının kurtarılması sloganını ortaya attı. Bu sefere katılanların günahları bağışlanıyor, borçlarını ödemeleri için kendilerine bir süre tanınıyor ve başka kolaylıklar gösteriliyordu.
Kilise, böylece, yeni toprakları kendine maletmek istiyordu. Hıristiyan prenslerin yurtluklarının genişlemesi, kiliseye ek gelir sağlıyordu.
Çoğu kez, haçlılarla birlikte sefere çıkan feodaller, toprak tasarrufları da dahil olmak üzere, kendi mallarını kiliseye bağışlıyorlar ya da onun himayesine bırakıyorlardı. Onun için katolik rahipler, Haçlı Seferleriyle gittikçe daha çok ilgileniyorlardı. [sayfa 215]

BİRİNCİ HAÇLI SEFERİ
Selçuklu Türklerinin fetihleri, Abbasî hilâfetinin dağılıp parçalanmasının ve Bizans’ın iyice zayıflamasının nedeni oldu. Yeni topraklar ele geçirmenin artık pek büyük güçlüklerle karşılaşmayacağı kanısı uyanmıştı.
Birinci Haçlı Seferi, tipik bir askerî feodal seferdi ve 1096’da yapıldı. Sefer, daha 1095’te, Fransa’da, Clermont ruhanî meclisinde ilân edilmişti. Yağmalama niyetleri, “kâfirlere” karşı savaş çağrıları ile gizlenmişti. Egemen sınıf, dinsel bağnazlığı körükleyerek, köylüler ile aralarındaki uzlaşmaz karşıtlıkları hafifletmeyi ve olası hoşnutsuzlukların doğuşunu önlemeyi umuyordu.
Köylülük, kentlerin yoksul halkı, içgüdüsel olarak, feodallerin etkisinden kendilerini kurtarmayı ve Haçlı Seferi sırasında her şeyden önce senyörlerin baskısını sarsmayı, feodaller arası iç savaşımların sonucu olan yıkımları önlemeyi diliyorlardı. Birinci feodal haçlı seferinden önce gelen yoksulların seferini, buna kanıt olarak gösterebiliriz.
1096 ilkyazında, daha çok Fransa’nın kuzeyinden gelen köylü kalabalıkları, “Kutsal Toprak”a doğru hareket ettiler. Yoksulluktan ve yıkımdan, kurtuluvereceklerini umuyorlardı. Örgütlenmemiş, silahsız yığınlar, kadınlar, çocuklar, yaşlılarla birlikte, hiçbir geçim aracına sahip olmaksızın, dilencilikle, oradan buradan hırsızlık ederek göçüyorlardı. Sonunda, geçtikleri ülkelerin halkları, olanlardan onları sorumlu tuttular. Pek çok köylü, ölüp gitti.

HAÇLI SEFERLERİNİN TOPRAĞA İLİŞKİN VE İKTİSADÎ SONUÇLARI
1096’dan 1270’e değin, sekiz önemli haçlı seferine girişildi. Başlangıçta, haçlılar, Doğu Akdenizin ele geçirilen topraklarında birkaç tipik feodal devlet kurdular. Seferlere katılan köylüler, toprak elde edemediler. Yerel müslüman halk acımasızca sömürüldü. Köleleştirilen halkları bağımlı durumda [sayfa 216] tutabilmek için şövalye birlikleri kuruldu: askerî birlikler, tampl tarikatından, ospitaliye tarikatından, tötonlar tarikatından olanların dinsel birlikleri gibi.
Önemli zararlara uğrayan, yalnızca Asya’da ve Kuzey Afrika’da haçlılar tarafından istilâ edilen müslüman ülkelerin halkı ve kültürü değildi; örneğin Bizans gibi hıristiyan devletler de sömürgecilerin askerî seferlerinden büyük sıkıntı çektiler.
Sonunda, başkaldıran halkların baskısı altında, haçlılar, Doğu Akdenizi bırakıp gitmek zorunda kaldılar.
Bununla birlikte, Haçlı Seferleri, Batı Avrupa’da izler bıraktı. Akdenizin doğu ve batı kesimleri arasında ticaret bağlarının güçlenmesine yardım etti; bütünüyle, Avrupa’da, meta-para ilişkilerine uygun bir ortam yarattı.
Doğu seferleri sırasında, haçlılar, o zamana değin Batı Avrupa’da tanınmayan önemli kültürel ve teknik gerçekleştirmelerle içli-dışlı oldular. Yeni üretim dalları, özellikle ipekçilik, gelişmeye başlıyor. Silah yapım tekniği ve başka madenî eşyalar yapımı yetkinleşiyor. Kumaş üretimi geliştiriliyor vb.. Yeni tarım kolları ortaya çıkıyor: pirinç, karabuğday, kavun, vb..
Feodallerin, Doğu Akdenizde, daha yüksek maddî bir kültürle temas etmeleri, onların gereksinmesini artırdı, ve, sonuç olarak, halk yığınlarının sömürüsünü ağırlaştırdı. Ve bu, Batı Avrupa’da, 13. ve 14. yüzyıllarda, toplumsal çelişkilerin keskinleşmesinin nedenlerinden biri oldu.

6. FEODAL TOPLUMLARIN İDEOLOJİSİ VE UYGARLIĞI

DİNİN VE KİLİSENİN ROLÜ
Emekçi yığınlar üzerindeki egemenliğini sağlamlaştırmak için, feodal senyörler sınıfı, iktisadî sömürü ve siyasal köleleştirme ile yetinmiyordu. İdeolojik etki, en iyi silahlarından biriydi. Ve feodal toplumun ideolojisinde kesin rol, dine ve kiliseye düşüyordu. Yeryüzünde çekilen acıların [sayfa 217] ödülü olarak göklerde mutluluk vaatleriyle kilise, halk yığınlarını, senyörlere karşı savaşımdan saptırıyor, halka, bilinçli olarak yumuşakbaşlılığı ve boyuneğmeyi aşılıyordu. Bütün manevî yaşamın dinden esinlendiği bu çağda, kilise, yürürlükte olan toplumsal düzeni, emekçilerin, köylülerin ve zanaatçıların aşırı sömürülmesini kendi saygınlığı ile güven altına alıyordu.
Ortaçağın bütün uygarlığı, dinin ve kilisenin derin damgasını taşıyordu.

KATOLİK KİLİSESİ
Katoliklik, feodal toplumun bağrında dinin ve kilisenin rolünün klasik bir örneğini verir. Bilindiği gibi, hıristiyanlık, Roma imparatorları zamanında köle sahiplerinin resmî dini olmuştu. Ortaçağda iktidardaki sınıf, hıristiyan kilisesini kendi ideolojik kalesi yapmıştı. 11. yüzyılda, Doğu Kilisesi ile Batı Kilisesinin kesin olarak birbirlerinden kopmasından sonra, katoliklik, bütün Avrupa’da, feodalitenin ideolojik temeli oldu.
Katolik Kilisesi, yapılarına varıncaya değin, feodalitenin hiyerarşisini yineliyordu. Başında, papa ve papalığın hükümet örgütü bulunuyordu. Ondan sonra, kardinaller, evekler, abbeler vb. geliyordu. Bu merdivenin en alt basamağında ruhanî bölgelerin papazları bulunuyordu.
Kilisenin kendisi, en büyük toprak sahiplerinden biriydi. Böylece Pariste’ki Notre-Dame Ve Hollanda’daki Saint Trond Abbeliği, Avrupa’nın en geniş yurtlukları arasında sayılıyordu. Bunlar içinde çiftlikler, bağlar, ormanlar, otlaklıklar, sayısız haralar, pek büyük sürüler vardı. Kilise prensleri, bundan başka, aşar, yani her köylünün gelirinin onda-birini de alıyorlardı.
Köylülerin ve zanaatçıların aşırı sömürüsü, kilisenin zenginliğinin kaynağı oldu. [sayfa 218]

MANEVÎ YAŞAMDA KİLİSENİN TEKELİ
Yukarı-ortaçağın ve ilerlemiş feodalitenin Batı uygarlığı, kilise düşünüşünün, özellikle bunun katolik biçiminin etkisine girmişti.
Katolik tanrıbilimi, antikçağ felsefesinden uzaklaşmıştı. Eskiden felsefeye sıkıca bağlı olan matematik ve doğa bilimleri kayboldu. Edebiyat “Azizlerin Yaşamları”na, tarih, keşişlerin günlük notlarına indirgendi. Şiir, müzik, tüm plastik sanatlar, kilisenin hizmetinde görev aldı. Okullar, eğitim, rahipler sınıfının tekelindeydi.
Bu kültür tekelini, kilise öyle durup dururken elde etmedi, bir yandan feodal soylularla, öte yandan da özgür düşünce yanlıları, halk yığınları ile çetin bir savaşımın sonunda kazandı. Katolik Kilisesi (geri kalan bütün öteki kiliseler gibi) halkın yaratıcı esinlerini en açık biçimde yansıtan mezhep sapkınlıklarından korkunç bir biçimde öç alıyordu.

MÜSLÜMAN DİNİ
İslâmiyet, feodalite çağında, en yaygın dinlerden biri oldu. Arabistan’da feodal imparatorluk, müslümanların dinsel topluluğundan (cemaatinden) başlayarak kuruldu. İslâmiyet, Araplar tarafından ele geçirilen bütün topraklarda ortaçağ toplumunun ideolojik yapısının dışında oluştu. Daha sonra, Asya ve Afrika ülkelerinde, kısmen de Avrupa ülkelerinde, geniş bir biçimde yayıldı. Müslüman öğretisi, Arapçadaki, bağışlama, ferağ, tevekkül ve sadıklar (müminler) anlamlarına gelen “İslâm” ve “müslümanlar” (müslim) sözcüklerine değin, yürürlükte olan sömürü ve köleleştirme rejimini onaylıyordu.
Müslümanların kutsal kitabı Kuran, servet eşitsizliğini, Allah tarafından konulmuş ve bu yüzden de değişmez bir kural olarak ele alır. Hıristiyanlıkta olduğu gibi, islâmiyet de, yoksullara, yeryüzündeki acılarının ve sefaletlerinin [sayfa 219] avuncunu öteki dünyada aramayı öğütler.

BUDİZM
Yayılması ve etkisi bakımından budizmin de, dünya dinlerinden sayılmaya hakkı vardır. “Budizm”, söylenceye göre, kurucusu olan Buda’nın adından gelmektedir.
Brahmanizmin bazı tezlerinden başlayarak eski Hindistan’da gelişmiş olan budizm, başlangıçta, köle sahipleri sınıfının resmî dini oldu.
Ortaçağda, hindu dini, zamanla budizmi Hindistan’dan kovdu, ama budizm, bu kez komşu ülkelerde yeni müminler buldu. Çin’de, MS 1. yüzyılda yayılmaya başladı ve 4. ve 7. yüzyıllar arasında doruğuna vardı. Daha sonra, Çin’de, konfüçyüs dini, egemen din oluyor; ama konfüçyüs dini, hiçbir zaman, budizmi tümüyle ortadan kaldıramadı. Budizm, Çin’den Kore’ye, Japonya’ya, Siyam’a, Birmanya’ya, eski Kamboçya’ya, Hindi-Çin yarımadasının öteki ülkelerine, Seyland’a, Nepal’e, Moğolistan’a yayıldı.
Buda dininin ideolojisine göre, görünür dünya, bir yanılsamadan, ahiret mutluluğunun yeri ya da nirvâna olan mistik bir ruhsal ilkenin yanıltıcı gösterisinden başka bir şey değildir. Bu ilke, öteki dinlerde Tanrı ile kişileştirilen kavramlara uygun düşer. Yaşam yalnızca acılardır, tek kurtuluş nirvânayı aramaktır. Daha sonra, buda öğretisi de, cennet-cehennem kavramlarını kabul etti; bu da, buda dinini geniş yığınlarca daha kolay kabul edilir hale getirdi ve, aynı zamanda onun, feodal senyörler sınıfının resmî dini, toplumsal eşitsizlikleri haklı göstermek için getirilmiş bir din olma görevlerini güçlendirdi.

ANTİ-FEODAL İDEOLOJİNİN İLERLEMESİ
İdealist ve dinsel öğretilerin (Avrupa’da hıristiyanlık, Asya ve Afrika’da müslümanlık ve budizm vb.) ideolojik [sayfa 220] egemenliği, karşıt akımların varlığını ortadan kaldıramıyordu.
Baskılara ve kovuşturmalara karşın, ortaçağ toplumunun ilerici öğeleri, materyalist fikirleri kullanıp yararlanmaya çalışıyorlardı. Tıpkı antikçağda olduğu gibi, feodalite de, felsefeler arasında amansız bir savaşım dönemi oldu.
Katolik tanrıbilimciler (Thomas d’Aguin ve başkaları), en başta antikçağın bazı idealist filozoflarına ve anlamını bozdukları Aristoteles öğretisine dayanarak ortaçağın dinsel anlayışlarını hazırladılar. Arap düşünürleri ise, antikçağın materyalist anlayışlarını, özellikle Aristoteles’in materyalist öğelerini ortaçağ anlayışlarına sokmaya yardım ettiler. Bu düşünürler arasında, en başta İbn-i Sina’yı (Avicenne) ve İbn-i Rüşd’ü {Averroes) belirtmek gerekir. İbn-i Rüşd’ün görüşleri, Demokritos’un görüşüne çok yakındı. İbn-i Rüşd, maddede bir nesnel gerçeklik ve atomlarda ise maddî parçacıklar (partküller) görüyordu. Her bireye özgü olan “ölümlü can”ın yanında, bilince ulaşma anında can (nefs-i ruh) ile birleşip kaynaşan bir evrensel akıl kabul ediyordu. İnsanların toplumsal durumlarından bağımsız olarak entelektüel eşitlikleri konusundaki demokratik tez, İbn-i Rüşd’ün görüşleri arasında seçkin bir yer tutuyordu.
İbn-i Rüşd’ün fikirleri, onları kendi kıtalarına özgü toplumsal ve ekonomik koşullara ve orada yerleşmiş olan materyalist geleneklere uygulayan Batı Avrupa’nın öncü düşünürleri tarafından kullanıldı. Materyalist fikirler, ilerici öğelerin iktidardaki feodaller sınıfına karşı savaşımında çok yararlı bir silah oldu.
Fransa’da, Siger de Brabant, materyalist anlayışın önde gelenlerinden biri oldu. O, Latin averroizminin (Ibn-i Rüşd-cülüğünün) kurucusu oldu ve anti-feodal ideolojinin teorik temelini yarattı. Siger de Brabant’ın öğretisi, Boèce de Dacie’nin çalışmaları ile desteklendi.
Ortaçağ materyalizminin ilk ifadesi, adcılık denen, 13. [sayfa 221] yüzyılda cisimleşen idealist akım oldu. Bu akımın yandaşları (özellikle İngiliz filozofları Duns Scot ve Guillaume d’Occam) dünyanın maddî niteliğini tanıyorlar, doğada her şeyin ilkesini, bilince göre ilk veriyi görüyorlardı. Evrenin tanınabilir olduğunu da benimsiyorlardı. Bununla birlikte onların materyalizmi diyalektik değil, mekanikçi idi. Daha sonra, (13. yüzyılın sonundan 15. yüzyıla kadar) adcı felsefede idealist öğelerin güçlendiği görüldü.

MEZHEP SAPKINLIKLARI
Anti-feodal muhalefet, varlıklı burjuvaziye olduğu kadar köylülere ve yoksul kentlilere de dayanıyordu. Dine ve hüküm sürmekte olan kiliseye karşı savaşıma sıkı bir biçimde bağlıydı.
Öyleyse, burjuva mezhep sapkınlıklarından ve köylü mezhep sapkınlıklarından sözedilebilir. Sınıf savaşımının ideolojik bir biçimini oluşturan mezhep sapkınlıkları, sık sık feodal iktidara karşı silahlı ayaklanmalarla birleşiyordu. Bazan, kentli ve köylü muhalefeti, resmî dine düşman olan mistik öğretilerde ifadesini buluyordu.
İdealizme ve dine karşı bu savaşım, materyalizmin ve modern tanrıtanımazlığın ortaya çıkışını hazırladı.

7. HALK YIĞINLARININ ANTİ-FEODAL SAVAŞIMI

ANTİ FEODAL SAVAŞIMIN İKTİSADÎ TEMELİ
Feodal sömürü, köylülerin ve zanaatçıların sert direnmesinin nedeni oluyordu. Emekçi yığınların feodallere karşı yürüttükleri sınıf savaşımının kökeninde, küçük işletmenin iktisadî bağımsızlığı ile üreticinin emeğinin bir bölümünü vermek zorunda olduğu feodal senyör karşısındaki ekonomi-dışı bağımlılığı arasındaki çelişki vardır.
Bu savaşımın biçimleri, tarihsel somut koşullara: üretici güçlerin düzeyine, üretim ilişkilerinin biçimlerine, siyasal [sayfa 222] kurumların niteliklerine bağlı bulunuyordu.
Feodal toplumun geçtiği üç dönem boyunca, yığınların (en başta da köylülerin) sömürücülere karşı savaşımının nedenleri, amaçları ve biçimleri değişmiştir. Elbette ki, her yanda angaryalardan, ve senyörlere karşı öteki yükümlülüklerden kurtulmak isteği vardı, ama, ancak feodalitenin toplumsal bir biçimlenme olarak dağılıp parçalanması sırasındadır ki, emekçilerin sınıf savaşımı, düzenin temellerini yıkabildi. Feodal üretim ilişkileri, hâlâ, üretici güçlerin ilerlemesine elverişli olmakta devam ediyorlardı.
Yukarda söylediğimiz gibi, yukarı-ortaçağda köylülerin savaşımı, kölelik düzenine karşı yöneltilmişti. Kentlerin ortaya çıkışı ve meta-para ilişkilerinin ileri atılımı ile ayırdedilen feodalitenin ikinci aşaması, özellikle zorlu fırtınalarla kendini gösterdi. Avrupa’da kentler, kendi kendilerini yönetme hakkını, angarya ve haraçları azaltma ve düzenleme hakkını elde etmek için senyörlerine karşı, amansızca savaşıyorlardı. Biraz sonra, kentlerin kendi bağrında, üst tabakalarla, kendileri de kent belediyesinin yönetimine katılmak isteyen zanaatçı loncaları arasında ve ensonu, bir yanda zengin kentlilerle zanaat ustaları, öte yanda kalfalar ve çıraklar olmak üzere, bunlar arasında savaşım başladı; bu sonuncuları, halkın en yoksul tabakaları da destekliyordu.

HALK AYAKLANMALARININ ROLÜ
Köylülerin sınıf savaşımı, çoğu zaman yoksul kentliler tarafından destekleniyordu. Bu gibi durumlarda, toplumsal çelişkiler büsbütün alevleniyordu. 13. ve 14. yüzyılda, köylü ve yoksul kentli ayaklanmaları dalgası hemen hemen bütün Avrupa’yı kapladı. “Küçük Çobanlar” isyanı denen 1251 isyanını; Hollanda’nın güneyindeki ve Fransa’daki 1320 halk hareketini; 1305 ve 1307 yılları arasında İtalya’yı sarsan ve Dolcino tarafından yönetilen hareketi; Fransa’da, [sayfa 223] 1357 ve 1358’in Etienne Marcel ve Jacqueire ayaklanmasını; İngiltere’de, 1381’de, Wat Tyler isyanını; Bohemya’da 15. yüzyılın başında Hussite’ler (hüsçüler) devrimci hareketlerini belirtmek gerekir.
Büyük halk ayaklanmaları, Asya’da, açılıp gelişmiş feodalite çağını belirledi. Bağdat Halifeliğinde, 8. ve 9. yüzyıllarda halk ayaklanmalarından; Delhi’de (Kuzey Hindistan) 14. yüzyılın başında, Hacı Molla yönetimindeki yoksulların başkaldırmasından; Çin’de 9. yüzyılda köylü savaşından ve 14. yüzyılda “Kırmızı Mendiller” hareketinden; Kore’de, 1233’teki ve 15. yüzyılın ikinci yarısındaki başkaldırmalardan sözedilmektedir. 15-16. yüzyıllarda Japonya’da isyanlar oldu, vb..
Bu halk hareketlerinin herbirinin kendi özellikleri vardı. 1320 halk hareketi ve Jacquerie ayaklanması, meta-para ilişkilerinin hızlı gelişmesi sırasında artan sömürüye karşı, yığınların yanıtı oldu. 1320 hareketi, özellikle Yahudi tefecilere yönelmişti. Jacquerie ayaklanması, aslında, köylülerin yığınsal yoksullaşmasına neden olan Yüzyıl Savaşlarının sonucuydu. Jacquerie ayaklanmasına katılanların bir tek “program”ları vardı: bütün feodal senyörlerin varlığını ortadan kaldırmak. Feodal topraklara saldırıyorlar, köylü angarya listelerini yakıyorlardı.
Wat Tyler isyanı, tersine, iki program ileri sürüyordu. Bunlardan biri, köylülerin kişisel bağımlılığının kaldırılmasını, angaryanın yerine bir küçük çiftlik kirasının konmasını vb. istiyordu. Öteki program, daha devrimci oldu. Bu programın yandaşları, yalnız kişisel bağımlılığın kaldırılmasını değil, senyörlerin kendi topraklarına ekledikleri komünal toprakların geri verilmesini, kilise topraklarının köylülere verilmesini ve çeşitli toplumsal tabakaların hukuksal bakımdan eşit olmasını istiyorlardı.
Ortaçağ Avrupa tarihinin en büyük anti-feodal hareketi olan hüsçülerin {hüssites) savaşları, bir köylü savaşımının, [sayfa 224] bir ulusal kurtuluş hareketinin ve bir ruhban zümresine karşı savaşımın öğelerini içinde topluyordu. Hareket, adını, dikkate değer Çek yurttaşı, halk kurtuluşunun savunucusu Jean Huss’ten aldı. Katolik kilisesine karşı, büyük laik senyörlere karşı, Alman imparatoruna karşı savaşıma girişen, o çağ Çek toplumunun çeşitli sınıf ve tabakalarının -yoksul köylü ve kentliler, varlıklı köylü ve kentliler ve küçük soyluların- herbiri, kendilerine göre istemlerini sıraladılar.
Hüsçülerin savaşları, Avrupa’nın birçok ülkelerinde, devrimci hareketin gelişmesine katkıda bulundu.
Çin’deki “Kırmızı Mendiller” isyanı da, yabancı boyunduruğuna karşı savaşıma bağlandı. Hareketin sloganları monarşikti: isyancılar zaferi kazandıktan sonra, imparatorluk iktidarını kurdular. Dinsel ideolojinin etkisi de büyük oldu.
Dinsel sloganlar, Japon köylülerinin ayaklanması sırasında da kullanıldı. Bu isyanlar, köylülerin durumunun kötüleşmesinin, derebeylik haraçlarının artmasının, tefecilere olan borçların büyümesinin sonucuydu.
Bağdat Halifeliğinde, ayaklanmalar, köleliğin dertlerini gözetiyordu. 8. yüzyılın sonunda Gurgan’da büyük bir köylü hareketi kendini gösterdi. Orada, belki de tarihte ilk kez, emekçi yığınlar, isyanın amblemi olarak kırmızı bir bayrak kullandılar. Harekete katılanlar “Kızıl Bayraklılar” (“Sourkh Alem”) adım taşıyordu. 9. yüzyılın birinci yarısında, basında Babek olmak üzere köylü savaşı patlak verdi; Babek isyanı, bu ülkelerdeki en büyük halk isyanı oldu; Azerbaycan’a ve Kuzey-Batı İran’a yayıldı.
Emekçilerin kötü yazgılarının düzelmesini amaçlayan köylü savaşları, feodal toplumun üretici güçlerinin ilerlemesine katkıda bulundu. Öyleyse bu savaşların önemi, devrimci ve, nesnel olarak da, ilerlemenin etkeni olmasındaydı. Köylülerin dilekleri, genel olarak, feodal angaryadan [sayfa 225] kurtulmak ve işledikleri topraklara sahip olmak isteğinden ileri gitmiyordu. Bazı ayaklanmalarda, bütün haraç ve angaryaların kaldırılması isteminde bulunmaya cesaret bile edemiyorlar, onların azaltılmasını istiyorlardı. İstemleri az olursa, egemen sınıflardan ödünler koparabileceklerini bile düşünüyorlardı.
İsyancıların örgütten yoksun oluşları gibi, köylü çalışmasının özel koşullarının gerekli sonucu olan dağınıklıkları gibi, deneyimli önderlerin bulunmayışı ve köylülerin bilgisizliği de bütün bu isyanları yenilgiye götürdü.

HALK YIĞINLARI SAVAŞIMIMIN RUHBAN ZÜMRESİNE KARŞI OLMA NİTELİĞİ
İnsanların manevî yaşamının en çok dinsel imgeler ve gösterilerle belirlenmiş olduğu ortaçağda, kilisenin genel etki ve nüfuzundan dolayı halk yığınlarının savaşımı, sık sık rahipler zümresine karşı bir nitelik alıyordu. Bunun içindir ki, onların toplumsal protestoları, (çok çeşitli görünüşler altında) bir mezhep sapkınlığının çizgilerini, yani egemen toplumsal düzenin bir eleştirisi niteliğini alıyordu. Bu protesto, otoritesiyle yürürlükteki düzeni onaylayan resmî kiliseye karşı savaşımla sonuçlanıyordu. Emekçiler çoğu kez dinden esinlendikleri imgelerden yararlanıyorlardı.
Mezhep sapkınlığı, çeşitli biçimlere bürünüyordu. Emekçiler, resmî ayin yöntemlerine, bellibaşlı dinsel dogmalara, çok büyük bir feodal mülk sahibi olarak kilisenin kendisine, rahipler zümresine, keşişlere, egemen sınıfın temsilcilerine karşı olduğu gibi, kilise yararına olan yükümlülüklere de karşı koyuyorlardı.
Her dinsel sapışın üstü örtülü toplumsal ve iktisadî nedenleri vardı. Bu hareketlerin niteliği, şu ya da bu ülkenin iktisadî düzeyinden, sınıf güçleri oranından ileri geliyordu. Ama mezheplerinden sapanların dinsel fikirleri, kendi kendilerine ortaya çıkıvermiyordu, onların daha önceki anlayışlarının [sayfa 226] evrimini yansıtıyordu. Bununla birlikte, bu fikirler ilişkilerinin, yani insanlar arasındaki iktisadî ve toplumsal ilişkilerin değişmesi ile birlikte evrim gösteriyorlardı.
Avrupa’da, mezhep sapkınlığı biçiminde kendini gösteren halk hareketleri, katolikliği hedef tuttu. Halk yığınlarının, en başta köylülerin, artan sömürüye karşı protestoları, bu gibi hareketlerin en niteleyici olanlarından birinin, “Küçük Çobanlar” isyanının hareket noktası oldu. müslümanlar tarafından tutsak edilmiş olan Fransa Kralı Louis IX’a yardıma gelen bir yoksullar haçlı ordusu, bu harekete neden oldu. Bu harekete katılanlar, kendilerine, “Tanrının Küçük Çobanları” adını vermişlerdi ve hareketin adı buradan geliyordu. Ama ayaklanma, kent nüfusunun radikal çevreleri tarafından yönetildikçe genişliyor, isyancıların gerçek amaçları billurlaşıyordu. Kayıtlara göre, “Küçük Çobanlar”, ütopik bir işe giriştiler: “Her şeyden önce ruhban zümresinin, sonra keşişlerin kökünü kazımak, ensonu şövalyelerin ve soyluların hakkından gelmek.” Hareket, zalimlere karşı olan halkın, ruhban zümresine ve katolikliğe karşı bir isyanı haline dönüştü. Katolik kilisesine karşı savaşım içinde, tanrıtanımaz anlayışlar doğuyordu. Ama o çağda yığınlar, henüz, genel anlamıyla dine karşı müdahalede bulunamazlardı. Bunun içindir ki, “Küçük Çobanlar”, katolik kilisesinin yerine, yoksulların artık sömürüye boyuneğmeyecekleri başka bir örgüt koymak istiyorlardı. İsyancıların katolik tören ve ayinlerini reddetmeleri buladan geliyordu.
“Küçük Çobanlar”ın dinsel fikirleri, isyanın en yüksek aşamasında yoksul köylü ve kentlilerin çıkarlarını dile getiren bir tür mezhep sapmasıydı. Bu bakımdan, “Küçük Çobanlar” hareketinde egemen, hatta kesin rol, kentli nüfusun varlıklı tabakalarında görülen diğer bazı mezhep değiştirme hareketlerinden farklıydı. [sayfa 227]
Birkaç ay içinde, “Küçük Çobanlar” hareketi, yenilgiye uğradı. Yenilginin nedenleri, ortaçağdaki halk isyanlarının yenilgi nedenlerinin aynısı oldu.
Yığınların katolik kilisesinin egemenliğine karşı savaşımı, hüsçüler hareketini de nitelendiriyordu. Huss, kiliseye ait topraklara elkonmasına, bilisiz, zevk ve eğlenceye düşkün açgözlü kişileri ruhban zümresi saflarından kovmaya, ve böylece yeniden “gerçek hıristiyan kilisesi”ni yaratmaya çağrıda bulunuyordu. “Köpeklerin önünden kemiği al, boğuşmayı bırakacaklardır; kilisenin malını elinden al, kiliseden yana olan bir tek papaz bulamayacaksın” diyordu.
Demek ki Huss, kendisi de, genel anlamıyla, kilisenin egemenliğine karşı çıkmıyordu, yalnızca katolikliğin etkisini sınırlandırmak ve ulusal bir Çek kilisesi yaratmak istiyordu.
Çevresinde askerî kamplarını kurmuş oldukları Tabor kentinin taboritleri, hüsçüler kampının radikal kanadının temsilcileri, katolikliğe karşı istemlerinde daha ileri gittiler. Taboritler, katolik mezhebine bağlı bütün manastırların, kutsal emanetlerin, heykellerin vb. hemen yokedilmesini öneriyorlardı.
En devrimci taboritler (yoksul köylü ve kentlilerin temsilcileri), kiliastik (chiliastique) fikirleri yayanlar, feodal sistemin kalkmasını istiyorlardı. Dileklerinin ütopik niteliğinin bilincinde olmaksızın, yeryüzünde, “Tanrının bin yıllık hükümranlığını” kurmak istiyorlardı, (Yunanca “khilias” sözcüğü “bin” anlamına gelir.)
Kiliastik fikirler, sömürüyü kaldırmak isteyen halk yığınlarının düşlerini, onların sınıfsız bir topluma karşı duydukları açık-seçik olmayan istemlerini yansıtıyordu. Katolik kilisesi yerine, apostolik (havarice, papalıktan gelme) denen ruhbanlarla laikler arasındaki ayrılıkların silineceği demokratik yeni bir kilise koymanın düşünü kuruyorlardı. Demek ki, devrimci fikirlerine karşın, kiliastlar, dinsel kadrolardan bütün bütüne vazgeçmiyorlardı. [sayfa 228]
En radikal kiliastların anlayışlarında tanrıtanımazlık fikirleri belirmeye başladı; ama tutarsız bir biçimde. Örneğin. tanrının da şeytanın da var olmadığını öğretiyorlar, ama tanrının iyilerin ve doğruların yüreğinde, şeytanın ise kötülerin yüreğinde oturduğunu ekliyorlardı.
Her ne kadar hüsçüler hareketi bastırıldıysa da, bu hareketin, Batı Avrupa’da katolik kilisesinin etkisinin zayıflamasında payı büyük oldu.
Rusya’da da halk yığınları sık sık egemen ortodoks kilisesine karşı savaşıma girişerek, feodal sömürüye karşı ayaklanıyorlardı. 14. ve 17. yüzyıllar arasında birçok kent ve kır emekçilerinin, ruhban zümresine karşı harekete geçin görülmektedir.
14. yüzyılın 50-70 yıllarında, Novgorod ve Psikov’daki strigolniklerin ayaklanması, en tanınmış halk mezhep sapkınlığı hareketlerinden biri oldu. Adını, yöneticilerinden biri olan Karp adlı strigolnikten (berberden) alan bu hareket, büyük tacirlerin, feodal ve laik senyörlerin artan baskısı karşısında, kentli zanaatçıların hoşnutsuzluğundan ileri geldi. Strigolnikler, rahipler zümresinin açgözlülüğüne, kiliseni toprak servetlerini ve başka servetleri artırıp yığmasına, özgür insanların köleleştirilmesine karşı savaşıyorlardı.
Harekete katılanlar dine karşı savaşmadılar; kendi öz güçleri ile “incil’i yaymaya” çalışıyorlar ve bu amaç için halkın öncülerini” (maîtres) seçiyorlardı.
Egemen sınıf, strigolnikler hareketini acımasızca basındı. Önderleri, kâtip Nikita ve strigolnik Karp idam edildiler. Ama bu mezhep sapkınlığı, kesin olarak, ancak 15. yüzyılın ilk yarısında bastırıldı.
Hüküm sürmekte olan kiliseye karşı savaşım, Asya’da ve Kuzey Afrika’da patlak veren birçok anti-feodal halk hareketlerinin de ayırdedici özelliği oldu. [sayfa 229]

MEZHEP SAPKINLIĞI NİTELİĞİ TAŞIYAN HALK HAREKETLERİNİN ROLÜ
Bu ayaklanmalar, feodal sömürüye karşı, otoritesi ile feodal devletleri destekleyen resmî kiliseye karşı savaşımda önemli bir rol oynadılar. Bu mezhep sapkınlıklarının yayılması, inançsızlığın gelişmesine ve tanrıtanımaz anlayış tohumlarının ortaya çıkmasına yardım etti. Bu mezhep sapkınlığı niteliği taşıyan hareketlerin devrimci niteliği gene de göreli oldu. Onların dinsel çerçevesi, yığınların savaşımının anti-feodal eğilimini zayıflatıyor ve feodal düzenin egemenliğine karşı protestolarının etkisini sınırlandırıyordu. [sayfa 230]

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments