Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaEdebiyatEdebiyat ( Dünya )Hayatla aramda ince bir cam var. Açıkça görmeme ve anlamama rağmen, dokunamıyorum...

Hayatla aramda ince bir cam var. Açıkça görmeme ve anlamama rağmen, dokunamıyorum hayata | F.Pessoa

Hiç değişmeyen, her anı aynı yoğunlukta akan bir hayatta, içine gömülü olduğum durgunluğu bir temizlik kusuru, değişmezliğin yüzeyine yapışmış bir kir ya da toz olarak değerlendirebilirim ancak.

Bedenimizi nasıl yıkıyorsak, yazgımızı da yıkayabilmeli, çamaşır değiştirir gibi hayat değiştirebilmeliydik-yemek yediğimizde ya da uyuduğumuzda olduğu gibi varlığımızı sürdürmek için değil, tam olarak temizlik adı verilen, bizden doğup ayrılmış olan saygılı davranış bunu gerektirdiği için.

Pisliği bir irade sorunu gibi değil, aklın bir umursamazlığı olarak yaşayan insanlar vardır; çoğu insan ise, özgürce aldıkları bir kararla ya da istemedikleri bir dünyaya boyun eğmeye razı oldukları için değil, kendi kendilerini anlama yetenekleri gerilediği için, bilgiyle alay etmeyi öğrendikleri için tekdüze, silik hayatlar sürerler.

Kendi pisliğinden iğrenen ama o pisliği temizlemeyen domuzlar vardır; dehşete kapılmış insanın kaçmamasına neden olan da işte bu duygunun aşırı halidir. Yazgısının domuza çevirdiği, kendi güçsüzlüğünün çekimine kapılmış, bundan dolayı günlük hayatının sıradanlığından kurtulmayan insanlar vardır, benim gibi. Olmayan yılandan büyülenen kuşlardır onlar; dünyayı gözü görmeden bir ağaç gövdesine tutunup bekleyen, en sonunda bukelamunun iğrenç diline yapışan sinekler.

Ben de bilinçli bilinçsizliğimi, sıradan hayat ağacımın gövdesinde ağır ağır gezdiriyorum. Yazgımı yerinden oynattıkça yürümüş oluyorum, ben ilerlemediğime göre, ilerleyen o;  adım adım gitmeye devam eden zamanım için de durum aynı; çünkü ilerleyen gene ben değilim. Tekdüzelikten kurtulmak için tek çarem, hakkında yaptığım bu kısa yorumlar. Tek avuntum, hücremin parmaklıklarının arkasında bir cam olması-her gün, ölümle hesaplaştıktan sonra, cama, kaçınılmazlığın tozuna adımı büyük harflerle yazarak imzamı atıyorum.

Ölümle mi atıyorum imzamı ? Hayır, ölümle bile değil. Benim gibi yaşayan bir insan ölmez: Biter, solar, bitkisel hayata girer. Bulunduğunuz yer varlığını sizsiz sürdürür, geçtiğiniz sokak görünmez olduğunuz halde yaşar, içinde yaşadığınız ev, siz olmayan sizi barındırır. Hepsi budur ve biz buna hiçlik deriz, ama bu hiçlik tragedyasını bile oynayamaz, alkışlayamayız, çünkü gerçekten hiç olduğuna bile emin olamayız; biz ki hem hayatın, hem de gerçeğin içinde biten otlarız, biz ki camların hem içine hem dışına biriken tozlarız, biz ki Yazgı’nın torunları, Tanrı’nın evlatlarıyız, Tanrı sonsuz Gece’yle evlidir ve o da hepimizi doğurmuş olan Kaos’un duludur.

***

Başka bir erdemim yoksa da, hiç olmazsa özgür bırakılan duyguların getirdiği sürekli yenilenme hali var.

Bugün Rua Nova do Almada’dan aşağı iniyordum ki gözüm birden, tam önümde yürüyen bir adamın sırtına takıldı. Herhangi bir insanın sıradan sırtıydı gördüğüm; sokaktan geçen birinin rasgele gözüme takılan gösterişsiz takım elbisesinin ceketi. Sol kolunun altına eski bir çanta sıkıştırmıştı, sağ eliyle kıvrık sapından kavradığı kapalı bir şemsiyeyi de, yürüyüşünün temposuna göre yere vuruyordu.

Birden, o adama karşı içimde sevgiye benzer bir şeyler uyandığını hissettim, insanların ortak özelliği olan niteliksizliğin karşısında, işine giden bir aile reisinin sıradan günlük yaşamı, iddiasız ve neşeli yuvası, kaçınılmaz olarak hem neşeli, hem hüzünlü zevkleri barındıran hayatı, hiçbir şeyin nedenini merak etmeksizin safça yaşayıp gitmesi karşısında, kısacası, önümde duran bu giydirilmiş sırtın tamamen hayvani doğası karşısında doğmuştu bu duygu.

Gözümü adamın sırtına, aralığından içeri göz atarak, yarım yamalak da olsa düşüncelerini seçebildiğim o pencereye diktim.

Uyuyan bir adamın karşısında ne hissedilirse, bende onu uyandırıyordu. Uyuyan herkes çocukluğuna döner. Belki de bu yüzden, yani uyurken yaşadığımızın bilincinde olmadığımız için, kimseye kötülük de yapamayız – en gözü dönmüş cani, kendinden başkasını gözü görmeyen en bencil insan bile, ne olursa olsun uyuduğu sürece doğanın büyüsüyle  kutsal bir varlığa dönüşür. Uyuyan bir insanı öldürmekle bir çocuğu öldürmek arasında büyük bir fark görmüyorum.

Bu adamın sırtı da uyuyor işte. Benimle aynı hızda, önümden yürüyen bu insan tüm varlığıyla uykuya dalmış. Bilinçsizce yürüyor. Uyuyor, çünkü hepimiz uyuyoruz. Hayat bütünüyle düştür. O da bilinçsiz halde yaşıyor. Ne yaptığını, ne istediğini, ne bildiğini kimse bilmiyor. Yazgı’nın büyümeyen çocukları olarak, hayatı uyuyoruz. İşte bu yüzden, bu duyguyla düşündüğümde, çocuksu insanlığa, uyuyup kalmış toplumsal yaşama, hepimize ve her şeye karşı içimde sonsuz, şekilsiz bir sevgi uyanıyor.

Şu an içimi saran, sonuçları ve amaçları olmayan, çıplak bir insan sevgisi. Acılı bir şevkat duyuyorum, bizi seyreden bir Tanrı’nın duyacağı cinsten. İnsan denen şu zavallılara, insanlık denen şu zavallı, tuhaf yaratığa yegane bilinçli varlığın şevkatiyle bakıyorum. Ne yapıyor bu kadar insan ?

Ciğerlerdeki basit nefesten başlayıp şehirlerin kurulmasına, imparatorlukların sınırlarını surlarla çevirmesine dek hayata dahil olan tüm koşturmacayı, tüm niyetleri, bir gerçeklikle başka bir gerçeklik arasında, Mutlaklığın bir günü ile bir başka günü arasında varolan, kendinden menkul bir uyuklama hali, düşe ya da uykuya benzeyen şeyler olarak tahayyül ediyorum. Ve soyut bir anaç varlık olarak, o uykunun içinde toplanarak bana ait olmuş çocukların üzerine eğiliyorum geceleyin; iyi, kötü ayırt etmeden. İçim sızlıyor, sonsuz bir varlık gibi büyüyorum.

Gözümü önümdekinden ayırıp oradan, o sokaktan geçmekte olan herkesin üzerinde dolaştırıyor, hepsini, peşinden gittiğim o bilinçsiz insanın sırtının bana verdiği soğuk ve saçma sevgiyle, sıkıca kucaklıyorum. Hepsi aynı bunların; atölye‘den söz eden genç kızlar, işyerleriyle alay eden delikanlılar, ellerinde sepetlerle alışverişten dönen iri memeli hizmetçi kadınlar, bıyığı henüz terlemiş, getir-götür işleri yapan çocuklar – hepsi aynı bilinçsizliğin farklı beden ve yüzlerdeki tezahürleri, aynı görünmez varlığın elinde toplanmış iplerle hareket eden kuklalardan farkları yok. Bilince işaret eden bütün tavırları sergiliyorlar, ama hiçbir şeyin bilincinde değiller, çünkü bir bilince sahip olduklarının farkında değiller. Kimileri akıllı, kimileri aptal – aslında hepsinde aynı aptallık. Kimileri daha yaşlı, kimileri daha genç – aslında hepsi aynı yaşta. Kimileri erkek, kimileri kadın – aslında hepsinin cinsiyeti aynı; varolmayan bir cinsiyet bu.

Huzursuzluğun Kitabı

Huzursuzluğun Kitabı ; Çevirmenin Önsözü

“Varolan tek sır, bir sır olduğunu düşünen insanların olmasıdır.” Demişti Alvaro de Campos ya da ardında saklanan Pessoa, “Sürülerin Bekçisi”nde. Ölümünden epey sonra, yirminci yüzyılın ortalarında keşfedilen Pessoa’ yı düşünürken, özellikle etrafını saran efsane halesini aşmak zorlaştığında bu sözü hatırlamak, onun gerçek özüne yaklaşmak için yararlı olabilir. Bugün dünya edebiyatının en önemli yazarlarından sayılan Fernando Antonio Nogueira Pessoa’ nın yaşamöyküsü, Octavio Paz’ ın “Şairlerin yaşamöyküsü yoktur; onların yaşamöyküsü yapıtlarıdır” sözünü doğrularcasına birkaç cümle ile özetlenebilecek kadar yalın ve durgun: 1888’ de Lizbon’ da doğdu. Babası o küçükken öldü. Üvey babası Portekiz’ in Güney Afrika konsolosu olduğu için okula Durban’ da başladı. 17 yaşında Lizbona’ a döndü.

Lizbon’ da birtakım başarısız iş kurma girişiminden sonra ithalat-ihracat firmalarının İngilizce ve Fransızca yazışmalarını yaparak hayatını kazanan Pessoa, ömrünü Tejo Nehri’ ne bakarak, Portekiz halkının okyanuslara, eski imparatorluklara duyduğu büyük özlemi seyrederek geçirdi. Terreiro do Poço’ da, Martinho da Arcada Kahvesinde ya da Bairro Alto’ daki Brasileira’ da dostlarıyla edebiyat konuştu. Sağlığında yayınlanan yapıtları olduysa da, esas olarak ölümünden sonra, yazılarını topladığı sandığın bulunmasıyla ün kazandı; yaklaşık 27 bin sayfaya yayılan, farklı türlerde eserler vermişti Pessoa ve bunların büyük bir kısmını kendi adıyla değil, birer yaşamöyküsüyle, kişilikle, hatta edebi duruş ve tarzla donattığı 70 ayrı kurmaca yazarın, dışkimliğin adıyla imzalanmıştı.

Pessoa’ nın yarattığı yazarların en ünlüleri kötü bir Portekizce’ yle, ilkel doğa şiirleri yazan Alberto Caeiro, pagan dinlere inanan hekim Ricardo Reis, “içinde bir Yunan şairi barındıran Whitman” diye tarif edilen Alvaro de Campos’ tur. Pessoa Alberto Caeiro’ nun ortaya çıkışını “İçimde ustam doğdu” diye anlatır. Meşhur sandıktaki öbür yazarlar arasında Fransızca ya da İngilizce yazanlar, kadınlar, yarım kalmış karakterler vardır. Tek bir insanın ruhunda yaşayan, bu tüyler ürpertici yazarlar kalabalığının bir efsaneye dönüşmesi doğal olsa da, genellikle göz ardı edilen, Pessoa’ nın yarattıklarını sağlığında bir sır olarak saklamadığıdır. Yakın arkadaşları olan Mario de Sa Carneiro, Jose de Almada-Neigreiros, Luis de Montalvor gibi yazarlarla onları paylaşır, dergilerde onların imzasıyla şiirler, makaleler yayınlatırdı.
Her ne kadar Pessoa, başta Kafka olmak üzere ölümünden sonra keşfedilen pek çok yazar gibi yalnızlığın sıkıntısıyla adeta bilinçli bir çabadan çok bir içgüdüyle yazan bir yazar görüntüsü verse de, öncelikle kendinden önceki yazar kuşaklarının yapıtlarını tanıyan, edebiyat arenasında boy gösteren, tartışmalara giren bir edebiyatçıydı. 1915’ te iki sayı çıkabilen Orpheu dergisinde, eleştirmenlerin kıyasıya eleştirdiği yenilikçi sözler sarfetmişti. 1921’ de birkaç arkadaşıyla birlikte Olisipo adında bir yayınevi-kitabevi kurmuştu. 1922’den itibaren Contemporanea edebiyat dergisine katkıda bulunmu, 1924’ te ise Athena dergisinin kurucuları arasında yer almıştı. Ölümünden bir yıl önce yayınlanan, sağlığında çıkan tek kitabı olarak kalan Mensagem’le Antero de Quental Ödülü’ nü almış, Salazar’ ın başkanlık ettiği ödül törenine katılmamıştı. 1935’ te ise sansürden dolayı Portekiz’ de bir daha hiçbir şey yayınlatmamaya karar vermişti.

Pessoa’ nın efsanesinde en dokunaklı ve büyüleyici olan kendini kimliklerle çoğaltmasından ziyade, bu kimlikleri yaratmaya onu iten “başlı başına edebiyat, bütün edebiyat” olma isteği, apayrı renklere büründürmeyi bildiği diliyle, ifade gücüyle yapıtının kendisidir. Farklı yazarları var ederken, yalnızlığın ve var oluş sıkıntısının ne olduğunu kendine, kendi üzerinden de onlara göstermek ister gibidir. Bu haliyle, Anatole France’ ın 1887 yılında yayınlanan Les Fous Dans la Litterature (Edebiyatta Deliler) makalesinde verdiği örneği hatırlatır:Anatole France’ın çocukluğundaki bir komşunun hikayesidir bu. Yaşlı adam oğlunu kaybetmiş, o andan itibaren de sırtına bir döşek yüzü geçirip öyle dolaşmaya başlamıştır. Bir de, oğlu sanki hiç varolmamış gibi davranmakta, ne ölümünden ne yaşadığı günlerden, anılarından hiç bahsetmemektedir. Bir ev ortamına girip de sırtındakini çıkarması gerektiğinde bastonunu bir omurga gibi örtünün içine koyar, başındaki topuza da şapkasını takar. Sonra bir süre bu biçimsiz cesedi seyreder.

Pessoa’ nın Anatole France’ ın anısındaki seyrici mi, yoksa boş ceset mi olduğunu anlamak kolay değildir elbette, hele Bernardo Soares gibi, Pessoa’ nın “yarı-dışkimlik” olarak nitelediği, Pessoa’ ya çok yakın bir karakter söz konusu olduğunda. Soares, Huzursuzluğun Kitabı’ nın yazarı olarak yaratılmıştı. Huzursuzluğun Kitabı, kurmaca bir karakterin kendi hayatını anlattığı bir roman olarak görülebilir; ancak yazarla kahramamı sık sık birbirinin yerine geçtiğinden, Pessoa’ nın hayatla ilgili kendine ait olan ve olmayan düşünceleri döktüğü, evirip çevirdiği bir denemeler, anlatılar toplamı olarak kabul edilebilir. Pessoa bu kitap üzerinde 1913’ ten itibaren çalışmaya başlamış, ölümüne dek parça parça yazmaya devam etmişti. Sandık açıldıktan sonra, dağınık metinler bir araya getirilmeye başlandı ve 1982’ de Portekiz’ de yapıt ilk kez olarak basıldı, daha sonra, yeni bulunan parçaların eklenmesiyle, el yazmalarında yanlış okunmuş yerlerin düzeltilmesiyle yeni basımlar yapıldı. Dünyayı seyretmekle yetinmek isteyen, eylemsizliği en yüce erdem ve gerçek yaşam olarak gören Soraes, Pessoa için belki de dünyanın ve yaşamanın ne olduğunu gösteren bir perdedir. Huzursuzluğun Kitabı aynı zamanda, bir edebiyatçının ulaşmak istediği yapıtla kağıda dökebildiklerinin arasındaki mesafedir de; hayal edilenin soluk, titrek bir sureti, gölgesi olarak kalmaya, kusurlu olmaya mahkumdur; tıpkı bütün kitaplar ve bütün çeviriler gibi.

Saadet ÖZEN-Çevirmen

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments