Cumartesi öğleden sonra, çiftlikte çalışan Billy Buck, geçen yıldan kalan saman yığınını elindeki tırmıkla karıştırıp, dikenli tellerin ardında tembel tembel dolaşan ineklerin önüne birkaç tutam saman attı. Mart rüzgârı gökyüzündeki minik pamuk yığını gibi bulutları önüne katmış doğuya doğru sürüklüyordu. Tepenin doruklarındaki çalılıklarda rüzgârın ıslık çaldığı duyuluyor ama aşağıdaki çiftlikte dal bile kıpırdamıyordu.
Küçük çocuk, Jody, elindeki tereyağlı kalın bir dilim ekmeği yiyerek evden dışarı çıktı. Billy’nin saman yığınını karıştırdığını görünce, iyi deriden ayakkabılarını eskitmek istercesine ayaklarını yere vurarak o tarafa doğru yürüdü. Jody siyah servi ağacının yanından geçerken, beyaz güvercin sürüsü havalanıp, ağacın tepesinde bir daire çizerek tekrar dallara kondular. Verandada yatan kahverengi ve sarı alaca tüylü tombulca kedi yerinden fırlayıp yolun karşı tarafına koştu. Sonra şimşek gibi bir hızla geri döndü. Kedinin oyununa ayak uydurmak isteyen Jody, yerden bir taş aldı, ama taşı fırlatıncaya kadar kedi verandanın altında gözden kayboldu. Jody elindeki taşı servi ağacına doğru fırlatınca, beyaz güvercinler ürküp gökyüzüne doğru havalandılar.
Saman yığınının yanına gelen çocuk dikenli tellere yaslanıp, “Sence hepsi bu kadar mı?” diye sordu.
Orta yaşlı çiftlik işçisi samanı karıştırmaya ara verip elindeki tırmığı dikkatle toprağa sapladı. Siyah şapkasını başından çıkararak saçlarını düzeltti. “Toprağın neminden hepsi ıslanmış,” dedi ve şapkasını tekrar giyip kuru köseleye dönmüş ellerini ovuşturdu.
Jody, “Fareler samanların arasına yuva yapmışlardır,” dedi.
Billy, “Hem de nasıl, yığının içinde fareler cirit atıyor,” diye yanıt verdi.
“Pekâlâ, sen işini bitirince, köpekleri farelerin üstüne salarım.”
Billy Buck, “Tabii, salarsın,” dedi. Bir tırmık dolusu nemli samanı havaya savurunca, bir anda üç fare dışarıya fırladı, sonra çılgın gibi tekrar samanların arasına daldılar.
Jody mutlulukla içini çekti. O tombul, çevik, kendini beğenmiş fareler ölüme mahkûmdular. Kedilerin, kapanların, zehirlerin ve Jody’nin korkusundan uzak sekiz aydır samanların içinde yaşayıp üremişlerdi. Güvencede olmanın rahatlığı içinde, burunları büyümüş ve fazlasıyla semirmişlerdi. Artık felaket saati gelmişti; bugün hepsi ölecekti.
Billy başını kaldırıp çiftliğin etrafını çevreleyen tepelere baktı. “Fareleri öldürmeden önce, istersen bir babana sor,” diye önerdi.
“Tamam, şimdi sorarım. Ama babam nerede?”
“Yemekten sonra atına atlayıp tepedeki çiftliğe gitti. Biraz sonra döner.”
Jody çitin direğine yaslandı. “Babamın kızacağını sanmıyorum.”
Billy tekrar samanları savurmaya başladı ve felaket habercisi gibi, “Sen yine de bir sor, babanı bilirsin,” diye söylendi.
Jody biliyordu. Babası Cari Tiflin, önemli olsun veya olmasın çiftlikte yapılacak her şey için kendisinden izin almalarında ısrar ederdi. Jody sırtını iyice direğe vererek yere oturdu. Gökyüzünde kayıp giden küçük beyaz bulutlara baktı. “Billy, yağmur yağacak mı?”
“Belki. Rüzgâr iyi, ama yeterince şiddetli değil.”
“Tanrı’nın belası fareleri öldürünceye kadar, dilerim yağmur yağmaz.” Jody büyükler gibi küfür ederek konuştuğunu Billy’ nin farkedip etmediğini anlamak için başını çevirip ona baktı. Billy yanıt vermeden işine devam etti.
Jody arkasını dönüp dış dünyadan çiftliğe uzanan tepenin kenarındaki yola baktı. Solgun mart güneşi tepeye vurmuştu. Adaçayı bitkilerinin arasından gelincikler, gümüş gibi parlayan devedikenleri ve mavi acıbakla çiçekleri fışkırmıştı. Jody tepenin ortasında köpeklerinden birinin bir köstebek yuvasını eşelediğini gördü. Köpek bir süre yeri eşeledikten sonra durdu ve arka ayaklarının arasında biriken toprakları geriye doğru tekmeledi. Hiçbir köpeğin çukur kazarak köstebek yakalayamayacağı gerçeğini yalanlamak istercesine coşkuyla kazmaya devam etti.
Jody birdenbire siyah köpeğin kaskatı kesildiğini ve başını çukurdan çıkarıp tepenin kenarından geçen yola baktığını gördü. Jody de onun baktığı yöne baktı. Cari Tiflin atının sırtında bir an soluk mavi gökyüzünün altında durdu, sonra yoldan aşağıya evine doğru ilerledi. Elinde beyaz bir şey vardı.
Jody yerinden fırlayıp, “Mektup getiriyor,” diye bağırarak hızla çiftlik evine doğru koşmaya başladı. Yüksek sesle okunacak mektubun bir kelimesini dahi kaçırmak istemiyordu. Babasından önce eve ulaştı ve yıldırım gibi içeriye girdi. Eyerin gıcırtısından, Carl’ın attan indiğini ve onun sağrısına bir tokat atıp ahıra yolladığını duydu. Billy atın eyerini çözdükten sonra onu çayıra salacaktı.
Jody mutfağa koşup, “Bize mektup geldi!” diye bağırdı.
Fasulye tenceresinden başını kaldıran annesi, “Kim getirdi?” diye sordu.
“Babam getirdi. Zarfı elinde gördüm.”
Cari mutfaktan içeri girince, Jody’nin annesi, “Mektup kimden, Cari?” diye sordu.
Adam hemen kaşlarını çattı. “Mektup getirdiğimi nereden biliyorsun?”
Kadın başını oğlundan yana salladı. “Çenesi düşük Jody söyledi.”
Jody utanmıştı.
Babası ona horgörüyle baktı. “Çenesi fazla düştü. Kendi işiyle meşgul olacağına başkalarının işine karışıyor. O koca burnunu her şeyin içine sokuyor.”
Bayan Tiflin biraz yumuşadı. “Şey, onu meşgul edecek fazla bir şey yok. Mektup kimden geliyor?”
Cari hâlâ kaşlarını çatmış Jody’ye bakıyordu. “Eğer ayağını denk almazsa ben onu yeterince meşgul ederim,” dedi ve zarfı uzattı. “Sanırım mektup babandan.”
Bayan Tiflin başından çıkardığı saç tokasıyla zarfın ağzını açtı. Dudaklarını büzüp dikkatle mektubu okumaya başladı. Jody onun gözlerinin satırların üstünde dolaşmasını izledi. Sonra annesi, “Şey, cumartesi günü buraya gelip birkaç gün kalacağını yazıyor. Ayy, bugün cumartesi. Mektup postada gecikmiş olmalı,” dedi ve zarfın üstündeki tarihe baktı. “Dün değil önceki gün postaya verilmiş. Mektubun dün elimize geçmiş olması gerekirdi.” Başını kaldırıp sorarcasına kocasına baktı, sonra yüzü öfkeyle karardı. “Şimdi neden öyle bakıyorsun? Babam sık sık bizi ziyarete gelmiyor ki.”
Karısının öfkeli bakışlarıyla karşılaşmak istemeyen Cari gözlerini yere indirdi. Çoğu zaman ona karşı sert davranırdı, ama arasıra karısının öfkesi kabarınca, onunla başa çıkamazdı.
Kadın, “Senin derdin ne?” diye sordu.
Adam oğlu Jody gibi özür dileyen bir tonla, “Çok konuşuyor, hiç susmadan konuşuyor,” diye ağzının içinde geveledi.
“Ne olmuş, yani? Sen de konuşuyorsun.”
“Tabii konuşuyorum. Ama baban hep aynı şeyi anlatıyor.”
Jody heyecanla, “Kızılderilileri anlatıyor!” diye söze karıştı. “Kızılderilileri ve bu topraklardan onları nasıl sürdüklerini anlatıyor!”
Cari öfkeyle ona döndü. “Çenesi düşük, dışarı çık! Çabuk, dışarı çık! Defol!”
Jody süklüm püklüm arka kapıdan dışarıya çıktı ve tel kapıyı usulca kapattı. Mutfak penceresinin altında utançla önüne bakarken, garip şekilli bir taş gözüne takıldı. Taş adeta onu büyülemişti. Yere çömeldi ve taşı eline alıp dikkatle bakmaya başladı.
İçerde konuşulanları mutfak penceresinin altında rahatça duyuyordu. Babası, “Jody çok haklı,” diyordu. “Kızılderilileri ve onları nasıl kovaladıklarından başka bir şey anlatmıyor. Atları nasıl kaçırdıklarını belki bin kez dinledim. Hep aynı öyküleri anlatıyor. Hatta anlatırken kelimeleri bile değiştirmiyor.”
Bayan Tiflin yanıt verirken sesinin tonu öylesine değişmişti ki, pencerenin altında duran Jody, elindeki taşı incelemeye son verip, başını kaldırarak yukarıya baktı. Annesi yumuşak bir sesle konuşmaya başlamıştı. Jody onun yüzünün ifadesinin de sesin tonu gibi değiştiğini biliyordu. Kadın alçak sesle, “Cari, bir de şu açıdan düşünsene, babamın hayatındaki en önemli olay bu. At arabaları konvoyunu kıtanın bir ucundan diğer ucuna ulaştırdıktan sonra yaşamı da sanki bu büyük olayla birlikte sona ermiş. Önemli bir iş yapmıştı, ama bu uzun sürmemişti. Bak!” diye sözlerine devam etti. “Sanki babam bu işi yapmak için dünyaya gelmiş ve iş sona erince, yaptıklarını düşünmekten ve anlatmaktan başka geriye bir şey kalmamış. Eğer batının daha ilersi olsaydı, oraya kadar giderdi. Bunu bana kendisi söyledi. Ama ne yazık ki, kara okyanusun kıyısında sona eriyor. Bu nedenle durmak zorunda kaldığı okyanusun kıyısına yerleşmiş.” Carl’ı canevinden yakalayıp, yumuşak ses tonuyla onu yatıştırmıştı.
Cari, “Evet onu gördüm, sahile inip okyanusun ötesine dalıp gidiyor,” diye usulca onayladıktan sonra sesi hafifçe sertleşti. “Sonra da kalkıp Pasific Grove’daki Horseshoe Kulübü’ne gidiyor ve herkese kızılderililerin atları nasıl kovaladıklarını anlatmaya başlıyor.”
Bayan Tiflin yine kocasının huyuna gitti. “Evet, bundan başka anlatacak bir şeyi yok. Ona karşı sabırlı ol ve anlattıklarını dinler gibi yap.”
Cari sabırsızca arkasını dönüp, uzaklaşırken, “Pekâlâ, çekilmez bir hale gelirse, ambara, Billy’nin yanına giderim,” diye sinirli sinirli söylendi. Evden dışarıya çıkınca, ön kapıyı öfkeyle çarpıp kapattı.
Jody koşup üstüne düşen işleri yapmaya başladı. Tavuklara yem verirken onları kovalamadı. Kümesteki yumurtaları topladı. Odunları kırıp eve taşıdı ve onları odun sepetine yerleştirdi, iki kucak dolusu odun nerdeyse sepetten yere dökülecekti.
Annesi fasulyeyi pişirmişti. Ateşi karıştırıp hindi kanadıyla ocağın üstünü süpürdü. Jody öfkesinin geçip geçmediğini anlamak için dikkatle annesini gözledikten sonra, “Bugün mü geliyor?” diye sordu.
“Mektubunda öyle yazıyor.”
“Yola çıkıp onu karşılasam iyi olur.”
Bayan Tiflin ocağın kapağını kapattı. “Evet, iyi olur. Herhalde birisinin onu karşılaması hoşuna gider.”
“Öyleyse hemen yola çıkayım.”
Jody dışarı çıkınca, tiz bir ıslık çalıp köpekleri yanına çağırdı. “Haydi tepeye doğru yürüyün,” diye onlara emir verdi. İki köpek sevinçle kuyruklarını sallayarak koşup öne geçtiler. Yol kenarındaki adaçayı bitkileri yeni filizler vermişti. Jody taze dallardan birini kopardı ve yabani çiçek kokusu havayı sarana kadar ellerine sürdü. Köpekler birdenbire ok gibi fırlayıp, fundalıkların arasına dalan tavşanı kovalamaya başladılar. Jody onları gözden kaybetti. Tavşanı yakalayamayan köpekler sonra tekrar eve döndüler,
Jody binbir zahmetle bayırın tepesine doğru yürüdü. Yolun geçtiği dar düzlüğe çıkınca, saçları ve gömleği rüzgârda uçuşmaya başladı. Jody durup aşağıdaki tepelere, uçsuz bucaksız uzanan yemyeşil Salinas Vadisi’ne baktı. Çok uzaklardaki dümdüz arazinin üstüne kurulan Salinas Kasabası gözüküyordu.
Tek katlı beyaz evlerin camları güneşin solgun ışıklarıyla mücevher gibi parlıyordu. Jody’nin durduğu tepenin tam altındaki meşe ağacının dallarına tüneyen kargalar bir ağızdan gaklıyorlardı.
Jody durduğu tepenin altından geçen yolu gözleriyle izlemeye başladı. Az gittikten sonra tepenin arkasında kaybolan yol, diğer taraftan tekrar ortaya çıkıyordu. Jody çok uzaklarda doru bir atın çektiği arabayı gördü. Araba bir süre sonra tepenin arkasında kayboldu. Jody yere oturdu ve arabanın tekrar meydana çıkacağı noktaya bakmaya başladı. Tepelerin doruklarında esen rüzgâr sanki şarkı söylüyor, pamuk gibi beyaz bulutlar hızla doğuya doğru kayıyordu.
Araba tekrar gözüktü ve durdu. Siyah giysili adam oturduğu yerden inip, atın yanına gitti. Çok uzakta olduğu halde, hayvanın başını öne eğişinden, Jody adamın atın yularını çözdüğünü anladı. At yürümeye devam etti. Adam da arabanın yanında ağır ağır tepeye tırmanıyordu. Jody sevinçle bir çığlık atıp onlara doğru koşmaya başladı. Yolun kenarındaki sincaplar hoplayarak uzaklaştılar. Kuyruğunu yelpaze gibi sallayan bir koşucu kuşu tepeye doğru yarışa kalkmışçasına koştu ve bir planör gibi süzülerek gözden kayboldu.
Jody her adım atışında kendi gölgesinin ortasına basmaya çabalarken ayağının altındaki taş yuvarlanınca yere düştü. Büyükbabası ve arabasıyla arasında çok az mesafe kalmıştı, hemen küçük dönemece doğru koştu. Ve kimse görmeden koşmaya son verip vakur adımlarla ilerlemeye başladı.
At binbir zahmetle tepeye tırmanırken, yaşlı adam da arabanın yanında yürüyordu. Alçalan güneşin altında ilerlerken, dev gibi gölgeleri de onları izliyordu. Büyükbaba siyah bir kostüm giymişti. Ayağında yumuşak deriden siyah çizmeler vardı. Beyaz sert kolalı gömleğinin yakasına da siyah kravat takmıştı. Geniş kenarlı siyah şapkasını elinde taşıyordu. Beyaz sakalı kısa kesilmişti. Beyaz kaşları gözlerinin üstünden bıyık gibi aşağıya sarkıyordu. Sert bakışlı mavi gözlerinin içi gülüyordu. Yüzünden ve duruşundan granit gibi sert bir vakar yansıyordu; öyle ki, her hareketi olanaksızmış gibi geliyordu insana. Dinlenirken, bir daha asla hareket etmeyecekmiş gibi taşlaşıyordu sanki. Adımları ağır ve emindi. Bir kez karar verince, attığı hiçbir adım geri dönmez, belirlediği yönü asla değişmez; yürümesi ne hızlanır, ne de yavaşlardı.
Jody dönemeci dönünce, büyükbabası ağır ağır şapkasını sallayarak onu selamladı. “Merhaba, Jody! Beni karşılamaya mı geldin?” diye seslendi.
Jody onun yanına gidip adımlarını yaşlı adamın adımlarına uydurdu; yürürken sırtını dikleştirmiş, ayaklarını hafifçe sürüyordu. “Evet, efendim. Mektubunuzu bugün aldık,” djye yanıt verdi.
Büyükbaba, “Dün elinize geçmesi gerekiyordu, evet dün elinize geçmeliydi. Evdekiler nasıl?” dedi.
“Herkes iyi, efendim.” Jody bir an duraksadıktan sonra, çekinerek, “Yarın fare avına gelmek ister misiniz, efendim?” diye önerdi.
Büyükbaba kıkırdayarak güldü. “Fare avı mı, Jody? Bu devrin insanları çıka çıka fare avına mı çıkıyorlar? Yeni nesil pek güçlü değil, ama fare avına kalacaklarını da hiç düşünmemiştim.”
“Hayır, efendim. Bu sadece bir oyun. Saman yığınları yerden kalkıyor. Köpekleri farelerin üstüne salacağım. Siz de seyredersiniz ya da samanları biraz karıştırırsınız.”
Yaşlı adam gözlerinde muzip bir ifadeyle torununa baktı. “Anladım. Yani fareleri yemiyorsun. Henüz fare yemeye başlamadın demek.”
Jody, “Onları köpekler yiyor, efendim,” diye açıkladı. “Kızılderilileri avlamaya benzemez sanırım.”
“Hayır, pek benzemiyor… ama daha sonra, birlikler kızılderilileri avlarken, onların çocuklarını öldürüp çadırlarını yakmaya başlayınca, senin fare avından pek farkı kalmadı.”
Tepeye tırmandılar ve çiftliğe uzanan bayırdan aşağıya inerlerken güneş ufukta kayboldu. Büyükbaba, “Büyümüşsün, sanırım boyun iki buçuk santim uzamış,” dedi.
Jody gururla, “Daha fazla. Kapının pervazına dayayıp boyumu ölçüyorlar. Şükran Günü’nden bu yana iki buçuk santimden fazla uzamışım,” diye övündü.
Büyükbaba kalın güzel sesiyle, “Belki de çok su içiyorsun, bitki sapı gibi sadece gövden uzuyor. Bakalım baş verince ne olduğunu göreceğiz,” dedi.
Jody yaşlı adamın kendisini incitmek istediğini düşünerek hemen onun yüzüne baktı. Ama büyükbabasının bu sözleri kötü niyetle söylemediği anlaşılıyordu. Mavi gözlerindeki ifade onu cezalandırmak veya haddi bildirmek gibi bir anlam taşımıyordu. Jody, “Belki, domuz avına çıkarız,” diye önerdi.
“Ah, hayır! Buna izin veremem. Benimle dalga geçiyorsun. Biliyorsun, bu mevsimde domuz avı yasaktır.”
“Büyük yaban domuzu Riley’i biliyor musunuz, efendim?” “Evet. Onu çok iyi anımsıyorum.”
“Şey, Riley saman yığınının altını yiyerek büyük bir delik açmış, samanlar üstüne yıkılınca boğuldu.”
Büyükbaba, “Bu iş domuzların başına pek sık gelir,” dedi. “Riley iyi bir yaban domuzuydu. Bazı kez sırtına binip dolaşmama bile razı olurdu.”
Tepenin altındaki evin kapısı açılıp kapandı. Jody’nin annesi verandaya çıkmış, onlara iş önlüğünü sallıyordu. Cari Tiflin’in de ahırdan çıkıp onları karşılamak için eve gittiğini gördüler.
Artık güneş tepelerin ardında kaybolmuştu. Morumsu alacakaranlığa bürünen vadide, evin bacasından yükselen mavi duman havada asılı gibi duruyordu.
Ambardan dışarı çıkan Billy Buck elindeki tasın içindeki sabunlu suyu yere döktü. Büyükbabaya derin bir saygıyla bağlı olan Billy, hafta içi olmasına karşın traş olmuştu. Büyükbaba Billy’nin yeni kuşağın birkaç sert erkeğinden biri olduğunu söylerdi. Billy orta yaşlı olduğu halde, büyükbaba ona çocuk gözüyle bakardı. Billy de hızlı adımlarla eve doğru yürüyordu.
Jody’yle büyükbaba tepeden aşağıya indikleri zaman, üçünü de onları bahçe kapısının önünde bekler buldular. Cari, “Hoşgeldiniz, efendim. Sizi bekliyorduk,” dedi. Bayan Tiflin büyükbabanın sakalının ucuna bir öpücük kondurdu ve hiç kımıldamadan durup babasının iri eliyle omzunu okşamasını bekledi. Billy fırça gibi bıyıklarının altından sırıtarak yaşlı adamın elini sıktı. “Atınızı ahıra bağlayıp oşum takımlarını çıkarırım,” dedi.
Büyükbaba onun arkasından baktı, sonra dönüp yanındakilere belki yüzüncü kez, “Çok iyi bir çocuk. Babasını tanırdım. Ona Katır Kuyruğu Buck derlerdi. Ona Katır Kuyruğu lakabını neden taktıklarını asla öğrenemedim, sadece katırlara yük yüklerdi,” dedi.
Bayan Tiflin dönüp eve doğru yürürken, “Baba, ne kadar kalacaksın?” diye sordu. “Mektubunda ne kadar kalacağını yazmamışsın.”
“Şey, bilmiyorum. Belki iki hafta kalırım, ama bir yerde asla düşündüğüm kadar uzun kalamıyorum.”
Kısa süre sonra beyaz muşamba örtülü masanın etrafında toplanıp akşam yemeğine oturdular. Aynalı gaz lambası masayı aydınlatıyordu. Yemek odasının penceresinin dışında koca koca pervaneler yumuşak seslerle cama vuruyorlardı.
Büyükbaba küçük lokmalara doğradığı büfteğini ağır ağır çiğnerken, “Çok acıkmışım,” dedi. “Yolculuk iştahımı açmış. Kıtayı bir ucundan diğer ucuna geçerken de çok acıkırdtm. Hepimiz çok acıkırdık. Gece etin pişip sofraya gelmesini dört gözle beklerdik. Her gece aşağı yukarı bir kiloya yakın sığır eti yerdim.”
Billy, “Açık havada yolculuk iştah açar,” dedi. “Benim babam hükümet mallarını taşırdı. Küçükken ona yardım ederdim, ikimiz kocaman bir parça geyik etini bir oturuşta yerdik.”
Büyükbaba, “Babanı tanırdım, Billy,” dedi. “Çok iyi bir adamdı. Ona Katır Kuyruğu Buck ismini takmışlardı, ama neden böyle dediklerini bilmiyorum. Sadece katırlara yük yüklerdi.”
Billy, “Evet, o kadar,” diye onayladı. “Sadece katırlara yük yüklerdi.”
Büyükbaba çatalıyla bıçağını elinde bırakıp masanın etrafındakilere baktı. “Hiç unutmuyorum bir gün etimiz tükenmişti,” diye söze başladı. Sesi garip bir şarkı mırıldanırmışçasına alçaldı ve bayatlamış öyküyü anlatmaya başladı. “Bufalolar, antiloplar, hatta tavşanlar bile yok olmuşlardı. Avcılar vuracak bir tek çakal bile bulamıyorlardı. İşte böyle zamanlarda liderlerin işleri daha da güçleşir. Lider bendim. Gözümü dört açmam gerekiyordu. Neden biliyor musun? İnsanların açlıktan gözleri dönünce arabaları çeken öküzleri kesip yiyiveriyorlardı. İnanmak zor değil mi? Bazı kimselerin hayvancılık yapmak için götürdükleri sığır sürüsünü kesip yediklerini duymuştum. Yarı yolda hayvanları kesip yemeye başlamışlar ve yolculuğun sonunda bir tek sağ hayvan kalmamış. Sonunda yük hayvanlarını ve tekerlekli araçları çeken hayvanları kesip yemişler. Bölük liderlerinin bu tür olayları engellemesi gerekir.”
Her nasılsa büyük pervanelerden biri yemek odasına girmişti. Gaz lambasının etrafında uçuyordu. Billy ayağa kalkıp onu yakalamaya çalıştı, ama başaramadı. Cari güveyi yakalayarak avucunun içinde ezdi. Sonra pencerenin yanına gidip onu dışarıya attı.
“Daha önce de anlattığım gibi,” diye büyükbaba anlatmaya başlayınca, Cari onun sözünü kesti. “Etini yesen iyi olacak. Tatlılarımızı yemek için seni bekliyoruz.”
Jody annesinin gözlerinin içinde öfke kıvılcımlarının yanıp söndüğünü gördü. Büyükbaba çatalını bıçağını tekrar eline aldı. “Evet, gerçekten çok acıkmışım. Bu öyküyü size daha sonra anlatırım,” dedi.
Yemek sona erince, Billy Buck aile bireyleriyle birlikte salona geçip şöminenin karşısına oturdu. Jody endişeyle büyükbabasını gözlüyordu. İşte yaşlı adam alışılagelmiş davranışlarını sergilemeye başlamıştı. Sakallı başı hafifçe öne doğru eğilmişti; bakışlarındaki sertlik yumuşamış, merakla ateşe bakıyordu; ince uzun parmaklarını da dizlerinin üstünde birbirine kenetledikten sonra, “Acaba?” diye söze başladı. “Acaba, hırsız kızılderililerin otuz beş atımızı nasıl çaldıklarını size anlatmış mıydım?”
Cari, “Sanırım anlatmıştın,” diye onun sözünü kesti. “Bu olay Tahoe kasabasına ulaşmadan önce meydana gelmişti, değil mi?”
Büyükbaba hızla başını çevirip damadına baktı. “Evet, doğru. Galiba bu öyküyü sana anlatmıştım.”
Cari zalimce, “Evet, hem de defalarca anlattın,” dedi ve karısıyla göz göze gelmemeye çalıştı. Ama onun öfkeyle kendisine baktığını hissedince, “Tabii, tekrar dinlemek isterim,” dedi.
Büyükbaba başını çevirip yine ateşe bakmaya başladı. Tekrar tekrar parmaklarını birbirine kenetleyip açtı. Jody onun neler hissettiğini, içinin yıkılıp boşaldığını biliyordu. Daha bugün öğleden sonra ona çenesi düşük dememişler miydi? Kahramanca bir atılımla tekrar çenesi düşük olmaya karar verdi. Usulca, “Bize kızılderilileri anlat,” dedi.
Büyükbabasının bakışları yine sertleşti. “Çocuklar hep kızılderililer hakkındaki öyküleri dinlemek isterler. Oysa bu erkeklerin işidir, ama çocuklar bu tür öyküleri çok severler. Pekâlâ, bir düşünelim hele. Bütün atlı arabalarda uzun demir levhaların neden taşınmasını istediğimi sana anlatmış mıydım?”
Bu soruya hiç kimse yanıt vermeyince, Jody, “Hayır, anlatmamıştın,” dedi.
“Evet, kızılderililer saldırdığı zaman, atlı arabalardan bir çember oluşturup, tekerlekleri kendimize siper ederek onlara karşı koyardık. Sonra benim aklıma bir fikir geldi. Eğer her arabada bir tane tüfek namlusunun girebileceği büyüklükte delikli demir levhalar olursa, adamlar bunları tekerleklerinin önüne dikip oradan ateş edebilirlerdi. Böylece çemberin içindeki arabalar da korunmuş olacaktı. Demir levhalar arabalara fazla yük getirecekti, ama insanlar da boş yere ölmeyeceklerdi. Ne çare ki, bu fikrimi kimseye kabul ettiremedim. Daha önce bu yöntemi hiç kimse uygulamamıştı ve bu tür bir zahmete hiç kimse girmek istemiyordu. Ama sonunda benim fikrimi kabul etmediklerine çok pişman oldular.”
Jody annesine baktı. Onun yüzündeki ifadeden anlatılanları dinlemediğini anladı. Cari başparmağındaki nasırı yoluyordu. Billy Buck ise duvarda yürüyen örümceği izliyordu.
Büyükbaba yine öykü anlattığı zamanki ses tonuyla konuşmaya başladı. Jody onun ağzından çıkacak sözcükleri önceden biliyordu. Tekdüze ses tonuyla sürdürülen öykü, saldırılar sırasında hızlanıyor, yaralıların anlatımında hüzünleniyor, büyük ovalara gömülen ölülerin arkasından ağıtlar yakıyordu. Jody oturmuş sessizce büyükbabasına bakıyordu. Sert bakışlı mavi gözlerinde kayıtsız bir ifade vardı; yaşlı adam anlattığı öyküyle pek ilgilenmiyormuş gibi görünüyordu.
Öncülerin öyküsü sona erince, herkes kibarca sessiz kaldı. Sonra Biliy Buck ayağa kalkarak gerinip pantolonunu düzeltti. “Artık gitmem gerek,” dedi. Büyükbabanın yüzüne baktı. “Ambarda bir barut boynuzum ve ağızdan doldurma bir silahım var. Onu size göstermiş miydim?” dedi.
Büyükbaba ağır ağır başını salladı. “Evet, sanırım göstermiştin, Billy. Bana ülkenin bir ucundan diğer ucuna halkı geçirirken kullandığım silahı anımsatıyor.” Kısa öykü sona erene kadar Billy kibarca ayakta bekledi, sonra “iyi geceler,” dileyerek evden dışarı çıktı.
Cari Tifiin konuyu değiştirmeyi denedi. “Monterey’le burası arasındaki hava nasıl? Duyduğuma göre kuraklık varmış.”
Büyükbaba, “Çok kuru,” dedi. “Laguna Seca’ya bir damla yağmur yağmadı. 87 yılından beri görülmemiş bir şey. O zamanlar tüm ülke pudra gibi tozla kaplanmıştı. Anımsadığım kadarıyla 61 yılında da bütün çakallar açlıktan ölmüştü. Bu yıl toprağa otuz santim yağmur düştü.”
“Evet, ama çok erken başladı. Şimdi biraz yağmur yağsa iyi olur.” Cari’in bakışları Jody’ye takıldı. “Artık yatma zamanı gelmedi mi?”
Jody karşı koymadan ayağa kalktı. “Yarın geçen yılki saman yığınlarının arasındaki fareleri öldürebilir miyim, efendim?”
“Fareler mi? Ah! Tabii, hepsini öldür. Billy iyi saman kalmadığını söyledi.”
Jody’yle büyükbaba gizli bir hoşnutlukla bakıştılar. Çocuk, “Yarın bütün fareleri öldüreceğim,” diye söz verdi.
Jody yatağına uzanıp kızılderililerin ve bufaloların inanılmaz dünyasını düşündü. Artık bu dünya ebediyen kaybolmuştu. Büyük kahramanlıkların devrinde yaşamayı arzu ediyordu, ama kahramanca bir yapıya sahip olmadığını da biliyordu. Şimdilerde yaşayan hiç kimse kahraman değildi. Belki yalnızca Billy Buck o zamanlardaki kahramanlıklardan bazılarını yapabilirdi. O günlerde yaşayan dev gibi korkusuz, sadık, güvenilir erkeklerin artık yerinde yeller esiyordu. Jody uçsuz bucaksız toprakları ve o topraklar üstünde kırkayak gibi ilerleyen at arabalarını düşündü. Büyükbabasının büyük beyaz bir atın üstünde, insanlara yol gösterdiğini hayal etti. Bu dünyadan göçüp gidenlerin kocaman hayaletleri Jody’nin hayalinde geçit töreni yaptı.
Sonra, bir süre tekrar çiftliği düşünmeye başladı. Karanlık boşluk ve sessizliğin içinde geceye özgü tekdüze sesleri dinledi. Köpeklerden birisinin yuvasında pirelerini kaşırken, patisinin dirseğini yere vurduğunu duydu. Sonra yine rüzgâr çıktı ve siyah servi ağacı uğuldarken Jody uykuya daldı.
Sabah kahvaltısı zili çalmadan yarım saat önce uyandı. Jody mutfağa girdiğinde annesi ateşi körüklüyordu. “Erken kalkmışsın, nereye gidiyorsun?”
“Dışarıya, güzel bir sopa bulmaya. Bugün fareleri öldüreceğiz.”
“Biz dediğin kimler?”
“Şey, büyükbabam ve ben.”
“Demek bu işe onu da alet ediyorsun. Zaten yanında yaramazlığını paylaşacağın birisi olmazsa için rahat etmez.”
Jody, “Fazla geç kalmam. İyi bir sopa bulur bulmaz döneceğim. Kahvaltıdan sonra hazır olsun,” dedi.
Tel kapıyı arkasından kapatıp serin havaya çıktı. Gökyüzü giderek mavileşiyor, kuşlar her zamanki gibi gün doğuşunu hararetli cıvıldaşmalarla karşılıyorlardı. Karanlıkta sincap avlamış olan çiftlik kedileri de tepeden inmişlerdi. Karınları sincap etiyle tıka basa doymuş olmasına karşın, dört kedi arka kapının önünde yarım daire oluşturmuş, acıklı miyavlamalarla süt istiyorlardı. İki köpek görevlerini şaşmaz bir tören gibi yerine getirerek taflanların diplerini koklaya koklaya dolaşıyorlardı. Jody onlara ıslık çalınca, başlarını kaldırıp kuyruklarını salladılar, sonra gelip üstüne atıldılar; bir yandan da esniyor, kaşınıyorlardı. Jody onların başlarını okşayıp kuru ağaç dallarını yığdıkları yere doğru yürüdü. Dalların arasından eski bir süpürge sopası ve iki buçuk santim kalınlığında bir tahta parçası seçti. Cebinden çıkardığı potin bağıyla sopaların uçlarını birbirine gevşekçe bağlayıp döven sopası yaptı. Yeni silahını havada çevirip ustaca yere vurunca, köpekler kenara kaçarak korkuyla iniltili sesler çıkardılar.
Jody arkasını dönüp evden uzaklaşarak eski saman yığınının bulunduğu yere doğru ilerledi, savaş alanını yakından incelemek istiyordu. Ama evin arkasındaki merdivende oturan Billy Buck, “Fazla uzaklaşmasan iyi olur. Kahvaltı birkaç dakikaya kadar hazır olacak,” diye ona seslendi.
Jody geri dönüp eve doğru yürüdü. Döven sopasını merdivenlere dayadı. “Fareleri bununla samanların arasından dışarıya kovalayacağım. Yeterince tombul olmalarını dilerim. Bahse girerim, bugün başlarına gelecekleri bilmiyorlardır.”
Billy bilgece, “Hayır, başlarına neler’geleceğini ne onlar, ne sen, ne ben, hiç kimse bilmiyordur,” dedi.
Bu düşünce Jody’yi sarstı. Bu sözlerin doğru olduğunu biliyordu. Fare avına çıkma hayalleri değişti. Sonra annesi arka verandaya çıkıp üçgen demire vurarak kahvaltının hazır olduğunu bildirince, aklındaki bütün düşünceler silindi.
Herkes sofraya oturdu, ama büyükbaba ortalarda yoktu. Billy başıyla onun boş iskemlesini işaret etti. “İyi mi? Yoksa hasta mı?”
Bayan Tiflin, “Giyinmesi uzun sürüyor. Saçlarını ve favorilerini tarar, ayakkabılarını siler, giysilerini fırçalar,” dedi.
Cari mısır unu lapasının üstüne şeker ekti. “Kıtanın bir ucundan diğer ucuna at arabası konvoyuna liderlik eden adamın giysilerine özen göstermesi gerekir,” dedi.
Bayan Tiflin başını çevirip ona baktı. “Cari, böyle yapma! Lütfen yapma!” Sesinin tonunda ricadan çok tehdit vardı. Bu da Carl’ı sinirlendirdi.
“Pekâlâ, demir levhaları ve otuz beş at hikâyesini daha kaç kez dinlemek zorundayım? O işler olup bitmiş. Neden artık bunları unutmuyor, sona ermiş olduğunu anlamıyor?” Konuşurken giderek öfkelendi ve sesini yükseltti. “Neden bu bayat hikâyeleri defalarca anlatıyor? Bir uçdan diğer uca kıtayı aşmış. Pekâlâ! Artık bu iş bitmiş. Kimse o hikâyeleri dinlemek istemiyor.”
Mutfağın kapısı usulca kapanınca, masanın başındaki dört kişi donup kaldı. Cari elindeki kaşığı masaya bırakıp parmaklarıyla çenesine dokundu.
Sonra mutfak kapısı açıldı ve büyükbaba içeriye girdi. Gözlerini kısmış, dudaklarını germiş gülümsüyordu. “Günaydın,” dedi ve sofraya oturup tabağındaki mısır lapasına baktı.
Cari bir şeyler söyleme zorunluluğunu hissetti. “Şey… söylediklerimi duydunuz mu?”
Büyükbaba hafifçe başını salladı.
“Neden bu sözleri söylediğimi bilmiyorum, efendim. Kötü bir niyetim yoktu. Sadece şaka yapıyordum.”
Jody utanç içinde annesine bakınca, onun soluk almadan Carl’a baktığını gördü. Babasının yaptığı korkunç bir şeydi. Cari böyle konuşabilmek için kendini paralıyordu. Onun için sözlerini geri almak dayanılmaz bir şeydi, hele sözlerini utanç içinde geri almaksa ölümden de beterdi.
Büyükbaba yan gözle ona bakıp usulca, “Doğrusu ben de sana hak veriyorum. Sana kızmadım. Söylediklerine aldırmadım. Belki de haklısın,” dedi.
Cari, “Bu doğru değil. Bu sabah kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Söylediklerim için özür dilerim,” dedi.
“Özür dilemene gerek yok, Cari. Yaşlı insanlar bazen gerçekleri göremezler. Belki sen haklısın. Artık yolculuk sona erdi. Sona erdiğine göre, belki unutmamız daha iyi olur.”
Cari masadan ayağa kalktı. “Karnım iyice doydu. Şimdi işbaşı yapmalıyım. Billy, sen keyfine bak!” dedi ve hızlı adımlarla yemek odasından çıktı. Billy de tabağındaki yemekleri bir solukta yiyip onun arkasından fırladı. Ama Jody yerinden kalkamıyor-du.
“Artık hiç hikâye anlatmayacak mısın?” diye sordu.
“Tabii ki, anlatacağım, ama insanların dinlemek istediklerinden emin olduğum zaman anlatacağım.”
“Ben dinlemek istiyorum, efendim.”
“Ah! Tabii istersin, çünkü sen küçük bir çocuksun. Oysa bu erkekleri ilgilendiren bir iş, ama gel gör ki, yalnızca çocuklar dinlemek istiyor.”
Jody yerinden kalktı. “Sizi dışarda bekleyeceğim, efendim. Fareleri kovalamak için sopayı hazırladım.”
Yaşlı adam verandaya çıkana kadar, Jody onu bahçe kapısının önünde bekledi. “Haydi saman yığınının yanına gidip fareleri öldürelim,” diye seslendi.
“Jody, bugün güneşlenmek istiyorum. Haydi git sen fareleri öldür.”
“Eğer isterseniz benim sopamı kullanabilirsiniz.”
“Hayır, bir süre burada oturacağım.”
Jody üzüntüyle oradan uzaklaştı ve eski saman yığınına doğru yürüdü. Tombul fareleri düşünüp coşkusunu kamçılamaya çalışıyordu. Döven sopasıyla yere vurdu. Köpekler etrafında koşuşup inliyorlardı, ama Jody fareleri öldürmek istemiyordu. Evin verandasında oturan siyah giysili, zayıf, ufak tefek adamı görünce bütün hevesi kırıldı.
Jody fareleri öldürmekten vazgeçip eve döndü ve yaşlı adamın ayağının dibindeki merdiven basamağına oturdu.
“Neden çabuk döndün? Fareleri öldürdün mü?”
“Hayır, efendim. Başka bir gün öldüreceğim.”
Sinekler vızıldayarak yere yakın uçuşuyorlardı. Karıncalar merdivenlerin önünde hızla gelip gidiyorlardı. Tepelerdeki adaçayı bitkilerinin ağır kokusu tüm havayı sarmıştı. Verandanın tahta döşemeleri güneşten ısınmıştı.
Jody büyükbabasının ne zaman konuşmaya başladığını farketmedi bile. “Bu duygular içinde, burada kalamam,” dedi ve güçlü yaşlı ellerini inceledi. “Şimdi yaptığım yolculuğun gereksiz olduğunu düşünüyorum.” Bakışlarını tepelerde dolaştırdı ve kuru bir dalın üstüne tüneyip hareketsiz duran şahine baktı. “O eski hikâyeleri anlatıp duruyorum, ama aslında anlatmak istediğim onlar değil. Onları anlatırken insanların neler hissettiklerini bilmek istiyorum.
“Önemli olan ne kızılderililer, ne başımızdan geçen maceralar, ne de istediğimiz yere ulaşmak. Önemli olan, biraraya toplanan insanların sürünerek ilerleyen tek bir kocaman hayvana dö-nüşmesiydi. Ve ben de o insanların lideriydim. Batıya daima batıya ilerlemeyi amaç edinmiştik. Her insan kendisi için bir şeyler istiyordu ama hepsinin oluşturduğu o korkunç hayvan yalnızca batıya doğru ilerlemeyi arzu ediyordu. Onların lideri bendim, ama ben olmasaydım bir başkası başı çekecekti. Önemli olan başı çekecek birinin bulunmasıydı.
“Beyaz yakıcı bir gündü. Küçük fundalıkların dibinde siyah gölgeler vardı. Sonunda dağları görünce, hepimiz ağladık, sevinç gözyaşları döktük. Ancak oraya ulaşmak önemli değildi, önemli olan batıya doğru ilerlemekti.
“Tıpkı karıncaların yumurtalarını taşıdığı gibi, biz de oraya hayat taşıyıp yerleştik. Ve ben o insanların lideriydim. Batıya ulaşmak Tanrı’ya ulaşmakla eşdeğerliydi. Ağır adımlarla yavaş yavaş ilerleyerek kıtanın bir ucundan diğer ucuna gittik.
“Sonra denize ulaşınca, her şey sona erdi.” Yaşlı adam sustu ve gözlerini kızartıncaya kadar ovuşturdu. “İşte hikâyeleri anlatacağıma bunları anlatmalıyım.”
Jody konuşmaya başlayınca, büyükbaba başını eğip ona baktı. Jody, “Belki ben de günün birinde halkın lideri olurum,” dedi.
Yaşlı adam gülümsedi. “Burada gidecek bir yer yok. Okyanus önünde büyük bir engel. Sahilde toplanan birçok yaşlı adam ilerlemelerine engel olduğu için okyanustan nefret ediyorlar.”
“Teknelerle okyanusu aşabilirim, efendim.”
“Jody, bir yere gidemezsin. Herkes her yere sahip çıkmış. Ama en kötüsü bu değil… hayır, en kötüsü değil. İnsanların içindeki batıya ilerleme isteği öldü. Batıya ilerleme bir açlık olmaktan çıktı artık. Her şey bitti. Baban haklı. Her şey bitti.” Dizinin üstünde kenetlediği parmaklarına baktı.
Jody üzüntüyle içinde bir şeylerin kırıldığını hissetti. “Eğer bir bardak limonata isterseniz, sizin için yapabilirim,” dedi.
Büyükbaba onun teklifini geri çevirmek üzereyken, Jody’ nin yüzündeki ifadeyi görünce, “Evet, çok iyi olur,” dedi. “Evet, limonata içerim.”
Jody mutfaktan içeri daldı. Annesi sabah kahvaltısı bulaşıklarını henüz bitirmişti. “Büyükbabama limonata yapmak için bir limon alabilir miyim?”
Annesi onun sesini taklit etti. “Ve bir limon da kendine limonata yapmak için istiyorsun.”
“Hayır, efendim. Kendime limonata yapmak istemiyorum.”
“Jody! Sen hastasın!” Sonra annesi birdenbire sustu. Sevecen bir sesle, “Soğutucudan bir limon çıkar, ben de sana limon sıkacağını veririm,” dedi.