İmranlı’nın dar boğazlarında ve kimi zaman genişleyen düzlüklerinde akar nehrimiz. Yatağı boyunca ilerledikçe, renkten renge giren bu nehir; aktığı topraklarda yaşayan insanların hüzünlerini, sevinçlerini, umutlarını ve düşlerini de alıp götürür. Anadolu’yu baştan başa dolaşan nehir, Akdeniz’e döküleceğim diyerek yola çıkar; ancak sonunda bunu yapamayacağını anlayınca kuzeye yönelir ve Karadeniz’in karanlık sularında sonsuz yolculuğunda devam eder. Bir zaman sonra rengi gittikçe kızıllaşan nehir; bu özelliğini hiç yitirmez artık. Kimi zaman sakin kimi zaman deli dolu akan nehre bakan insanlar içlerinden neler geçirmişlerdir kim bilir? Belkide bir dervişin dizelerinde şöyle geçmiştir:
ÇAĞLA KIZILIRMAK!
Evet. Anadolu’nun dört bir yanında insanların düşlerinde yaşayan bir efsane ile başladık yazımıza. Bir köy dergisinden yola çıkarak başladığımız süreçte daha geniş kitlelere seslenebilmek amacıyla yaptığımız bu değişiklik bizleri “Çağla Kızılırmak” adı altında devam etme noktasına getirdi. Uzun zamandır düşündüğümüz projeler, yeni dergimiz altında hayata geçirilecektir. Amaçlarımız arasında öncelikli yere sahip olan koçgiri kültürü ve tarihi üzerine yapılacak araştırmalar, bölümler halinde yayımlanacaktır. Tarihte bir ulusun karşılaşabileceği en büyük felaket, tarihinin başkaları tarafından yazılmış olmasıdır. Uluslar yıkımlara dayanabilir ancak tarihini yazamaması, yok olması ile eş değerdir. Söylenecek tek cümle vardır. Koçgiriyi, koçgirili yazacaktır artık! Uzun bir yazı dizisi şeklinde tasarladığımız bu araştırma her sayıda belirli bir inceleme ile devam edecektir. İlk olarak Koçgiri’nin göç yılları ve ne koşullarda bugünkü arazisine yerleştiği, bu sayımızın konusunu oluşturmaktadır.
ANADOLUNUN GÖÇ HAREKETLERİ İÇİNDE KOÇGİRİ
Kürt tarihi ile ilgili kaynaklar incelendiğinde, bunların en eski tarih olarak M.Ö VII. Yüzyılda Kürtler ve yaşadıkları araziyi anlattıkları görülmektedir. Başvurduğumuz en sağlam kaynaklar bu bölgenin sınırlarını yaklaşık olarak çizer. Kuzeyde Zap Nehri kaynağı ve Van; kuzey batıda Sivas, Erzincan; batıda Kapadokya; doğuda İran sıradağları; güneyde ise Suriye Mezopotamya’sı olmak üzere genel olarak Asur bölgesidir. Belirttiğimiz tüm bu sınırlar, kesin olmayıp zamanla değişmiş ancak bütünüyle bozulmamıştır. Kürtlerin bu anavatanlarına nereden ve ne zaman geldiği ise kesin olarak bilinmeyip olasılıklı tahminler yürütülmüştür. Ancak bir gerçek vardır ki, Kürtlerin belirtilen bu bölgede yaklaşık 4000-5000 yıldır yaşamakta olduklarıdır.
İran’ın kuzey batısında yaşayan MADANA adı verilen gruplar (Bu isim Asur kaynaklarında geçer) zamanla MEDYA adı verdikleri bu bölgede yerleşir ve MED Devletini kurarlar. M.Ö IX yüzyılda yaşanan bu göç, kürt tarihinin temel hareketidir. Asurlularla sürekli savaş halinde olan Med’ler kralları DİYAS tutsak edilene kadar dört kez Asur işgaline maruz kaldılar. Özellikle TİGLATH PLASHER ve SALMANASAR ADLI Asur kralları, Med’leri yok etmek amacıyla seferler düzenlediler. Ancak M.Ö 669’da iktidara gelen Med kralı FERAUS Asur hakimiyetine son verip saldırıya geçer. Van bölgesine bir güç olan Ermeni Kavimleri fırsat buldukça kürt topraklarını yağmaladılar. Babil’i alan Kürtler burada fazla tutunamaz ve geri çekilirler. Bu yıllar boyunca bölgede sürekli değişen güç dengeleri sonucunda Med devleti M.Ö 550’de çöker. Ön Asya da hakimiyet AHEMENİ devletine geçmiştir. Med’lerin birkaç isyan girişimi olduysa da, Büyük İskender’in Ahemeni devletini yok edip bölgeyi tamamıyla işgal etmesi sonucunda kürt topraklarında HELEN Devletinin içinde kalır. İskender’in doğuya olan büyük yürüyüşü sırasında Kürtler ile direkt olarak savaşmamış asıl hedefi olan Pers İmparatorluğu üzerine yürümüştür. Kürtler ile İskender’in komutanlarından ANTİFANOS arasında birkaç şiddetli çatışma çıkmıştır. İskender’in doğuya yürüyüşünde yanında getirdiği Kuzey Avrupa soylu GALATLAR zamanla bölgede yerleşmiş, Mezopotamya ırkını etkilemiştir. Bugün Kürtlerde görülen sarı saç ve renkli göz bu melezleşmenin mirasıdır.Orta Doğuda Hint-Ari kökenli bir kavim olan Kürtlerin ırksal özellikleri, bugün de sürmektedir.
İskender’in Babil’de ölmesinden sonra bölge, komutanlarından SELECEUS’un yönetimine girdi. Tam bu zamanda Ermeniler Kürdistan’ın kuzeyini işgale başladılar. Romanlı Kumandan MARC ANTONYUS Ermenileri yenip, bölgeye hakim oldu.
Bu kritik dönüm noktasından sonra kürt toprakları Pers’ler ve Roma’lılar arasındaki savaşlara sahne oldu. Birkaç kez el değiştiren bölge, sonunda tam anlamıyla Pers’lere geçti. 230’lu yıllarda Zerdüşt dininin İran’da kabul görmesiyle, Kürtlerde kitleler halinde bu dini kabul ettiler. Romalılar, Hıristiyanlığı kabul eden Ermenilere siyasi destek veriyor ve büyük çaplı kürt kıyımlarına girişiyorlardı. Aynı şekilde Kürtler de SASANİLER’den aldığı destekle; fırsat buldukça ermeni krallığına karşı akınlar yapılıyordu. 510’lu yıllara kadar bu bölge sayısız el değiştirdi.Doğuda Romalıların son kalesi olan Diyarbakır, İran tarafından kuşatıldı ve 80.000 asker kılıçtan geçirildi. Roma İmparatoru HERAKLES ise 639’da İran Hükümdarı HÜSREV PERVİZ’i izlerken kürdistanı kana boyadı. Bu korkunç yıllar boyunca kürt tarihinin en acıklı sayfaları yaşanmış; kürt ırmakları kanla dolmuştur. Kendi topraklarında güç unsuru haline gelmediği için savaş arenası haline gelen bölge; barış yıllarını hayallerinde bile yaşatamamışlardır. Müslümanlığın yayıldığı 650-700’lü yıllarda bölge bu kez Arap-İran ve Arap-Roma savaşlarına sahne oldu. 740’lı yıllarda kürdistan tamamıyla arap işgaline uğradı ve korkunç katliamlar bu kez Araplar eliyle geldi. Zerdüşt dini, yerini Müslümanlığa gene bu yıllarda bıraktı. Emevilerin akıl almaz vahşetleri, Kürtlerin bu hanedana daimi muhalefetini getirmiş ve yıkılmasında Kürtler önemli katkılar sağlamıştır. EBÜ MÜSLİM HORASANİ, kürt asıllı biri olarak ABBASİ hanedanını kurmuş olmasına rağmen kürt katliamları azalmış ancak son bulmamıştır.
Ve işte bu noktada Arapların, kuzeye doğru dayanılmaz ilerlemeleri sonucu Kürtler ilk kez Anadolu’nun kuzeyine doğru geri çekilmeye başladılar. Bu geri çekilme organize değildi ancak adım adım ve sızmalar yolu ile gerçekleşiyordu. Böylece Muş, Bitlis, Elazığ ve Dersim’in engebeli bölgeleri bu geçidin kapıları olmaya başladılar. Koçgiri aşiretide, bu 1000 yıllık yürüyüşün vardığı son noktalardan biridir. Ancak biz gene konumuza dönelim.
Karahan’lı ve Gazne’li devletleri arasında Gazneli Mahmud’u destekleyen Kürtler, orta kürdistan da bu sayede etkili olmaya başladılar. Arapların ilerleyişi yavaşlamış ve Türk-Arap gerginliği had safhaya ulaşmıştır. 990’lı yıllarda “BENİ DİAZ” devleti bu koşullarda kuruldu. Tam anlamı ile bağımsız bir kürt devleti değildi, ancak göreceli bir istikrar sağlamayı başardı.Fakat, orta asyada bir kasırga gibi önüne gelen her şeyi yok eden bir felaket başladı. Moğollar güneşin önünü kapatan çekirgeler gibi doğudan batıya doğru ilerliyorlardı. Cengiz Han’a Çin denizinden Sibirya’ya Hindistan’dan Hazar’a kadar olan bölge yetmiyordu. Cengiz Han tüm dünyayı istiyordu. Onun önünde dayanmak imkansızdı ve Türkler, batıya doğru geri çekiliyordu. En batıda olan Oğuzlar için kaçacak tek yer vardı; zayıflamış bir Roma İmparatorluğunun eline bulunan Anadolu! Zira Mezopotamya, Araplar tarafından kapatılmış idi. Kürtler bu tarihte Oğuzlara karşı Gaznelileri desteklediler. Birkaç zafer kazandılarsa da Oğuzların ilerleyişini durdurmak mümkün olmadı. Hakkari’yi yağmalayan Oğuzlar, Diyarbakır önüne geldiler. Diyarbakır’da kışladıktan sonra kaleyi alamadan Musul’a geçtiler ve burada akıl almaz kıyımlar yaptılar. Kürt dağlarında gene kan çiçekleri açmaya başlamıştı. Kürtler başını nereye çevirse bu çiçekleri görüyor, kokluyorlardı. Nihayet 1071’de Alparslan, Diyojen’i yenince Anadolu, Selçuklu yönetimine girdi. Anadolu Selçuklu Devleti burada kuruldu ve 200 yıl kadar yaşadı. Kürtler, Selçuklu-Arap savaşlarında belirgin olarak Abasi ordularında yer aldılar. Zira Selahattin Eyyübi bir Kürt idi ve bu faktör bölgede önemli zaferler kazanmasına sebep oldu.
1200’lü yıllarda kürt tarihinde ikinci önemli dönüm noktası yaşandı. Moğollar önünden kaçan Harzem İmparatoru MEHMET HARZEM ŞAH, Anadolu’ya girerken Kürdistan üzerinden geçti. Geçtiği yerlerde taş üstünde taş bırakmadı. Moğolların ona yaptıklarının aynısını Kürtlere yapıyordu. Muş ve çevresinde öyle katliamlar yaptı ki o bölgede bir tek kürt sağ kalmadı. Zulümden kaçanlar dağlarda açlıktan ölüyordu. Arazisi nispeten düz olan Muş ve çevresi saklanmak için uygun değildi ve bölge Kürtleri güneyden gelenlerle birlikte Dersim’in geçit vermez dağlarına doğru sığınmaya başladılar. Sığınanlar arasında Koçgiri aşiretinin ataları da vardı. Bölgeye gelenlerin çoğu Zerdüşt inancını taşıyordu yada önemli ölçüde mirasını taşıyordu.
Celahaddin Harzem Şah, Moğollara yenildiği savaşlardan sonra trajikomik bir şekilde Kürtlere sığınmıştı. Bir süre sonra burada bir kürt tarafından öldürüldü. Tatar sürüleri Anadolu’ya karanlık bir bulut gibi çökmüş ve ölüm yağmuru tabi ki ilk olarak Kürtleri yağmaya başlamıştı. Mardin’i, Nusaybin’i, Musul’u, Bağdat’ı ve ele geçiren Moğollar özellikle Diyarbakır’da bir tek canlı bırakmadılar. Kuşattığı şehirlerde hiçbir şekilde barış yapmaya yanaşmayan Moğollar sadece öldürüyor ve ölümün nefesi ile yaşıyorlardı. Batı Anadolu’ya doğru çekilen Selçuklu Türkleri yenilmelerine rağmen, Kürtler kadar zarar görmediler. Anadolu’nun kapısını açan her millet, önce kapının önündeki Kürtleri çiğniyordu. Kürtler umutsuzluk içinde Moğollara karşı yer yer direnmeye devam ettiler. 1400’lü yıllarda Timur’un ölmesiyle bölgede gücünü kaybeden Moğollar, yerini yavaş yavaş Akkoyunlu devletinin yerine bıraktılar. Bağdat tekrar İran’a geçmiştir.
Bu tarihte Kürtler için üçüncü önemli dönüm noktası olmuştur.
Safevi İran devletiyle Osmanlı Devleti arasında başlayan savaşlarda meydan gene Kürdistan’dı. Ancak burada önemli bir değişiklik göze çarpacaktır. Savaşın niteliğine bir de mezhep faktörü eklenmiştir. Şii-Sünni çatışması şekline dönüşen savaşta Kürtler iki kampa ayrıldılar. Özellikle Sünni inancı benimseyen Diyarbakır, Mardin, Bitlis, Nusaybin, Musul Kürtleri ŞEYH İDRİS-İ BİTLİSİ’nin Yavuz Selime yakınlığı sayesine önemli bir özerkliğe kavuştular. Federasyon tipi örgütlenmeler yoluyla emirler kendi bölgelerinde söz sahibi oldular. İranlılar yüksek kürt dağlarını aşamadılar. Çaldıran’da büyük zaferde Osmanlı gücü zirveye vuruyordu. Bölgede ilk kez Kürtler belirli bir rahatlığa kavuştular. Ancak rahatlık sadece Sünni Kürtlere nasip olmuştu. Böylece birleşme fırsatı yakalanamadı.
İşte tam bu noktada Koçgiri tarihinin dönüm noktası da başlamıştır. İşin garip tarafı Sünni Kürtler için sakin yıllar, alevi Kürtler için korkunç katliam yılları olarak devam edecektir. Binlerce yıllık kan tiyatrosu aleviler için tüm hızıyla oynanmaktadır.
Özellikle Dersim bölgesinin neden Aleviliği benimsediği açıklamamız gereken bir sorudur. Sorunun cevabı ise birkaç sebebe dayanır. Celalettin Harzemşah, doğu Anadolu’dan batıya ilerlerken, İran ve Horasan bölgesinden gelen toplulukları içine alarak Kürdistan topraklarına girer. İran Horasanından gelenler hem Moğollar hem de Araplar önünden kaçıyorlardı. Dolayısıyla bu gruplar üzerinde Zerdüşt inancı çok kuvvetli idi. Güneyden gelen Kürtlerde bu inancın izlerini taşıyordu. Doğu’dan gelen Harzem ve İranlı gruplar kısa zamanda kürtleştiler. Böylece Türk-Moğol-Arap cenderesine olan muhalefeti Dersim’in coğrafi izolasyonu ile birleşince ve göç faktörünün sosyal yapıları çatırdatması üzerine anti bir din olan Alevilik, temel hatlarıyla ortaya çıktı. Anadolu’da Aleviliğin özgün anlamıyla burada doğduğunu kabul etmek yanlış olmaz. Bu bölgenin hiçbir şekilde geçit vermeyen yapısı 1930’lu yıllara kadar üzerinde yaşayan kitlelere belirgin bir muhalefet özelliği kazandırmıştır. İşgale kalkışan tüm imparatorluklarda burayı ele geçirmenin hiçbir fayda getirmeyeceği kanaatı, bunda bir etmen olmuştur.
Temel hareketleriyle çizmeye çalıştığımız kürt tarihi bu noktaya kadar gelmiştir. Amacımız zaten bir kürt tarihi yazmak değildir. Sadece koçgiri göç hareketinin temelinde yatan tarihi, ana kaynaklarıyla sunmaktır. Kürtler belirli sebeplerle Dersim’e yerleşmiş; gene belirli sebeplerle alevi inancını burada benimsemiştir. Binlerce yıllık ölüm yürüyüşünün sonucunda, sığınacak kuytu bir uçurumdur Dersim. Tarıma elverişli toprağı sadece dere yataklarıyla sınırlı olan bu bölge, insanını doyurmaya bile yetmemiştir.
Koçgiri temel taşlarıyla bu bölgede tohumlanmıştır. Genetik yapıyı incelediğimizde ve özellikle karşılaştırmalı dil yapısını göz önüne aldığımızda Dersim’e gelen göç hareketinin başlangıç noktası Diyarbakır ve Şanlıurfa olarak göze çarpar. Buna yakın olarak Muş ve Van’da bölgeye göç etmiştir. Yazılı kaynaklarda İran Horasan’ı ve Harzem gruplarının Dersim’e insan aktardığı bilinmektedir. Ama asıl kaynak, belirttiğimiz gibi Diyarbakır ve Şanlıurfa bölgesidir.
Dersim tarihinin kritik noktaları bu şekilde oluşmuştur. Bu bölgenin tarıma elverişli 3-4 alanından biri olan Ovacık, koçgiri aşiretinin, artık kendi özelliğini kazanmaya başladığı nokta olmuştur. Osmanlının büyük alevi kıyımlarının yaşandığı tarihlerde mağaralara ve kör vadilere sığınan insanlar, yarı yabanıl bir yaşam sürmüştür. Koçgirilinin yüreğindeki büyük korku mirasının kaynağıdır bu zamanlar. Geçim araçlarından yoksun olduğu için küçük çapta yağmacılık ve eşkıyacılık uzun dönemli karakterler kazanmıştır.
Önemli geçitleri tutan aşiretler diğerlerine nazaran daha uzun soluklu yaşamışlardır. Bölgede Kürtlerde farklı gruplar tam anlamıyla asimile olmuşlardır. İran’dan gelme birkaç grup dil özelliğini uzun süre muhafaza etmiş ve zazaca bu şekilde oluşmuştur.
Daha önce bahsettiğimiz gibi yazımızdaki temel amaç koçgirinin oluşumundaki tarihsel süreçleri açıklamaktır. Dolayısıyla koçgirinin asıl tarihi bu noktadan itibaren başlar denilebilir.
1750’lerden itibaren hızını kesen Osmanlı katliamları sonucunda bölgede nüfus artmaya başlamıştır. Osmanlının batıda ve doğuda dertleri çoğaldıkça Anadolu üzerindeki politikaları ikinci plana düşmüştür. Böylece Dersim’de zaten az olan tarım arazisi bölge insanına yetmemiş ve yavaş yavaş dışarı sızmalar başlamıştır.
Muş, Elazığ, Malatya ovaları çoktan kapatıldığından tek alternatif kuzeyde kızılırmağın çıkış yatağı olan İmranlı bölgesidir. Erzincan ovasında çok önceden Dersim kaynaklı bir çok aşiret tarafından paylaşılmış bulunmaktadır. İmranlı bölgesinde önceleri önemli büyük bir çoğunluğa sahip bulunan ermeni nüfusuda araziyi boşaltmak zorunda kalınca buralar göç için kaçınılmaz noktalar haline gelmiştir. Ermenilerin bölgeyi terk ediş hikayesi ayrı bir trajedi konusudur. Dersim’in doğal bir uzantısı olan Divriği, İmranlı, Zara bölgesine olan göçler bu tarihlerde hızlanmıştır. Abbasuşağı, Aslanuşağı, Bezgeruşağı, İzollu, Kulanuşağı, Şavalanlı ve Şeyh Hasanlı aşiretleri en fazla göç verenler arasındadır. Göçerler, İmranlı, Divriği bölgesinde gittikçe artarak koçgiri dokusunu oluşturmaya başladılar. Dersim’le bağlar hala çok kuvvetlidir ve inisiyatif oradadır henüz. Koçgiri aşiretinin kendi adı ve özellikleriyle ortaya çıkması günümüzden 250 yıl öncesine kadar dayanır. Bir aşiretler birliği halinde olan koçgiri kendi içinde kollara bilinen şekliyle ayrılmıştır.
FINCANGIR adlı kişinin çevresinde dolaşan rivayetler bölgeye gelen ilk derebeyin bu kişi olduğu düşüncesinin uyandırır. Zamanla artan nüfus sonucu mezralar dolmuş ve bunun sonucunda ve Dersim’den bağımsız bir aşiret yapısı oluşturmak zorunlu olmuştur. Böylece ekonomik gücü sayesinde Osmanlıdan paşalık rütbesi alan ve aslında koçgirili olmayan Mustafa Paşa aşiret yapısı içinde üst noktaya tırmanmış ancak her zaman karşısında muhalefet bulmuştur. Burada Koçgirili’yi başka bir trajedi beklemektedir. Hiç hissettirmeden santim santim batan sinsi bir hançer gibi öldüren şehir devreye girmiştir. İsyanı yaşayan kuşaktan sonra ekmeğinin peşinde koşan kuşak yetişmiş ve nihayetinde şehirde büyüyen hiçbir şeyden haberi olmayan son kuşakta kendi kaderinin yaşamaya başlamıştır. Bildiğimiz anlamıyla hiçbir zaman dirilmeyecek olan koçgiri ağacı, son yapraklarıyla Büyük Şehir’in varoşlarında direnmektedir.
Hakkari dağlarından Mezopotamya ovasına oradan Diyarbakır’a ve dersim yaylalarına varana dek süren 2000 yıllık yürüyüşün hazin hikayesidir. Dünyanın en güzel köşesi Anadolu’da, dünyanın hiçbir halkına nasip olmayan süre, ezilmiş bir yürüyüşle buralara gelen insanların hikayesidir.
Fırtınaların ve sellerin attığı köşelerde tekrar hayata dönmeye çalışırken başını kaldıramadan tekrar ezilen bir halkın hikayesidir. Bingöl dağlarında, Murat nehrinde, Kuruçay’da, Diyarbakır’da Mezopotamya çöllerinde üst üste bir dağ gibi yığılan cesetlerin hikayesidir. Bugün bu hikaye, karanlık gecekondularda ve korku dolu beyinlerimizde devam ediyor. Yazımızın başından beri ortaya koyduğumuz tarihi her okuyucu fark etmiştir. Bu tarih, acıdan başka bir şey değildir. Halkımız acıya karşı direnmiş yada yok edilmiştir. Üçüncü bir yolu yaşamaya dahi imkanı olmamıştır. Musa Anter’in dediği gibi “yaşamın bir başka adı direnmek” olmuştur.
İşte bugün bu noktada dergimiz halkımız tarihinden ders alarak bilinçli bir şekilde hikayenin sonunu kaleme alıyor. Tüm bu hikaye bizim hikayemizdir. Bizler bu romanın birer kahramanıyız. Çağla Kızılırmak’ın misyonu burada başlıyor. Kızılırmak büyük yürüyüşümüzün son durağında artık kaçacak yerimizin kalmadığı günümüzde hayata başlıyor.
Bu sayımızda amaçladığımız Koçgiri’nin göç yolları ve oluşum süreci, araştırdığımız ölçülerde tanımlamaya gayret ettik. İlerleyen sayılarda koçgirinin etnik psikolojik yapısı, tipolojisi, paganist özelliklerini incelediğimiz yazılarımız yayımlanmaya devam edecektir. Sorumlu her koçgirili, buna katkı sağlamalıdır.
Halkımız, Mezopotamya’dan başladığı yürüyüşle kızılırmağın kaynağına ulaşmıştır. Buradan başladığı son yolculuk ise halen devam etmektedir. İşte “ÇAĞLA KIZILIRMAK” bu yolculuğun ta kendisidir.