Güzellik kavramı olmadan işin içinden çıkamayacağımız ortadadır. Bu kavrama gereksinmek yüz karası değildir, ama yine de kişiyi kararsızlığa iter.
Şiir, anlatım olarak nitelendirildiğinde, böylesine bir nitelemenin tekyanlı olduğu bilinmelidir. Bireyler kendini anlatmaktadır, sınıflar kendini anlatmaktadır; çağlar ve tutkular anlatımlarını bulmaktadırlar; sonuçta dolaysızca insan anlatır kendini. Bankerler ya da siyasetçiler birbirlerine kendilerini anlattıklarında, bir şeyin ticaretini yaptıkları, bir şeyi ele aldıkları bilinir; hasta kişi bile ağrısını anlatırken, doktora ya da çevresindekilere bir şeyleri işaret eder, yani o da bir şeyleri ele alır. Ama şairler konusunda söylenen şudur:
Yalnızca arı anlatımı sundukları; öyle ki, ele alışlarının, uğraşlarının yalnızca anlatmaktan oluştuğu, amaçlarınmsa olsa olsa kendilerini anlatmak olabileceği. Bu ya da şu şairin başka insanların savaştığı gibi savaştığını kanıtlayan belgelere rasgelindiğindeyse, evet, böyle bir şiirde de, savaşın kendini anlattığı söylenmiştir. Şu ya da bu ozanın başından kötü şeyler geçmişse acısının güzel bir anlatım bulduğu, bundan dolayı da acılan önünde içyükümlülüğü duyabileceği söylenir; bir şeyi ortaya koymuştur acılar, şairi iyi anlatmışlardır. Şair, acılarını dile getirirken işlemiş, değerlendirmiştir onları; ola ki bir parça yumuşatmıştır da. “Acılar geçip gitti ama, şiirler kaldı” denir cinfikirlice ve eller oğuşturulur. Ama ya acılar geçip gitmemişlerse? Şarkı söyleyen adam için olmasa da, şarkı söyleye-meyenler için kaldıysa acılar ya? Ama başka şiirler de var; örneğin yağmurlu bir günü ya da bir lale tarlasını betimleyen şiirler; kişi bunları okur ya da dinlerse yağmurlu günlerin ya da lale tarlalarının sebep olduğu bir ruh durumuna girer; yani kişi. yağmurlu günleri ya da lale tarlalarını bir ruh durumuna girmeden, etkilenmeden izlese de, şiirler aracılığıyla bu ruh durumlarına girer. Ama böylece kişi daha iyi bir insan, olmuştur; tat alma yetisi daha gelişkin, daha incelikli duyumsayan bir insan olmuştur; bu da etkisini ola ki herhangi bir zaman, herhangi bir biçimde gösterecektir.
***
“îyi de, neyi kanıtlar bu?”
Goethe’nin İphigenie’smi okuduğunda bir matematikçi “İyi de neyi kanıtlar bu?” demişti. Tümce burada yerini bulmamıştı, ama binlerce ve binlerce şiir karşısında tümüyle yerindedir. Böylesine şiirlerin eleştirilmesi istendiğinde kişi ikircimlere düşer; ortada eleştirilebilecek hiçbir şey yoktur, olsa olsa bu şirlerin yazılmış ve basılmış olması eleştirilebilir. Şu bizim matematikçinin istemleri, yalnızca onlan yerine getirebilecek bir yapıta yöneltildikleri için tümüyle geri çevrilmezler. Matematikçiye îphigenie’nm neyi kanıtladığı söylenebilir; herhangi bir yapıtın neyi kanıtladığı söylenemiyorsa bu önemli bir yapıt değildir. Hiçbir anlamı olmadığı için önemli bir yapıt değildir.
En yalın istem, bir şiirin kendi ruh durumunu okura da iletme konumunda olmasıdır. Bu aktarma, belirsiz ve pek bir şey söylemeyen, denebilir ki biçimsel bir edimdir. Bir şiirin aktarma yetisi yere göre, kişiye göre, mesleğe göre, ulusa göre, sınıfa göre sınırlanmış olabilir. İnsanı en çok ‘havaya sokan’ şiirlerin en iyi şiirler olması gerekmez. Halkın söylediği her zaman halk şarkıları değildir. Halk’ı ‘havaya sokmayan’ halk şarkıları da vardır. Şu, kafamızda açık olmalı: Aktarma olgusunu şiirin en yüksek biçimlerinde olduğu gibi, en aşağı biçimlerinde de buluruz; ucuz operet şarkısında, doğum günü şiirinde olduğu gibi, sokak şarkısı ve sonede de.
Bir şiirin ruh durumunu birine, dahası sana aktarabi-liyor olması, onun hiçbir şeyi kanıtlamasına yetmez (yani sana onu okuman gerektiğini daha kanıtlayamam). Görünene bakılırsa, birşey kanıtlamak konusunda şiirlerin işi daha güçtür. Tutalım ki, şu bizim matematikçi pisagor teoremini kanıtlayan bir şiirle karşılaştırılmış olsun; bu şiirin birşey kanıtladığını mı söyleyecekti? Belki de söylerdi; ama biz de belki de karşı çıkardık ona, îphigenie’nm hiçbir şey kanıtlamadığını söylediğinde nasıl karşı çıktıysak Öyle. Şiir, şiir olarak boş olsaydı, şiirin bir yüzü, bir gerekçesi olmasaydı, ona karşı çıkardık. Matematikçi bu nedenlerle bir ruh durumuna girmiş de olsaydı, ona belki yine de karşı çıkardık.
Güzellik kavramı olmadan işin içinden çıkamayacağımız ortadadır. Bu kavrama gereksinmek yüz karası değildir, ama yine de kişiyi kararsızlığa iter. Çünkü o kertede belirsiz, öylesine çok anlamlı bir kavramdır ki bu —görünene bakılırsa, ‘herkeslerce bilindiği gibi’ bireysel olan ‘ağız tadına, zevklere’ bağlı bir kavramdır— ‘tartışılmaz.’
İşlevbilimsel açıdan yola çıkarak, tadı maddî anlamda da alsak, tartışma güçleşir yine de. Ağzımıza bir lokma alır, yüzümüzü buruşturur ve ‘çok ekşi’ deriz. Bir şiir dizesini de böyle kendi kendimize söyleyebilir ve tıpkı tadı kaçmış, tatsız tuzsuz, uyarıcılığı kalmamış, dahası mide bulandırıcı bir şey karşısında olduğu gibi bir isteksizlik duyabiliriz.
Yine de işlevbilimsel tatta bile ‘tat bulmak’, ‘tadı bulmak’ gibi birşey vardır. Bu bir tür öğrenme edimiyle de gerçekleşebilir, yalnızca başka koşullar içine girmemizle de. Tat duyusu —işlevbilimsel olanı da— gelişebilir.
Mimariden bir Örnek alabiliriz. İleri mimarlarımız son onyıilarda nesnel denilen bir yapı sanatını yaymaya çalışıyorlar. Kısaca söylenirse pratik olan’ı güzel buluyorlar. İşçilerin buna karşı davranışları ilginç: Bu yapı sanatını tümüyle reddediyorlar. Bu cetvelle çizilmiş gibi yapılmış evleri güzel bulmuyorlar; kışla, hapisane diyorlar bu evlere; yeni, amaca uygun döşe-dayaya, da tatsız-tuzsuz diye sövüyorlar. Tüm nesnel yapı sanatı, ağızlarında tatsız-tuzsuz bir tat bırakıyor.
Neden?
Pek çoğu ileri olduğu İçin, yüzünü severek, isteyerek en ileri, en önemli sınıf olan işçilere çeviren mimarlar, bir iş-Çi için evin ne anlama geldiğini unutuyorlar da ondan. Ev işçi için hiçbir biçimde yalnızca bir barınma yeri, yalnızca tüm yükümlülüklerini olabildiğince pratik olarak yerine .getirmesi yönünden önem taşıyan bir fabrika değildir.
***
Acemi kişi bir şiirsever olduğu kertede şiirlerin yolunması denilen şeye, soğuk bir mantığın işe sokulmasına, bu ince, çiçeksi oluşumdan sözcüklerin, imgelerin koparılıp çıkarılmasına güçlü biçimde karşıdır. Bunun karşısında denilmesi gereken, çiçeklerin bile bir şey batırıldığında solmadığıdır. Şiirler —eğer yaşama yetileri varsa— yaşamak konusunda çok dayanıklı, çok yeteneklidirler, en derinlere işleyen işlemleri atlatabilirler. Kötü bir dize, bir şiiri hiçbir biçimde tümüyle yıkmaz; nasıl iyi bir dize bir şiiri kurtaramazsa öyle. Kötü dizeleri bütünün içinde sezmek onsuz, ‘şiirlerden tat alabilme yetisi’nin sözünün bile edilemeyeceği bir yetinin öteki yüzüdür: Bütünün içinde iyi dizeleri sezme yetisinin. Bir şiir kimi zaman çok az iş, çok az çaba ister, kimi zaman da pek çok iş, pek çok çaba gerektirir. Acemi kişi, .şiirleri yanına varılmaz sayarken bir şeyi unutur: Şairin de ulaşabileceği o hafif ruh durumlarını, duygulanmaları onunla paylaşabilse de, bu ruh durumlarının, duygulanmaların bir şiirde dile getirilişinin bir çalışma süreci olduğunu ve şiirin duraksatılmış bir ‘uçucu kaçıcı şey’ olduğunu, yani görece biçimde oylumlu, dolu, maddî bir şey olduğunu unutur. Şiiri yanaşılmaz sayan, şiire gerçekten yanaşamaz. Alınan tadın ana bölümü ölçütlerin kullanılışındadır. Bir gülü yol da bak, güzeldir her yaprağı.
***
Şiirlerini okuduğum birkaç kişiyi kişisel olarak tanıyorum. Bunlardan kimisinin şiirlerinde öteki dışavurumlarında gösterdiğinden çok daha az ‘akıllılık’ göstermesine şaşar dururum. Şiirleri katıksız duygu işi olarak mı alır? Böylesine katıksız duygu işlerinin olabileceğine inanır mı? Böyle bir şeye inanıyorsa da, hiç olmazsa duyguların da düşünceler kertesinde yanlış olabileceğini bilmesi gerekirdi. Bu da onu daha dikkatli kılmalıydı.
Kimi ozanlar, özellikle de şiire yeni başlayanlar, kendilerini belli bir ruhsal etkilenme içinde, bir duygulanma durumunda duyumsayınca, akıldan gelenin bu ruh durumunu dağıtacağından ürküyor gibidirler. Bu konuda, bu ürküşün ancak aptalca bir ürküş olduğu söylenebilir. Büyük şairlerin ‘işlik raporları’ndan bilindiği gibi, onların ruh durumları hiçbir biçimde yüzeysel, kararsız, kolayına uçup gidiverecek ruh durumları değildir ki, kavrayıcı, dahası serinkanlı bir düşünme onlara zarar verebilsin. O bilinen ayağa kalkma, uyarılma durumu hiçbir biçimde soğukkanlılığın tam karşısında yer almaz. Dahası, düşünsel ölçütlere vurmaktaki isteksizliğin, söz konusu ruhsal durumun daha derindeki bir verimsizliğine, kısırlığına ‘işaret ettiğini’ kabul etmelidir. İşte o zaman, bir şiiri yazmayı orada bırakmak gerekir.
Şiirsel bir girişim rastgiden bir girişimse, duygu ve us uyum içinde çalışırlar. Birbirlerine mutluluk içinde, sevinçle seslenirler: Haydi ver kararını!
Çeviri: Hilâl Çelik