Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeFriedrich Wilhelm NİETZSCHETanrı ölmüştür; çünkü insan kendi hareketlerini yönlendirebilecek düzeydedir | Nietzsche'de Tanrı'nın Ölümü

Tanrı ölmüştür; çünkü insan kendi hareketlerini yönlendirebilecek düzeydedir | Nietzsche’de Tanrı’nın Ölümü

“Tanrı öldü”, Nietzsche’nin en popüler sözüdür. Bu düşünceyi Nietzsche, ilk kez Şen Bilim adlı eserinde dile getirmiştir. O dönemin koşullarına göre yorumlanması gereken “Tanrı’nın Ölümü” düşüncesini, kendi tabiriyle bir kaçığın ağzından duyurur. Gündüz vakti elinde fenerle dolaşıp “Tanrı öldü! Tanrı öldü!” diye bağıran bir delinin ağzından, Tanrı’nın ölümünü ilan eder.

Nietzsche “Hiçbir adalete sığmayan, sayısız çatışma ve acılar iyi bir Tanrı’ya nasıl mal edilebilir?” düşüncesinden yola çıkarak, Tanrı’nın ölümünün insanın anlaşılmaz olan doğasını yenmesi için ve üst insan’a ulaşılabilmesi için bir mecburiyet olduğunu savunmuştur.

Tanrı’nın, insanı yeryüzüne acı çekmesi için yolladığına inanır. Nietzsche bunu Empedokles adlı eserinde de vurgulamıştır. Nietzsche’ye göre “Sanatçı Tanrı” kendisini Yunanlıya bir model olarak sunar. Onun kendisine bir şekil vermesini, mermerin ya da taşın içinde gizli kalan heykeli çıkarıp, sonra da gerçekleştirilen bu sanat yapıtının tadına varmasını önerir. “Hıristiyan Tanrı” ise emredicidir. İnsanın dünya nimetlerinden faydalanması yerine, çile çekmesini ister. “Tanrı’yı yadsıyoruz, Tanrı’nın sorumluluğunu yadsıyoruz ve böylece, yalnızca dünyayı biliyoruz.” Nietzsche olaylar sonrası insanların Tanrı’yı suçlamayarak suçu dünyaya bulmalarının yanlış olduğunu düşünmüştür. Nietzsche’ye göre geliştirmiş olduğumuz tüm değerler, dünyanın gerçek doğasını görmemizi engellemek amacıyla geliştirilmiş araçlardan başka hiçbir şey değildirler.

Bununla beraber, bu araçlar bizim için dayanılması zor bir dünyayı dayanılabilir kılabilmeye hizmet ederler. Bu hizmet yıllardır dinlerin var oluşu ile de desteklenmektedir. Dinler bize öbür dünya gibi güzel vaatler sunarak, bize bu dünyada yapmamız gerekenleri buyururlar. Bu buyruklar, insanların özgür ve başkaldıran doğasını yok etmeye onları birer sürü parçası haline getirmeye yöneliktir.

Nietzsche Tanrı anlayışına ve hayatı katlanılabilir kılan araçlara karşı çıkar. Öte yandan, bunlar var olmadan yaşamanın ne kadar zor olduğunu ve ne kadar yüksek düzeyde hayat ve birey bilinci gerektirdiğini söyler. İşte onun istediği de budur. Bilime ve dine hizmet edenler bu noktada birbirinden farklı değillerdir. İkisi de bu araçların ve vaatlerin tekrar tekrar insan hayatına girmesine ve insanların bunlara körü körüne bağlanmasına neden olurlar.

İnsanlar bu araçlardan kurtulup zorla bir gereklilik kazandırılmış dünyadan sıyrılmalıdırlar. Tanrı ölmüştür; çünkü insan kendi hareketlerini yönlendirebilecek düzeydedir. Fakat tahmin edildiği gibi Nietzsche bu durumdan tam bir çıkış önermez. Bu çıkışı insanların başarabileceğini söyler.

Tanrı’nın ölümünü büyük bir reddedişe ve kendi üzerimizde sürekli bir zafere dönüştüremezsek, bu kaybın bedelini ödemek zorunda kalırız.

***

Friedrich Nietzsche’nin var oluşa yönelik en büyük amaç ve umut olarak ortaya koyduğu Üstinsan (Übermench) kavramının çıkış noktası, insanlığın ortak ve içsel dünyasında gerçekleşen bir krizdir: “Tanrı’nın ölümü!”

Bu kriz, Nietzsche’nin ölümünden bir asır sonra bile hala daha tartışılmaktadır. Kimi yorumcular, Nietzsche’nin insanlığa dair tanımladığı bu krizi ateizme yormuş, kimileri bu krizi Hıristiyanlık’a karşı özel bir ayaklanma olarak görmüş, kimileri de nihilizmle insan varlığının ve özünün değerinin dibe vurmasını tanımlayan bir slogan olarak algılamıştır.

Bu tür faklı görüşlerin sebebi, elbette yine Nietzsche’den kaynaklanmaktadır; çünkü hiçbir zaman anlaşılma kaygısı taşımayan Nietzsche, farklı konuları ayrı ayrı ve farklı eserlerinde -kimi zaman çelişkilerle- ele alan Nietzsche, eserlerini tümcül bir yaklaşımla okumayan okuyucuları fazlasıyla yormuş, yanlış çıkarımlara itmiştir. Belki de bu sebepledir ki, en uç kitleler ve gruplar dahi -örneğin Anton Lavey ve müritleri, … ve Neo-Naziler, hatta kimi Heavy Metal müzik grupları, Anarşistler, Nietzsche’nin “Tanrı’nın Ölümü” savını/sloganını farklı boyutlara çekebilmiş, özü itibariyle değeri ve hiçbir anlamı olmayan yorumlar yapabilmişlerdir. Bu sebeple “Tanrı’nın Ölümü” krizinin açık ve net bir şekilde yorumlanması, oldukça zordur. Belki de bu kadar uç noktalarda bu kadar farklı algılanan tek düşünür Nietzsche’dir. Adolf Hitler’in siyasetinde yorumlanmasından, Mussoloni’nin vahşetinden de anılır olmasından tutun da günümüz saygın felsefecilerinden Ahmet İnam’ın “Gönül Felsefecisi-Mümin” olarak yorumu, oldukça ilginçtir.

Konunun Nietzsche’yi yorumlayanlar tarafından tartışılmayan tek ortak noktası, Nietzsche’nin, nihilist bir dünya anlayışının dönemde ve dönemin sonrasındaki dünyada, toplumsal açıdan büyük yıkımlara neden olacağını haber vermesi ve yeni bir kutsal anlam/değer arayışına girmesidir. Nietzsche’nin ortaya koyduğu trajik felsefenin başlangıcı, Tanrı’nın ölümünün ilanıyla başlar. Fakat ortada fazlasıyla yanlış anlaşılan önemli bir detay vardır; Tanrı’yı öldüren Nietzsche değil, tersine insanlıktır. İnsanoğlu, yaşamın değerini her asırda biraz daha küçültmüş, varoluşunun en temel şartı olan Tanrı’ya inancı lekelemiştir. Hayata, yaşama atfedilen her türlü değer ve anlam, oysaki Tanrı inancıyla oluşturulmuştu. Fakat insanoğlu öyle bir noktaya gelmişti ki, en kutsal yaşama azmini bulduğu inancını kaybetti. Bu sebeple insanoğlu kendine gitgide yabancılaştı.

Nietzsche, insanlığın bu dramatik yazgısını önceden kestirebilmişti. Bu kutsal ilanın zamanı olmadığını bile bile, kendini anlayabilecek kulaklar arayıp durdu. Değer krizinin ilanını ve Tanrı’nın ölümünü belki de isteyecek en son kişiydi. Fakat Nietzsche’nin tabiriyle bir “kaçık”, günün birinde, öğle öncesi aydınlığında elinde feneriyle pazar yerinde “Tanrı’yı arıyorum!…” diye bağırana kadar bu sesi kimse işitmemişti. İşitenlerde hep duymamazlıktan geldi. Bir asırı geçkin bir süredir insanlık bu çığlığı yeni yeni anlamakta; Fakat ardında iki büyük dünya savaşının ağırlığını, yorgunluğunu taşıyarak… Yeniden ve panik şekilde toparlanmaya çalışarak… Belki de dünya tarihinde en çok o dönem Tanrı unutulmuştu.

Nietzsche, Şen Bilim adlı eserinde Tanrı’nın öldüğünü bir kaçığın ağzından şöyle duyurur:

“Öğle öncesi aydınlığında bir fener yakan, pazar yerinde koşarkan durmadan ‘Tanrı’yı arıyorum…Tanrı’yı arıyorum…” diye bağıran kaçık adamı duymadınız mı? Oradakilerin çoğu, Tanrı’ya inanmayanlar olduğu için onun böyle davranması, büyük bir kahkahanın patlamasına yol açtı, onu kışkırttılar. ‘Ne, yolunu mu şaşırmış?’ diye sordu birisi. Bir başkası ‘Çocuk gibi yolunu mu kaybetmiş’ dedi. ‘Yoksa saklanıyor mu bizden?’, ‘Bizden korkuyor mu?’, ‘Yolculuğa mı çıkmış?’, ‘Yoksa göçmüş mü?’. Onlar birbirine böyle bağırarak güldüler…”[1]

Kendine yabancılaşmış, hastalıklı bir Tanrı’nın ölmesi zaten normaldi. Doğumundan itibaren insanı günahkar sayan, insanlara acıyan ve onlara acımalarını öğütleyen bir Tanrı; Tüm hakikati öte dünyaya göçeren. Özellikle Hıristiyanlık’a karşı büyük bir mücadele veren Nietzsche bu tavrı, Katolik tarihçiler tarafından hep çarpıtılmış ve Hıristiyanlıkla birlikte tüm dinlere karşı bir tavır sergilenmiş gibi bir lanse durumu söz konusu olmuştur. Oysa Nietzsche, kökenini soygu içgüdülerden alan yaşamı sıkı sıkıya “Kutsal bir evet” ile onaylayan, hayatın gelişimini sağlayan tüm dinlere büyük bir saygı göstermişti.

“Bizi farklı kılan, tarihte, tabiatta veya tabiatın arkasında hiçbir Tanrı tanımamamız değil, Tanrı diye hürmet edileni, Tanrı’ya benzer bulmamamızdır! Bunun yerine acınası,, garip, zararlı olduğunu ve yalnızca hata değil, yaşam karşısında suçlu olduğunu bulmamızdır!…” [2]

Nietzsche’nin bu sözleri, bizzat Hıristiyan inancını hedef alır. Nietzsche “Tanrı’yı yadsıyoruz” derken bile, akabinde Hıristiyanlık’tan bahsedip, niyetini ortaya koyar. Peki neden Hıristiyanlık’a karşı böylesine bir öfke taşımaktadır? Bunun cevabını yine Nietzsche verir:

“Bana göre Hristiyanlık, yozlaşmanın en uç biçimidir ve algılanabilecek nihai bir yozlaşmanın istemine sahiptir!” [3]

Bu noktada ülkemizin saygın felsefecilerinden Prof. Dr. Ahmet İnam’dan bir alıntı yapmak istiyorum:

“Nietzsche bana göre dinsiz bir adam değil. Tanrı öldü diyor ama o tamamen Hıristiyanlıkla kavgası olduğu için. Bir güce inanıyor. Nietzsche’nin Tanrı’ya inandığını söyleyebilirim. Orada bizim gücümüz var. Batı’nın Nietzsche’sini ben kendi gözümle yorumlayabilirim. Hüzzam makamında ona şarkı yazabilirim. Sanki Nietzsche deyince mutlaka senfoni yazmamız gerekiyor. Türkü de yakabilirim. Onun ıstırabını anlayabiliyorum. Dolayısıyla ben Nietzsche’yi hep kafasında fes, bizim 19. yüzyıl İstanbul’unda yaşayan bir insan olarak düşünürüm. Bana Nietzsche dervişvâri biri gibi gelir…” [4]

Tanrı inancı, insanlığın ilkel çağlarından bugüne insanlığın en temel ideali, değeri, anlamı olmuştur. İnsanlık, sadece Tanrı inancı ile hayata tutunabilmiş, semboller dünyasında kendine bir amaç, bir hedef belirleyebilmiştir. Özellikle de Aydınlanma hurafesi* adı altında süregelen içi boş serüvenle birlikte insanın her geçen gün kendine yabancılaşması, eş zamanlı olarak dönemin Avrupa’sında Hıristiyanlık’ın her geçen gün insanın değerini alçaltması, Tanrı’yı ölüm döşeğine bizzat mahkum eden önemli sebeplerdendir.

En kutsal, en yüce değerini her geçen yitiren insanoğlu, nihilizmin varlığın özünü hiçe indiren, hakikati yok sayan bataklığına saplanmış, yeni bir değer, yeni bir anlam arayışına girişmiştir. Zerdüşt, bu noktada yeni bir anlam tasarısı içine girerek dağından şehirlere iner. Lakin kimse Tanrı’nın öldüğünü duymamıştır. Dağdan inerken karşılaştığı mümin ihtiyar bile:

“Zerdüşt dağdan yalnız olarak indi ve yolda kimseyle karşılaşmadı. Fakat ormana ulaştığında, karşısına ormada ağaç kökü toplamak için mukaddes kulübesinden ayrılmışbir ihtiyar çıktı… “Peki bir ermiş ormanda ne yapar?” diye sordu Zerdüşt. Ermiş şöyle dedi : “Şarkılar söyleyerek, ağlayrak, gülerek ve hatta homurdanarak benim olan Tanrı’yı överim… Ayrıldı ermişle Zerdüşt iki çocuk gibi gülümseyerek. Ne ki yalnız kalınca Zerdüşt, kendi kendine şöyle seslendi : Mümkün olabilir mi böyle bir şey? Henüz işitmemiş olabilir mi ormanda yaşayan bu mukaddes ermiş, Tanrı’nın öldüğünü?” [5] **

Mümkündü… Tanrı’nın öldüğünü ormandaki ermişten tutunda şehirdeki panayırın sineklerine kadar kimse duymamıştı. Uzun bir zaman aralığında da kimse duymayacaktı. Fakat Nietzsche’nin de yanıldığı bir nokta vardı; Yozlaşan Tanrı / Allah inancını eleştirip, Tanrı’nın öldüğünü yüzyıllar öncesinden “Enel Hakk” diyerek ilan eden, bu hakikati bizzat dile getirip derisi yüzülerek öldürülen insanlar vardı. Öyle ki Nietzsche henüz doğmamışken, Anadolu’da birileri insandan ötesini tasavvur edebilmiş; Amacı mutlak yaratıcıyla tümleşme yolunda, “İnsan-ı Kamil” olarak ortaya koyabilmişlerdi. İnsanı Hakikat kapısını aralamaya çağıranlar, Nietzsche’den önce çok can yitirmişti.***

Fakat Nietzsche, özü itibariyle İslam’ın özüne saygı duyduğunu, hayata ve insana verdiği “erkekçe” değer dolayısıyla Hıristiyanlığı binlerce kez küçümsemeye hakkı olduğunu dile getirmiştir; Kendini Hıristiyanlığa karşı Deccal olarak ilan ettiğinde bile:

“Eğer Müslümanlık, Hıristiyanlığı küçümsüyorsa bunu yapmakla binlerce kez haklıdır. Çünkü Müslümanlık insana değer verir (…) Hıristiyanlık, eski kültürün mirasını bizden çaldı.Sonra da bizi, İslam kültürünün mirasından yoksun bıraktı.Temelde bize, Grek ve Roma’dan daha yakın olan ve doğrudan duyu ve zevkimize hitap eden İspanya’nın muhteşem Magribi kültürü ayaklar altında çiğnendi.Neden? Çünkü soyluydu, çünkü kökenlerini insanca içgüdülerden alıyordu.” [6]

İnsanoğlu artık katildi ve eline bulaşan, Tanrı’nın kanıydı. Belki bir kaçık bunu ifade etmeye çalıştı, lakin zamansızdı, daha gelmemişti büyük öğle; Ve dağdaki yalnız çınarın beklediği yıldırım. Nietzsche’nin dilinden konuşan o kaçık, insanı, değer yıkımından dolayı altüst edecek, hiçleştirecek geleceği görebiliyordu. Ve şöyle diyordu, kendini alaycı gözlerle izleyen panayırın sineklerine:

“O’nu biz öldürdük, sizlerle ben! O’nun katiliyiz hepimiz. Ama bunu nasıl yaptık? Denizi kim içebilir? Bütün çevreyi silmemiz için bize bu süngeri kim verdi? Onu güneşin zincirlerinden kurtarırken ne yaptık biz yeryüzünde? Nereye gidiyor şimdi dünya, biz nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Sürekli, boş yere geriye, öne ve yana, bütün yönlere atılıp durmuyor muyuz? Üst alt kaldı mı? Sanki sonsuz bir hiçte yolumuzu yitirmiyor muyuz? Boş uzayın soluğunu duymuyor muyuz? Hava giderek soğumuyor mu? Giderek daha çok, daha çok gece gelmiyor mu? Öğleden önce fenerleri yakmak gerekmiyor mu? Tanrı’yı gömen mezar kazıcılarının çığlığından başka bir ses duyuyor muyuz? Tanrı’nın çürümesinden başka bir koku duyuyor muyuz? Tanrı öldü! Tanrı öldü! O’nu öldüren biziz! Bütün katillerin katili olan biz, nasıl avunacağız?” [7]

Tanrı artık ölmüştü, yine de insanlık yeniden onu diriltmeye, yeniden gerçek anlamını, değerini bulmasına günün birinde yönelecekti. Günün birinde mutlaka, gözyaşlarıyla birlikte Tanrı’ya yeniden şarkılar söylenecek, şiirler okunacaktı:

Benim yüce düşmanım,
Benim mechulüm,
Benim cellat Tanrım!
Hayır!
Dön artık!-
Kabulümsün tüm ezanla!
Gözyaşlarım boşalıyor,
Bu boşalış sana!
… ve yüreğimin son alevi,
aydınlatıyor seni,
Lütfen, dön artık,
Benim meçhul Tanrım!
Benim acım!
Benim son talihim [8]

Mehmet Berk

NOTLAR

* Prof.Dr.Fehmi Baykan’ın, “Aydınlanma Üzerine Bir Derkenar” adlı “Kaktüs Yayınları”ndan çıkan yapıtını anmadan geçemeyeceğim. Aydınlanma diye bir çağın hiç yaşanmadığını, bunun entellektüel bir hurafe olduğunu savunan Sayın Baykan, eserinde konuyu tüm detaylarıyla incelemiş ve güçlü deliller sunarak resmi (!) felsefe tarihinin yanlışlarla dolu olduğunu gözler önüne sermiştir.

** Alıntıyı yaptığım eserin çevirmeni Murat Batmankaya’nın dipnotu aynen aktarmak istiyorum : “Nietzsche Tanrı öldü derken, aslında Tanrı yok dememektedir. Tanrı’ya inanmıyorum da dememektedir. Aksine Tanrı öldü demektedir. İleri görüşlü bir şekilde çağa ve kendi özüne bakarak, o anki gerçekliğin bir bulgusunu tespit ettiğini düşünmektedir” [Karl Jaspers, Nietzsche-Einführung in das Verstandnis seines Philosophierens, 4.baskı, Walter de Gruyter, Berlin]

*** Nietzsche’nin Dionizik tipi (Üstinsan), İslam felsefesinde İbn-i Arabi, Mevlana, Hallac … gibi mutasavvıfların ortaya koyduğu, benimsediği İnsan-ı Kamil kavramıyla büyük benzerlikler taşır. Konu hakkında elbette tartışılır, ilgili eleştirilenizi başlık altına yorum yaparak belirtebilirsiniz.

KAYNAKÇA

[1] Şen Bilim, P 125, S 130, Asa Yayınları
[2] Deccal, P 47, S 73, Gün Yayınları
[3] Deccal, P 62, S 103, Gün Yayınları
[4] Aksiyon Dergisi, Sayı 628, -18.12.2006-
[5] Böyle Buyurdu Zerdüşt, S 18-19, Say Yayınları
[6] Deccal, P 59-60, S 99, Gün Yayınları
[7] Şen Bilim, P 125, S 130, Asa Yayınları
[8] Böyle Buyurdu Zerdüşt, S 259-261, Say Yayınları

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments