Bu coğrafyadaki emek hareketi ile yine bu coğrafyadaki anarşizmin hala tanışmamış olduğu bu dönemde iki olguyu yan yana getirip tahlil etmek oldukça zor. Fakat özellikle günümüz gibi sınıf mücadelesinin bittiği söylemlerinin her yerde duyulduğu ve bu söylemin günümüz anarşizmi içinde genel kabul gördüğü düşünüldüğünde bu iş mutlak bir önem kazanıyor. Biz toplumcu anarşistler olarak marjinal bir hareket olmaktan çıkıp, toplumsal bir gerçeklik kazanmak istiyorsak sınıf gerçeğini görmek, geçmiş birikimlerden de yararlanarak bu konuda doğru tahliller yapmak zorundayız.
Sınıfın öznel koşulları, sınıfın devrimci potansiyelinin ortadan kalktığını göstermez. Birileri kabul etse de etmese de, istese de istemese de sınıflı toplum var oldukça, bu sınıflar arasında çelişki ve bu çelişkinin doğurduğu savaş var olmaya devam edecek. Mesele sınıfın devrimci ve özgürlükçü bir nitelik kazanıp kazanamayacağı, kaderini, bir daha kimseye teslim etmemek üzere, eline alıp, kendi geleceğini çizebilip çizemeyeceğidir.
“Anarşizm kelimesinin” bir kısım “dostları” ve “düşmanları”nın iddia ettiği gibi anarşizm sınıf gerçeğinden habersiz bir küçük burjuva ideolojisi olarak değil sanayi devrimi ile birlikte bir işçi ideolojisi olarak ortaya çıkmış, özellikle Avrupa ve Güney Amerika’da işçi sınıfının en yoksul kesimleri içinde oldukça geniş kitlelere ilham kaynağı olmuştur. Bugün tüm dünyada Marksistler tarafından da sahiplenilen 1 Mayıs’ın işçi bayramı olmasına yol açan ünlü Haymarket olaylarının baş aktörleri ve olayların ardından idam edilenler anarşistti. I. Enternasyonal içindeki iki büyük akımdan biri olarak anarşistler enternasyonal’den sonra ve hatta Sovyet devriminin Bolşevik diktatörlüğüne dönüşmesinden sonra da uzun süre güçlerini ve etki alanlarını korudular. Anarko Sendikalistler tarafından 25 Aralık 1922’de Berlin’de toplanan Uluslararası Sendikalist Kongre’de; 200. 000 üyeye sahip olan Federacion Obrera Regional Argentina ile Arjantin, 20. 000 üyeli Industrial Workers of the World ile Şili, 600 üyeli Union of Syndicalist Propaganda ile Danimarka, 120. 000 üyeli Freie Arbeiter Union ile Almanya, 22. 500 üyeli National Arbeids Sekretariat ile Hollanda; 500. 000 üyeli Unione Sindicale Italiana ile İtalya, 30. 000 üyeli Confederacion General de Trabajadores ile Meksika, 20. 000 üyeli Norsk Syndikalistik Federasjon ile Norveç, 15. 000 üyeli Confederacao do Trabalho ile Portekiz, 32. 000 üyeli Sveriges Arbetares Centraloganisation ile İsveç katıldı.
İspanya iç savaşı sırasında Franko rejimine karşı savaşan anarko-sendikalist CNT, Franko rejiminin yıkılmasından sonra yeniden kuruldu ve bugün hala İspanya’daki en büyük sendika durumunda. Sendikalizmin içinde barındırdığı sorunları bir kenara bırakırsak söz konusu örnekler geniş kitlelerin anarşizmin savunduğu özgürlükçü komünist anlayışı ve örgütlenme tarzını benimseyebileceğinin, ondan etkilenerek hareket edebileceğinin bir göstergesi olmuştur. Kuşkusuz söz konusu sendikalist akımlar dışında da anarşizm geniş kitleler arasında taraftar buldu. Bunun en önemli örneklerinden biri Sovyet devrimi sırasında Ukrayna’da burjuvaziye karşı mücadele eden ve kurtarılmış geniş bir bölge yaratarak, köylülerin kendi kararlarını aldığı ve uyguladığı kongrelerin örgütlenmesine, özgürlükçü ve özyönetimci deneyimlerin yaşanmasına ön ayak olan Mahnovist harekettir. Bu konuda bir diğer önemli örnek ise yine İspanya iç savaşında çok etkin olan, anarşist militanların örgütü FAI’dir. Bu iki örnek de komünist ilkeler çerçevesinde ve sınıf mücadelesi perspektifiyle oluşmuş örgütlerdir.
Anarşizm de, Marksizm de sınıf mücadelesini temel alan akımlar olmakla beraber iki akımın sınıf tanımları ve sınıfa yükledikleri misyon arasında belirli farklar vardır. Bu farklar konusundaki tartışmalara derinlemesine girmeden şunu belirtmek gerekir ki, biz pek çok akımdan farklı olarak yalnızca işçi sınıfını değil, köylüleri, memurları, işsizleri ve seyyar satıcılık gibi geçici, güvencesiz işlerde çalışanları da devrimci özne olarak sayıyor ve bunları “emekçi sınıflar” kavramıyla tanımlıyoruz. Aslında bu saptama Marksizm ve anarşizmin sınıf kavramları arasındaki belirli bir farka da işaret ediyor. Marksizm’in savunduğu işçi sınıfı kavramı kamu emekçilerini, topraksız ve küçük toprak sahibi köylüleri, seyyar satıcılık gibi güvencesiz işler yapan kesimleri tanımlamakta yetersiz kalıyor. Bu çerçevede, tüm dünyada olduğu gibi, bu coğrafyalardaki mücadele tarihinde büyük öneme sahip olan işçi eylemliliklerinin yanı sıra kamu emekçilerinin ve köylülerin mücadele deneyimlerini ve bunların özgürlükçülük, doğrudanlık, özyönetimcilik gibi kavramlarla ilişkilerini değerlendirmek anarşizmin bu sınıflarla kuracağı ilişki açısından referans kaynağı olacak ve bu konuda çizmemiz gereken çerçeveye, mücadele perspektifimize dair ipuçları verecektir.
Türkiye’de işçi sınıfının tarihi
Lonca örgütlerinin hakim olduğu Osmanlı’da sanayinin ve işçi sınıfının ortaya çıkması 19. yy’ın ortalarını bulmuştur. Osmanlı’nın ilk sanayi işletmesi olarak adlandırılan 1835 yılında İstanbul Kadırga’da kurulan Feshane’dir. Üretim sektörünün ve işçi sınıfının gelişmesiyle birlikte makine kırma gibi çeşitli bireysel eylemlerin yaşandığı ilk dönemin ardından bir süre sonra işçiler tepkilerini grevlerle ortaya koymaya başlamışlardır. Osmanlıdaki ilk grev olduğu düşünülen 1872 tarihinde İstanbul’daki Beyoğlu Telgrafhane işçilerinin grevinin ardından 1908’e kadar ücretlerin verilmemesi, geç verilmesi veya artırılması gibi ekonomik sebeplerle irili ufaklı pek çok grev gerçekleştirilmiştir. 1908 yılında ise bir grev dalgası patlak vermiş ve işçi sınıfı bu grevlerden pek çok kazanım elde etmiştir. 1909’da çıkarılan Tatil-i Eşgal Kanunu (Grev Kanunu) bu işçi grevlerinin önünü önemli oranda kesmiştir. Bu tarihten sonra çeşitli grevler gerçekleştiyse de patlak veren savaşın da etkisiyle bunların etkisi oldukça sınırlı kalmıştır.
Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında başlayan sınıf hareketleri ciddi baskılarla karşı karşıya kalmıştır. Takriri Sükun Kanunu ile örgütlenmenin önüne önemli engeller konmuş, 1938 yılında çıkarılan Cemiyetler Kanunu ile aile, cemaat, ırk, cins ve sınıf esasına dayanan cemiyetlerin kurulması yasaklanmış ve sendikalaşma hakkı ortadan kaldırılmıştır. Cumhuriyetten önceki dönemde işçi sınıfının ekonomik talepler ekseninde sürdürdüğü mücadele hattının yerini, sendika ve grev hakkı, 1 Mayıs’ın işçi bayramı olarak tanınması, 8 saatli işgünü gibi taleplerin de eklendiği bir mücadele anlayışı almıştır. Tüm yasal ve fiili kısıtlamalara rağmen ikinci dünya savaşına kadar işçi sınıfı çeşitli eylemlerle mücadelesini sürdürmüş, ancak bu mücadeleler cılız ve etkisiz kalmıştır.
İkinci dünya savaşından sonra sendikalaşma hakkı gibi sınırlı bazı hakların kanunlarla tanınmasıyla beraber, sendikalar yine kanunlarla çok sıkı yasaklara tabi tutulmuş, tamamen işlevsizleştirilmişlerdir. Yoğun mücadeleler sonucunda sendika kurma hakkının tanınmasıyla o zamana kadar de facto olarak gerçekleşen grevler ve örgütlenme çabaları sıkı yasaklarla devletin denetimine girmiştir. 1948 yılında itibaren 73 işçi sendikası kurulmuş ve 1952 yılında da bu sendikalar Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş) çatısı altında birleşmişlerdir. Ancak grev ya da toplu sözleşme yapmak gibi yetkileri dahi olmayan bu sendikalar tam anlamıyla sınıfı dizginleme işlevi görmüştür. 1961 yılına kadar olan süre boyunca oldukça az sayıda grev ve işçi mitingi düzenlenirken, var olanlar eylemler de militanlıktan uzaktı.
1961 ise sınıf mücadeleleri açısından yoğun ve militan bir eylemlilik sürecinin başlangıcıydı. İnkar edilemeyecek gerçek 1961 Anayasasının getirdiği görece özgürlük ortamının örgütlenmenin önünü açmasının bu süreçte etkisi olduğudur. Ancak yıllardır süren kötü koşullar, ekonominin bozulması, işten çıkartmaların artması bu hareketlenmenin asıl dinamiğiydi. 1930’larda 200 bin civarında olan işçi sayısı, 1950’lerde 500 bine, 1963’te ise 2 milyon 745 bine ulaştı. Türkiye’nin hızlı bir kapitalistleşme sürecine girdiği 1964-1965 yılları hareketlenmenin de iyiden iyiye arttığı, her ay bir kaç iş yerinde grevin başladığı, işçi eylemlerinin yoğunlaştığı dönem oldu aynı zamanda.
31 Ocak 1966’da başlayan, Paşabahçe fabrikasında çalışan 2200 işçinin katıldığı grev barındırdığı pek çok deneyim açısından önemli bir örnektir. TİSK’le Türk-iş yönetimi arasında yapılan görüşmelerin ardından 21 Mart’ta işçilerin aleyhine pek çok düzenleme barındıran bir protokol imzalandı. Ancak işçiler ve Kristal-iş sendikası bu protokolü kabul etmeyerek, daha sonra fabrikaya gelen Türk-iş yöneticilerini tartakladılar. 28 Mart’ta ise Türk-iş genel merkezi TİSK’le varılan anlaşma sonucu grevin bitirilmesini istedi. Karara uymayacağını açıklayan Kristal-iş ve grevci işçilere Türk-iş’e bağlı diğer pek çok sendikadan da destek geldi. Grevle dayanışmak için kurulan komite DİSK’i kuracak çekirdeğin öncülü durumundaydı. Grev daha sonra zorla ve çeşitli yıldırma politikalarıyla bastırılsa da yaşanan bu örnek sendika bürokrasisinin uzlaşmacı tavrına karşın tabandan yükselecek ve karar alacak bir sınıf hareketinin tek çözüm olduğunun göstergesidir.
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ’in kurulduğu 1967 yılına girildiğinde örgütlü işçi sayısında büyük artış olmuştu. Hemen hemen her ay bir yerlerde grev başlıyor, pek çok yerde işçi eylemleri düzenleniyordu. DİSK’in kuruluşu bu hareketlenmenin doğal sonucu olarak değerlendirilebilir. Türk-iş uzlaşmacı tavrı ile işçi sınıfının militanlaşan ve siyasal bir nitelik kazanan karakterini karşılamakta yetersiz kalmıştı. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi pek çok grevin ardından Türk-iş’e bağlı sendikacılarla işçiler karşı karşıya gelmişti.
DİSK’in kuruluşunun tüm toplumda artan hareketlenmenin yükselişinde önemli bir etkisi olmuştur. Bu gerek egemen sınıfı, gerekse egemen sınıfla iş birliği içinde olan Türk-iş yönetimini rahatsız etmişti. Türk-iş’e bağlı sendikacı bir milletvekili olan Abdullah Baştürk ve dört arkadaşının teklifinin büyük etkisi olan 275 sayılı Sendikalar Kanunu ile ilgili değişiklik tasarısıyla DİSK’in tasfiye edilmesi ve Türk-iş’in tek sendika olarak kalması amaçlanmıştır. Kanunun gerekçesi olarak “Uygulamada görülen aksaklıkların giderilmesi güçlü sendikacılığın gerçekleştirilmek istenmesi” gösterilmiştir. Bu tasarıyı engellemek için 15-16 Haziran’da İstanbul ve İzmit’te büyük yürüyüşler düzenlendi. 15 Haziran’da yapılan yürüyüşe 113 işyerinden çıkan 70 bin kadar işçi katıldı. 16 Haziran’da ise 150 bin işçi yürüdü. Türk-iş’e bağlı işçilerin de katıldığı olaylar sonunda 3 işçi, 1 polis ve 1 esnaf öldü, sıkıyönetim ilan edildi. Tüm bu olaylara rağmen tasarı 12 Ağustos’ta meclisten geçerek kanunlaştı. Ancak daha sonra Anayasa Mahkemesi kararıyla yasa iptal edildi. Dönemin işçi hareketlenmesinden doruk noktası olan olaylar DİSK yönetiminin merkezi kararının etkisinden çok şubelerin etkisiyle başlamış ve kendiliğinden işyerlerinden çıkarak yürümeye başlayan işçilerin sayısı yanından geçtikleri işyerlerinden işçilerin de katılmasıyla çığ gibi büyümüştür.
Giderek büyüyen toplumsal hareketlenmenin ve özellikle yükselen emek hareketinin karşısına çıkan 12 Mart darbesi ve bu dönemde uygulanan yoğun baskı ve şiddet bir süre etkili olduysa da bu etki uzun sürmedi. Sıkıyönetimin uygulamalarının sürdüğü 1973’e kadarki dönemde dahi pek çok eylemlilik gerçekleşti. 1974 sonrasında ise işçi mücadeleleri eski dinamikliğini yeniden kazandı. “Faşizme İhtar”, DGM’nin kaldırılması gibi siyasal içeriklere de sahip olan işçi eylemliliklerinde artış oldu. Tüm bu olaylarla beraber sivil faşizm tüm toplumun üzerinde karabasan gibi geziniyordu. Düzenlenen grevlerdeki işçiler saldırıya uğruyor, evler, işyerleri basılıyordu. Bu dönemde yaşanan doruk noktası ise Türkiye’deki en büyük kitle gösterisi olan 1977 1 Mayıs’ıydı. Taksim meydanında 500 binden fazla kişinin toplandığı mitinge yapılan saldırı sonucu 35 kişi yaşamını yitirdi.
Bu çalkantılı ortam içinde kapitalizm 1970’den beri pençeleştiği krizden çıkış yolu arıyordu. Türkiye’de o dönemin üst düzey bürokratlarından olan Turgut Özal’ın öncülüğünde Dünya Bankası ile yapılan görüşmeler sonucu 24 Ocak kararları olarak anılan liberalleşme harekâtı gündeme geldi. Ancak bunun çalkantılı bir ortamda gerçekleştirilmesi zordu. Egemenlerin yaşadığı tüm bu “sorunların” çözümü 12 Eylül Askeri Darbesi oldu. Darbe sonrasında yaşanan olağanüstü dönemin ardından Turgut Özal’ın başkanlığında “olağan” bir hükümet kuruldu. Liberal politikalar, uygulanmalarının önünde bir engel kalmayınca hız kazandı.
12 Eylül sonrasında toplumsal dinamikler önemli ölçüde güç kaybettiler. Darbenin ardından ilk grev 2 Ekim 1984’de Yıldırım ve Desan Tersane işçileri tarafından düzenlendi. Bundan sonra irili ufaklı pek çok eylemlilik gerçekleştiyse de işçi hareketinin sıçrama noktası 1989 yılındaki bahar eylemleri oldu. Bu; yaklaşık 1, 5 milyon işçiyi kapsayan bir eylemlilik süreci olarak 80 sonrasının en önemli işçi hareketiydi. Ancak 1991’deki Zonguldak maden işçilerinin grevi gibi dönem dönem yaşanan kalkışmalar bir kenara bırakılırsa 12 Eylül’den bugüne kadar gelen sürede toplumun geneline hakim olan politik durgunluk işçi sınıfının mücadelesi için de geçerli oldu.
Türkiye’de özyönetim deneyimleri
Bu noktada Türkiye işçi sınıfının kendi kaderine tam anlamıyla sahip çıktığı özyönetim deneyimlerine de kısaca değinmek gerekir. Türkiye’de bilinen ilk işçi denetimi pratiği 1923’de İstanbul’daki mürettipler (dizgici) grevinde gerçekleşmiştir. Fazla bir birikim bırakmamış olan bu pratikten sonra gerçekleşen bir diğer pratik ise Çorum’daki Alpagut Linyit Madenleri’nde yaşandı. 1920 yılında kurulan işletme 1969 yılının ortalarına gelindiğinde üretimsiz ve borçlarını ödeyemez hale gelmişti. Zaten çok düşük ücretlerle çalışmak zorunda olan Alpagut işçileri 73 gündür ücretlerini alamamaları üzerine 13 Haziran’da işletmeye el koydular. 1968 yılında yine ücretlerinin ödenmediği gerekçesiyle düzenlenen 13 günlük grev başarısızlıkla sonuçlanmış ve işçiler ikinci eylemlerinde bu deneyimleriyle hareket etmişlerdi. 786 işçi tarafından oluşturulan Genel Kurul vasıtasıyla doğrudan demokrasinin işlediği bir karar alma mekanizmasının yaratıldığı, pratik işlerinse kendi aralarından seçtikleri işçi konseyince yürütüldüğü deneyim 35 gün sürdü. İşçi konseyinin faaliyetleri bütün işçilerin katılımıyla oluşan genel kurul tarafından denetleniyordu. İşçiler arasındaki her tür ayrıcalık ortadan kaldırıldı. Üretim yüzde 50 oranında artmıştı. Satışların doğrudan doğruya yapılması için satış komiteleri oluşturuldu. Üretim masrafları için gereken pay düştükten sonra işçiler önceden birikmiş borçları oranından kendilerine düşen payı alıyorlardı. Tüm bu yaşanan gelişmeler bir süre sonra siyasi iktidarı korkutmuştu. En sonunda 17 Temmuz’da jandarmanın düzenlediği bir operasyonla işçiler işletmeden çıkartıldı. Özyönetim deneyiminin ardından süren 5 aylık direniş sonucunda işçilerin pek çok talebi yerine getirildi. Ancak asıl önemli nokta kendiliğinden gelişen bu özyönetim deneyimi işçilerin ortak ve özgür iradesiyle neler yapabileceğine dair çok önemli bir örnek olarak tarihe yazıldı.
Bir başka özyönetim deneyimi, Alpagut kadar uzun süreli ve etkili olmasa da 1970 Haziran ayında Günterm Kazan Fabrikasında yaşandı. Ücretlerin ödenmemesi üzerine yönetime işçiler tarafından el konuldu ve “patronsuz üretim” söylemiyle üretim işçilerin denetiminde bir süre devam etti. Bir başka örnek ise 1977’de, öncesinde yaşanan grevin ve sendikacıların silahlı saldırıya uğraması gibi olayların ardından Aşkale maden ocağında yaşandı. Ekim 1977’de madenin zarar ettiği gerekçesiyle kapatıldığının açıklanması üzerine işçiler ocağı işgal edip üretimi sürdürdüler. 380 işçi, işçi konseyleri ve komiteler aracılığıyla Aralık ayına kadar 4 bin ton kömür ürettiler. Son iki deneyim Alpagut’tan farklı olarak DİSK’e bağlı sendikalar aracılığıyla ve siyasal yönlendirmeyle gerçekleşti.
Bir bütün olarak bu deneyimler, genel olarak patronlara ve direniş zamanlarında da sendika bürokratlarının “yönlendirmelerine” muhtaç olduğu söylenen işçilerin yalnız üretim araçlarını kullanmaya değil üretim alanlarını ve dağıtımı örgütlemeye de muktedir olduklarının bir göstergesi olmuştur. Kuşkusuz bu tür deneyimler ancak genel bir hareketlilik ortamı içinde ve dayanışmayla gerçekleşebilmiştir ve bundan sonrada ancak böyle olabileceğini söylemek güç değil.
Bu noktada üretim ve sömürü düzenindeki konumları gereği işçi sayılmasalar bile işçiler kadar önemli sayılabilecek ve bu coğrafyaların mücadele tarihi açısında birikim yaratabilmiş olan köylü ve memurların mücadelelerini incelemek gerekir. Aslında nihai çıkarları ortak olan tüm emekçi sınıflar, belirli taleplerinin örtüşmediği durumlarda ayrışmışlardır. Ancak tüm bu kesimleri birleştiren noktayı, yani kapitalist sömürünün cenderesi altında ezildiklerini, patronların ve devletin büyük baskılarına maruz kaldıklarını unutmamalıyız. İşçiler gibi memurların, köylülerin, seyyar satıcılar ve diğer tüm emekçi sınıfların bir yandan kapitalizmin yeniden üretim sürecinde hayati konuma sahip olduklarını, bir yandan da farklı biçimlerde de olsa sömürüldüklerini gözden kaçırmamalıyız.
Kamu Emekçileri ve Köylü Hareketleri
12 Eylül öncesinde Türkiye’de Kamu emekçilerinin dinamik bir mücadele verdiklerinden bahsetmek güçtür. 1961 sonrasında TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) gibi dernek statüsündeki örgütlenmelere gidildiyse de bunların yarattığı ivme dönemin işçi hareketleriyle kıyaslandığında zayıftı. 12 Mart sonrasında bir süre kesintiye uğrayan bu hareket çeşitli iş kollarında kurulan örgütlenmelerle benzer bir biçimde devam etti. Ancak gerçek anlamda bir memur hareketinin ancak 1989 sonrasında başladığından söz edebiliriz. Bunun bir sebebi bu tarihte başlayan örgütlenme çabaları sonrasında oluşan mücadelenin kitlesel ve sürekli olması ve bir diğeri de özellikle 1993 sonrasında sürdürülen mücadelenin oldukça kararlı ve ses getirici olmasıdır. Kitleselliğin bu döneme kadar sağlanamaması büyük oranda, (özellikle 1950’lerden önce) okumuş ve dolayısıyla nitelikli olan insan sayısının azlığından dolayı memurların sahip olduğu ayrıcalıklı konuma bağlıdır. 1950’den sonra okula gitme oranının artmasıyla beraber bu ayrıcalık yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladıysa da, 1960 sonrası kapitalistleşme sürecinin hızlanması nitelikli iş gücü ihtiyacını arttırmış 1970’lere kadar bu olgu farklı düzeylerde devam etmiştir. 1960-80 arasında bu mücadelenin yükselememesine bir sebep olarak da, o dönemden önce herhangi bir mücadele birikimi yaratılmamış olması ve bu dönemin bir nevi deneyim kazanmakla geçmesi gösterilebilir.
Her şeyi silip süpüren 12 Eylül’ün etkilerinden yavaş yavaş kurtulunmaya başlandığı ve işçi hareketinin de ivme kazandığı 1989 sonrasının bu hareketin var olması için uygun bir zaman olduğu söylenebilir. Kamu emekçilerinin mücadelesinin ilk dönemi örgütlenme sorunuyla geçmiştir. Memur sendikalarının fiilen kurulmuş olduğu ve kitleselleştiği 1991 sonrasında ise giderek yükselen mücadeledeki temel talep “Grevli, Toplu sözleşmeli Sendika hakkı”ydı. Bu dönemde onbinlerce insanın katıldığı ve polisle çatışmaların yaşandığı kitlesel gösteriler düzenleniyordu. 1994’e gelindiğinde sendikal haklarının verilmemesinin yanı sıra ve maaşlara yapılan düşük zamlara da karşı mücadele edilmeye başlandı. Yaşam standartları giderek düşen memurlar bir süre sonra işçilerle rekabet halinde değil, dayanışma içinde olan bir sınıf olarak var oldu. Bugün yaşadığımız orta sınıfın tasfiyesi sürecinde memurlar önemli bir devrimci potansiyel olarak karşımızda duruyorlar ve yaşadığımız durgunluk döneminde pek çok zaman işçi sınıfından daha militan ve kararlı tavır alabiliyorlar. 1989 ya da 1996 gibi hareketli dönemlerde en önemli dinamiklerden biri olmaları pek çok şeyin göstergesi.
Bu coğrafyadaki köylü hareketleri de önemli mücadele deneyimlerine sahip. 1968 Samsun ve Trabzon’da, 1978-79 yıllarında Giresun ve Ordu yörelerinde yapılan “Fındıkta Sömürüye Son” mitingleri, 1970 yılının yazında Giresun, Ordu, Fatsa, Bulancak, Tirebolu, Espiye ve Vakfıkebir’de tefeci-tüccar sömürüsüne karşı fındık üreticilerinin düzenlediği mitingler, 1971 yılının başında Eşme’de ve Alaçam’da düzenlenen tütün mitingleri, Bursa’da Zeytin üreticisinden, süt üreticisine pek çok sektörde çalışan köylülerin yaşadıkları çok büyük sorunları dile getirmek için 1996 Nisan ayı boyunca sürdürdükleri eylemler bu konuda önemli bir kaç örnek. Bu büyük eylemliliklerin yanı sıra özellikle 1967-1971 yılları arasında yoğunlaşan biçimde büyük toprak ağalarına, tüccarlara ya da hazineye ait arazileri işgal etmek gibi radikal deneyimler de yaşandı. Bu konuda yaşanan deneyimlerden Tokat Uzunburun köylülerinin hazine topraklarını işgali, Elmalı köylülerinin toprak ağalarına ait toprakları işgali, Odabaşı, Gölpına, Beyceli, Karamık, Değirmenözü köylülerinin toprak işgalleri örnek olarak verilebilir. Ayrıca Fatsa’da Fikri Sönmez’in belediye başkanı olmasıyla başlayıp devletin nokta operasyonuyla sona eren özyönetim deneyimini de anmak gerekir. Tüm bu deneyimler köylülerin de yeri geldiğinde devrimci tavır takınabildiklerinin ve kendi yaşamlarını ellerine alabildiklerinin bu coğrafyadan göstergeleri.
Sonuç
“Sınıfın devrimci potansiyelinin ortadan kalktığı” “Tarihin sonunun geldiği” gibi söylemlerle yaratılan ideolojik dezenformasyona karşı verilecek en iyi cevap sınıfın kendi pratikleri olacaktır. Mücadele tarihleri boyunca bir öncüye ya da lidere ihtiyaç duymadan yarattığı deneyimler ve bugün hala yeni deneyimlerin yaratılıyor olması, bize devrimin hala mümkün olduğuna, sınıfın özgürlükçü bir toplum yaratacak güce sahip olduğuna dair umut veriyor. Yaşadığımız coğrafyadaki anarşistler için bu tartışmalar diğer pek çok ülkeden farklı olarak henüz yeni. Sınıf perspektifli, toplumcu bir anarşizm için, yaşanan emek mücadeleleri ve bu mücadeleler içinde açığa çıkan özgürlükçü ve devrimci potansiyel bu coğrafyadaki tek referans sayılabilir. Bu referanslar içerisinden sahiplenebileceğimiz ve deneyimler kazanacağımız pek çok örnek söz konusu. Gerçek anlamda mücadele etmeye başlamadan önce özgürlükçü ve devrimci anlayışa sahip bir sınıf mücadelesinin nasıl yaratılabileceğini tartışmak bizim önümüzü görmemizi sağlayacaktır. Bir diğer önemli nokta ise pek çok akım tarafından farklı algılanan ve yorumlanan sınıf ve sınıf mücadelesi kavramlarını güncel ve ampirik verilerle tekrar tekrar tartışmak ve bu incelemenin inemediği derinlikte analiz etmek bir zorunluluk. Ancak her şeyin ötesinde yapmamız gereken işçilerden, memurlara, köylülerden, yakın zamanda yaptıkları eylemlerle gündeme gelen seyyar satıcılar gibi kesimlere ve yeni ortaya çıkan üretim biçimleriyle yaşamlarını sürdüren emekçilerin sahip olduğu büyük gücü görmek ve emek ve sermaye cephesinde emeğin yanında yerimizi almaktır.
Notlar:
[1] ROCKER, Rudolf. Anarko Sendikalizm, Kaos Yay., 2000
[2] ARŞİNOV, Peter. Mahnovşçina, Kaos Yay., 1998
[3] D. Quataert & E. J. Zürcher. Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler, İletişim yay., 1998
[4] YARAŞIR, Volkan. Sokata Politika, Gendaş A. Ş., 2002
[5] ŞEN, Sedat. İşçi Sınıfı Eylemleri ve Devrimimiz, Diyalektik yay., 1993
[6] ÇELİK, Nuri. İş Hukuku Dersleri, Beta Basım A. Ş., 2004
[7] OĞUZ, Hasan. 1980 Sonrası İşçi Hareketinde Durum, Scala yay., 1995
[8] kesk.org.tr
[9] halkevleri.org.tr
Kaynak : Kara Kızıl Notlar dergisi