Bizim kuzeyimiz Güneydir
Bizim gemilerimiz kuzeye gitmek
için çıkmazlar,inerler
(Joaquin Torres-Garcia)
Giriş:
Stuart Hall’a göre, modern iletişim araçları asla toplumsal yapılar ve pratikler alanı dışında kavramsallaştırılamazlar, çünkü giderek artan oranda bu alanın bir parçası haline gelmektedirler. Günümüzde iletişim kurumları ve ilişkileri toplumsal alanı tanımlamakta ve inşa etmekte; siyasal alanın inşasına yardım etmekte; üretken ekonomik ilişkileri dolayımlamakta ve modern endüstriyel sistemler içinde “maddi bir güç” haline gelip, bizatihi teknolojik olanı tanımlamaktadırlar; kısacası kültürel olana hükmetmektedirler. Giderek artan bir biçimde kültürel ve toplumsal dünyaya ilişkin deneyimlerimiz haline gelen ikinci düzey evrenleri inşa edip ve yaşatmaktalar. Anlamın üretimi ve dönüştürümü modern toplumlardaki kültürel ilişkilerin bir parçası ve bölümüdür. Kitle iletişim araçları ve bu araçların ilettiği iletilerin doğru anlamlandırabilmesi, ancak toplumsal ilişkilerin ve iktidar yapılanmasının doğru anlamlandırılabilmesiyle mümkündür; bu bağlamda iletişimin toplumsal pratikler dışında kavramsallaştırılması nafile bir çabadan ibaret olacaktır. Bu nedenle Latin Amerika’nın devrimci televizyonu Telesur’dan bahsetmeden önce küreselleşme kavramını ve bu bağlamda da bir kırılma noktası olarak 80’li yıllarda meydana gelen toplumsal değişimi ana hatlarıyla tartışmak, konunun nesnel bir bağlama oturması açısından faydalı olacaktır.
‘’İnsanlık 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar deyim yerindeyse küreselleşme tanımı ile tanışmadı.Bundan birkaç yüzyıl öncesinde İngiliz dilindeki küre(global) sözcüğü gezegeni anlatmak, özellikle de yerkürenin yuvarlak olduğunu dillendirmek için kullanılırdı. Küreselleşme fiili (globalize) ilk kez 1940 yılında küresellik (globalizm) sözcüğü ile hayatımıza girdi.(…) Sonraki on yıllarda diğer dillere sıçradı’’
Kakınç’a göre eğer bir sözcük kıtaları ve kültürleri aşarak ortak bir kullanım kazanıyorsa bu durum olumlu veya olumsuz yönden bir birikimin, bir takım yani koşulları tartışabilmek için yeni bir terminolojiye duyulan ihtiyacın göstergesidir ve 1980’li yıllarla birlikte değişik ülkelerde değişik akademik çevreler küreselleşme terminolojisini kullanmaya başlamışlardır.
80’li yıllar tüm dünyada ciddi ekonomik, toplumsal ve kültürel değişimlerin ardı ardına geldiği ve özellikle Amerikan çokuluslu şirketlerinin desteklediği küresel yapılanmanın etkisini arttırarak yerleşikleştiği yıllar olmuştur. Özellikle 70’li yıllarda ard arda meydana gelen ekonomik krizler, o ana dek uygulanan ekonomi politikalarında ciddi radikal değişimleri gerekli kılmış ve altyapıda meydana gelen bu değişimler kısa sürede üstyapıda da etkisini göstermiştir. Bu dönemin temel aktörleri çokuluslu şirketler ve bu şirketlerin ideolojisinin taşıyıcılığını yapan Amerikan Kültürü’dür. Özellikle enformasyon ve finans alanında meydana gelen hızlı değişimler kısa sürede, farklı bir “hizmet sınıfının” toplumun hem en çok kazanan hem de en çok tartışılan kesimi haline gelmesine neden olmuştur. 80’li yıllar aynı zamanda Reagan ve Teatcher ile simgelenen “vahşi kapitalizmin” kurallarının tam anlamıyla yürürlülüğe girdiği, tüketim kültürünün gerektirdiği “bireyci” insan tipinin toplumun tüm katmanlarında kabul gördüğü ve örgütlü siyasetin bozguna uğradığı yıllardır. Modernitenin kutsadığı “ulus devlet” ve “sosyal devlet” anlayışı, bu dönemde yerini neo-liberal dönemin norm ve değerleriyle yeniden tanımlamak durumunda kalmıştır. Tüm bu gelişmelerin yanı sıra, Sovyetler Birliği’nin yaşadığı dağılmanın ardından Dünya tek kutuplu bir hale gelmiş ve bu tek kutbun kültürü tüm dünyada etkin bir şekilde dolaşıma sokulmuştur.
İletişim ve toplum arasındaki yaşanan ilişkinin biçimi açısından da 80’li yıllar önemli eğişimleri beraberinde getirmiştir. 70’li yıllarda tohumları atılan post-fordist dönem, 80’li yıllarla birlikte iyice yerleşikleşmiş ve gündelik yaşam pratiklerini ve toplumsal kurumları kendi ideolojisine bağımlı kılmıştır. 80’li yıllarla birlikte ekonomik ve teknoloji alanda meydana gelen hızlı ve dönüştürücü değişimler, medya düzeninde önemli kırılmalara yol açmıştır. Bu süreçte ulus devletler, hakimiyetlerini çok uluslu şirketlerle paylaşmak zorunda kalmış, global ölçüde zenginleşen ve büyüyen bu şirketler, medya alanına da önemli yatırımlar yaparak, kitle iletişimini kendi rasyonaliteleri doğrultusunda biçimlendirmişlerdir. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Kuzey Avrupa’nın çok ortaklı ve çok uluslu medyasının hedef kitlesi sadece ulus devletin vatandaşlarıyla sınırlı değildir artık; dünyanın her köşesindeki insanlar, bu medya gruplarının muhtemel hedef kitlesi, daha da rasyonel bir deyişle “tüketicisi” konumunda algılanmış ve yayın politikaları da bu doğrultuda oluşturulmuştur. David Morley ve Kevin Robins’e göre bu süreçte kamu hizmeti döneminin siyasi ve toplumsal endişeleri -demokrasi ve kamu hayatı, ulusal kültür ve kimlik gibi endişeler- yeni medya piyasalarının gelişimini engelleyen faktörler olarak görülmeye başlanmış ve yeni medya düzeninde bu tip “ticari engellerin” ortadan kalkması amaçlanmıştır.
Yukarıda sözünü ettiğimiz bu süreç içerisinde Latin Amerikan televizyon kanalı Telesur , Latin Amerika gerçeklerinin Amerika dolayımından geçerek değil de kendi kültürlerince biçimlendirilerek halkına ulaşmasını sağlama vaadi ile Mayıs 2005’te yayın hayatına başladı. ‘’Latin Amerika halkları kendi gerçeklikleri ve etraflarındaki diğer halkların gerçeklikleri hakkındaki bilinçlerini kaybetmişlerdir. Dolayısıyla baskın medyalar zihinleri Kuzay Amerika’nın savaş projelerine hazırlamak üzere şiddeti ve savaşı, kendi estetik anlayışlarını, kendi sözcük dağarcıklarını kabul ettirmeye çalışıyorlar’’
Bu çalışma kapsamında Güney’in Kuzey’e bu meydan okuyuşunu ve bilgi akışını tersine çevirme gayretini haklılaştıran tarihsel arka plana kısaca değinilmiş, Telesur’un yayın politikası ele alınarak, kanalın devrimci yapılanışının altı çizilmeye çalışılmıştır.
ABD’NİN ARKA BAHÇESİ: LATİN AMERİKA
‘’ABD dünya sisteminde temel bir jeostratejik aktör olarak, gerçek anlamda ‘’küresel’’ bir strateji geliştirmek durumunda kalmıştır. Nereden gelirlerse gelsinler, ekonomik ya da politik dış değişiklikler Amerikan gücünün stratejik çıkarlarına göre değerlendirilirler.’’ Bu ilkeden hareketle ABD Monroe doktrininden bu yana, coğrafi olarak hemen yanıbaşında konumlanmış Latin Amerika ülkelerinin politik, toplumsal ve hatta kültürel düzlemde etkin bir dış politika izlemiş olup, bu politikaları nedeniyle çoğu zaman bu ülkelerin tarifi zor acılar çekmesine sebep vermiştir ve vermektedir.
‘’Latin Amerika, Monroe Doktrininden (1823) bu yana ABD’nin doğal etki alanıdır. ABD’nin kendilerini ‘’Amerika’’ ve ‘’Amerikalılar’’ diye adlandırarak kıtanın adını gaspetmeleri bir raslantı değildir. Karayip Denizi Mckinley ve Thedore Roosevelt’ten bu yana egemen olmak zorunda oldukları bir ‘’Amerikan denizi’’ gibi düşünülür.’’
Lefebre’ye göre ABD’nin Latin Amerika’da iki amacı vardır: Monroe doktrini sürekliliği içinde tüm dış güçlerin kıtaya ayak basmasını engellemek; doğal kaynakları elinin altında bulundurmak (özellikle Venezuela ve Meksika petrolü). ABD bu amaçlarına ulaşabilmek ve bölgeyi kontrol altında tutabilmek için Rusya’nın ve dolayısıyla komünizmin hala bir tehlike olduğu Soğuk Savaş döneminde Latin Amerika diktatörlüklerini desteklemiş, Soğuk Savaşın sona ermesinin ardındansa –zaman zaman zor kullanarak- kıtanın demokratikleştirilmesine çalışmıştır.
Buradan hareketle, ABD’nin sık sık atıfta bulunarak Latin Amerika’ya müdahalede bulunmayı haklılaştırdığı Monroe Doktrini’ne değinmekte fayda var. Bu doktrin 19. yüzyılın ilk yirmi yılında İspanyol sömürgesi olmaktan kurtularak bağımsızlıklarını ilan eden Latin Amerika ülkelerine gerektiğinde müdahale etme ve bu ülkelerden maksimum faydayı sağlayabilmek amacıyla ABD’nin kendi kendini bu ülkelerin hamisi olarak nitelendirmesini içermekteydi.
2 Aralık 1823 tarihli doktrin, ‘’ Avrupalıların ABD ile içten ve dostça ilişkiler adına, politik sistemlerini yarıküremizin herhangi bir yerinde kurmak isteme niyetlerini barışımızın ve güvenliğimizin bir tehditi olarak kabul ediyoruz. Biz Avrupa ülkelerinin zaten varolan koloni ve sömürge sorunlarına burnumuzu sokmak istemedik ve gelecekte de bu işlere karışmak istemiyoruz. Bununla birlikte, bağımsızlıklarını ilan eden ya da elde eden ve bu bağımsızlıkları bizim tarafımızdan tanınan ülkeler için onlara baskıyı ya da herhangi bir denetimi amaçlayan her eylemi ABD’ye karşı düşmanca bir tutumun ifadesi olarak kabul etmek zorundayız’’ gibi ifadeler içermektedir.
Bu doktrin Colleoni’ye göre 1919’DA Meksika Başkanı Venustiano Carranza’nın başkanlık mesajında doğru bir şekilde değerlendirildi. ‘’…. Monroe Doktrini onu istemeyen ve ona ihtiyacı olmayan uluslara zorla kabul ettirilen keyfi bir himayeyi temsil eder. Monroe Doktrini karşılıklılık ilkesine dayanmaz ve sonuçlarıyla da haksızdır… Latin Amerika üzerinde uygulanan vasilik sistemidir… ve varolmaması, gerekir… Öyle bir durumdayız ki, birisi diğerlerine ‘teveccüh’ gösteriyor ve reddedilir reddedilmez ne olursa olsun onu zorla kabul ettirmeye çalışıyor.’’ Meksika başkanının değerlendirmesinde de belirtildiği üzere, kendisine Latin Amerika ülkelerinin vasisi süsü veren ABD yönetimlerince neredeyse 200 yıllık bir süreçte bu ülkelerin çeşitli şekillerde sömürüsünü getirmiştir. Özellikle 1900’lü yılların başından itibaren ABD bölgedeki bu ülkeleri yarı sömürge konumuna getirmiştir.
Günümüze dönüp baktığımızda ABD’nin bölgede askeri açıdan da konuşlanmış olması da Latin Amerika üzerindeki bu sömürgeci politikasının bir göstergesidir. ‘’ABD’nin bölgedeki varlığı (askeri) Kolombiya ile sınırlı değil. Peru, Ekvator, Kosta Rica ve Dominik Cumhuriyeti’ndeki askeri üsler dışında 16 bin ABD askerini ihtiva edecek askeri havaalanı ve üssün inşaası /organizasyonu için uçaklar ve muhimmatla donanmış tam 500 asker de Paraguay’da konumlanmış olarak bekliyor. Kolombiya’daki 800 askerin sayısı da Bush yönetiminin kararıyla 2004’te 1400’e yükseltildi’’
‘’Ekonomik alanda ABD hegemonik bir konumdadır (gayri safi ulusal üretim kıtanın tüm öteki ülkelerinin toplamının iki katıdır) ve bölgede bir takım farklı amaçları sözkonusudur. ticaret ve finans bağlarını güçlendirmek, göçü yavaşlatmak, uyuşturucu kaçakçılığı ile mücadele ve bazı ara bölgelerde yasaklanmış etkinlikleri denetlemek.ABD 1961’den başlayarak kıtayı az gelişmişlikten kurtarabilmek amacıyla bir yardım programı başlatmıştır.’’ Elbetteki bu amaçlar ve yardım programı kalkınma teorisi başlığı altında kıtadaki ülkeleri ABD’ye bağımlı kırmaya devam edegelmiştir.
ABD’nin bölgeye askeri müdahalelerine kısaca göz atarsak; 1821’de Meksika bağımsızlığını ilan ettikten sora, Meksika hükümeti Teksas’a Amerikan göç hareketlerinin hızlanmasına izin verdi. 1830’da bu göç o kadar büyümüştü ki 3500 Meksikalıya karşı otuz milyon Kuzey Amerikalı vardı. 1827 yılında ABD Texas’ı almak için 1 milyon dolar önerdi ve öneri reddedildi. İsyanlar ve ayaklanmalar başladı ve Texas 1835’te bağımsızlığını ilen etti, ardından Texas ABD tarafından ilhak edildi. 1846’da Meksika’ya resmen savaş açıldı. 1948’de bu savaşın sonunda Meksika topraklarının 2 milyon 500 bin kilometrekaresi ABD’ye katıldı. Bundan sonra 1914 yılında Huerta’yı devirme girişiminde bulunuyor. (ki İngiliz sermayesinin bölgeye girişini engellemek adına yapıldığı söylenir) 1916’ya kadar Meksika topraklarının kuzeyi istila edildi. Bunun dışında yine ABD’nin Meksika’ya sayısız müdahaleleri var.
Küba’ya baktığımızda, Küba takımadalarının konumuyla Kuzey Amerika kıtasının doğal bir parçasını oluşturması (!) Nedeniyle ABD’nin 1805 yılından itibaren dikkatini çekmiştir. Fakat Küba’nın bağımsız olmayışı nedeniyle çeşitli dönemlerde İspanyol yönetiminde Küba talep edilmiştir. 10 Aralık 1898’de Küba İspanya’dan bağımsızlığını ilan ediyor. Ancak 1899’da tüm genel amerikan binalarının üzerine Küba değil Amerikan bayrakları çekildi. Küba 1902’de biçimsel olarak cumhuriyeti ilan etse de hiçbir zaman tam bağımsız olamadı. ABD Küba Anayasası’na ‘’ ABD’nin amerikan yuttaşlarının yaşamını ve çıkarlarını korumak için kaçınılmaz olarak gördüğü her sefer Küba’ya askeri müdahalede bulunma hakkı vardır’’ maddesini sokmayı başarıyor. 16 Şubat 1959’da Fidel Castro’nun başbakan oluşuna kadar ki süreçte Küba ABD tarafından sömürgeleştiriliyor ve tabi ki askeri müdahalelerle Castro’yu devirmeye çalışıyor, saldırılarda bulunuyor.
Venezuela’da Amerikan yanlısı Gomez’in iktidarında (1908-1935) çok uluslu şirketler Venezuela’nın petrol kaynaklarını gaspettiler öyle ki ülke çıkan petrolün ancak %5’ini alıyordu. 1958 yılında Küba ile ilişkileri kesen Romulo Betancourt ABD emirlerinin sadık bir uygulayıcısıydı. 1986’da ABD hükümeti Venezuela petrolüne ambargo uygulamaya başladı. Günümüzde de Chavez liderliğinde Venezuela ABD’nin bu sömürüsünü ve yıllardır ülke kaynakları üzerinde çok uluslu ülkelerin kemikleşmiş uygulamalarını kırmaya çalışmaktadır.
Uruguay’ın ABD tekellerine sunacağı tahıl ve yağlı bitkiler tarımı dışında koyun, keçi, sığır gibi hayvanlardan başka birşeyi yoktu. 70’li yıllarda ABD desteği ile iktidarı gaspeden diktatör Bordaberry silahlerı da içermek üzere herşeyi ABD’den getiriyordu. 1976’da bu diktatörlük devrilip iktidar Brezilya diktatörlüğünün hayranı Mendes’in eline geçti. 1977 boyunca baskılar sosyal hak isteyen herkes üzerinde devam etti. 1980’de yapılan referandumla sivil bir hükümetin kurulmasına izin veriliyor. 1986 yılı itibariyle Uruguay’da diğer Latin Amerika ülkeleri ile ilişkiler sağlamlaştırılıyor.
Arjantin’de Amerikan saldırısı ilk adımlarını 1831’de general Rosas iktidarında attı. Bahane, balık tutmayı düzenleyen yasalara uymayan üç amerikan küçük yelkenlisinin Arjantin yetkilileri tarafından tutulmasıydı. 1949’da Arjantin ekonomik bir krizin içinde bulunuyordu ve başkan Peron milliyetçi tutumunu bırakarak ABD’den 125 milyon dolarlık ödünç para istedi ve Standard Oil of California şirketleriyle bazı anlaşmalara razı oldu. Askeri hükümetlerin yardımı sayesinde, tekeller ülkeden 1968 yılında altı bin milyon dolar kar elde ettiler. 1973’te Esso ve Shell şirketleri petrol rafinerilerinin ve ticaretlerinin %48’ini ellerinde tutuyorlardı. 1974’te Peron öldü. Ülkede isyan çıktı askeri cunta yönetimi ile ABD arasına mesafe koydu. 1981’de ABD Arjantin’e karşı politikasında sert bir dönüş oldu. İnsan haklarına saygı konusundaki ısrarlarından vazgeçerek rejimle tekrar ilişki içerisine girdi. 1976-1983 yıllarında sermayelerin ABD’ye, Kanada’ya, İspanya’ya ve Brezilya’ya ihracından dolayı Arjantin 30 milyar dolar kaybetti.
Tüm bu müdahalelerin, silahlı çatışmaların, ticaret anlaşmalarının ya da ‘yardım’ adı altında yapılan sömürülerin amacı Latin Amerika ülkelerinin kaynaklarından sonuna kadar yararlanabilmekti. ‘’Yankee’lerin Latin Amerika’ya muazzam sermayeler getirdikleri ileri sürülebilir:bununla birlikte, bunları yerel nüfusa yardım etmek için yatırmadıklarının, ama daha şiddetli bir sömürü için elverişli koşullar yaratmak amacıyla ve amerikan sanayi için kaçınılmaz temel maddelerin teslimini sağlamak için yaptıklarının altını çizmek gerekir. Bu şekilde, gelecek yıllar için ham madde kaynaklarını dokunulmamış bir şekilde korumak istiyorlardı. ’’
ABD’nin Latin Amerika politikasının kıtada sebep olduğu tek şey bu ülkelerin halklarına getirdiği zorlu yaşama koşulları ve kıtlıktı. ‘’Geçmişte besin maddelerinin üretimi için kendi kendilerine yeten ülkeler bugün bunları ABD’den ithal etmek zorundadırlar. US News and Worl Report gazetesine göre, Latin Amerika’ya tekeller tarafından 1969’da yapılan yatırımlar 1100 milyon dolardı, oysa, bu yıl karlar 5000 milyon doları geçmişti: bu şu anlama geliyordu: şirketler yatırdıkları her bir dolardan beş dolar kar almışlardı. Latin Amerika halkı açlıktan kırılırken, onların zenginlikleri ve çalışmaları ABD yurttaşlarının refahını ve rahatını arttırmaya yarıyordu’’
Tekrar Latin Amerika ülkelerinin geneline bakarsak, kişi başı gelir Asya ve Afrika kıtalarına ve gelişmiş ülkelere nazaran çok daha az bir hızla artmıştır. ‘’Bölgenin genelinde neo liberal dönemden önce yüksek olan kişi başı gelir artışı 1980-1999 arası %11’e inmiştir ve 2000’lerde NAFTA ve IMF destekli kemer sıkma programları uygulandığından beri%3’lere gerilemiştir.(…) ’’
ABD’nin Latin Amerika ülkelerini algılayışını Henri Kissenger’ın sözcükleriyle özetlemek gerekirse: ‘’ Politik sistemleri demokratiktir, ekonomileri artan şekilde Pazar yönelimlidir; ülkeler arasındaki anlaşmazlıklar görüşmeler ya da arabuluculuk yoluyla giderilir. (…) Yerel üretime oranla silah harcamaları Latin Amerika’da dünyanın diğer bögelerinin tümünden daha düşüktür. Bu açıdan bakıldığında, Latin Amerika, özellikle Arjantin, Brezilya ve Meksika, küreselleşmiş dünyaya girmektedir ve demokrasi ile serbest Pazar ilkeleri açısından bir başarı öyküsü ortaya koymaktadır.’’ Bunun altını çizdikten sonra Kissinger Latin Amerika ülkelerine karşı ABD’nin bir takım kaygılarını da dile getirmektedir. ‘’Ancak az gelişmiş ve ilerlemiş taknolojiyle interneti paylaşmaktan hayli uzak bir başka Latin Amerika dünyası da vardır. Bu Latin Amerika’da politik ve ekonomik dünyalar arasındaki uçurum göze batacak şekildedir. Burada zenginle yoksul arasındaki uçurum büyümektedir. Örneğin Venezuaela gibi bazı ülkelerde popülist, özünde otoriter hareketler demokratik kurumlara meydan okumaktadır.’’ Kissinger’in bu iddiasının aksine Chavez 1998’de yapılan seçimlerde ‘sözleşmeli demokrtasi’den katılımcı demokrasiye geçişin yolunu açmış ve onun partisi olan MVR %56’lık oy oranı ile iktidara gelmiştir. Chavez’in seçildiği dönemde kişi başına düşen gelir %35 gerilerken, onun iktidari ile bu rakam önce dondurulmuş ve sonrasında artmaya başlamıştır.
Fakat Kissinger’in söylemini ABD tarfından haklılaştıran şey Chavez’in ABD politikalarına karşı takındığı tavırdır. ‘’Chavez’in uluısal gelişim programlarına sağladığı fonların en büyük kesimi 2002 petrol fiyatlarında yaşanan artıştan kaynaklanmaktadır. Bu gelir sosyal programlara ve kooperatiflere oldukça yüklü mali kaynak ayırarak, toplumsallaştırılıyor.’’ Bunun yanı sıra Venezuela’nın Ortadoğu’dan sonra bilinen en büyük hidrokarbon rezervlerine sahip oluşu, Chavez’in kandinden önceki dönemde ABD yanlısı politikaları ile giderek zenginleşen ve neredeyse hiç vergi vermeyen seçkinlere uyguladığı vergi politikası, işçilerin yönetime katılımı, burjuvaziyi mülksüzleştirme uygulamaları ABD’nin çok da hoşuna gitmeyen bir süreç olarak devam etmektedir.
‘’Latin Amerika’da hem yoksulluk hem de gelir adaletsizliği had safhadadır. BM’ye göre bölge nüfusunun yoksulluk sınırı altında yaşayan kesimi %50 civarındadır.Uluslar arası kurumlar ve Washington’a göre bu tablo neo liberal reformların yeterince kararlı bir biçimde uygulanmamasının sonucudur.Oysa Latin Amerika halklarının büyük bir kesiminin artık bu masala karnı toktur’’ Bu alıntıdan da anlaşılabileceği üzere, ABD’nin, Latin Amerika ülkelerinde siyasal ve ekonomik alanda oluşan son değişikliklere rahatsız bir biçimde gözünü çevirmiş olduğunu belirtmekte fayda vardır. Özellikle Irak’ta sürdürdüğü politikalarla çeşitli eleştirilerin de hedefi olduğu bu dönemde ‘arka bahçesinde’ neredeyse 200 yıldır kendi lehine kurmaya çalıştığı dengeler bozulmaktadır.
21. YÜZYIL LATİN AMERİKA’NIN YÜZYILI OLABİLECEK Mİ?
‘’Morales(*)’in dediği gibi 21. yüzyıl Latin Amerikan yüzyılı olur mu bilemeyiz ama bölgenin bu yıla damgasını vuracağı kesin.(…) Şu ana kadarki Bolivya ve Şili seçim sonuçlarına ve halihazırdaki Arjantin, Brezilya, Uruguay ve Venezuela hükümetlerine bakarsak Latin Amerika siyasal arenasında sola doğru bir kayış olduğunu gözlemleyebiliriz.’’
Amerika kıtasının güneyinde 10 latin ülkesi – Kosta Rika, Guyana,Peru, Kolombiya, Meksika, Nikaragua, Ekvador, Brezilya ve Venezuela- bu yıl seçimlere gidecek. Bolivya ve Şili’de seçimler Aralık 2005’te yapıldı ve sandıklardan çıkan anti neo-liberal politikalardı. Bu zamana kadar IMF, Dünya Bankası ve Washington’un ekonomik reformlarının bölge halkına sadece yoksulluk getirdiği gözlenmiştir. ‘’Bu bakımdan Latin Amerika’da bir süredir görevde olan hükümetlerin ve Morales gibi yeni seçilmişlerin ne tür bir ekonomik programı yürürlüğe koyacakları ve neo-liberal politikalardan ne kadar uzak durabilecekleri hem solun Latin Amerika’daki geleceği, hem de alternatif bir gelişme stratejisi yaratması açısından önemlidir.’’
Chavez, Lula, Morales gibi liderler Latin Amerika’da ekonomik entegrasyonu sağlamak amacıyla IMF ve Dünya Bankası karşısında daha güçlü bir konuma sahip olabilmek için ticaret blokları kurmayı öneriyorlar. Bölgede NAFTA (North America Free Trade Agreement) -1993 yılında onaylanan Kanada, Meksika ve ABD’yi içine alan Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması- ve FTAA (Free Trade Area of The Americas) gibi Amerika lehine ticareti öngören anlaşmalara alternatif olarak Arjantin, Brezilya, Paraguay ve Uruguay arasında oluşturulan bir ticaret birliği olarak Mercosur’un varlığı ve 2004-2005 yılı içinde bu örgütlenmenin AB ile serbest ticaret konulu görüşmeleri başlatmış olması ABD’yi tedirgin etmektedir. Hatta eski dışişleri bakanı Kissinger, Clinton yönetimini bu konuda eleştirmekte ve Mercosur’a dair tedirginliğini dile getirmektedir.’’ Uzun süreden beri NAFTA’ya giriş sözü ile bekletilen Şili, Mercosur’a üye olmuş ve Bolivya, Venezuela ve Peru’nun ilgiyle yaklaşmalarını sağlamıştır. Her yeni ticaret bloğu gibi Mercosur da niyetinin ayrımcı olmadığını bildirmektedir, ancak gerçek bunun tam tersinedir.’’
Bu oluşumlardan başka, ALCA(Area de Libre Comercio de las Americas-Amerikalar Serbest ticaret Bölgesi) ve ALBA ( Alternativa Bolivariana Para la America- Amerikalar için Bolivarcı Alternatif) gibi projeler de Latin Amerika’da NAFTA ve FTAA’nın karşısına çıkarılmaktadır. ‘’Bir tarafta sırtını askeri güce dayamaktan çekinmeyen, açık Pazar kisvesine bürünmüş sömürgeciliğin ve ticari hakimiyetin gerçekliği. Diğer tarafta: birinci dünyanın vesayetinden ve onun yol açtığı boyun eğme halinden arınmış bir kültürel ve siyasi entegrasyon projesi.’’
Soğuk Savaş sonrası tek kutuplu dünyanın, küreselleşme lideri ABD son dönemde dış politikadaki uygulamaları (Ortadoğu’da Filistin, Avrupalı muhaliflerine karşı Kyoto Protokolu,Uluslar arası ceza mahkemesinin kuruluşunu önlemek, Anti-Balistik Füze Antlaşması’nı ihlali v.b.) nedeniyle ciddi eleştirilerin hedefi konumudadır. Özellikle Ortadoğu’da uyguladığı siyaset ve Irak müdahalesi ABD karşıtlığını da beraberinde getirmektedir.’’Hedefleri açısından barışçı ve diğer Amerikan karşıtlığı versiyonlarına kıyasla daha gerçekçi olan bir yaklaşımla Amerikan karşıtlığının kesinlikle Amerikalıları kapsamadığını ABD hükümetinin dış politikalarına yönelmiş olduğunu ileri sürenler dahi aslında gerçeklikten kopmaktadırlar. Çünkü yalnızca hükümet değil, cahillikleri ve kayıtsızlıkları nedeniyle Amrikalılar da aslında dünyada pek çok insanı kızdırmaktadır’’
Gerek Avrupa gerekse diğer ülkelerdeki kamuoyunu ABD karşıtı yapan uygulamalara karşı Amerikalıları eleştiriken medyanın etkisine de değinmekte fayda vardır. ‘’ Elbette bilgisizlik halka değil, başta medya olmak üzere kamuoyunun bilgisini / bilgisizliğini inşa eden çeşitli kurumlara kızmayı gerektirmektedir. Öte yandan medyanın göstermediği birşeyi görmek, dünyanın hiçbir yerinde Amerika’daki kadar kolay değildir. ’’ Tam da bu noktada Latin Amerika’daki bir diğer önemli ve ABD’yi tedirgin eden gelişmeden bahsetmek gereklidir. O da Latin Amerika TV kanalı Telesur’un Mayıs 2005 tarihinde yayına başlamış olması ve Amerika’nın Latin Amerika ülkeleri üzerinde kültürel emperyalizmine karşı bir duruş sergiliyor oluşudur.
Kissinger’in de söylediği gibi ‘’ Bir toplum ABD’nin karşısında duranlar kadar karmaşık güçlüklerle yüz yüze geldiğinde, genellikle o toplumun ‘dönüm noktasında’ olduğu söylenir. Ancak benzersiz olanlar yalnızca güçlükler değildir; bir dönüm noktasını neyin oluşturduğunun tanımı da bir o kadar eşsizdir. Tarihsel olarak bu terim, belirli bir seçeneklerkümesiyle birleştirilmiş, seçenek daha sonra gelecekteki politikanın yönünü belirlemiştir’’, hem Latin Amerika hem de ABD bir dönüm noktasına gelmiştir. Geçtiğimiz yüzyıl ABD’nin yüzyılı olmuştur, bu yüzyılın da Latin Amerika’nın olup olamayacağı önümüzdeki on yıllarda görülecektir.
GÜNEY’İN TELEVİZYONU TELESUR ve GERÇEKLERİ GÖRMEK
Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez’in parlak buluşu olan pan-Amerikan televizyonu Telesur, 24 Temmuz’da canlı yayına başladı. Pakistan kökenli İngiliz aydın Tarık Ali, ABD’li aktör Danny Glover ve Richard Stallman gibi uluslar arası şahsiyetlerin danışma kurulu üyeleri olarak hazır bulunduğu, Caracas’taki çok modern Teatro Teresa Carrea’da açılış töreniyle ilk yayınına başladı. Telesur, çetin bir maceradır ve beklentileri gittikçe daha da yükseltmektedir. Bu sonbaharın sonuna kadar, kablolu, uydu televizyonlarla ve yerel kanallarla, milyonlarca Latin Amerikalı (ve İspanyolca konuşan ABD sakinleri ve Avrupalılar ) Telesur ‘a izleyebilecek. Daha şimdiden, Arjantin, Uruguay, Küba ve Venezüella ‘da devlet kontrolündeki kanallardan rahatlıkla izlenebilmektedir.
‘’Telesur projesini oluşturan dört Latin Amerikan ülkesi -Arjantin, Küba, Venezuela ve Uruguay- için durum açık ve net: pan-Latin Amerikan televizyon ağları büyük çoğunlukla Kuzey Amerikalı ve ABD’de yapılmış programları yayınlıyorlar. (…) Sadece CNN 2001 yılında 700 milyon dolarlık bir bütçeye sahipken Telesur bunun yaklaşık 300 katı azıyla yetinecek: sırasıyla %51’i Venezuela, %20’si Arjantin, %192u Küba ve %10’u Uruguay tarafında karşılanacak bütçesi topam 2,5 milyon dolar.’’
Venezuela’da büyük medyanın ve dolayısıyla burjuvazinin muhalefeti ile karşılaşan Chavez, işçileri belli oranlarda yönetime katmayı ve emeği ve üretim sürecini toplumsallaştırarak burjuvayı mülkiyetsiz bırakma sürecinin yaşandığı dönemde, burjuvaların mülklerine doğrudan bir girişimde bulunmuş olmamasına karşın aksini dillendiren muhalif medyaya alternatif bir medya ile yanıt vermeyi planlamıştır. ‘’Chavez, büyük medya ile mücadele yöntemi olarak daha sistematik ilerlemeyi tercih ediyor. Buna göre, kıtasal anlamda Tele-Sur televizyonu projesine yüklenirken, ulusal anlamda taban, kamu ve alternatif medya projelerini destekliyor. Sivil toplumun, mahallelerin radyo projeleri ve yayımlanacak yerel gazete ve dergileri için kamusal fonlar seferber ediyor.’’
‘’Kuzey’in medyatik tekeline karşı bir savaşa girişmiş olan Telesur’un çoğulcu olmadan önce militan olacağı kuşkusuzdur ama Telesur, ‘cavizt’olmadan önce çoğulcu olmaya da söz veriyor. (…) Telesur her iletişimsel projenin bir siyasi amacı olduğunu doğrulayarak ahlakın, nesnelliğin ve apolitikliğin erdemleriyle övünen bir sektörde kalıplaşmış fikirleri altüst etmeye başladı bile.’’
Telesur’un ortaya çıkmasına neden olan tespit şudur:‘‘Gerçekleri görelim! Dünya Savaşta: Kuzey ile Güney’i karşı karşıya getiren bir savaş’’
‘’Geleneksel örüntüler geçiş sürecindeyken ve deneyim ile bilginin temeli kökten değişirken, Amerika’nın karşısındaki nihai engel, değerlerini zorla kabul ettirerek değil, görünen tüm dirence karşın çaresizce aydınlanmış liderlik gereksinimi duyan bir dünyada isteyerek kabul edilecek şekilde yayarak, gücünü ahlaki uzlaşmaya dönüştürmelidir.’’ Kissinger’in gayet zeki bir biçimde öngördüğü gibi bilgiye ulaşabilme ve malümatların şekillenmesine dair bir devrimin yaşandığı günümüzde ABD’nin asıl yapması gereken kendinin nasıl algılandığının ayırdında olmak ve bu süreci biçimlendirmektir. ABD, kültürel emperyalizm olarak da adlandırılabilecek olan bu sürece medya vasıtasıyla hakim olmaya çalışmaktadır. ‘’Demokratik sistemde gerekli yanılsamalar zorla dayatılamaz.Tersine, halkın zihnine daha ince araçlarla kazınmalıdırlar.(…) Kısacası önemli olan gündemi belirleme gücüne sahip olmaktır.(…) Fikkirlerin özgürce dile getirilmesinin ne kadar önem taşıdığının farkında olan ABD hükümeti ,uzun süreden beri, himayesinde olan devletlere har türlü yolculuğu ve basılı malzemeleri izleyip denetleme zorunluluğunu kabul ettirme yollarını aramıştır.’’
Telesur, Venezuela Başkanı Hugo Chavez’in ABD’nin bu öngörüsüne yanıt olarak Latin Amerika ülkelerine önerdiği bir çözümdür. Güney’in haberini, Güney’in dili ve Güney’in gerçekliği perspektifinden vererek, ABD’nin bu ülkeler üzerindeki kültürel emperyalizmini durdurmayı amaçlamaktadır.
‘’Güneyde, Kuzey’in ülkelerimizde ve vatandaşlarımızın beyinlerinde kendi gerçekliğimizle uzaktan yakından alakası olmayan ve bugün en önemli ve en etkin hakimiyet aracı konumundaki bilgilerin, değerlerin ve tüketim şemalarının yayılmasına yol açan medyatik tekelinin kurbanlarıyız. Bu gerçekle yüzleşebilmek ve onu değiştirmeye başlamak için bütün dünyaya yayın yapacak ve Güney’den gelen haberleri ve filmleri yayınlayacak bir televizyon kanalının kurulmasını öneriyorum. Bu medyatik tekeli devirmek için gerekli olan en temel aşamadır.’’
Telesur’un Kolombiyalı haber müdürü Jorge Enrique, bir röportajda kanalın nasıl bir yayıncılık hizmeti yapacağını şöyle özetliyor.”CNN ile bir tür bilgi savaşı” mücadelesine girecek ve kar amaçlı medya alıcıları tarafından ihmal edilmiş hikayeleri toplarken titiz davranacak bir medya. ABD’nin genişleyen askeri üsleri , Amazon Havzasındaki su savaşı, Brezilya’daki Topraksız Tarım İşçiler Hareketi ile ilgili hikayeleri de örnek olarak gösteriyor.
Telesur’un danışma Kurulu üyesi Ignacio Ramonet Telesur’un amacını açıklarken:‘’ Latin Amerikalılara kendi gerçekliklerine sahip çıkmalarını sağlamaktır. Bunu yapabilmek için kendi düşselliklerine yeniden sahip çıkmaları gerekmektedir, çünkü kendilerini başkalarının düşselliklerinin boyunduruğunda bir yabancılaşmaya mahkum etmektedirler’’demektedir. İşte bu gerçekliğe sahip çıkabilmek adına Telesur tüm yayınlarını İspanyolca yapmaktadır.
Tüm bunlar her ne kadar iyi gelişmeler gibi görünse de bir yandan da bir propaganda kanalı olarak Telesur’un yansızlık ilkesini çiğneyeceğine dair kaygılar da varlığını sürdürüyor. Fakat ‘’Telesur’un yönetim kurulu başkanı Andras Izarra, kanalın canlı yayına başlamasından birkaç gün sonra diğer mesleği olan Venezuela istihbarat bakanlığından istifa etmesi bu konudaki kaygılara pozitif bir yanıt olarak değerlendirilebilir.’’
Bunların yanısıra Telesur, bir yandan Latin Amerika halklarının entegrasyonu için uğraşırken bir yandan da Avrupa, Asya ve Afrika’da yayın yapmasını sağlayacak ve ‘’dünyanın tüm güneyleri’’ne de söz hakkı veremesini sağlayacak bir uydu sahibi olmayı amaçlıyor. Şu an için yaıynlarında birtakım sorunlar var, kullandığı uydu ile ancak Amerika Kıtası, Batı ve Kuzey Avrupa ile Kuzey Afrika’dan izlenebiliyor. İnternet üzerinden yaptıkları yayınlarda ise hala teknik sorunlar mevcut. Bağımsız bir uyduya sahip olabilmek için Çin ile görüşmesi ile ilginç bir nokta olarak kabul edilebilir.
‘’Kanal, Bogota(Kolombiya), Brazil ( Brezilya), Buenos Aires (Arjantin), Karakas (Venezuela), Mexico City, Havana, Montevideo(Uruguay), La Paz (Bolivya) ve Washington D.C.deki büroları aracılığıyla 24 saat yayın yapıyor. Lokal toplulukların sunucuları aracılığıyla haber programları yapılıyor. Örneğin, Kolombiyalı kızılderili haber sunucusu yerel kıyafetleri içerisinde haberleri sunuyor. Haberlerin yanısıra, sanat, dans, tiyatro, spor, bilim-teknoloji, turizm ve diğer konulara da yer veriliyor. ‘Nojolivud’ (No Hollywood) isimli kanalda Hollywood yapımı olmayan filmler gösteriliyor.’’ ‘’Kanal zamanının %45’ini bir ‘hak’ olarak sunulan haberlere ayırmayı öneriyor. Bu kanalın üç vazgeçilmezinden sadece birini oluşturuyor: Bilgilendirmek, eğitmek ve eğlendirmek.’’
Telesur’un bir diğer özelliği de ticari reklam almayacak olması. Bu haliyle de tecimsellikle ilgili iktidar ilişkilerinin uzağında duracağa benziyor. ‘’Telesur reklam almaması ile değişik bir tür televizyon olacağa benziyor. –fakat bazı yayınlarda olduğu gibi sponsor alıyor- Bütçesi ile –ki yarısı Venezuela ve diğer yarısı diğer üyelerden sağlanan 5 milyon dolara denk düşüyor- en azından bir süre reklamlardan uzak olacak ve bu nedenle potansiyel olarak aşağının sesini daha fazla insana duyurmaya çalışacak.’’
Telesur El Cezire ile de bir takım ortaklık girişimlerinde bulunuyor. ‘’ Katar destekli El Cezire televizyonunun Latin Amerika ‘da ilk şubesini Venezuela başkenti Karakas’a açacağı ve böylece iki televizyon kanalının karşılıklı yardımlaşma içinde olacağı belirtiliyor. Arap ülkeleriningeçenlerde Latin Amerika ülkeleriyle bir araya gelip kaşılıklı yardım ve dayanışma çağrısında bulunmaları da yeni bir gelişme olarak ele alındı‘’
Danışma kurulu üyeleri arasında Nobel Barış ödüllü Adolfo Perez Esquivel ve Uruguay’lı yazar Eduardo Galeano’nun da bulunduğu Telesur, tüm akademisyenler ve meslek profesyonellerini kendi ile çalışimaya da davet ediyor. Telesur internetten yayınladığı tanıtım metninde aslında sadece seyirci aramadıklarını, aynı zamanda yeni bir televizyon modeli yaratmaya hazır iş arkadaşları da aradıklarını belirtiyorlar.
Noam Chomski, ABD’de medya örgütlenmesinin üç modelinden bahseder: 1-Şirket Oligopolü; 2-devlet denetimi, 3- demokratik bir iletişimpolitikası. Bu üçüncüsü halkın önemli ölçüde katılımını gerektiren bir sosyo-politik sistemin bir konu olarak kalması gibi henüz denenmemiştir. Telesur’un bu herkesi katılıma çağıran tonu demokratik bir medyanın varlığının göstergesi olarak da yorumlanabilir.
SONUÇ
Tek kutuplu dünyanın, tek yönlü haber akışına bir alternatif olarak Telesur’u , ABD’nin kültürel emperyalizmine ve bir karşı çıkış olarak görmek mümkündür. Telesur’un fikir babası diyebileceğimiz Hugo Chavez’in askeri kökenli bir yönetici oluşu ve ülkede seçimle işbaşına gelmiş olmasına karşın uyguladığı tüm politikaların demokrasi ya da liberalizm olarak tanımlanamaması ve Chavez’in sık sık popülist çıkışlar yaparak Venezuela’daki tek adam görüntüsü çizmesi Telesur’un aslında demokrat bir kanal olmasından çok Chavez propagandası yapan bir kanal olduğuna dair eleştirileri beraberinde getirmektedir. Her ne kadar kanal tek başlı olmayıp Venezuela, Küba, Arjantin ve Uruguay tarafından ayrılan bir bütçe ile yayın hayatına başladıysa da Chavez ön planda oluşu nedeniyle ‘tek adam’ olarak algılanmakta ve Telesur’un yayın anlayışına kuşku ile bakılmasına neden olmaktadır. Bu eleştirilere ek olarak CNN’in ‘liberal yaklaşımın propagandası’nı yaptığı gibi Telesur’un da ‘solun propagandası’nı yaptığına dair eleştirileri eklemekte yarar vardır. Telesur kuruluşu itibariyle devrimci ve militan yanını zaten gizlemekten yana olmamıştır.
Telesur kendi internet sitesindeki ‘’Bizi görmek, bizi tanımak, bizi tanımak bize saygı duymak bizi sevmeyi öğrenmek, bizi sevmek ise bütünleşmemiz için atılan ilk adım demektir’’ sözcükleriyle Güney’i görünür kılma arzusunu dile getirmektedir. Amerika kıtasının keşfinden itibaren İspanyolların ve son iki asırdır da ABD egemenliğinin gölgesinde yüzyıllardır sömürge ya da yarı sömürge haline getirilen Güney Amerika’nın artık görünür olmaya dair olan bu isteği, uluslar arası politikada da bir takım değişiklere işaret etmektedir.
Katar merkezli televizyon kanalı El- Cezire ile yapmış oldukları anlaşma Telesur ve El-Cezire’nin belli noktalarda işbirliği yapacağının göstergesidir ki dünyanın geri bırakılmış ve sömürülmüş Güney’inin sesinin yavaş yavaş yükselmeye başladığının göstergesidir.
Elbetteki, Telesur’un kuruluşu uluslar arası politika açısından tek başına anlamlı bir gösterge değilken, genel anlamıyla siyasi konjonktüre baktığımızda İslam-Hıristiyan çatışması arasında giderek güç kaybeden ve ülkelere ‘demokrasiyi’getirmek adına yaptığı müdahalelerle inandırıcılığını yitirmiş bir Amerika, kendini yeniden tanımlama ve kimliğini kurma çabası içine girmiş bir Avrupa, artık sömürülen değil tamammiyle bağımsız ve belki de sömüren olmak isteyen bir Güney Amerika ile karşılaşırız. Güney Amerika’nın Avrupa ile olumlu siyasi ilişkiler içerisine girmesi ABD-Latin Amerika-Avrupa üçgenindeki ilişkilerin tekrar gözden geçirilmesi gerekliliğini gözler önüne sermektedir. Telesur tüm bu gelişmelerin nedenlerinden ve belki sonuçlarından sadece biridir ve ortaya çıkışındaki vaadleriyle ezilenlerin, altta kalanların, sesini duyuramayanların sesi olacağının altını çizmiştir.
İngilizcenin hakimiyetine son vermeyi de amaçlayan Telesur, İspanyolca yayın yaparak Güney’in kendi gerçekliğini kendi diliyle ifade etmesine olanak tanımaktadır. Telesur Latin Amerika gerçeklerine Latin Amerikalı bir bakış açısı getirmeyi amaçlamaktadır. Reklam almadan yayın yapma politikası ile de sermayeyi yayıncılıktan uzak tutmaya çalışarak, yansız ve iktidarla girift ilişkiler içerisinde olmayan bir televizyon kanalı olmayı hedeflemektedir.
Yayın hayatındaki varlığına dair teori ileri sürmek ve tahminlerde bulunmak için henüz çok erken olsa da bu haliyle bile adalet ve demokrasi adına atılmış önemli bir adım olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Küreselleşme karşıtı görüntüsü ile ‘’başka bir televizyon’’un mümkün olduğunu görmemiz ve üzerine düşünebilmemiz adına oldukça motive edici bir girişimdir.
GÜNEYİN TELEVİZYONU: TELESUR | Oya Morva
Dipnotlar
1 Stuart Hall,(1994), “İdeoloji ve İletişim Kuramı” Medya, İktidar, İdeoloji , Der: Mehmet Küçük,s.93.
2 S.Halit Kakınç(2004), ‘’Kavramlar Açıklayıcılığını Yitirirken Küreselleşme Amerikanlaşma İlişkisi’’ ABD Dış Politikasında Yeni Yönelimler ve Dünya, Der: Toktamış Ateş, s.13.
3 Kakınç, a.g.m., s.13-15.
4 Morley&Robins, Kimlik Mekanları, Çev: Emrehan Zeybekoğlu, s.29.
5Beto Almedia (2005) Habert Ekolojisi Toplantısı’ndan aktaran Renaud Lambert, Telesur: Güney, Kuzey’in Medyatik Tekelini Alaşağı Etmek İçin Silahlanıyor, Çev: Neveser Köker, Birikim, s. 111-116.
6Maxime Lefebre (2005), Amerikan Dış Politikası, Çev: İsmail Yerguz, s. 105.
7Lefebre, a.g.m., s.111.
8Lefebre, a.g.m.,s.112.
9Angelo Colleoni(1997), Amerikan Emperyalizm Tarihi, Çev:Lerzan Taşçıer, s. 13.
10Angelo Colleoni(1997), Amerikan Emperyalizm Tarihi, Çev:Lerzan Taşçıer, s. 19.
11Tan Morgül (2006), 21.yy Sosyalizmine Bolivarcı Paraf, Birikim, s.45-57.
12 Lefebre, a.g.m., s112.
13Colleoni, a.g.m., s.219.
14Colleoni, a.g.m., s.219.
15Anıl Duman(2005), 2006: Latin Amerika’nın Yılı, Birikim Dergisi, s.30-34.
16Henry Kissinger (2002), Amerika’nın Dış Politikaya İhtiyacı Var mı?, Çev: Tayfun Evyapan, s.71.
17Kissinger, a.g.m., s.72.
18Tan Morgül, a.g.m., s.45-57.
19Tan Morgül, a.g.m., s.45-47.
(*) Bolivya’da %54’lük oy oranı ile seçilen, ABD’ye göre ‘’istikrar tehdidi’’ olan devlet başkanı.
20Anıl Duman, a.g.m., s.30-34.
21Anıl Duman, a.g.m., s.30-34.
22Anıl Duman, s.g.m., s.30-34.
23Kissinger, a.g.m., s.83.
24Renaud Lambert a.g.m., s.111-116.
25Adil Baktıaya, Bir Propaganda Karşı Propaganda Aracı Olarak Dünyada Amerikan Karşıtlığının Yükselişi, ABD Dış Politikasında Yeni Yönelimler ve Dünya, Der. Toktamış Ateş, s.178
26Adil Baktıaya, a.g.m., s.179.
27Kissinger, a.g.m., s.258.
28Marcelo Ballva, Telesur ve Latin Amerika’daki Alternatif Medya,Çev.Fazıl Ahmet Tamer, çevrimiçi. http://www.dunyadanceviri.net/dcteori/teoriDetail.asp?id=24, erişim: 08.04.2006.
29Lambert, a.g.m., s.111-116.
30Tan Morgül, a.g.m., s.45-57.
31Lambert, a.g.m., s.111-116.
32Lambert, a.g.m., s.111-16.
33 Kissinger, a.g.m., s.262.
34Noam Chomsky(2002), Medya Gerçeği, Çev: Abdullah Yılmaz-Osman Akınhay, s.71-72.
35Hugo Chavez, 12.G15 Zirvesi’nin Açılış Konuşması’ndan Aktaran Renaud Lambert, a.g.m., s.111-116.
36Marcelo Ballva, Telesur ve Latin Amerika’daki Alternatif Medya,Çev.Fazıl Ahmet Tamer, çevrimiçi. http://www.dunyadanceviri.net/dcteori/teoriDetail.asp?id=24, erişim: 08.04.2006.
37Lambert, a.g.m., s.11-116.
38Marcelo Ballva, a.g.m.
39Kari Lidersen(2005), Telesur Takes The Airwaves, çevrimiçi: ttp://www.infoshop.org/inews/article.php?story
erişim: 09.04.2006.
40 Lmabert, a.g.m., s.111-116.
41Al Giordano(2005), Welcome Telesur to the Struggle to Light Up the Skies, çevrimiçi: www.narconews.com, erişim:09.04.2006
42 çevrimiçi: http://www.latinbilgi.net/index.php?eylem=yazi_oku&no=200, Telesur Yayına Başladı, erişim.09.04.2006
43Noam Chomsky(2002), Medya Gerçeği, Çev: Abdullah Yılmaz-Osman Akınhay, s.33.
Kaynakça
Chomsky Noam (2002), Medya Gerçeği, Çev: Abdullah Yılmaz-Osman Akınhay, İstanbul, Everest.
Colleoni Angelo (1997), Amerikan Emperyalizm Tarihi, Çev:Lerzan Taşçıer, İstanbul, Sosyalist Yayınları.
Baktıaya Adil(2004) , Bir Propaganda Karşı Propaganda Aracı Olarak Dünyada Amerikan Karşıtlığının Yükselişi, ABD Dış Politikasında Yeni Yönelimler ve Dünya, Der. Toktamış Ateş, Ankara, Ümit Yayıncılık.
Ballva Marcelo(2005), Telesur ve Latin Amerika’daki Alternatif Medya,Çev.Fazıl Ahmet Tamer, çevrimiçi. http://www.dunyadanceviri.net/dcteori/teoriDetail.asp?id=24, erişim: 08.04.2006.
Duman Anıl (2005), 2006: Latin Amerika’nın Yılı, s.30-34, Birikim, sayı:203.
Hall, Stuart (1994) “İdeoloji ve İletişim Kuramı” Medya, İktidar, İdeoloji , Der: Mehmet Küçük, Ankara: Ark Yayınevi
Giordano Al (2005), Welcome Telesur to the Struggle to Light Up the Skies, çevrimiçi: www.narconews.com, erişim:09.04.2006
Morley David &Robins Kevin (1997), Kimlik Mekanları, Çev: Emrehan Zeybekoğlu, İstanbul, Ayrıntı.
Kakınç Halit (2004), ‘’Kavramlar Açıklayıcılığını Yitirirken Küreselleşme Amerikanlaşma İlişkisi’’ ABD Dış Politikasında Yeni Yönelimler ve Dünya, Der: Toktamış Ateş, Ankara, Ümit Yyayıncılık.
Kissinger Henry (2002), Amerika’nın Dış Politikaya İhtiyacı Var mı?, Çev: Tayfun Evyapan, Ankara, Metu Yayınları.
Lambert Renaud (2005), Telesur: Güney, Kuzey’in Medyatik Tekelini Alaşağı Etmek İçin Silahlanıyor, Çev: Neveser Köker, sayfa: 111-116, Birikim, sayı:203.
Lefebre Maxime (2005), Amerikan Dış Politikası, Çev: İsmail Yerguz, İstanbul, İletişim.
Lidersen Kari (2005), Telesur Takes The Airwaves, çevrimiçi: http://www.infoshop.org/inews/article.php?story erişim: 09.04.2006.
Morgül Tan (2006), 21.yy Sosyalizmine Bolivarcı Paraf, sayfa:45-57, Birikim, sayı:203.