Bazıları insanların kuzu, bazıları da kurt olduğuna inanır. Bunların ikisi de kendi görüşlerini destekleyecek uygun kanıtlar bulabilirler, insanların kuzu olduğunu ileri sürenlerin şunları belirtmeleri yeter: Kendileri için zararlı olsa bile, insanlar onlara söylenenlerden kolaylıkla etkilenirler; yıkımdan başka birşey getirmeyen savaşlarda önderlerini körü körüne izlerler; belli bir inançla söylenen, kaba kuvvetle de desteklenen her şeye —papazların ve kralların sert tehditlerinden gizli ya da açık dolandırıcıların kandırıcı çağrılarına dek her türlü saçmalığa— inanırlar. Bu durumdaki insanların çoğu, kendilerini kandırmak için korkutucu ya da tatlı bir sesle konuşanların karşısında kendi isteklerinden vazgeçmeye hazır, kolaylıkla etkilenebilen, yan uyanık çocuklara benzerler. Gerçekten de çoğunluğa karşı direnecek ölçüde güçlü inancı olan kişi kural değil, istisnadır; çağdaşlarının alaya aldığı, ama yıllar sonra hayran olunacak bir istisna.
Büyük Engizitörler ve diktatörler kendi düzenlerini oluştururken insanların kuzu olduğu fikrine dayanmışlardır. Dahası, insanların kuzu ya da koyun” olduğu, bu nedenle kendileri adına karar verecek önderlere gereksinme duydukları inancı yüzünden önderler de şuna içten inanmışlardır: Kendileri, insanlara istediklerini verdiklerinde —acı olsa da— ahlaksal bir görevi yerine getirmekte, insanların omuzlarından sorumluluk ve özgürlük yükünü almaktadırlar.
İnsanların çoğu koyunsa, nasıl oluyor da bir koyunun yaşamından farklı oluyor yaşamları? insanlık tarihi kanla yazılmıştır; insanın istencini kırmak için şiddetin şaşmaz bir biçimde uygulandığı bir tarihtir bu. Hitler milyonlarca Yahudi’yi tek başına mı yok etti? kendisi için yalnız isteyerek değil, koşa koşa adam öldüren, işkence yapan binlerce yardımcıları vardı, insanın insana karşı acımasızlığına her yerde acımasız savaşlarda, cinayet ve ırza geçmelerde, güçlünün güçsüzü sömürmesinde, işkence gören, acı çeken canlıların inlemelerine kimsenin kulak vermemesinde, bunlara herkesin yüreğini kapamasında tanık olmuyor muyuz? Bütün bunlar Hobbes gibi düşünenleri homo homini lupus (insan insanın kurdudur) inancına götürdü. Bu gerçekler bugün de çoğumuza, insanın doğuştan kötü ve yıkıcı olduğunu, en çok sevdiği eğlenceden, daha azılı katillerden korktuğu için vazgeçen bir katil olduğunu düşündürüyor.
Oysa her iki sav da bizi şaşkınlığa düşürüyor. Geçmişte açık ya da gizli birçok katili ya da sadisti kişisel olarak tanımış olabiliriz; ama bunlar kural değil, istisnadır. Sizin, benim ya da birçok normal insanın kuzu postuna sarınmış kurtlar olduğumuza, “gerçek kişiliğimizin” şimdiye dek bizi hayvanlar gibi davranmaktan alıkoyan yasaklardan kurtulduğumuz zaman ortaya çıkacağına mı inanmalıyız? Doğru olmadığını kanıtlamak kolay olmasa da bu görüş bütünüyle inandırıcı değildir. Günlük yaşamda insanların misilleme korkusu duymadan girişebileceği sayısız zulüm ve sadizm olanakları vardır, ama çoğu insan bu olanakları kullanmaz. Aslında insanların çoğu zulüm ve sadizmle karşılaştıklarında belli bir hoşnutsuzlukla tepki gösterirler.
Öyleyse burada ele aldığımız şaşırtıcı çelişkiden başka ve ondan daha iyi bir açıklama bulunabilir mi? Bu sorunun en yalın yanıtı olarak, az sayıda kurtla bir sürü koyunun birarada yaşadığını mı kabul edelim? Kurtlar öldürmek, koyunlar birisinin peşinden gitmek istiyorlar. Bu yüzden kurtlar koyunlara adam öldürtüyor, cinayet işletiyor, insan boğazlatıyorlar; koyunlar da hoşlandıklanndan değil, yalnıza birisinin peşinden gitmek istedikleri için boyun eğiyorlar buna. Gene de katiller, yapüklannın soylu bir şey olduğunu kanıtlamak için masallar uydurmak zorunda kalıyorlar. Koyunlann çoğunun kendileri gibi davranmalarını sağlamak için kurtlar, özgürlüklerinin tehdit edildiğini, süngülenen çocuklann, ırzlarına geçilen kadınlann, çiğnenen onurlann öcünü aldıklanm söylüyorlar. Yanıt akla uygun görünüyor, gene de bazı kuşkular var. Bu yanıtla iki ayn insan ırkının —kurtların ve koyunlann—bulunduğu mu söylenmek isteniyor? Dahası, yaradılıştan öyle olmadıklarına göre, nasıl oluyor da koyunlar, şiddet kendilerine kutsal bir görev olarak da sunulsa, kurtlar gibi davranmaya razı edilebiliyorlar? Kurtlar ve koyunlarla ilgili varsayımımız akla yatkın değildir, bu durumda kurtların, insan yaradılışının temel niteliğini gösterdiği, çoğunluğa göre daha açık bir biçimde gösterdiği doğru olmasın sakın? Bütün bunlardan sonra, bu iki yanlı olasılığın bütünüyle yanlış olduğunu da düşünebiliriz. Belki insan hem kurttur hem de koyun — ya da ne kurttur ne de koyun.
Ulusların düşmanlarını yok etmek için en yıkıcı güçleri kullanmayı tasarladıkları, kendilerinin de bu yıkımda yok olacaklarını bilmelerine karşın amaçlarından vazgeçmedikleri günümüzde, bu soruların yanıtlan büyük bir önem taşıyor. İnsanın doğuştan yok etme eğilimi taşıdığına şiddet ve güç kullanma gereksinmesinin insanın içinden doğduğuna inanırsak gittikçe artan vahşete karşı direncimiz zayıflayacaktır. Bazılarımız daha ileri ölçüde olmak üzere, hepimiz kurtsak, kurtlara karşı neden direnelim o zaman?
İnsanın kurt mu, kuzu mu olduğu sorusu, daha geniş ve daha genel bir anlamda, Batıdaki tannbilimsel ve düşünsel görüşün en temel sorunlarından birinin başka biçimde dile getirilişidir: insan aslında kötü ve çürümüş müdür, yoksa iyi ve kusursuz kılınabilecek bir yaratık mıdır? Tevrat’ta insan temelde çürük olarak kabul edilmez. Adem’le Havva’nın Tann’nın buyruğunu dinlememeleri günah olarak adlandırılmaz; kitabın hiçbir yerinde bu başkaldırmanın insanı kötüleştirdiğini gösteren bir şey yoktur. Tam tersine bu başkaldırma insanın kendisinin farkında olmasını, seçme yetisini kullanabilmesini sağlar. Böylece son çözümlemede bu ilk başkaldırma eylemi, insanın özgürlüğe doğru attığı ilk adımdır. Öyle anlaşılıyor ki, Adem’le Havva’nın başkaldırması Tann’nın planladığı bir şeydir; çünkü peygamberlerin getirdiği görüşe göre insan, Cennet’ten kovulmasaydı, kendi tarihini yaratamayacak, insanca güçlerini geliştiremeyecek, henüz birey olmadığı eski uyumun yerine tam gelişmiş bir birey olarak doğayla yeni bir uyum kuramayacaktı. Ayrıca peygamberlerin Kurtancı’nın geleceğini söyleyen görüşlerinde de insanın kesinlikle temelde kötü olmadığı ve Tann’nm özel bir lûtfu olmaksızın kurtanlabileceği sezilir. Ancak bu görüşlerde insanın iyilik yetisinin her zaman ağır basacağı gibi bir anlam yoktur. İnsan kötülük yaparsa daha kötü olur. Bu yüzden kötülüğünü sürdürdüğü için Firavun’un yüreği “katılaşır”; öylesine katılaşır ki artık değişme ya da tövbe etme olanağı kalmaz. Tevrat’ta iyi edimler ölçüsünde kötü edimlere de örnekler verilir; Kral Davud gibi yüce kişiler bile kötülük yapanların dışında bırakılmaz. Tevrat’taki görüş, insanda iki yetinin —iyilik ve kötülük yapma yetisinin— bulunduğu, insanın iyiyle kötü, kutsamayla lanet, yaşamla ölüm arasında seçme yapabileceği yolundadr. Tann bile insanın bu seçmesine kanşmaz; iyiliği gerçekleştirecek ölçütleri öğretmek, kötülüğü tanıtmak, insanlan uyarmak ve direnmelerini sağlamak amacıyla habercilerini, peygamberlerini göndererek yardım eder onlara. Bunlar yerine getirildikten sonra insan “iki yönlü çabası”yla (iyiliğe ve kötülüğe yönelik çabasıyla) haşhaşa bırakılır ve karar yalnızca onun olur.
Bunun Hıristiyanlık’taki gelişimi değişik olmuştur. Hıristiyan Kilisesi’nin gelişmesi sırasında Adem’in başkaldırması günah sayıldı. Bu, öylesine büyük bir günahtı ki yalnız Adem’in kişiliğini bozmakla kalmadı onun tüm çocuklarını da lekeledi; öyle ki, insan artık kendi çabasıyla bile bu kötülükten kurtulamıyordu. Ancak Tann’nın lütfü, insanlar için ölen İsa’nın ortaya çıkışı, insanın kötülüğüne son verebilir, İsa’yı benimseyenlere kurtuluş yolunu açabilirdi.
Ne var ki bu ilk günah dogmasına Kilise’de hiç karşı çıkılmamış değildi. Pelagius buna karşı çıktıysa da başarılı olamadı. Kilise içindeki Yenidendoğuş insancılan doğrudan doğruya karşı çıkıp yadsıyamadıysalar da bu görüşü çürütmeye çalıştılar; oysa bu arada kilise içinde bazı kimseler buna daha aşın bir biçimde karşıydılar. Luther’e gelince o, insanın doğuştan kötü olduğu konusunda daha köklü bir inanca sahipti; oysa Yenidendoğuş ve Aydınlanma döneminin aydınları buna ters bir yönde büyük bir adım attılar. Bu düşünürler, insanda kötülüğün bütünüyle koşullann sonucunda doğduğunu, bu yüzden insanın seçme durumunda olmadığını savunuyorlardı. Kötülüğü yaratan koşullan değiştirin, insanın doğuştan gelen iyiliği hemen ortaya çıkacaktır, diyorlardı. Bu görüş Marx’la onun izleyicilerinin de düşüncelerini etkilemiştir. İnsanın iyiliğine olan inanç Yenidendoğuş’la başlayan büyük ekonomik ve siyasal gelişmelerin bir sonucu olarak insanın kendine güvenmesinden doğuyordu. Bunun tersine Birinci Dünya Savaşı’yla başlayıp Hitler’le Stalin’den öteye evrensel yoketme eylemi için yapılan bugünkü hazırlıklara dek uzanan Batı’daki ahlaksal çöküş, insamn kötülüğüne olan geleneksel inancı aynı yoğunlukla geri getirdi. Geleneksel inancın bu yoğunlukla geri gelmesi, insanın doğuştan getirdiği kötülük yetisinin küçümsenmesine karşı şifalı bir merhemdi aslında — ama bu tutum, insana olan inancını yitirmeyen kimselerin, bazan yanlış anlaşılarak, bazan da görüşleri çarpıtılarak alaya alınmalarına yol açtı.
İnsanın kötülük yetisini küçümsemekle suçlanan, görüşleri yanlış değerlendirilen birisi olarak ben, düşüncelerimde bu türden duygusal bir iyimserlik bulunmadığını belirtmek isterim. Uzun klinik deneylerden geçen bir ruhçözümleyici olarak benim insanın içindeki yıkıcı güçleri küçümsemem gerçekten zor olurdu. Bir ruhçözümleyici ağır hastalarda bu yıkıcı güçlerin etkisini görür, bu güçleri durdurmanın ya da enerjiyi yapıcı bir yöne çevirmenin ne denli güç olduğunu deneyleriyle saptar. Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcından bu yana kötülüğün fışkırırcasına dışa dökülmesine ve yıkıma tanık olmuş birisi için insan yıkıcılığının şiddetini ve yoğunluğunu görmemek de olanaksızdır. Bununla birlikte günümüzde insanları —aydınlan olduğu gibi sıradan insanları da— gittikçe artan bir hızla saran çaresizlik duygusu onları yeniden çürüme ve ilk günah görüşünü benimsemeye sürükleyebilir. Bu görüş, insanın doğuştan getirdiği yıkıcılığın bir sonucu olduğundan savaşın durdurulamayacağmı savunan yenilgici tutumun akla uydurulmuş biçiminden başka birşey değildir. Kusursuz gerçekçiliğine dayanarak kendi kendini yücelten bu görüş iki açıdan gerçekçi değildir. İlk olarak, yıkıcılık girişimlerinin yoğun olması hiç de bunların yenilemeyecek ya da ağır basacak girişimler olduğunu göstermez. Bu görüşteki ikinci yanlış, savaşların her şeyden çok ruhsal güçlerden doğduğunu savunmaktır. Toplumsal ve siyasal olguların ışığında bu “ruhsallık” yanlışı üzerinde uzun uzun durmak gereksizdir. Savaşlar siyaset, askerlik ve iş alanındaki önderlerin toprak kazanmak, doğal kaynaklan ele geçirmek, ticari çıkarlar sağlamak amacıyla aldıklan kararlann sonucunda çıkar. Savaşlar başka bir gücün insanın kendi ülkesine yönelttiği gerçek ya da varsayılan tehditlerine karşı savunma amacıyla ya da önderlerin kişisel şan ve ünlerini artırmak amacıyla yapılır. Bu önderler sıradan bir insandan pek farklı olmayan, başkalan için kendi çıkarlanndan vazgeçemeyecek bencil kişilerdir; ama zalim ve kötü kişiler de değillerdir.
Bu tür sıradan bir yaşam içinde zarardan çok iyilik yapacak insanlar milyonlan yönetecek, en yıkıcı silâhlan denetleyecek duruma geldiklerinde, sonsuz zararlara yol açabilirler. Sivil yaşamda bunlar, olsa olsa kendi rakiplerini yok edebilirler; oysa güçlü ve egemen devletlerden oluşan dünyamızda (“egemen” sözcüğü burada, egemen devletin eylemlerini sınırlayan herhangi bir ahlaksal yasaya bağlı olmayan demektir) tüm insan ırkını ortadan kaldırabilirler, insanlık için gerçek tehlike olağanüstü güçlerin, —şeytan ya da sadist birinin değil— sıradan bir insanın eline geçmesidir. Savaş açmak için nasıl silâhlar gerekliyse, milyonlarca insanı yaşamlanni tehlikeye atmaya ve katil olmaya sürükleyebilmek için de nefret, öfke, yıkıcılık ve korku gibi tutkular gereklidir. Bu tutkular savaşı başlatmak için gerekli koşullardır; savaşın nedenleri değildir; tıpkı, silahlann ve bombaların kendi başlarına bir savaş nedeni olmamalan gibi. Birçok gözlemci nükleer savaşın bu bakımdan geleneksel savaşlardan aynldığını belirtmiştir. Her biri yüzbinlerce insanı öldürebilecek güçte nükleer başlıklı füzeleri bir düğmeye basarak gönderen adam bir askerin süngü ya da makinalı tüfekle insan öldürmesi gibi bir deneyden geçmeyecektir. Ne var ki nükleer füzeleri fırlatma işlemi bilinç üstünde bir buyruğu yerine getirmekten başka bir şey değilse de, böyle bir şeyi yapabilmek için kişiliğin daha derin katmanlannda yıkıcı itkiler değilse bile, yaşama karşı derin bir umursamazlık duygusunun bulunup bulunmadığı düşünülmelidir.
Buna göre insan eğilimlerinin en kötü ve en tehlikeli temelini oluşturan üç olguyu belirteceğim; bunlar, ölüm sevgisi, hastalıklı narsisizm ve birlikte yaşayan insanlar arasındaki kandaşla cinsel ilişki saplantısıdır. Bu üç eğilim birleşerek insanı yıkmak için yıkmaya, nefret etmek için nefret etmeye götüren “çürüme belirtisi”ni oluşturur. “Çürüme belirtileri”nin karşısına “gelişme belirtileri” dediğim şeyi koyacağım; bu belirtiler ölüm sevgisine karşı yaşam sevgisini, narsisizme karşı insan sevgisini, kandaşla cinsel ilişki saplantısına karşı bağımsızlığı kapsıyor. Bu iki yönelişten biri pek az kişide sonuna dek gelişmiştir. Ama her insanın kendi seçtiği yolda, yaşam ya da ölüm, iyilik ya da kötülük yolunda ilerlediği yadsınamaz.