Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Ekim 17, 2024
No menu items!
Ana SayfaBilimPsikolojiÖzgürlük-Gerekircilik-Seçenekçilik (1) | Eric Fromm

Özgürlük-Gerekircilik-Seçenekçilik (1) | Eric Fromm

İnsan kötü müdür, iyi midir? Özgür müdür, çevre koşullarıyla mı belirlenir? Yoksa bu seçeneklerin ikisi de yanlış mıdır? İnsan bunların hiçbirisi değil midir  yoksa insan hem iyi hem de kötü müdür?
Bu soruları yanıtlayabilmek için işe başka bir sorunu tartışarak başlamak iyi olacaktır. İnsanın özünden ya da yaradılışından söz edilebilir mi? Edilebilirse bu öz ya da yaradılış nasıl tanımlanabilir?
İnsanın özünden söz edilip edilemeyeceğini sorduğumuzda birbiriyle çatışan iki görüşle karşılaşıyoruz: Bir görüşe göre insanın özü diye birşey yoktur; insan kendisine biçim veren kültür örgütlerinin ürününden başka birşey değildir. Öte yandan bu kitapta yıkıcılığın incelenişi Freud’un ve daha birçok düşünürün benimsediği insan yaradılışı görüşünden kaynaklanmıştır, aslında devingen ruhbilim tümüyle bu önermeye dayanır.
insanın yaradılışı için yeterli bir tanım bulma güçlüğü şu ikilemden doğar: insanın özünü oluşturan belli bir madde’nin bulunduğunu varsayarsak o zaman ilk ortaya çıkışından bu yana insanın hiçbir temel değişiklik geçirmediği anlamına gelen evrimdışı, tarihdışı bir görüşe sürüklenmiş olur, böyle bir görüşü en eski atalarımızla tarihin son dört bin yıl içinde ortaya çıkan uygar insan arasındaki korkunç değişiklikle bağdaştıramayız. Öte yandan evrimci bir görüş edinir, insanın sürekli değiştiğine inanırsak insanın “yaradılış”ı ya da “öz”ü denen şeyin içeriği olarak ne kalacaktır geriye? Bu ikilem şu türden insan “tanımlarıyla da çözülemez: insan siyasal bir hayvandır (Aristoteles); sözverebilen hayvandır (Nietzsche); ya da öngörü ve imgelemleriyle üretim yapan hayvandır (Marx); bu tanımlar insanın temel niteliklerini belirtir ama insanın öz’ünü anlatmaz.

Bence bu ikilem, insanın özünü belirli bir nitelik ya da madde olarak değil tersine insanın varoluş biçiminde yatan bir çelişki diye tanımlayarak çözümlenebilir. Bu çelişki iki dizi gerçekten doğar: (1) insan bir hayvandır ama içgüdüsel donatımı, öteki hayvanlannkiyle karşılaştırıldığında eksik ve yetersizdir; insan yaşayabilmek için maddi gereksinmelerini doyuracak araçlar üretmek, dil ve gereç geliştirmek zorunda kalmıştır. (2) insanın da öbür hayvanlar gibi, ivedi, uygulanabilir amaçlara ulaşmak için düşünme süreçleri kullanmasını sağlayan zekâsı vardır; ama insanda öbür hayvanlarda bulunmayan başka bir zihinsel nitelik daha bulunmaktadır, insan kendisinin, geçmişinin ve ölüm demek olan geleceğinin farkındadır; küçüklüğünün ve güçsüzlüğünün de farkındadır, öbür insanların da, başkaları dostlar, düşmanlar ya da yabancılar olarak farkındadır.

Başka her türlü yaşamın ötesindedir insan. Çünkü yeryüzünde ilk kez kendinin farkına varan yaşam’dır. insan doğanın içindedir; doğadaki yasaların ve rastlantıların elindedir ama doğayı aşar; çünkü hayvanı doğanın bir parçası doğayla aynı kılan farkında olmama durumu içinde değildir, insan şu korkutucu çatışmayla karşı karşıyadır: Doğanın tutsağıdır, ama gene de düşüncelerinde özgürdür; doğanın bir parçasıdır ama gene de doğanın dışına taşmıştır; ne tam doğanın içinde ne de tam dışındadır. Kendinin “sakatlanmamış insan” deyimini kullanmıştır ki bu, insanın sakatlanabilecek bir yaradılışı olduğunu önceden kabul etmek demektir. (Kapitalde, 3. ciltte Marx gene “insanın yaradılışı” görüşünü kullanarak, yabancılaşmamış emek’in “insan yaradılışı” için “en uygun ve en değerli” koşullar altındaki emek olduğunu söylemiştir.)
Öte yandan Marx insanın kendisini tarih süreci içinde yarattığını vurgulamış, bir yerde de insanın özünün içinde yaşadığı “toplumsal ilişkilerin bütünü”nden başka birşey olmadığını söylemiştir. Marx’in insan yaradılışı görüşünden vazgeçmek istemediği açıktır; ama Marx tarihdışı, evrimdışı bir görüşe boyuneğmek de istememiştir. Gerçek şudur ki Marx bu ikilemi hiçbir zaman çözememiş, bu yüzden insanın yaradılışı konusunda bir tanıma ulaşamamıştır, bu nedenle bu konuda söyledikleri biraz bulanık ve çelişkilidir.

Bundan sonraki birkaç sayfada anlatılan fikirler Sağlıklı Toplum ‘da incelenmiştir. Bu fikirleri burada özlü bir biçimde yinelemek zorundayım, yoksa bu bölümün en önemli kesimi temelsiz kalacaktır.
Farkında oluşu insanı dünyadan kopuk, yalnız, ürkek bir yabancıya dönüştürmüştür.
Buraya dek açıkladığım çelişki temelde insanın hem beden hem ruh, hem melek hem hayvan olduğunu, birbiriyle çatışan iki dünyası bulunduğunu söyleyen klasik görüşle aynıdır. Şimdi belirtmek istediğim nokta bu çelişkinin insanın özü olarak, daha açık söylersek insanı insan yapan erdem olarak görülmesinin yetmeyeceğidir. Bu tanımın da ötesine geçerek insandaki bu çatışmanın bir çözüm beklediğini kabul etmeliyiz. Bu çatışmanın dile getiriliş biçiminden hemen bazı sorular doğmaktadır: Varoluşunda yatan bu korkuyu yenebilmek için ne yapabilir insan? Kendisini yalnızlığın işkencesinden kurtaracak, dünyada rahatlıkla yaşamasını sağlayacak, kendisine bir bütünlük duygusu getirecek huzuru bulmak için ne yapabilir?
İnsanın bu sorulara vereceği yanıt (yaşamla ilgili fikirlere ve kuramlara yansısa da) kuramsal bir yanıt olmamalıdır; insanın tüm varlığı, tüm duyguları ve etkinliğiyle verdiği bir yanıt olmalıdır. Yanıt iyi ya da kötü olabilir; ama kötü bir yanıt vermek hiç yanıt vermemekten iyidir. Her yanıtın uyması gereken bir koşul vardır: Bu yanıt insanın kopmuşluk duygusunu yenmesine, bir bütünleşme, birlik, bir yere ait olma duygusu kazanmasına yardım etmelidir. İnsan olarak doğmuş olmanın getirdiği soruya insanın verebileceği pek çok yanıt vardır; bu yanıtları burada kısaca inceleyeceğim. Bunların hiçbirinin kendi başına insanın özünü oluşturmadığını bir kez daha vurgulamak isterim; özü oluşturan şey soru’nun kendisi, bu soruya bir yanıt bulma gereksinmesidir. İnsanın çeşitli varoluş biçimleri, özü oluşturan yanıtlar değil bu çatışmaya verilen yanıtlardır.
Kopmuşluğu aşma, bütünlüğe ulaşma yolundaki birinci arayışa ben geriletici yanıt diyeceğim. İnsan bütünleşmek, yalnızlık ve belirsizlik korkusundan kurtulmak istediğinde geldiği yere doğaya, hayvansal yaşama ya da atalanna dönmeyi deneyebilir. Kendisini insan kılan ama gene de ona azap veren şeyden, aklından ve kendisinin farkında olma yeteneğinden kurtulmak isteyebilir. Yüzbinlerce yıl in-sanlann salt bunu yapmaya çalıştıktan anlaşılıyor. İlkel dinlerin tarihi, birey sözkonusu olduğu zaman da, insanların ağır ruhsal bozukluktan bu çabaya tanıktır. İlkel dinlerde ve bireyin ruhsal yapısında şu ya da bu biçimde aynı ağır ruh bozukluğunu görüyoruz. Hayvansal var oluş biçimine, bireyselleşme öncesi duruma dönüş; insanı insan yapan özellikten kurtulma çabası. Ama bu önermenin de bir anlamda açıklanıp belirlenmesi gerekir. Bu geriletici ilkel eğilimleri pek çok insan paylaştığında kitlelerin çılgınlığı dediğimiz durumu görürüz; çoğunluğa yayılması bu çılgınlığı bilgelik, yalanı gerçekmiş gibi gösterebilir. Bu ortak çılgınlığa katılan birey de bütünüyle yapayalnız, kopmuş olma duygusundan kurtulur; böylece ilerici bir toplumda duyacağı yoğun huzursuzluk duygusundan kurtulmuş olur. İnsanlann çoğu için aklın ve gerçekliğin kamunun fikirlerinden öte birşey olmadığı unutulmamalıdır. Başka insanlann aklının kendi aklından farklı olmadığı durumda bile insan, “aklını hiçbir zaman yitirmez.”
insanın varoluşu sorununa, insan olma sorumluluğuna bulunacak ve gerici, ilkel çözümün yerine geçebilecek çözüm, ilerici çözüm, geriye giderek değil insanın insanca güçlerinin tümünü, tüm insanlığını, kendi içinde bütünüyle geliştirmesi, yeni bir uyum kurmasıyla sağlanabilir. İlerici çözüm ilk kez köktenci bir biçimde (ilkel gerici dinlerle insancı dinler arasında geçiş oluşturan pek çok din vardır) insanlık tarihinin I.Ö. 1500’le I.Ö. 500 arasındaki o olağanüstü döneminde ortaya çıkmıştır. Bu görüş I.Ö. 1350 yıllarında Mısır’da Ddınaton’un öğretisinde, aynı sıralarda Ibraniler’de Musa’nın öğretisinde ortaya çıkmıştır. I.Ö. 600’le 500 arasında aynı fikir Çin’de Lao-Tse, Hindistan’da Buda, iran’da Zerdüşt, Yunanistan’da filozoflar, israil’de de peygamberler tarafından dile getirilmiştir, insanın ereği, bütünüyle insan olma, yitirdiği uyumu yeniden kazanma isteği değişik kavramlar ve simgelerle anlatılmıştır. Ikhnaton’a göre bu amacın simgesi Güneş’tir; Musa’ya göre bilinmeyen tarih Tann’sıdır; Lao-Tse bu amaca Tao (yol) demiştir. Buda aynı şeyi Nirvana’yla simgelemiştir; Yunanlı düşünürler aynı fikri hareket ettirilemeyen hareket vericiyle, iranlılar Zerdüşt’le, peygamberler de Mesih’le, “her şeyin sona ermesi”yle anlatmaya çalışmışlardır.

Bu görüşler büyük ölçüde sözkonusu kültürlerin herbirinde bulunan düşünme biçimlerinden, son çözümlemede de yaşayış biçimlerinden, toplumsal-ekonomik yapıdan doğmuştur. Yani amacın dile getirilişinde benimsenen özel yol çeşitli tarihsel koşullara göre değişse de amaç temelde aynıdır: insanın varoluşu sorununu, yaşamın getirdiği soruya doğru yanıt vererek insanın eksiksiz insan olmasını, böylelikle de kop-muşluk korkusundan kurtulmasını önererek çözmek. Hıristiyanlık ve İslâmlık aynı fikri sırasıyla beş yüz ve bin yıl sonra Avrupa ve Akdeniz ülkelerine getirdiğinde, dünyanın büyük bir kesimi bu yeni bildiriyi çoktan öğrenmiş bulunuyordu. Ne var ki insanlar bildiriyi alır almaz yanlış yorumlamaya başladılar; kendileri eksiksiz insan olmaya çalışacaklarına Tanrı’yı ve öğretileri “yeni amaç”ın belirtileri olarak putlaştırmaya, böylece kendi deneyimlerinin getireceği gerçeklik yerine bir resim ya da bir sözcük koymaya başladılar. Bir yandan da hiç durmadan o gerçek amaca dönmeye çalışıyorlardı; böylesi amaçlar kendilerini din içindeki mezhep ayrılıklarında, yeni felsefe akımlarında ve siyasal ideolojilerde göstermeye başladı.
Bütün bu yeni dinlerin ve akımların düşünsel görüşleri birbirlerinden ayn olsa da hepsinde ortak olan insanın temel seçeneğiydi. İnsan iki seçenekle karşı karşıyaydı: Gerilemek ya da ilerlemek. İnsan ya geriye dönerek çok ilkel, açması bir çözüme başvuracaktı; ya da insanlığa doğru ilerleyip onu geliştirecekti. Bu seçeneklerin formülleri çeşitli biçimlerde karşımıza çıkar: Işıkla karanlık arasındaki seçme (Iran); kutsama ve lanetleme, yaşam ve ölüm arasındaki seçme (Tevrat); ya da toplumculukla barbarlık arasında toplumculuğun oluşturup formülleştirdiği seçenek gibi.
Aynı seçme bize yalnızca çeşitli insancı dinlerde sunulmakla kalmamakta, akıl sağlığıyla akıl hastalığı arasındaki temel farkı da oluşturmaktadır. Sağlıklı insan tanımımız belli bir kültürdeki genel kafa yapısına göre değişir. Toton vahşilerine göre “sağlıklı” insan vahşi bir hayvan gibi davranabilen kişiydi. Böyle bir kişi bugün psikozlu bir hasta sayılacaktır. Zihinsel deneyimlerin bütün ilkel türleri ölüm sevgisi, aşın narsisizm, kandaşla cinsel ilişki bağlarıyla birlikte yaşama bugün ciddi ruh hastalıkları olarak görülmektedir; oysa ilkel kültürlerdeki eski insanları ortak ilkel dürtüleri birleştirip bütünleş-tirdiğinden, bunların hepsi şu ya da bu biçimde “normal”, giderek “ideal” kabul ediliyordu. Bu ilkel dürtüler daha az yoğun olduklarında karşıt güçler tarafından bastırılır; bu baskının sonucunda da “nevroz” doğar. Gerici ve ilerici kültürlerdeki ilkel tutumlar arasındaki temel ayrım sırasıyla şöyledir: Eski bir kültürde ilkel yaklaşım içindeki insan kendini kopmuş değil tersine ortak kamuoyuyla desteklenmiş görür; ilerici bir kültürdeyse aynı insanın durumu bunun tam tersidir. Gerçek şudur ki bugün içinde yaşadığımız ilerici kültürde bile toplumun üyelerinin büyük çoğunluğu oldukça güçlü ilkel eğilimler taşımaktadırlar; ama bu eğilimler yaşamın normal akışı içinde bastırılır ve ancak savaş gibi özel koşullar altında ortaya çıkar.
Burada durup bütün bu görüşlerin başlangıçta ortaya koyduğumuz sorular açısından bize neler getirdiğine baktığımızda her şeyden önce şu sonuca varırız: insanın yaradılışı ya da özü, iyiliği ya da kötülüğü özel bir maddeden oluşmaz; tersine insan varoluşunun her koşulunda bulunan bir çelişkiden doğar. Bu çelişki de kendi içinde bir çözüm gerektirir; temelde yalnızca ilerici ve gerici çözümler vardır, insanda ba-zan doğuştan gelen bir ilerleme dürtüsüymüş gibi görünen şey yeni bir çözüm aramanın getirdiği devingenlikten başka bir şey değildir. Ulaştığı bu düzeyde insanı yeni çözümler bulma görevine iten yeni çelişkiler ortaya çıkar. Bu süreç son amaç olan eksiksiz insan olma, dünyayla tam bir uyum içinde yaşama durumuna gelinceye dek sürer gider, insanın açgözlülükten, çatışmalardan bütünüyle kurtulacağı o son, tam “uyanma” amacına (Budizm öğretisi) ulaşıp ulaşmaması ya da ancak ölümden sonra ulaşabileceği (Hıristiyan öğretisi) bizi burada ilgilendirmez.

Önemli olan tüm insancı dinlerde ve felsefe öğretilerinde “Yeni Amaç”ın aynı oluşudur; insan bu amaca gittikçe daha çok yaklaşabilme inancıyla yaşar. (Öte yandan, çözümler gerici yolda aranırsa insanlık delilikle aynı şey demek olan bütün bütün insanlıktan çıkma yoluna sapacaktır.) insanın özü iyilik ya da kötülükten, sevgi ya da nefretten değil de çelişkilerden oluşuyorsa, bu çelişkiler yeni çözümler gerektiriyor, bu çözümler de gene yeni çelişkilere yol açıyorsa, o zaman insan bu ikilemi ya gerileyici ya da ilerleyici bir tutumla çözebilir. Yakın Çağ tarihi bize bunun pek çok örneğini göstermiştir. Paralarını, toplumdaki yerlerini yitirmiş, özellikle orta sınıftan milyonlarca Alman Hitler’in önderliği altında Toton atalarının “vahşileşme” kültüne dönmüştür. Aynı şey Stalin yönetiminde Ruslar’ın, Nanking’in “ırzına geçmeleri” sırasında Japonlar’ın, Amerika’nın güneyindeki zencileri linç eden insan sürülerinin de başına gelmiştir.

Çoğunluk için bu ilkel deneye başvurma yolu her zaman geçerli bir olasılıktır, ilkellik her zaman ortaya dökülebilir. Ne var ki bu ortaya dökülüşün iki yolu arasında ayrım gözetmek gerekir. Bunlardan birisi, eski dürtülerin güçlerinden hiçbir şey yitirmediği ama belli bir uygarlığın kültür düzenine ters düştüğü için bastırılan ilkel dürtülerdir; böyle bir durumda savaş, doğal yıkımlar, toplumsal çözülme gibi özel koşullar “kanallar”ın açılmasını kolaylaştırarak bastırılan ilkel dürtülerin fışkırmasına neden olur. Öteki olasılıksa bireyin ya da bir topluluk üyelerinin gelişmesinde ilerici evreye ulaşıldığı, bu evrenin yerine oturduğu durumdur; bu durumda yukarıda sözü edilen türden sarsıcı olaylar ilkel dürtülere geri dönüşü pek kolay sağlayamaz; çünkü bunlar bastırılmaktan çok yerlerine başka birşey getirilerek ortadan kaldırılmıştır; bu durumda bile ilkellik bütünüyle yok olmuş değildir; insanın toplama kamplarında uzun süre tutsak edilmesi ya da bedende belli kimyasal değişimlerin yer alması gibi olağanüstü koşullarda o kişinin ruhsal düzeni tümüyle bozulabilir ve ilkel dürtüler yenilenmiş bir güçle dışarıya fışkırabilir. Elbette bu iki aşın uç bir yanda ilkel, bastırılmış dürtüler öte yanda da bunların yerini alan ilerici güçler arasında sayısız yoğunluk dereceleri vardır. Bunların oranlanışı her insanda ayrı ayrı olacak, ilkel durumun farkında olmanın derecesine göre bastırmanın derecesi değişecektir. Bastırmalarla değil de ilerici tutumlarını geliştirerek ilkel yanlarını öylesine yok etmiş insanlar vardır ki bunlar o ilkel duruma dönebilirle yetilerini yitirmişlerdir artık. Aynı biçimde bazı kimseler de gelişerek ilerici duruma gelme konusunda tüm olanaklan öylesine tüketmişlerdir ki bunlar da seçme özgürlüklerini bu durumda ilerleme seçeneklerini bütünüyle yitirmişlerdir.
Belli bir toplumdaki genel havanın her bireyde bu yanlardan birisinin gelişmesini büyük ölçüde etkileyeceğini belirtmek gereksiz. Gene de bireyler burada bile toplumun tutumunda ağır basan tutumdan büyük ölçüde aynlabilirler. Daha önce de belirttiğim gibi modern toplumda ilkel tutum içinde olan milyonlarca insan vardır ki bunlar bir yandan Hıristiyanlık’ın yada Aydınlanma’nın öğretilerine inanır, öte yandan bu görüşlerin ardına sığınarak “vahşilik”lerini, ölümseverliklerini sürdürürler; ya da Baal’e ve Astarte’ye taparlar. Bu insanlar, içlerinde bir çatışma bile duymazlar; çünkü onlann düşüncesine göre ileri fikirlerin hiçbir ağırlığı yoktur; ancak kapalı ya da üstü örtülü bir biçimde ilkel dürtülere göre davranırlar. Öte yandan eski kültürlerde çoğu kez ilerici bir tutum geliştiren insanlara da rastlanmıştır; bunlar belli koşullar altında topluluklarının büyük bir kesimine aydınlık getiren önderler olmuş, tüm toplumun yavaş yavaş gelişmesinin temelini atmışlardır. Olağanüstü bir üne ulaştıkları, öğretileriyle arkalannda iz bıraktıklan zaman bu kişilere peygamber, usta ya da bunlara benzer adlar verilmiştir. Bu kişiler olmadan insanlık ilkel evrenin karanlığından hiçbir zaman kurtulamazdı. Ama onlann insanlığı etkileyebilmeleri de iş’in evrimi sırasında insanın kendisim doğanın bilinmeyen güçlerinden kurtarması, aklını ve nesnelliğini geliştirebilmesi, bir av ya da yük hayvanı gibi yaşamaktan kurtulmasıyla olmuştur.

Topluluklar için geçerli olan şey birey için de geçerlidir. Biraz önce incelediğimiz ilkel güçler her insanda vardır. Tümüyle “kötü” ya da tümüyle “iyi” olanlann artık bir seçeneği kalmamıştır. Hemen hemen herkes gerileyerek ilkel tutuma dönebilir ya da ilerleyerek kişiliğini tümüyle gelişmiş bir biçimde ortaya dökebilir. Bunların birincisi aşın akıl hastalığı durumudur; ikincisi de hastalıktan kendiliğinden kurtulup iyileşme ya da bütünüyle uyanma ve olgunlaşma durumudur. Gelişmelerden hangisinin hangi koşullar altında yer aldığını incelemek, daha da ötesi olumlu gelişmeyi sağlayacak, hasta gelişmeyi durduracak yöntemleri geliştirmek ruhhekimliği, ruhçözümlemesi ve daha başka ruh bilimlerinin görevidir.3 Bu yöntemleri tanımlamak kitabımızın çapı dışında kalır; bu tanımlar ruhçözümleme ve ruhhekimliği konusunda klinik bulgularda yatar. Ama bizim sorunumuz açısından şunu kabul etmek önemlidir: Aşın durumların dışında her birey, bireylerden oluşan her topluluk herhangi bir noktada en akıldışı, en yıkıcı tutumlara geri dönebildiği gibi, aydınlık, ilerici tutuma da yönelebilir, insan ne iyidir, ne de kötüdür. însanın tek gücünün iyilik olduğuna inanırsak gerçeklere pembe bir gözlük arkasından bakarak onlan çarpıtır ya da acı bir umutsuzluğa kapılırız. Öbür aşın uca inanırsak o zaman da sinildikten kurtulamaz, kendimizde ve başkalarında bulunabilecek iyiliklere gözlerimizi kapamış oluruz. Gerçekçi bir görüş edinmek demek bunların ikisini de gerçekleşebilecek olasılıklar olarak görmek, her ikisinin de gelişmesine uygun koşullan inceleyip öğrenmek demektir.

Bu düşünceler bizi insanın özgürlüğü sorununa götürür, insan herhangi bir zamanda iyiliği seçmekte özgür müdür, yoksa içindeki ve dışındaki güçlerle kuşatıldığından elinde böyle bir özgürlük yok mudur? İstenç özgürlüğü sorunu üzerine çeşitli kitaplar yazılmıştır; bundan sonra yazacaklanma William James’in bu konuda söylediklerinden daha iyi bir giriş düşünemiyorum. James şunları yazıyor: “Herkeste özgür istenç konusundaki çatışmanın artık ilginçliğini yitirdiği, yeni ortaya çıkacak kimsenin herkesin zaten duyduğu savlan yinelemekten başka birşey yapamayacağı inancı yaygın. Bu, büyük bir yanlışlığa düşmek demektir. Bundan daha az deşilmiş, yaratıcı bir kafanın yepyeni olanaklar açabileceği başka bir alan yoktur bence  bu konuda yapılabilecek şey belki de zorla bir sonuca ulaşmak ya da başkalannı boyun eğmeye zorlamak değil, iki görüş arasındaki sorunun ne olduğunu daha iyi kavramaya çalışmak, alınyazısı ve özgür istenç kav-ramlannın gerçekte ne demek olduğunu anlamaktır.” Bu sorunla ilgili olarak benim ilerdeki sayfalarda öne süreceğim öneriler ruhçözümleme deneylerinin, özgürlük sorununu yeni bir ışık altında aydınlatabileceği, bize sorunun bazı yeni yanlannı gösterebileceği inancına dayanıyor.
Özgürlüğün geleneksel olarak ele alınış biçiminde deneysel ve ruhbilimsel bilgiler kullanılmamış, özgürlük tanımı eksik kalmış, bu yüzden de sorunu genel ve soyut bir açıdan tartışma eğilimi ağır basmıştır. Özgürlükten seçme özgürlüğünü kastediyorsak o zaman sorun, örneğin A’yla B arasında bir seçme yapmakta özgür olup olmamak anlamına gelir. Gerekirciler özgür olmadığımızı söylemişlerdir; çünkü insan doğadaki başka bütün varlıklar gibi nedenlerle belirlenir; boşluğa atılmış bir taş nasıl düşmemekte özgür değilse insanın da A ya da B’den birisini seçmekten başka bir özgürlüğü yoktur; çünkü onun gerekirciliğe karşı koyanlarca bunun tersi savunulur; dinsel temele dayanarak Tann’nın insana iyilikle kötülük arasında seçme yapma özgürlüğünü verdiği bu yüzden de insanın elinde bu özgürlüğün bulunduğu ileri sürülür. İkinci olarak da insanın özgür olduğu, yoksa eylemlerinden sorumlu tutulamayacağı belirtilir. Üçüncü olarak, insanın öznel bir biçimde özgür olma deneyimini yaşadığı, özgürlüğünün bilincinde olmasının da özgür olarak varolabileceğine kanıt olduğu söylenir. Bu savlann hiçbirisi inandırıcı değildir.

Birinci sav, insanın Tann’ya inanmasını, Tann’mn insanlar için ne gibi planlar yaptığını bilmesini gerektirir, ikincisi insanı eylemlerinden sorumlu tutma, böylece onu cezalandırabilme isteğinden doğmuş gibidir. Eskiden de, şimdi de pek çok toplumsal düzenin bir parçası olan cezalandırma fikri, büyük ölçüde şu görüşe dayanmaktadır: Ceza, “varlıklar”ın oluşturduğu azınlığı “yoksullar”ın oluşturduğu çoğunluğa karşı koruma önlemidir (ya da öyle düşünülmüştür) ve yetkenin cezalandırma gücünün simgesidir. Cezalandırmak için sorumluluk taşıyan birisinin bulunması zorunludur. Burada insan Shaw’un şu sözünü anımsamadan edemiyor: “Adamı astık, şimdi sıra duruşmaya geldi.” Üçüncü sav, özgürlüğün bilincinde olmanın özgürlüğün kanıtı olduğu savı, Spinoza ve Leibniz tarafından bütünüyle çürütülmüştür. Spinoza yanlış bir özgürlük sannsına kapıldığımızı, çünkü isteklerimizin farkında olduğumuzu, oysa bu istekleri doğuran nedenleri bilmediğimizi göstermiştir. Leibniz de istencin yan yanya bilinçaltı olan eğilimlerle belirlendiğini kanıtlamıştır.

Spinoza ve Leibniz’den sonraki tartışmalann çoğunun şu gerçeği yakalayamaması şaşırtıcıdır aslında: Bizi bilinçaltı güçlerin yönettiği kabul edilmedikçe, seçme özgürlüğü sorunu çözülemez; o zaman da insan olsa olsa seçmesinin özgür bir seçme olduğunu sanarak kendisini avutur, istenç özgürlüğü konusundaki savlar bu özel karşı çıkışların dışında gündelik deneylerle çelişki içindedir. Savunucuları ister dinci ahlâkçılar, ister idealist düşünürler, isterse Marksist eğilimli varoluşçular olsun bu savlar, yüce birer varsayım olarak kalacaktır; aynca bireye karşı büyük haksızlık ettiklerinden pek de yüce sayılamaz bu savlar. Maddi ve ruhsal yoksunluk içinde yetişen kimseye karşı sevgi ve ilgi duymayan, bedeni yıllarca alkol almaktan yıpranmış, koşullannı değiştirme olanağını hiçbir zaman bulamamış bir insanın böylesi bir insanın kendi seçmesini yapmakta “özgür” olduğu söylenebilir mi? Bu tutum gerçeklere ters düşmez mi? Sevgisiz bir tutum değil midir bu? Son çözümlemede, yirminci yüzyılın dilindeyse, Sartre’m felsefesine çok benzeyen, burjuva bireyciliğini ve bencilliğini yansıtan bu tutum Max Stirner’in der Einzige und Sein Eigentum’unun (Biricik Kişi ve Mülkü) çağdaş bir yorumu değil midir?

Bunun tersi olan tutum, insanın seçmekte özgür olmadığını, belli bir noktada aldığı kararlann daha önce yer alan iç ve dış olaylar tarafından belirlenip kararlaştınldığını savunan tutum ilk bakışta insana daha gerçekçi ve akla yakın gelir. Gerekirciliği ister toplumsal gruplara, ister sınıflara, isterse bireylere uygulayalım Freud’çu ve Marksist çözümleme insanın içgüdüsel ve toplumsal dürtüleri belirlemeye karşı verilen savaşta ne denli zayıf kaldığını göstermemiş midir? Ruhçö-zümlemesi, anneye olan bağlılığını çözememiş bir kimsenin eyleme geçme, karar verme yetisi bulunmadığını, o insanın kendisini güvensiz duyduğunu, bu yüzden de dönüşü olmayan bir noktaya vanncaya dek gittikçe artan bir bağımlılıkla ana figürlerine çekildiğini göstermemiş midir? Marksçı çözümleme aşağı-orta sınıf gibi bir sınıfın servetini, kültürünü ve toplumsal işlevini yitirdikten sonra umutsuzluğa kapılıp ilkel, ölümsever ve narsisist bir duruma geri döndüğünü göstermemiş midir?

Ne var ki Marx da Freud da nedensel bir gerekirciliğin geriye çevrilemezliğine inanmak anlamında gerekirci değillerdi, ikisi de eskiden tutulmuş olan bir yolun değiştirilebileceğine inanıyorlardı, ikisi de insanın kendisini arkasından yöneten güçlerin farkında olmasından doğan böylece onun özgürlüğünü yeniden ele geçirmesini sağlayan değişme olanağını görmüşlerdi.6 Marx da Freud da Marx’m çok etkilendiği Spinoza gibi hem gerekirciydiler, hem de gerekirci değildiler; ya da ne gerekirciydiler, ne de gerekirciliğe karşıydılar, ikisi de insanın neden-sonuç yasalanyla yönetildiğini ama bilinçlilik ve doğru eylemlerle kendi özgürlük alanını yaratıp genişletebileceğim öne sürüyorlardı. Optimum özgürlüğü kazanmak, zorunluluğun zincirlerinden kurtulmak insanın kendisine kalmıştı. Freud’a göre bilinçaltının farkında olmak, Marx’a göre de toplumsal-ekonomik güçlerin ve sınıfsal çıkarlann farkında olmak bu özgürleşmenin koşullanydı; her ikisinde de farkında olmaya ek olarak etkin bir istenç ve savaşım özgürlüğü sağlamak gerekli koşullardı.
Her ruhçözümleyici elbette farkına vardıktan sonra yaşamlannı belirleyen eğilimleri tersine çevirebilen, özgürlüklerini yeniden ele geçirmek için yoğun bir çabaya girişen hastalar görmüştür. Oysa insanın bu deneyimi geçirmesi için ruhçözümleyici olması gerekmez. Bazılanmız aynı şeyi kendimizde yaşamış ya da başkalannda görmüşüzdür: Varsayılan nedensellik zinciri kınlmış, bu insanlar daha önceki davranışlanna dayanılarak yapılan her türlü akla yatkın beklentiyle çeliştiğinden mucize gibi görünen bambaşka bir yol tutmuşlardır.
Geleneksel istenç özgürlüğü tartışması Spinoza’yla Leibniz’in bilinçaltı dürtüler konusundaki buluşlarının yerine oturmamasından zarar görmüştür. Bu konudaki tartışmalann boşa gittiğini gösteren başka nedenler de vardır. Bundan sonraki paragraflarda bence çok önemli olan bazı yanlışlardan söz edeceğim.
Yanlışlardan biri, bireyin özgürlüğünden çok insanın seçme özgürlüğünden söz etme alışkanlığıdır. Daha ilerde, bireyin değil de genel olarak insanın özgürlüğünden söz etmeye başlar başlamaz, sorunu çözülmezliğe götüren soyut bir tartışmaya girdiğimizi göstermeye çalışacağım. Bu durum bir insanın, seçme özgürlüğünü kazanmış öbürünün de yitirmiş olmasından doğmaktadır. Bunu insanların tümüne uygularsak ya da bir soyuüamayla ya da Kant ve William James’inki gibi salt ahlaksal bir varsayımla uğraşıyoruz demektir. Geleneksel özgürlük tartışmasında başka bir güçlük de özellikle Platon’dan Aqui-nas’a dek uzanan klasik yazarlar arasındaki eğilimde ortaya çıkar: Burada iyilik ve kötülük sorunu “genel olarak”, sanki insan iyilikle kötülük arasında bir seçme yapabilirmiş, bunlardan iyiliği seçme özgürlüğüne sahipmiş gibi ele alınır. Bu görüş tartışmaya büyük bir karışıklık getirmiştir; çünkü genel seçmeyle karşı karşıya kaldığında insanların çoğu “kötülük”e karşı “iyilik”i seçerler. Oysa “iyilik”le “kötülük” arasında seçme diye birşey yoktur  iyilik ve kötülük doğru tanımlanmışsa, insanı iyiliğe götüren somut ve özel eylemlerden oluşan yollar ya da insanı kötülüğe götüren yollar vardır. Seçme konusunda içimizde doğan ahlaksal çatışma genel olarak iyilikle kötülük arasında bir seçme yapmaktan çok somut bir karar vermek zorunda kaldığımız zaman ortaya çıkar.

Geleneksel tartışmanın başka bir eksik yanı da çeşitli eğilim dereceleri yerine özgürlüğün seçme gerekirciliğinin karşısına konarak incelenmesidir. Daha ilerde de göstermeye çalışacağım gibi gerekirciliğe karşı özgürlük sorunu aslında eğilimler arasında çatışmadan, bu eğilimlerin kendilerine özgü yoğunluklarından doğar.
Son olarak da “sorumluluk” kavramının kullanılışındaki kargaşalığa bakalım. “Sorumluluk” sözcüğü çoğunlukla benim cezalandıracak ya da suçlanacak bir insan olduğumu göstermek için kullanılır; bu açıdan baktığımızda kendi kendimi suçlamamla başkalarının beni suçlamasına izin vermem arasında pek büyük bir aynm yoktur. Kendi kendimi suçlu bulursam cezalandırırım; başkalan beni suçlu bulurlarsa tnsanlann bazan belli bir seçeneği seçememeleri, onu seçmeye kapalı olduklarını gösteren birşey değildir.” [The Freedom of the Will (İstenç Özgürlüğü), (Londra: A and C. Black, 1958, s. 151) sözcüklerin altım ben çizdim, E. F.].
Leibniz”incliner sans necessiter” (zorunluluk yokken bir eğilimi benimseme)den söz eden pek az yazardan biridir.
onlar cezalandırır. Bununla birlikte başka bir sorumluluk kavramı daha vardır ki onun cezalandırma ya da “suç”la hiçbir ilişkisi yoktur. Bu anlamda sorumluluk yalnızca “o şeyi yaptığımın farkındayım” anlamını taşır. Aslında yapılan şey “günah” ya da “suç” olarak görülür görülmez yabancılaştınlır. O şeyi yapan Ben değilimdir; “günahkâr”, “kötü insandır; cezalandırılması gereken “öteki kişi”dir; elbette bu arada suçluluk duyma ve kendini suçlama’nın üzülmeye, kendini lânetlemeye, yaşamı lânetlemeye yol açtığını belirtmeye gerek yok. Bu noktayı en büyük Hasidik* ustalardan biri olan Ger’li Isaac Meier çok güzel belirtmiştir:
Yaptığı kötü birşeyden söz eden ve onu düşünüp duran kişi derinlerine indiği kötülüğü düşünüyor demektir; insan neyi düşünüyorsa onun içine saplanmıştır  insan tüm ruhuyla düşündüğü şeyin içine batmıştır; bu yüzden de hâlâ kötülük içinde yüzmektedir. Elbette o kişi düzelemez, çünkü ruhu kabalaşacaktır, yüreği çürüyecektir, bundan da öte, üstüne üzüntülü bir hava çökecektir. Ne yararı var? Pisliği öyle de kanştırsan, böyle de karıştırsan pislik gene pisliktir. Günah işlemiş olmak ya da olmamak cennette ne yararı olabilir bunun bize? Bunları düşüneceğin zamanı cennetin coşkulu mutluluğu için inciler dizerek geçirebilirsin, tşte bunun için kutsal kitapta şöyle yazar: “Kötülükten ayrıl, iyilik yap.”  kötülükten bütünüyle yüz çevir; o yolda düşünüp durma ve iyilik yap. Yanlış birşey mi yaptın? Öyleyse onu doğru birşey yaparak dengeler.
Aynı biçimde Tevrat’ta geçen ve çoğu zaman “günah” diye çevrilen çatah sözcüğü de aslında (yolu) “yitınnek” demektir; bunda “günah” ve “günahkâr” sözcüklerindeki suçlayıcılık yoktur. Aynı biçimde Ibranice’ de “tövbe” sözcüğü de tesçubah’da ve (Tanrı’ya, kendi özüne, doğru yola) “dönmek” anlamındadır; bu sözcükte de kendini suçlama anlamı yoktur. Talmud’da da “dönüşün ustası” (“tövbe etmiş günahkâr”) deyimi geçer; böyle birinin hiç günah işlemeyenlerden üstün olduğu söylenir.

Bireyin karşılaştığı iki özel eylem yolu arasında seçme yapma özgürlüğünden söz ettiğimizi varsayalım; tartışmamıza tek bir somut ve yaygın örnekle başlayabiliriz: Sigara içmekle içmemek arasında seçme yapma özgürlüğü. Sigara içmenin sağlığa verdiği zararlar üzerinde raporları okumuş, sigara içmekten vazgeçmeye karar vermiş bir tiryakiyi ele alalım. Tiryaki “sigarayı bırakacağı”na karar vermiştir. Bu “karar” aslında bir karar sayılmaz. Yalnızca bir umudun dile getirilmesidir. Sigarayı bırakmaya “karar” vermiştir o kişi ama keyfi ertesi gün sigarayı bırakamayacak kadar yerinde, daha ertesi günse bırakamayacak kadar bozuktur; üçüncü gün “herkesten ayrı” davranmak istemez; bir sonraki gün sağlık raporlarının doğruluğundan kuşkulanmaya başlar; bırakmaya “karar vermiş” olmasına karşın sigara içmeyi böylece sürdürür gider. Bütün bu kararlar aslında birer fikir, birer plan, birer düş olmaktan öteye geçemez; gerçek seçme yapılana dek bu kararların hiçbir geçerliliği yoktur ya da çok az geçerliliği vardır. Bu seçme, önünde sigara bulunduğunda kişinin o sigarayı içip içmeme karan vermek zorunda kaldığı zaman geçerlilik kazanır; gene de kişi ilerde, ikinci sigara için de aynı kararı vermek zorunda kalacaktır ve böylece sürüp gidecektir. Gerçek karar gerektiren şey her zaman somut eylemdir. Bu durumlarda önemli olan, o insanın o sigarayı içip içmemekte özgür olup olmadığıdır.
Burada birkaç soran çıkıyor ortaya. O insanın sigara konusundaki sağlık raporlarına inandığını, inansa bile bu zevkten vazgeçmektense yirmi yıl az yaşamayı yeğlediğini varsayabiliriz; bu durumda, görünürde bir seçme yoktur. Ne var ki sorun yalnızca çok iyi sarılıp sarmalanarak gözlerden kaçırılmıştır. O kişinin bilinçli düşünceleri, uğraşsa da bu savaşı kazanamayacağını sanmasından doğan akla uydurmalardan başka birşey değildir belki de. Seçme sorunu ister bilinçaltında kalmış isterse bilinçüstüne çıkmış olsun, seçmenin yapısı değişmez. Akıldışı tutkuların buyurduğu eyleme karşı aklın buyurduğu eylemi seçme sorunudur bu. Spinoza’ya göre özgürlük gerçekliğin farkında olmaktan, bu gerçekliği kabul etmekten doğan, bireyin ruhsal ve zihinsel yeteneklerini en iyi biçimde geliştirmesini sağlayacak eylemleri belirleyen “yeterli fikirler”den oluşur. Spinoza’ya göre insan eylemini, tutkular ya da (nedenler’le) akıl belirler. Tutkuların yönetiminde insan, tutsak gibidir; aklın yönetimindeyse özgürdür.
Akıldışı tutkular insanı elinde oyuncak eden, onu gerçek öz çıkarlarının tersine hareket etmeye zorlayan, onun güçlerini zayıflatıp yok eden, ona acı çektiren tutkulardır. Seçme özgürlüğü sorunu aynı ölçüde iyi iki olasılık arasında seçme yapmak, tenis oynamakla yürüyüşe çıkmak, bir dostu görmeye gitmekle evde oturup kitap okumak arasındaki seçme değildir. Gerekircilik ya da belirlenmezcilik söz konusu olduğunda, seçme özgürlüğü her zaman daha kötüye karşı daha iyi olanı seçme özgürlüğüdür. Daha iyi ya da daha kötü olma durumu da her zaman yaşamın temel ahlaksal sorununa bakılarak anlaşılır  ilericilikle gericilik, sevgiyle nefret, bağımsızlıkla bağımlılık arasında bir seçmedir bu. Özgürlük, akıldışı tutkuların sesine karşı aklın, sağlığın, huzurun, vicdanın sesini dinleme ve izleme yeteneğinden başka birşey değildir. Bu açıdan ben Sokrates’in, Platon’un, Stoacıların ve Kant’ın -L geleneksel görüşlerine katılıyorum. Burada vurgulamaya çalıştığım şey, aklın buyruklarına uyma özgürlüğünün, derinliğine incelenebilecek bir ruhbilimsel sorun olduğudur.
Şimdi gene sigarasını içip içmeme seçmesiyle karşı karşıya kalan kişi örneğine, değişik söylersek bu kişinin akla uygun isteğini yerine getirme özgürlüğüne sahip olup olmadığına bakalım. Bu isteğini gerçekleştiremeyeceğinden az çok emin olduğumuz bir insan tipi düşünebiliriz. Bu insanın anne figürüne derinden bağlı oral-alıcı bir yapıda olduğunu, her zaman başkalarından birşey beklediğini, kendisini hiçbir zaman gerçekleştiremediğini, bu yüzden de yoğun, sürekli bir huzursuzluk içinde olduğunu varsayabiliriz. Sigara içmek onun için alıcı açlığını doyurma, huzursuzluğuna karşı bir savunma yoludur; ona göre sigara güçlülüğü, erginliği, etkinliği simgeler; bu yüzden o kişi sigarasız edemez. Sigaraya karşı duyduğu açlık huzursuzluğunun, alıcılığının vb. sonucudur ve bu, dürtülerinin güçlülüğü ölçüsünde büyüktür. Dürtüler bir noktada o denli güçlüdür ki kişi açlığını içindeki güçler dengesinde çok büyük bir değişiklik olmadıkça bastıramaz. O zaman, uygulamaya bakarak o kişinin iyi olduğunu açıkça gördüğü şeyi seçmekte özgür olmadığını söyleyebiliriz. Öte yandan öylesine olgun, üretken, açlıktan öylesine uzak bir insan düşünebiliriz ki bu insan akla, kendi gerçek çıkarlarına karşı hareket edemeyecektir. O kişi de “özgür” olmayacaktır, sigara içemeyecektir; çünkü bundan böyle sigara içme isteği duymayacaktır.
Seçme özgürlüğü insanın elinde “olan” ya da “olmayan” biçimsel, soyut bir yeti değildir; daha çok, insanın kişilik yapısından doğar. Bazı insanların elinde iyiyi seçme özgürlüğü yoktur, çünkü o insanlar kişilik yapılan yüzünden iyiye göre davranma yetilerini yitirmişlerdir. Bazı insanlar da kötülüğü seçme yetilerini yitirmişlerdir çünkü onlarda da kişilik yapılan yüzünden kötülüğe karşı istek kalmamıştır. Bu iki aşın durumun, kişiliklerindeki güçler dengesi yüzünden bu iki tür insanın başka türlü davranamamalanyla belirlendiğini söyleyebiliriz. Ne var kî insanlann çoğunda birbiriyle çatışan eğilimler öyle dengelenmiştir ki seçme sözkonusu olabilir. Seçme edimi, o insanın kişiliğinde birbiriyle çatışan güçlerden birinin ya da öbürünün ağır basmasıdır.
“Özgürlük” kavramını iki değişik anlamda kullanabileceğimiz ortaya çıktı sanıyorum: Bunlann birincisinde özgürlük olgun, bütünüyle gelişmiş, üretici bir insanın tutumunun, yaklaşımının ve kişilik yapısının bir parçasıdır; bu anlamda “özgür” insandan seven, üretici, bağımsız bir insan olarak sözedilebilir. Aslında bu anlamda özgür bir insan gerçekten seven, üretici ve bağımsız bir kişidir, bu anlamda özgürlük, iki olası eylem arasında özel bir seçmeyi değil o insanın kişilik yapısını gösterir; bu anlamda “kötülüğü seçmekte özgür olmayan” insan bütünüyle özgür olan insandır. Özgürlüğün ikinci anlamı şimdiye dek kullanageldiğimiz anlamı, özlü söylersek birbirine zıt iki seçenek arasında seçme yapma yetişidir; ne var ki bu seçenekler yaşamda her zaman akılsal çıkarlara karşı akıldışı çıkartan, yaşamın gelişmesine karşı durgunluk ya da ölüm arasında bir seçmeyi gösterir; bu ikinci anlamda en iyi ve en kötü insan seçmekte özgür değildirler; seçme özgürlüğüyse ancak birbiriyle çatışan eğilimler taşıyan ortalama kişi için sözkonusudur.
Özgürlüğü ikinci anlamda düşünürsek şu sorun çıkar ortaya: Birbiriyle çatışan bu eğilimler arasından seçme özgürlüğü hangi etkenlere dayanmaktadır?
Çok açıktır ki en önemli etken birbiriyle çatışan eğilimlerin ne ölçüde ağır bastığı, özellikle de bu eğilimlerin bilinçaltı yanıdır. Akıldışı eğilim ağır bastığı zaman seçme özgürlüğünü destekleyen şeyin ne olduğunu sorarsak yanıt kötüye karşı iyi olanı seçmede belirleyici etkenin farkında-olma olduğudur: (1) iyinin ve kötünün ne olduğunun farkında olmak; (2) somut durumda hangi eylemin istenen amaca uygun bir yol olduğunun farkında olmak; (3) ortada olan isteğin ardında yatan dürtülerin farkında olmak; bu da bilinçaltı arzulann keşfedilmesi demektir; (4) aralannda seçme yapılabilecek olanaklann farkında olmak; (5) bu seçeneklerin birine karşı öbürünü seçmenin getireceği sonuçlann farkında olmak; (6) eyleme geçme istenciyle birlikte gelmedikçe, insanın tutkulanna karşı girişilen bir eylemin zorunlu olarak getireceği gerginliğin acısına katlanma isteği olmadıkça, farkında olma durumunun hiçbir etkisi olmayacağının farkında olmak.

Özgürlük,Gerekircilik,Seçenekçilik 1 nci Bölüm | Eric Fromm

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments