Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın “Önsöz”ündeki açıklamada dikkat edilmesi gereken ikinci nokta, insan bilincine ait etkinliklerin “ideolojik şekiller” olarak tanımlanmasının nedenleridir. Marx, bu durumu şöyle açıklar:
Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukukî ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üst yapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddî altüst oluşu ile … hukukî, siyasal, dinî, artistik ya da felsefî biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırdetmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilemezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendi kendini değerlendirmesi gözönünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir (Marx, 1979: 25-26).
Bu sözler, Marx’ın ideoloji kavramsallaştırması bakımından yeni bir boyut içermektedir. Şöyle ki; Marx, önceki eserlerinde insan bilincindeki tersyüz olmuşlukla maddi çelişkiler arasındaki ilişkiyi açıklamıştı. Bununla birlikte bu ilişki doğrudan bir ilişki gibi görünmüş, maddi dünyanın tersyüzlüğü ile insan bilincindeki tersyüz olmuşluk arasında dolaysız bir bağıntı kurulmuştu. Şimdi ise, insan bilincindeki tersyüzlüğün insanın bilinçli etkinliğinin ürünleri olan formlar aracılığıyla dolayımlandığı sonucuna ulaşılmakta ve bu formların ideolojik karakteri üzerinde durulmaktadır. Marx’ın bir başka eserinde de gösterdiği gibi (1976: 47) toplumsal ilişkiler üzerinde biçimlenen bu formlar, birey tarafından gelenek ya da eğitim yoluyla edinilir ve birey sanır ki kendi eyleminin hareket noktaları bunlardır. Bir bakıma, bu formlar, bireylerin kendi haklarında sahip oldukları fikirler gibidir. Oysa, bireyin kendi hakkındaki düşünceleriyle gerçekte ne olduğu birbirinden farklıdır. Gerçekliğin bu yanlış temsili ise ancak maddi hayatın çelişkileriyle açıklanabilir.
Burada kurulan denklemin iki yanı olduğu düşünülebilir. Birinci yanda, ideolojik formların üretim ilişkilerinin bir sonucu olduğu vardır. İkinci yanda ise, bu ideolojik formların maddi üretim sürecindeki ilişkilerin çerçevesini oluşturduğu ifade edilir. Bu denklemle Alman İdeolojisi’nde geliştirilen yaklaşım arasında bir tutarlılık olduğu açıktır. Alman İdeolojisi’nde tarihsel yaşam süreçleri ile insan zihni arasında kurulan bağ, burada, insan bilincini belirleyen üretim ilişkileri ile, insan bilincinin ürünü olan ideolojik formlar arasında kurulmuştur. Öyleyse, Terry Eagleton’ın Alman İdeolojisi ile Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’daki yaklaşım biçimi arasında bulmak istediği çelişki, olsa olsa bir yanlış yorumun ürünü olarak değerlendirilebilir. Çünkü Marx’ın her iki eserinde de insan bilinci ve bu bilincin ürünleri maddi pratikle ilişkisi içinde ele alınmıştır. Eagleton’ın iddia ettiği gibi (1996: 122) bu eserlerin birincisinde, bilinç, “değerler, anlamlar, niyetler ve benzeri” olarak kavranmadığı gibi, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da “yanıltıcı biçimlere göndermeden vazgeçildi”ği de (Eagleton, 1996: 121) doğru değildir. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da ideolojik şekillerin “yanıltıcı olmayan şekiller” olarak tarif edildiğine ilişkin her hangi bir imaya rastlanmaz, ama bunun tersi kesinlikle doğrudur. Eser, insan bilincini dolayımlayan ideolojik formların gerçekliğin bir yanlış temsili olduğunu net bir şekilde vurgulamaktadır. Bu eserin ideoloji kavramsallaştırması bakımından tek ayırt edici yanı, yukarıda gösterilmeye çalışıldığı gibi, insan bilincindeki tersyüzlükle maddi hayıtın tarsyüzlüğü arasındaki ilişkinin ideolojik formlar aracılığıyla dolayımlandığına ilişkin vurgudur, ki bu Kapital’de daha detaylı bir şekilde açıklanacaktır.
Kapitalist üretim sürecinin eleştirel bir analizinin yapıldığı Kapital’de, ideoloji kavramına başvurulmamıştır. Bununla birlikte tersyüz etme kavramının kullanımı ve yeni kullanımlarıyla derinleştirilmesi ideoloji kavramının Marx’ın iktisadi analizlerine uygun olduğunu gösterir. Marx’ın Kapital’de geliştirdiği ideoloji kuramıyla ilgili pek çok değerli çalışma vardır. Larrain’in (1983), Mempham’ın (1978), Eagleton’ın (1996) çalışmaları bunlara örnek olarak gösterilebilir (2). Benim, burada yapmaya çalışacağım şey ise, Marx’ın Kapital’deki ideoloji kavramsallaştırmasını, daha önceki eserlerinde geliştirdiği yaklaşımlar doğrultusunda ve onların bir devamı olarak geliştirdiğini ortaya koymak olacak. Kanımca, Marx’ın ilk din eleştirilerindeki ideoloji nosyonuyla metanın fetiş karakterini açıklarken kullandığı argümanlar arasında süreklilik bulunmaktadır. Bunun gibi, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da “ideolojik şekil” olarak tanımladığı hukukun, niçin böyle değerlendirildiğine ilişkin olası bütün sorulara ilişkin cevaplar da yine Kapital’de yer almaktadır. Bu durumun gösterilmesi, Marx’ın Kapital’de geliştirdiği ideoloji kavramsallaştırmasıyla, önceki eserleri arasında bir farklılık ya da karşıtlık değil, bir süreklilik ve tamamlama ilişkisi bulunduğunu ortaya koyacaktır.
İlk önce, Marx’ın ilk din eleştirilerinde ortaya sürdüğü tezlerle, meta tahlilinde ulşatığı sonuçlar arasındaki paralel ilişkiyi ele almak yerinde olabilir.
Bilindiği üzere Kapital, daha önce Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da dile getirilen, son derecede soyut ve genel bir tümceyle başlar: “Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği, ‘muazzam bir meta birikimi’ olarak kendini gösterir, bunun birimi tek bir metadır. Araştırmalarımızın, bu nedenle, tek meatın tahlili ile başlaması gerekir” (Marx, 1986: 49).
Marx’ın, kapitalist üretimi analiz ederken, işe tek bir metadan başlamasının nedeni, kapitalist toplumun başaşağı duran görüntüsünden kaynaklanır. Kapitalist pazarın vitrininde duran binbir çeşit meta, insanın insan olarak var olmasını sağlayan şeyler olarak görünür. Bu gizemli görünüş biçiminde, meta, insanın ürettiği bir şey değil, insanı üreten, nesnel bir niteliğe sahip olan bir şeymiş gibidir. Marx’ın sözleriyle:
İlk bakışta bir meta, çok önemsiz ve kolayca anlaşılır bir şey gibi gelir. Oysa metaın tahlili, aslında onun metafizik incelikler ve teolojik süslerle dolu pek garip bir şey olduğunu göstermiştir. … metaın gizemli bir şey olmasının basit nedeni, onun içinde insan emeğinin toplumsal niteliği, insana, bu emeğin ürününe nesnel bir nitelik damgalamış olarak görünmesine dayanmaktadır; üreticilerin kendi toplam emek ürünleri ile ilişkileri, onlara kendi aralarında bir ilişki olarak değil de, emek ürünleri arasında kurulan toplumsal bir ilişki olarak görünmesindedir. … insanlar arasındaki belirli bir toplumsal ilişki, onların gözünde, şeyler arasında düşsel bir ilişki biçimine bürünüyor (1986: 86-87).
Yukarıdaki alıntıdan izlenebileceği üzere, Marx’a göre, metalar, iki nedenle fetişist bir karakter taşırlar. İlk olarak, insan emeğinin ürünü olan metalar, insana hükmeden, varlığını ne şekilde sürdüreceğini insana buyuran nesnelermiş gibi görünürler. Bir başka ifadeyle, insanlar, hayatlarını devam ettirebilmek için kendi yarattığı metaların emri altına girerler. İkinci olarak, çalışan insanlar arasındaki ilişki, nesneler arasında ve bu dolayımla nesnelerle insanlar arasında bir ilişki görünümü kazanırlar. Bu, durum, Marx’ın önceki eserlerindeki yaklaşımıyla birlikte düşünüldüğünde ideolojik bir başaşağılıktır. Fakat bu başaşağılığın, insanın zihninde oluşmuş bir başaşağılık olmadığına dikkat edilmelidir. Slavoj Zizek’in mükemmel formülasyonuyla “metalar, kapitalizm koşullarında insan ilişkilerini belirliyormuş gibi görünmezler, ama bunu fiilen yaparlar” (1989: 11). Örneğin, Amerika’da, Amerikalıların ihtiyacından fazla şeker üretildiği için, Türkiye’nin Güneydoğusu’nda şeker fabrikaları kapanır ve bu fabrikalarda çalışan kadın ve erkek işçiler Antalya sahillerinde Amerikalı turistlere hizmet etmeye başlarlar. Ya da, Kızılay Meydanındaki bir dükkândan alelade bir gömlek alan kişi, bu gömleği almakla Çukurova’da pamuk toplayan genç kızlarla, Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki ütü atölyelerinde terleyen genç erkeklerle ilişki kurmuş olduğunu düşünmez.
Marx’ın, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi adlı çalışmasında din bağlamında söylediği ideolojik başaşağılıkla, meta analizinde geliştirdiği yaklaşım arasında kaydedeğer bir ilişkisellik ve benzerlik vardır. Dinsel ideolojinin bilinçteki bir başaşağılıktan değil, başaşağı duran gerçekliğin kendisinden kaynaklandığını savunmakla, insan ürünü metaların insanı kendi emrine altına almış olması arasındaki ilişki son derecede net bir şekilde görülür. İnsan bilincinin yarattığı tanrı, yaratıcı olarak insanı egemenliği altına alırken, insan emeğinin ürünü olan meta da onun toplumsal ilişkilerini belirler. Bir başka ifadeyle, metaların, yaratıcıları karşısında gizemli bir nesnellik kazanması gibi, insan tarafından yaratılan dinler de onların davranışlarını yönlendirir. Kapital’de bu konuda şunlar yazılıdır: “[din] aleminde, insan beyninin ürünleri, bağımsız, canlı varlıklar gibi görünür, ve hem birbirleriyle, hem de insanoğlu ile ilişki içine girerler. İşte metalar aleminde de, insan elinin yarattığı ürünler için durum aynıdır” (Marx, 1986: 88).
Kapitl’de, ideolojik başaşağılığın ancak gerçek yaşamın çelişkilerinin çözülmesiyle ortadan kaldırılabileceğine ilişkin tez de, Marx’ın ilk dönem çalışmalarındaki din eleştirilerinde olduğu gibi, sürdürülür. Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nde din ile ilgili olarak “halkın kendi durumu üzerindeki yanılsamalardan vazgeçmesini istemek, halkın yanılsamalara gereksinim duyan bir durumdan vazgeçmesini istemek anlamına gelir” şeklindeki yaklaşım, dini “gerçek dünyanın yansıması” olarak tarif eden Kapital’de şu şekilde ifade edilir: “Gerçek dünyanın, dinsel yansıması, kaçınılmaz olarak, günlük yaşamın pratik yansımalarının insana, onun öteki insanlar ve doğa ile ilişkilerini tam anlamıyla anlaşılır ve akla uygun bir ilişki olmaktan öte bir şey sunmadığı zaman, ancak o zaman yitip gider” (Marx, 1986: 95). İnsan bilincindeki ideolojik başaşağılığın ancak onu yaratan maddi koşulların yok edilmesiyle ortadan aldırılabileceğine ilişkin görüş, metaların gizemli alemine ilişkin olarak da tekrarlanır: “Maddi üretim sürecine dayanan toplumun yaşam süreci, kendisini saran mistik tülü, üretimin, serbestçe biraraya gelen insanlar tarafından ve saptanmış bir plana uygun olarak bilinçli bir biçimde düzenlenmesi sağlanmadıkça, soyulup atılamaz” (Marx, 1986: 95).
Diğer yandan, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da “ideolojik bir şekil” olarak tarif edilen hukukun ideolojik karaketeri, Kapital’de somut bir şekilde açıklanır. Marx’ın sözü edilen iki eserinde hukuk bağlamındaki ideoloji kavramsallaştırmasının sürekliliği, Eagleton’ın bu iki eser arasında bulmak istediği çelişkinin bir yanlış kavramaya dayalı olduğunu gösterir.
Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumlarda hukuk; piyasa ya da mübadele alanındaki ilişkileri düzenleyen yasaların toplamıdır. “Eşitlik” ve “özgürlük” gibi kavramlar, hukuka ruhunu veren başlıca kavramlardır. Dolaşım alanı emek sahibi ile para sahibinin karşı karşıya geldiği alandır ve hukuk kuralları bu alandaki ilişkileri düzenlerken emek sahibi ile para sahibini soyut bir düzeyde eşitler. Marx’ın ifadeleriyle:
Burada egemen olan yalnızca, Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’dır. Özgürlüktür, çünkü, metaın, diyelim emek-gücünün hem alıcısı hem satıcısı yalnızca kendi serbest iradelerinin etkisi altındadırlar. Serbest taraflar olarak sözleşme yaparlar ve vardıkları anlaşma, ortak iradelerinin yasal ifadesinden başka bir şey değildir. Eşitliktir, çünkü birbirleriyle basit meta sahipleri olarak ilişki içine girerler ve eşdeğeri eşdeğerle değişirler. Mülkiyettir, çünkü taraflar, kendi malı olan şeyler üzerinde tasarrufta bulunur. Ve Bentham’dır, çünkü … herkes yalnız kendini düşünür, kimse geri kalana kulak asmaz … ve takdiri ilahi ile hepsi de herkesin mutluluğu ve yararı adına, kendi karşılıklı çıkarları adına elbirliği ile çalışır (1986: 191).
Emek gücü sahibi ile para sahibinin dolaşım alanında kurduğu bu ilişkide ve bu ilişkileri düzenleyen hukuki kurallarda eleştirilecek bir yan yoktur. Hukuk, bu alanda, taraflar arasında var olan bir eşitsizliği gizliyor değildir. Zira, eşitliğe ve özgürlüğe aykırı bir durum yoktur. İşte, Gülnur Savran’ın çok iyi ifade ettiği gibi, hukuku kapitalizmin “en ayrıcalıklı ideolojisi” haline getiren şey de budur: “Kapitalist üretim tarzında sömürü, eşitlik ve özgürlüğün varlığına karşın değil, tersine eşitlik ve özgürlük sayesinde gerçekleşir” (Savran, 1987: 194). Hukuk, dolaşım alanında, emek sahibi ile para sahibinin özgürlük ve eşitlik temelinde kurduğu ilişkiyi düzenlerken, üretim alanındaki sömürüyü gizler. Bu durum, hukukun ideolojik bir form oluşunun gerekçelerini açıklar.
Katipal’in Marx’ın ideoloji anlayışı bakımından taşıdığı önem, ilk din eleşetirilerinden başlayarak geliştirdiği yaklaşımı tutarlı bir şekilde sürdürüp derinleştirmesinden kaynaklanmaz sadece. Bu eserde, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da ulaşılan bir sonuç da olanca gelişmiş haliyle sergilenir. Bu, dolaşım alanının oluşturduğu görünüşler dünyasının ideolojinin kaynağı olarak ortaya konulması ve maddi gerçeklikteki tesyüzlükle insan bilincindeki tersyüzlük arasındaki ilişkinin bu görüntüler dünyası aracılığıyla dolayımlanmasıdır.
Marx’ın, emek sahibi ile para sahibinin mübadele alanındaki ilişkilerine ilişkin açıklamasına yukarıda değinilmişti. Bu alandaki ilişkinin temeleri üç ana kavram tarafından oluşturuluyordu: özgürlük, eşitlik ve karşılılıklık. Bununla üzerinde bu kavramların yazılı olduğu sözleşme, insanın en büyük zincire vuruluşu olan sömürüyü, insanlar arasındaki en büyük eşitsizlik olan sınıf egemenliğini ve artı-değere tek taraflı el konulmasını gizliyordu. Bununla birlikte Marx, meta üretiminin genelleşip toplumsallaşabilmesi için mübadele alanının gerkliliğini vurgular. Bir diğer deyişle, mübadele alanını, sermayenin gerçekleşebilmesinin zorunlu bir koşulu sayar. “Onun [sermayenin] doğabilmesi için,” der, “ancak üretim ve tüketim araçlarını elinde bulunduran kimse ile emek-gücü satan özgür emekçilerin pazarda karşı karşıya gelmesi gerekiyor” (Marx, 1986: 185). Üretim alanının mübadele alanındaki görünüş biçimleri aracılığıyla dolayımlanması, tersyüz bilinç ve tersyüz gerçeklik arasındaki ilişkinin dolayımlanmasını da beraberinde getirir. Dolaşım alanının öncülleri olan eşitlik, özgürlük ve karşılıklılık insan bilinci tarafından hukuk biçimi altında sistemleştirilip mutlaklaştırılır. Dolayısıyla, mübadele alanı ideolojinin oluşturucusu olarak ortaya çıkar. İdeoloji, iktisadi ilişkilerin yüzeydeki görünüş biçimlerine yoğunlaşarak temeldeki emek-sermaye çelişkisini gizler.
Aynı şey, rekabet için de sözkonusudur. Rekabet de, üretim alanındaki ilişki ve çelişkilerin tersyüz olmuş bir halde ortaya çıktığı alandır. Rekabet, kârı, sömürü alanında sermaye tarafından el konulan canlı emek kitlesinden bağımsız olarak gösterir. Diğer yandan, değerin emek-zamanı ile belirlenmesi, artı-değerin karşılığı ödenmemiş artı-emekten ibaret olması da rekabet tarafından gizlenir. Marx’ın sözleriyle:
… rekabette her şey tersine çevrilmiş görünür. Ekonomik ilişkilerin, yüzeyden nihai gibi görünen biçimleri, kendi gerçek varlıkları ve dolayısıyla, bu ilişkilerin taqşıyıcıları ve aracılarının bunları anlamaya çalıştıkları kavramları içerisinde, bunların asıl ama gizlenmiş öz biçimlerinden ve bunlara tekabül eden kavramlardan son derece farklı ve gerçekte bunların tam tersidir (Marx, 1992: 185-186).
Marx’ın, toplumsal üretim sürecini gizemli bir hale getiren sermaye-kâr, toprak-rant, emek-ücret formülünün maskesini düşürürken izlediği yol da, onun ideoloji kavramsallaştırmasıyla birlikte düşünülebilir. İdeoloji, sermayenin doğal olarak kâr, toprağın doğal olarak rant getirdiğini, emeğin doğal karşılığını ise ücrette bulduğunu anlatan bu formülle üretim ilişkilerinin görünüş biçimlerine yoğunlaşarak temeldeki çelişkileri gizler. Örneğin, sermayenin doğal olarak kâr getirdiği sanısı artı-değer gerçeğini gizler. Toprağın doğal olarak rant getirdiği yanılsaması, ürünün emek aracılığıyla üretildiğini ve dolaşıma sokulduğunu örter (Marx, 1992: 719). Emeğin doğal karşılığını ücrette bulması ise, işgününün gerekli-emek ve artı-emek, karşılığı ödenmiş ve ödenmemiş emek şeklinde bölünmesini yokmuş gibi gösterir ve örneğin karşılığı ödenmemiş emek de, karşılığı ödenmiş emek gibi görünür (Marx, 1986: 522). Bununla birlikte, sermayenin doğal olarak kâr, toprağın doğal olarak rant getirdiği, emeğin doğal karşılığını ücrette bulduğu şeklindeki “sanal ifadeler” üretim ilişkilerinin kendinden doğar ve kendilerini tersyüz olmuş görünüşler içinde açığa vururlar (Marx, 1986: 549). Gerçek ilişkileri tepetaklak gösteren görünüm şekli, ideolojinin temelini oluşturur. Görüş açısı üretim alanına yöneltildiğinde ise, toplumsal gerçeğin görünüş koşulları da değişir.
Burada, Marx’ın iktisadi analizlerinde kullandığı negatif ideoloji kavramıyla eleştiri anlayışı arasındaki ilişikinin üzerinde de durmak gerekiyor. Burjuva iktisatçıları, bütün iktisadın dolaşım alanında vuku bulduğunu düşünmüşler ve iktisadi analizlerini insan unsurundan arındırılmış formüllerle oluşturmuşlardı. Bunlardan kimileri, sınıf savaşımının henüz yeterince gelişmediği bir dönemde safça bir bilimsel uğraş içindelerdi. Yukarıdaki bir alıntıda adı geçen Jeremy Bentham gibileri ise, sınıf savaşımının pratik olduğu kadar teorik olarak da kızıştığı bir dönemde, dolaşım alanındaki görüntüleri mutlaklaştırıp Marx’ın deyimiyle “ücretli, kara vicdanlı ve şeytanca mazur göstermeler”le hareket ediyorlardı (1986: 24-25). Marx ise, sömürü çarkının işlediği üretim alanının önünde bir “mistik tül” gibi işlev gören dolaşım alanından ayrılıp, bu alanın gizlediği sömürüyü açıklamaya yönelmişti. O nedenle Marx, Engels’in belirttiği gibi (1979: 39) metayı analiz ederken bir nesneyi değil, insanlar arasındaki ilişkileri, son tahlilde sınıflar arasındaki ilişkileri analiz ediyordu.
Marx, burjuva iktisatçıların aksine, kapitalist üretim tarzının dolaşım alanındaki görüntüler dünyasının insan bilincindeki ve bu bilincin ürünlerindeki tersyüzlüğün kaynağı olduğunu gördü ve ideolojinin gizlediği ilişkileri açıklayabilmek için mübadele alanın ötesine, üretim alanına yöneldi. Marx’ı kendinden önceki bütün iktisatçılardan ayıran nokta, onun, ideolojinin kaynağı ve “insanın doğuştan var olan haklarının tam bir cenneti” olan dolaşım alanındaki ilişkilerin ötesinde, üretim alanındaki sömürü ilişkilerini eleştirel bir tarzda analiz etmeye yönelmesiydi. Bu, Marx’ın deyimiyle kapısında “işi olmayan giremez” levhası asılı bulunan “gizli kapaklı üretim alanı”ndaki ilişkileri açıklamak anlamına geliyordu. Marx, bu kapıdan içeri girilirken dolaşım alanındaki özgür ve eşit alıcı ile satıcının yüzlerinde bir değişiklik belirdiğini ironik bir şekilde resmediyordu: “Eski para sahibi, şimdi kapitalist olarak önde çalımla yürüyor; emek gücü sahibi onun emekçisi olarak peşi sıra onu izliyor. Biri önemli insan pozunda, sırıtkan, işbilir; öteki sıkılgan, çekingen, kendi derisini pazara götüren ve yüzülmekten başka umudu olmayan bir kimse gibi” (1986: 191-192). Üretim alanı, emek gücünün tüketilip, bunun sonucu olarak metaların ve artı-değerin üretildiği alandı. Dolaşım alanındaki ilişkileri özgürlük ve eşitlik gibi kavramlarla düzenleyen hukukun ilkelerine bir itiraz yöneltilemez, hiçbir işçi özgürlük ve eşitlikten bahseden yasalara karşı dava açamazdı. Fakat Marx’ın ideoloji eleştirisini gerçekleştirdiği kapitalist üretim alanın eleştirel tahlili, bir sınıfın tarihi davasının hangi temel çelişkiler üzerine kurulu olduğunu gösterdi. Kapitalizmin nasıl yıkılabileceği probleminden hareket eden Marx açısından bu çelişkilerin açıklanması ideolojinin kaynağı olan mübadele alanında mümkün olamazdı. İdeolojinin maskelediği çelişkilerin açıklanması, ideolojik yanılsamaların kaynağı olan üretim alanında gerçekleştirilebilirdi.
Sonuç
Marx’ın ideoloji kavramsallaştırmasının gelişimine ve bu kavramsallaştırmanın devrimci eleştiri ile ilişkisine dikkat çekmeye çalışan bu yazının sonuçları şu şekilde özetlenebilir:
Marx, ideoloji kavramsallaştırmasını, “gençlik” ve “olgunluk” dönemindeki eserlerinde farklı ve çelişki biçimlerde değil, tutarlı bir iç bütünlük taşıyacak bir şekilde geliştirildi. İlk din eleştirilerinden kapitalist üretim tarzının mübadele alanındaki görüntüler dünyasının özgürlük ve eşitlik ilkelerinin maskesinin düşürülmesine kadar sürekli bir gelişim seyri izleyen bu ideoloji kavramsallaştırması, negatif bir içeriğe sahipti. Kavram, Marx’ın dilinde gerçeklikteki ve insan bilincindeki tersyüz olmayı ifade etmek üzere kullanılıyordu.
Marx’ın ideoloji anlayışı, entelektüel gelişiminin belirli bir evresine kadar, insan bilincindeki tersyüz olma halinin gerçek çelişkilerden kaynaklandığını, bu nedenle zihinsel başaşağılığın ancak gerçek çelişkileri çözmeye yönelik pratik bir etkinlikle ortadan kaldırılabileceğini savunuyordu. Bu ideoloji kuramı toplumsal yanılsamalara karşı mücadelenin fikirler aleminde değil gerçek yaşam süreçlerinde olabileceğine ilişkin vurgusuyla çığır açıcı bir nitelik taşıyordu. İnsan düşüncelerinin, insan tarafından yapılan maddi gerçekliğin bir ürünü olduğunu ve gerçekliğin devrimci pratik tarafından değiştirilebileceğini söyleyen İdeoloji, Marx’ta, bütün bu bakımlardan devrimci politikadan ayrı düşünülemez bir nitelik taşıyordu.
Marx, iktisat çalışmaları sırasında ideoloji kavramsallaştırmasına yeni bir boyut ekledi. İnsan bilincindeki tersyüzlüğün gerçekliğin kendisindeki tersyüzlükten kaynaklandığına illişkin argümanını, bu iki tür tersyüzlük arasındaki ilişkinin kapitalist üretimin görünüş biçimleri aracılığıyla dolayımlandığı teziyle sonuca ulaştırdı. Bu sonuç, Marx’a kapitalist üretimin görünüş kertesinin maskelediği üretim alanındaki sömürü ilişkilerini açıklama imkânını verdi.
Marx, ideolojiyi, gerçekliği doğru kavrayabilme yeteneğinden yoksun olduğu varsayılan insan zihninden kalkarak ya da emek gücünün alınıp satıldığı özgürlük ve eşitlik alanı olan dolaşım sürecine hapsolarak değil, emek gücünün tüketilip metaların ve artı-değerin üretildiği üretim alanında, bu eşitsizlik ve tutsaklık alanında eleştirdi. Çünkü onun düşüncesine göre, ideoloji, insan zihninin kusurlarından değil, maddi yaşam sürecinin çelişkilerinden doğuyordu. Dolayısıyla ideolojik başaşağılığın yok edilmesi de, insanların bilincindeki zayıf yanların düzeltilmesiyle, eksik algılama biçimlerinin tadilatıyla gerçekleştirilecek bir mücadele ile değil, ideolojik formların oluşum imkânlarına karşı yürütülecek devrimci ve pratik bir eleştiriyle mümkündü.
Marx açısından eleştirinin ilk anlamı, insan bilincindeki başaşağılığın kaynağı olan ideolojik formların temelinde yatan maddi çelişkileri açıklamaktı. Eleştiri, ikinci olarak ise, mevcut toplumsal ilişkilerin bir sorgulaması ve dolayısıyla Gülnur Savran’ın dikkat çektiği gibi (1987: 197) “tarafsız bir nesnelliğin” karşıtı olarak taraf tutmaydı. O nedenle kapitalizmin temel çelişkisini emek-sermaye karşıtlığı ekseninde açıklayan Marx, daima emeğin yanında saf tutan devrimci bir politikacı, sosyalist bir eylemciydi. Ona, mevcut kapitalist dünyanın ötesinde yeni ve mümkün bir dünya tasarımı yapma ve bu dünyanın “çalışan, yaratan, dövüşen” işçiler tarafından kurulabileceğini söyleme imkânı veren şeylerden biri de ideoloji kavramsallaştırması ve ideoloji karşısındaki eleştirel tutumuydu.
Marx’ın negatif ideoloji kavramsallaştırması, kapitalist üretim tarzının kazandığı yeni biçimlerin devrimci bir eleştiriye tabî tutulması bakımından günümüz Marksistlerine hâlâ muazzam olanaklar sunuyor. Lenin ve Gramsci gibi Marksistler tarafından geliştirilen ve egemenlik peşindeki siyasi söylemlerin oluşumunu, gelişimini ve gerilemesini irdeleme aracı olarak kullanılan “nötr” ideoloji kavramsallaştırması ise toplumsal ilişkilerin açıklanıp eleştirilmesinin bir başka olanağıdır. Marx’ınkinden daha farklı bir mantıkla çalışan bu ideoloji kavramsallaştırması, onun yerini alması gereken, ona karşıt bir kavramsallaştırma olarak düşünülmemelidir.
Notlar
(1) İdeoloji konusundaki tartışmaların genel bir özeti için Purvis ve Hunt’un çalışmalarına bakılabilir (1993). Bu çalışma, Michel Foucault’dan Ernesto Laclau’ya kadar çeşitli söylem kuramcılarının ideoloji kategorisinin iptaline yönelik teşebbüslerinin gerekçelendirilme biçimleri hakkında da sınırlı fakat iyi bir özet vermektedir.
(2) Birbirlerinden farklı amaçlarla yazılan ve hayli farklı tezler içeren bu çalışmaların üçü de Marx’ın Kapital’de geliştirdiği ideoloji kavramsallaştırmasına göre ideolojinin başlıca fonksiyonunun gerçek toplumsal ilişkileri gizlemek olduğunu paylaşır.
Kaynaklar
Eagleton, T. (1996) İdeoloji, çev. Mutallip Özcan, İstanbul: Ayrıntı.
Engels, F. (1979) “Karl Marx’ın ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisi’ “, Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı içinde, Ankara: Sol, 29-41.
Larrain, J (1995) İdeoloji ve Kültürel Kimlik, çev. Neşe Nur Domaniç, İstanbul: Sarmal.
(1983) Marxism and Ideology, London: McMillan.
(1979) The Concept of Ideology, London: Hutchinson.
Mardin, Ş (1997) İdeoloji, İstanbul: İletişim.
Marx, K (2000). 1844 El Yazmaları, çev. Murat Belge, İstanbul: Birikim.
(1997) Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi, çev. Kenan Somer, Ankara: Sol.
(1992). Kapital. Üçüncü Kitap. Bir Bütün Olarak Kapitalist Üretim Süreci, çev. Alaattin Bilgi, Ankara: Sol.
(1986). Kapital. Birinci Kitap. Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili. çev. Alaattin Bilgi, İstanbul: Sol.
(1979) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. Sevim Belli, Ankara: Sol.
(1976) Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. Sevim Belli, Ankara: Sol.
Marx, K ve F. E. (1987) Alman İdeolojisi (Feuerbach), çev. Sevim Belli. Ankara: Sol.
Mepham, J (1979). “The Theory of Ideology in Capital.” Mepham, John ve Ruben, David-Hillel (eds.) Issues in Marxist Philosophy. C. III içinde. Sussex: The Harvester Press, 141-173.
Purvis, T, A.H (1993) “Discourse, Ideology, Discourse, Ideology, Discourse, Ideology…”, BJS, 44(3), 473-499.
Savran, G (1987) Sivil Toplum ve Ötesi. Rousseau, Hegel, Marx, İstanbul: Alan.
Zizek, S (1991) The Sublime Object of Ideology, London ve New York: Verso.