Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazartesi, Aralık 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaKitaplıkAnti-Dühring - Friedrich EngelsAnti-Dühring - Ekonomi Politik | Sermaye ve Artı Değer - Friedrich Engels

Anti-Dühring – Ekonomi Politik | Sermaye ve Artı Değer – Friedrich Engels

SERMAYE VE ARTI-DEĞER
“İlkin, bay Marks, sermaye konusunda, sermayenin üretilmiş bir üretim aracı olduğu yolundaki geçerli iktisadi anlayışa sahip değil; tersine, ortaya diyalektik tarihe bağlı ve kavramlar ile tarihe uygulanan başkalaşmalar oyunu içine giren daha özel bir fikir atmaya çalışır. Sermaye, ona göre, paradan meydana gelir; 16. yüzyıl ile, yani bu dönemde ortaya çıktığı kabul edilen dünya pazarının ilk başlangıcı ile başlayan tarihsel bir evre oluşturur. Böylesine bir anlayış içinde, iktisadi çözümlemenin kesinliğinin kaybolduğu açıktır. Düşüncenin bu yarı-tarihsel yarı-mantıksal olmak isteyen, ama gerçekte tarih ve mantıkta zirzopça fikirlere sahip bir kafanın melez ürünlerinden başka bir şey olmayan bu düzensiz görüşlerinde, anlığın ayırdetme yetisi, kavramın her türlü uygun kullanılışı ile birlikte yok olur,” — ve aldatmaca böylece bütün bir sayfa boyunca sürüp gider. (sayfa: 295)
“Marks’ın sermaye kavramını nitelendirme biçimi, gerçek iktisat öğretisinde karışıklıktan başka bir şey yaratmaz. … Derin mantıksal doğruluklar olarak yutturulan boşluklar. … Hareket noktasının sakatlığı vb..”
Demek ki, Marks’a göre, sermaye, 16. yüzyılın başında paradan çıkmış. Bu, maden paranın, vaktiyle hayvan sürüsü, başka görevler arasında, para görevleri de gördüğü için, tam otuz yüzyıl önce hayvan sürüsünden çıktığını söylemek gibi bir şey oluyor. Düşüncesini dünyada böylesine kaba ve böylesine tuhaf bir biçimde dile getirmeye yetenekli olacak bir bay Dühring var. Marks’ta, meta dolaşımı sürecinin içlerinde evrimlendiği iktisadi biçimlerin çözümlenmesinde, para, son biçim olarak ortaya çıkar.
“Meta dolaşımının bu son ürünü, sermayenin göründüğü ilk biçimidir. Tarih açısından sermaye, toprak mülkiyetinin tersine, her zaman başlangıçta para biçimini alıyor; paradan oluşan servet, tüccar ve tefeci sermayesi olarak ortaya çıkıyor. Bunu her gün kendi gözümüzle görüyoruz. Her yeni sermaye, başlangıçta sahneye, yani piyasaya, ister meta, ister emek ya da ister para piyasasına, günümüzde bile, belirli be süreçle sermayeye dönüşeceği para biçiminde çıkıyor.”[22*]
Yani bu, Marks’ın bir kez daha saptadığı bir olgu. Bu olguya karşı çıkmakta yeteneksiz olan bay Dühring, bunu çarpıtır: sermaye, paradan doğarmış!
Marks, paranın sermaye durumuna dönüştüğü süreçleri irdeleyerek devam eder, ve ilkin paranın sermaye olarak altında dolaştığı biçimin, metaların genel eşdeğeri olarak altında dolaştığı biçimin tersine çevrilmişi olduğunu bulur. Sıradan bir meta sahibi, satın almak için satar; gereksinme duymadığı şeyi satar, ve elde ettiği para ile, gereksinme duyduğu şeyi satın alır. İşe başlayan kapitalist ise, hemen gereksinme duymadığı şeyi satın alır; satmak, ve ilk olarak satınalma işinde kullandığı para değerini, para biçiminde bir çoğalma, Marks’ın artı-değer adını verdiği bir çoğalma ile artmış olarak, yeniden elde etme amacıyla, daha pahalıya (sayfa: 296) satmak için satın alır.
Bu artı-değerin kökeni nedir? Bu artı-değer, ne alıcının metaları değerin altında satın almasından gelebilir, ne de satıcının onları değerin üstünde satmasından. Çünkü, her iki durumda da, herkes sırasıyla bir satıcı, bir de alıcı olduğuna göre, her bireyin kazanç ve yitikleri birbirini ödünler. Dolandan (hileden) da gelemez, çünkü dolan gerçi birini bir başkası zararına zenginleştirebilir, ama ne her ikisi tarafından sahip olunan tutarı, ne de, genel olarak dolaşan değerler tutarını artırabilir. “Herhangi bir ülkedeki kapitalist sınıf, bir bütün olarak, birbirlerinden kâr sağlayamazlar.”[23*]
Ama gene de her ülkenin tüm kapitalistler sınıfının, aldılğından daha pahalıya satarak, artı-değeri kendine malederek, gözlerimizin önünde durmadan zenginleştiğini görürüz. Öyleyse gene başladığımız noktada bulunuyoruz: bu artı-değer nerden geliyor? Çözülmesi ve salt ekonomik biçimde, her türlü dolanı, herhangi bir zorun her türlü bir karışmasını dıştalayarak gözülmesi gereken sorun, işte budur. Gerçekte, eşit değerlerin her zaman eşit değerler ile değiştirildikleri varsayıldığına göre, durmadan aldığından daha pahalıya satmak nasıl olanaklı oluyor?
Bu sorunun çözümü, Marks’ın yapıtının, en çağr açıcı başarısıdır. Bu başarı, vaktiyle sosyalistlerin burjuva iktisatçılardan hiç bir üstünlüğe sahip bulunmaksızın en koyu karanlıklarda elyordamı ile yürüdükleri ekonomik konular üzerine parlak bir ışık saçar. Bilimsel sosyalizm bu başarıyla başlar, bu başarı yöresinde kümelenir.
Çözüm şudur: Sermaye durumuna dönüşecek olan paradaki değer artışı, bu para içinde meydana gelemez ya da satınalmadan çıkamaz, çünkü bu para, burada, meta fiyatını gerçekleştirmekten (paraya çevirmekten) başka bir şey yapmaz; ve eşit değerlerin değiştirildiğini varsaydığımıza göre, bu fiyat, meta değerinden farklı değildir. Ama, aynı nedenden ötürü, değer artışı, meta satışından da ileri gelemez. Öyleyse, değişiklik, satın alınmış bulunan meta ile birlikte (sayfa: 297) meydana gelmelidir; değeri üzerinden satılmış olduğu için değeri ile birlikte değil, ama tersine, kullanım-değeri olarak kullanım-değeri ile birlikte, yani değer değişikliği metaın tüketiminden çıkmalıdır.
“Metaın kullanım-değerinden bir değişim-değeri çıkarabilmek için, paralı adamın … pazarda kullanım-değeri değişim-değer kaynagğ olma özel niteliğine sahip, öyle ki tüketilmesini emek gerçekleştirecek ve dolayısıyla değer yaratacak bir meta bulma talihine sahip olması gerekirdi. Ve dostumuz pazarda bu özel nitelikte donatılmış bir metayı gerçekten bulur — bunun adı emek kudreti ya da emek-gücüdür.”[24*]
Her ne kadar, görmüş bulunduğumuz gibi, emek, emek olarak değer taşımazsa da, emek-gücü için durum hiç de böyle değildir. Emek-gücü, gerçekte, buğün olduğu gibi, meta durumuna gelir gelmez bir değer kazanır, ve bu değer, “öteki her metada olduğu gibi, bu özel nesnenin üretimi ve dolayısıyla yeniden üretimi için gerekli emek-zamanı ile”[25*] yani işçinin kendini çalışabilecek durumda tutmak ve neslini sürdürmek için gereksinme duyduğu yaşama araçlarının üretimi bakımından gerekli emek-zamanı ile belirlenir. Bu yaşama araçlarının, her gün için, altı saatlik bir emek-zamanını temsil ettiklerini kabul edelim. Buna göre, işini yürütmek için emek-gücü satın alan, yani bir işçi tutan bizim yeni kapitalistimiz, ona, altı saatlik emeği temsil eden bir para tutarı ödediği zaman, bu işçiye, emek-gücünün tam günlük değerini ödemiş olur. Ne var ki, işçi, yeni kapitalistin hizmetinde altı saat çalışır çalışmaz, ona giderini, onun ödemiş bulunduğu emek-gücünün günlük değerini tamamen ödemiş bir duruma geçer. Ama para, bununla, sermaye durumuna dönüşmüş, artı-değer üretmiş olmaz. Bu nedenle, emek-gücü alıcısı, yaptığı pazarlığın niteliği konusunda tamamen farklı bir kanıya sahiptir. İşçiyi yirmidört saat boyunca yaşamda tutmak için altı saat çalışmanın yetmesi, onu yirmidört saatte (sayfa: 298) oniki saat çalışmaktan hiç mi hiç alıkoymaz. Emek-gücünün değeri ile bu gücün çalışma (emek) süreci içinde değerlendirilmesi iki farklı büyüklüktür. Paralı adam emek-gücünün günlük değerini ödemiştir, öyleyse bu gücün gün boyunca kullanılması, yani günlük çalışma da onun malıdır. Eğer bu gücün kullanılmasının bir günde yarattığı değer, kendi öz günlük değerinin iki katıysa, bu, satınalıcı bakımından özel bir talihtir, ama meta değişimi yasalarına göre, satıcıya karşı hiç de bir haksızlık değildir. Demek ki, işçi, varsayımımıza göre, paralı adama her gün altı saatlik emeğinin değer olarak tutarına malolur, ama ona her gün oniki saatlik emeğinin değer olarak tutarını sağlar. Paralı adam yararına fark: ödenmemiş altı saatlik artı-emek, içinde altı saatlik emeğin cisimleştiği ödenmemiş bir artı-ürün. Oyun oynanmıştır. Artı-değer üretilmiş, para, sermaye durumuna dönüşmüştür.
Marks, artı-değerin doğuş biçimini ve meta değişimini düzenleyen yasaların egemenliği altında artı-değerin doğabileceği tek biçimi böylece tanıtlayarak, bugünkü kapitalist üretim biçimi ile ona dayanan temellük biçiminin işleyişini açıklamış, tüm bugünkü rejimin yöresinde billurlaştıgı çekirdeği bulmuştur.
Sermayenin bu doğuşu gene de esas olarak bir koşula bağlı:
“Paranın sermayeye çevrilebilmesi için, demek ki, para sahibinin özgür emekçi ile karşı karşıya gelmesi gerekir; bu, emekçinin iki anlamda özgür olması demektir: hem emek-gücünü kendi öz metaı gibi satabilecek durumda özgür bir insan olması gerekir, hem de satmak için elinde başka bir meta olmaması, emek-gücünü gerçekleştirmesi için gerekli her şeyden yoksun bulunması gerekir.”[26*]
Ama bir yanda para ve meta sahipleri ile öte yanda kendi öz emek-güçleri dışında hiç bir şeye sahip olmayanlar arasındaki bu ilişki, ne şeylerin doğasında bulunan, ne de tarihin bütün dönemlerinde görülen bir ilişki değil, “geçmiş tarihsel gelişmelerin sonucu, … bir dizi eski toplumsal üretim biçimlerinin yokolup gitmesinin bir ürünü olduğu açık bir (sayfa: 299) şeydir.”[27*]
Ve, gerçekte, bu özgür işçi, bize, tarihte yığınsal olarak kendini ilk kez feodal üretim biçiminin dağılması üzerine, 15 yüzyılın sonu ile 16. yüzyılın başında gösterir. Ama bununla, ve dünya ticareti ve dünya pazarının aynı döneme raslayan kuruluşu ile, üzerinde, elde bulunan taşınır zenginliğin zorunlu olarak gitgide sermaye durumuna dönüştüğü ve artı-değer üretimine yönelik kapitalist üretim biçiminin zorunlu olarak gitgide tek başına egemen biçim durumuna geldiği temel de verilmiş bulunmaktadır.
Şimdiye değin, Marks’ın “düzensiz görüşler”ini, “anlığın ayırdetme yetisinin, kavramın her türlü uygun kullanılışı ile birlikte yok olduğu” o “tarihte ve mantıkta zırzopça fikirlere sahip bir kafanın melez ürünleri”ni izledik. Şimdi bu “boşluklar”ı, bay Dühring’in bize sunduğu biçimde, “derin mantıksal doğruluklar” ve “gerçek disiplinler anlamında kesin bir bilimin son sözü” ile karşılaştıralım.
Demek ki, Marks, sermaye üzerine, sermayenin üretilmiş bir üretim aracı olduğu yolundaki “geçerli ekonomik anlayış”a sahip değil; tersine, bir değerler tutarının, ancak artı-değer yaratarak gerçekleştiği (paraya çevrildiği) zaman sermaye durumuna döneceğini söyler. Ya bay Dühring ne der?
“Sermaye, üretimi sürdürmek ve genel emek-gücü meyveleri üzerinde ortaklıklar kurmak için ekonomik kudret araçlarının bir kaynağıdır.”
Bilmece gibi üsluba, ve deyişi bir kez daha nitelendiren karışıklığa karşın, bir şey kesindir: ekonomik kudret araçlarının kaynağı, bay Dühring’in kendi terimlerine göre, “genel emek-gücü meyveleri üzerinde ortaklıklar”, yani artı-değer ya da en azından artı-ürün meydana getirmediği sürece, sermaye durumuna dönüşmeksizin, üretimi, kıyamete kadar sürdürebilecektir. Demek ki, bay Dühring, onu, sermaye üzerine geçerli iktisadi anlayışa sahip olmaktan allkoyan günah nedeniyle Marks’ı eleştirirken, sadece kendisi de aynı günahı işlemekle kalmaz, ama ayrıca Marks’tan, tumturaklı (sayfa: 300) deyişler altında “iyi gizlenmemiş” beceriksiz bir çalıntı da yapar.
262. sayfa, açındırmaya devam eder:
“Toplumsal anlamda sermaye [ve bay Dühring’e toplumsal anlamda olmayan bir sermaye bulması kalıyor], gerçekte, arı üretim aracından özgül olarak farklıdır; çünkü üretim aracı salt teknik bir niteliğe sahip ve bütün koşullarda zorunlu olduğu halde, sermaye, kendini, paylara katılma ve paylar yaratma toplumsal gücü aracıyla gösterir. Gerçi toplumsal sermaye büyük bölümü bakımından, toplumsal işlevi içinde, teknik üretim aracından başka bir şey değildir; ama işte tam da o işlevin kendisidir ki … ortadan kalkacaktır.”
Eğer bir değerler tutarının sermaye durumuna dönüşmesi için zorunlu “toplumsal işlev”i ilk olarak değerlendiren kimsenin Marks’ın ta kendisi olduğunu düşünürsek, “Marks’ın sermaye kavramını karakterize etme biçiminin”, bay Dühring’in sandığı gibi, asıl iktisat öğretisinde değil, ama, —gereğinden çok belli olduğu gibi—, sadece ve sadece, Dersler’de bu sözü geçen sermaye kavramından nasıl yararlandığını Eleştirel Tarih’te unutmuş bulunan bay Dühring’in kafasında “karışıklıktan başka bir şey yaratmadığı, kuşkusuz bu konuda dikkatli her gözlemci için hemen ortaya çıkacaktır.”
Bununla birlikte, bay Dühring, kendi sermaye tanımını, “arıtılmış” bir biçim altında da olsa, Marks’tan almakla yetinmez. Onu, hem de bu işten “düşüncenin düzensiz görüşleri”nden, “boşluklar”dan, “hareket noktasının sakatlığı”ndan, vb. başka hiç bir şey çıkmayacağını herkesten daha iyi bilerek, “kavramlara ve tarihe uygulanmış değişmeler oyunu”nda da izlemesi gerekir. Sermayenin, onu, başkasının emek ürünlerini sahiplenebilecek bir duruma getiren ve basit üretim aracından ayırdeden bu “toplumsal işlev”i nerden gelir? bay Dühring, bu işlev “üretim araçlarının niteliğine ve onlardan vazgeçme teknik olanaksızlığına” dayanmaz, der. Öyleyse bu görevin tarihsel bir kökeni vardır, ve 252. sayfada, bay Dühring, bunun kökenini, biri, tarihin başlangıcında, ötekine karşı zor kullanarak kendi üretim aracını sermaye (sayfa: 301) durumuna dönüştüren iki adamcağızın o eski macerasıyla açıkladığı zaman, daha önce on kez dinlediğimiz şeyi yinelemekten başka bir şey yapmaz. Ama bir değer toplamının, kendisi olmaksızın sermaye durumuna dönüşemeyeceği toplumsal işleve tarihsel bir başlangıç göstermekle yetinmeyen bay Dühring, vahiy yolu ile, ona tarihsel bir son da gösterir. “Ortadan kalkacak olanın ta kendisi”, işte bu işlevdir. Tarihsel bir kökene sahip ve gene tarihsel olarak ortadan kalkacak bir olay, günlük dilde, çoğu kez “tarihsel evre” adını alır. Öyleyse, sermaye, sadece Marks’ta değil, ama bay Dühring’de de tarihsel bir evredir, ve bu nedenle de, burada ikiyüzlüler karşısında bulunduğumuz sonucunu çıkarma zorundayız. Eğer iki adam aynı şeyi yaparsa, bu aynı şey değildir; eğer Marks, sermaye tarihsel bir evredir derse, bu, düşüncenin düzensiz bir görüşü, tarihte ve mantıkta zırzopça fikirlere sahip bir kafanın, kendisiyle birlikte kavramın her türlü uygun kullanılışının olduğu gibi, ayırdetme yetisinin de yok olduğu melez bir ürünüdür. Eğer bay Dühring, aynı biçimde, sermayeyi, tarihsel bir evre olarak sunarsa, bu da iktisadi çözümlemenin sağlamlığının kanıtı ve gerçek disiplinler anlamında en kesin bilimin en son sözüdür.
Peki Dühring ve Marks’ta sermaye fikri birbirinden nerede ayrılır?
“Sermaye, der Marks, artı-emeği icat etmemiştir. Toplumun bir kesiminin üretim araçları üzerinde tekele sahip olduğu her yerde, işçi, özgür olsun olmasın, kendi varlığını sürdürmek için gerekli emek-zamanına, üretim araçlarına sahip olanların yaşamaları için gerekli tüketim maddelerini üretmek için de fazladan bir emek-zamanını eklemek zorunda kalmıştır.”[28*]
Demek ki, artı-emek, yani işçinin koruması için gerekli zamanın ötesindeki emek ve artı-emek ürününün başkaları tarafından sahiplenilmesi, sınıf çelişkileri içinde evrimlendikleri ölçüde, bütün geçmiş toplumsal biçimlerin ortak özelliğidir. Ama sadece bu artı-emek (sayfa: 302) ürünü, artı-değer biçimini aldığı, üretim araçları sahibi sömürü konusu olarak karşısında özgür —toplumsal bağlardan ve kendi malı olabilecek her şeyden özgür— işçiyi bulduğu ve meta üretme ereğiyle onu sömürdüğü gün, sadece o zamandır ki, Marks’a göre, üretim aracı, özgül sermaye niteliğini kazanır. Ve bu iş de, ancak, 15. yüzyıl sonu ve 16. yüzyıl başından başlayarak olmuştur.
Bay Dühring, buna karşılık, “genel emek-gücü meyveleri üzerinde ortaklıklar kuran”, yani hangi biçim altında olursa olsun artı-emek sağlayan bütün üretim araçları toplamını sermaye olarak ilân eder. Bir başka deyişle, bay Dühring, Marks tarafından bulunan artı-emeği, gene Marks tarafından bulunan ve bir an için, işine gelmeyen artı-değeri yıkmak için kullanmak amacıyla, kendine maleder. Yani bay Dühring’e göre, sadece mülklerini kölelerle işleten Korent ve Atina yurttaşlarının taşınır ve taşınmaz zenginliği değil, ama herhangi bir biçimde üretime yaradığı ölçüde, İmparatorluğun büyük Romalı toprak sahiplerinin zenginliği ile ortaçağ feodal baronlarının zenginliği de, ayrım gözetilmeksizin, hep sermayedir.
Demek oluyor ki, bay Dühring de “sermaye üzerine, üretilmiş bir üretim aracı olduğu yolundaki geçerli kavram”a değil, tersine, üretilmiş olmayan üretim araçlarını, toprağı ve onun doğal kaynaklarını bile kapsayan tamamen karşıt bir kavrama sahip. Nedir ki, sermayenin düpedüz “üretilmiş bir üretim aracı” olduğu fikrinin, yeniden, sadece yüzeysel iktisatta geçerliği vardır. bay Dühring’in öylesine sevdiği bu yüzeysel iktisat dışında, “üretilmiş üretim aracı” ya da genel olarak bir değer tutarı ancak kâr ya da faiz getirdiği, yani ödenmemiş emek artı-ürününü, artı-değer biçimi altında, ve yeniden, artı-değerin bu iki belirli çeşidi biçimi altında sahiplenildiği için, sermaye durumuna dönüşür. Bütün burjuva iktisadının, kâr ya da faiz getirme özelliğinin, çok doğal olarak, normal koşullar altında üretim ya da değişimde kullanılan herhangi bir değer tutarına düştüğü fikrinin tutsağı olması, bununla tamamen ilgisiz kalır. Klasik (sayfa: 303)
Gerçekten, işler, bay Dühring’de büsbütün başka türlü olup biter. Ona, bunu daha sonra bizzat kendisi tarihsel bir evre olarak sunmak üzere, sermayenin tarihsel evre olarak betimlenmesi karşısında, bunu “tarihte ve mantıkta zırzopça fikirlere sahip bir kafanın melez ürünü” olarak karşılamak yetmez: ayrıca bütün iktisadi kudret araçlarını, “genel emek-gücü meyvesinden paylar” alan, öyleyse tüm sınıflı toplumlardaki toprak mülkiyeti dahil, bütün üretim araçlarını da açıkça sermaye olarak ilân eder; ama bu durum, Dersler’inin 156. ve daha sonraki sayfalarında bol bol görülebileceği gibi, daha sonra toprak mülkiyeti ile toprak rantını, gelenekle tam bir uyumluluk durumunda, sermaye ile kârdan ayırmak, ve bunun sonucu sermaye adını sadece kâr ya da faiz getiren üretim araçlarına saklamak için, ona en küçük bir sıkıntı bile vermez. bay Dühring, aynı biçimde, arabaları hareket ettirmeye yaradıklarına göre, atları, (sayfa: 304) öküzleri, eşekleri ve köpekleri hemen lokomotif adı altında toplayabilir, ve bugünkü mühendisleri, lokomotif terimini sadece modern buharlı arabaya saklayarak, bu terimi, tarihsel bir evre haline getirmekle suçlayabilirdi; onları, böyle yapmakla, kendilerini düşüncenin düzensiz görüşlerine, tarihte ve mantıkta zırzopça fikirlere sahip bir kafanın melezliklerine vb. kaptırmış olmakla suçlayabilirdi. Bundan sonra, ona, atların, eşeklerin, öküzlerin ve köpeklerin lokomotif adlandırması dışında kaldıklarını ve bu adlandırmanın sadece buharlı araba için uygun olduğunu açıklamaktan başka bir şey kalmazdı. — Yani, böylece, iktisadi çözümlemeye tüm kesinliğini yitirten şeyin, sermaye fikrinin Dühringvari anlayışı olduğunu; düşüncenin düzensiz görüşlerinin, karışıklığın, derin mantıksal doğruluklar olarak yutturulan boşlukların, hareket noktalarının sakatlığının bay Dühring’de pıtrak gibi bulunduğunu bir kez daha, söylemek zorunda kalıyoruz.
Ama önemi yok! bay Dühring, bütün geçmiş iktisadın, bütün siyasetin, ve bütün hukuk ıvır-zıvırının, kısacası tüm geçmiş tarihin çevresinde dönendiği ekseni bulmuş olma ününü koruyacak. Bu eksen, işte şudur:
“Zor ve emek, toplumsal bağların oluşmasında hesaba katılan başlıca iki etkendir.”
Bugüne kadarki iktisadi dünyanın tüm anayasası bu tek tümcede yatar. Şu biçimde kaleme alınan son derece kısa bir anayasa:
Madde 1: Emek, üretir.
Madde 2: Zor, bölüştürür.
Ve, “kibarca söylemek gerekirse”, bay Dühring’in tüm iktisat bilgisi de, işte budur. (sayfa: 305)

“Bay Marks’ın fikrince ücret, işçinin kendi öz varoluşunu olanaklı kılmak için gerçekten işbaşında bulunduğu o emek-zamanının ödenmesinden başka bir şey değildir. Oysa bunun için çok az sayıda saat yeter; çoğu kez uzun olan işgününün tüm geri kalanı, yazarımızın ‘artı-değer’ adını verdiği ve konuşma dilinde sermaye kazancı denilen şeyi içeren bir artık (fazlalık) sağlar. Üretimin her düzeyinde üretim araçları ve gerekli hammaddelerde daha önce cisimleşmiş bulunan emek-zamanı bir yana bırakılırsa, işgününün bu artık bölümü kapitalist patronun payıdır. Öyleyse işgününün uzaması, kapitalist yararına arı bir zorla-alma kazancıdır.”
Bay Dühring’e göre demek Marks’ın artı-değeri, konuşma dilinde sermaye kazancı ya da kâr denilen şeyden başka bir şey değilmiş. Marks’ın kendisini dinleyelim. Kapital’in 195. sayfası, artı-değer, bu terimden sonra ayraç içine alınmış şu (sayfa: 306) sözcüklerle açıklanır: “Faiz, kâr, rant.”[29*] Sayfa 210, Marks 71 şilinlik bir artı-değer tutarının çeşitli bölüşüm biçimleri altında göründüğü bir örnek verir: Öşür (dimes), yerel vergiler ve devlet vergileri 21 şilin, toprak rantı 28 şilin, çiftçi kârı ve faiz 22 şilin, toplam artı-değer 71 şilin.[30*] — Sayfa 542, Marks Ricardo’da “artı-değerin arı durumda, yani kâr, toprak rantı vb. gibi özel biçimlerinden bağımsız olarak düşünülmemesi”nin ve bunun sonucu Ricardo’nun artı-değer oranı yasalarını kâr oranı yasaları ile doğrudan doğruya karıştırmasının büyük bir kusur olduğunu bildirir; buna karşılık Marks şunu duyurur:
“III. Ktapta [ciltte], belli bir artı-değer oranı ile çeşitli kâr oranlarını elde edebileceğimizi ve belli koşullar altında geşitli artı-değer oranlarının, tek bir kâr oranında ifadelerini bulabileceğini göstereceğim.”[31*]
Sayfa 587’de şöyle der:
“Artı-değer üreten, yani ödenmemiş ve metalar içinde yoğunlaşmış emeği işçiden doğrudan doğruya koparıp alan kapitalist, aslında bu artı-değerin ilk sahibi olmakla birlikte, hiçbir zaman onun son sahibi değildir. O bunu, toplumsal üretim sürecinin bütünü içinde başka görevleri yerine getiren başka kapitalistlerle, toprak sahipleriyle vb. ikinci dereceden paylaşma durumundadır. Artı-değer bu nedenle çeşitli bölümlere, çeşitli kategorilere ayrılan kimselere giden ve sinai kâr, faiz, tüccar kârı, toprak rantı vb. gibi birbirinden bağımsız farklı biçimler alan çeşitli parçalara ayrılır. Artı-değerin bu dönüşmüş biçimlerini ancak üçüncü kitapta [ciltte] ele alabileceğiz.”[32*]
Ve daha birçok parçada aynı şey.
İnsan, düşüncesini bundan daha açık anlatamaz. Her firsatta Marks, kendi artı-değerinin kâr ya da sermaye kazancı ile kesinlikle karıştırılmaması gerektiği, kâr ya da sermaye kazancının daha çok artı-değerin bir çeşidi ve çoğu kez (sayfa: 307) yalnızca bir parçası olduğu gerçeğine dikkati çeker. Eğer gene de bay Dühiing, Marks’ın artı-değerinin “konuşma dilinde sermayenin kazancı” olduğunu ileri sürüyorsa, eğer Marks’ın bütün kitabının artı-değer yöresinde döndüğü kuşku götürmez bir şeyse, iki şeyden biri: Ya bay.Dühring bu kitap hakkında bilgiye sahip değil ve o zaman özsel içeriği bilinmeyen bir kitabin iler tutar bir yerini bırakmamak için görülmemiş bir utanmazlık gerek; ya da bilgi sahibi ve o zaman bile bile bir çarpıtma yapıyor.
Daha ilerde:
“Bay Marks’ın bu zorla-alma girişiminin betimlenmesine eşlik ettiği zehirli kin çok anlaşılır bir şey. Ama kendini marksist artı-değer öğretisinde dışavuran bu teorik tutum kabul edilmeksizin de ücretlilik üzerine kurulu ekonomik biçimin sömürü niteliği konusunda daha zorlu bir öfke ve daha eksiksiz. bir bilgi olanaklıdır.”
Marks’ın iyi niyetli ama yanlış teorik tutumu, onda zorla-alma girişimine karşı zehirli bir kin uyandırıyor; aslında ahlaksal olan duygu, bu yanlış “teorik tutum” sonucu ahlakdışı bir anlam kazanıyor; kendini iğrenç kin ve aşağılık kızgınlık biçimi altında gösteriyor, oysa en kesin bilimin son sözü, kendini bay Dühring’de, hatta biçim bakımından bile ahlaksal ve üstelik zehirli kinden de nicel bakımdan daha üstün olan bir öfke, daha zorlu bir öfke içinde daha az soylu olmayan nitelikte ahlaksal bir öfke içinde gösterir. bay Dühring kendi kendine bu kağıt helvasını verirken, bakalım bu daha zorlu öfke nerden geliyor.
“Gerçekten, der bay Dühring, daha sonra, ortaya rakip patronların doğal üretim giderlerinden daha önce sözünü etmiş bulunduğumuz çalışma saatleri fazlalığı oranının belirttiği ölçüde yüksek olan ve o düzeyde, emeğin tüm ürününü ve böylece artı-ürünü de sürekli olarak nasıl gerçekleştirebildiklerini (paraya çevirebildiklerini) bilmek sorunu çıkar. Marks’ın öğretisinde ve bu öğretide bu sorunu ortaya atmak için yer olmaması gibi yalın bir nedenle, bunun yanıtı bulunmaz. Ücretli emek üzerine kurulu üretimin lüks niteliği (sayfa: 308) ciddi olarak hiç dikkate alınmamış ve halk sömürücüsü konumları ile birlikte toplumsal yapılış hiçbir zaman beyaz köle ticaretinin son nedeni olarak kabul edilmemiştir. Tersine, siyasal-toplumsal öğe, açıklamasını her zaman iktisat içinde bulmak zorundadır.”
Yukarda aktarılan parçalarda görmüş bulunuyoruz ki Marks, hiçbir zaman artı-ürünün, onu kendine ilk maleden kişi olan sanayici kapitalist tarafından, bay Dühring’in burada varsaydığı gibi, her zaman ortalama olarak kendi tam değeri üzerinden satılmış olduğunu ileri sürmez. Marks, tecimsel kazancın da artı-değerin bir parçasını oluşturduğunu açıkça söyler ve bu da, sözkonusu varsayımda, ancak sanayici ürününü tüccara değerin altında satar ve böylece ona bir ganimet parçası bırakırsa olanaklıdır. Sorunun burada konduğu biçimde, Marks’ta bu sorunu koyacak yer elbette bulunamazdı. Ussal biçimde konunca, sorun şöyle formüle edilir: Artı-değer kâr, faiz, tecimsel kazanç, toprak rantı vb. gibi çeşitlerine nasıl dönüşür? Ve gerçekte Marks, bu sorunu üçüncü kitapta çözmeyi vaat eder. Ama eğer bay Dühringin Kapital’in ikinci cildinin yayınlanmasını beklemeye sabrıı yoksa, bu arada birinci cilde biraz daha yakından bakabilirdi. Daha önce aktarılan parçalar dışında, bu durumda örneğin 323. sayfada,[33*] Marks’a göre kapitalist üretime özgü yasaların, sermayelerin dış hareketinde rekabetin zorlayıcı yasaları değerini kazandıklarını ve bu biçim altında kendilerini kapitalistlere işlemlerinin dürtüleri olarak kabul ettirdiklerini; o halde, tıpkı gök cisimlerinin görünürdeki hareketinin ancak onların duyularla algılanamayan gerçek hareketlerini bilen biri için anlaşılır olması gibi, rekabetin bilimsel bir çözümlemesinin de sermayenin iç özlüğünün çözümlemesini öngerektirdiğini, bu konuda Marks’ın bir örnek aracıyla belirli bir yasanın, değer yasasının, belirli bir durumda kendini rekabet içinde nasıl gösterip nasıl bir itici güç rolü oynadığını gösterdiğini okuyabilirdi. Bay Dühring bundan, rekabetin artı-değerin bölüşülmesinde çok önemli bir rol oynadığı (sayfa: 309) sonucunu çıkartabilirdi, ve biraz düşünmek koşuluyla, birinci ciltte verilmiş bulunan bu bilgiler, artı-değerin kendi çeşitleri biçimine dönüşümünün, hiç değilse ana çizgileri içinde, anlaşılması için yeter.
Bununla birlikte, bay Dühring’e göre, rekabet, sorunun anlaşılması için kesin bir engeldir. Rakip patronların, doğal üretim giderlerinden öylesine yüksek bir düzeyde çalışmanın tam ürününü, ve böylece, artı-ürünü, sürekli olarak, nasıl gerçekleştirdiklerini (satıp paraya çevirdiklerini) tasarlayamaz. Burada, düşüncesini, bir kez daha, aslında çapaçulluktan başka bir şey olmayan o bilinen “kesinlik”i ile dışavurur. Artı-ürünün, artı-ürün olarak, Marks’ta hiç bir üretimgideri yoktur, bu, ürünün kapitaliste hiç bir şeye malolmayan parçasıdır. Yani eğer rakip patronlar, artı-ürünü, kendi doğal üretim giderleri üzerinden gerçekleştirmek isteselerdi, bunları armağan etmeleri gerekirdi. Ama bu “mikrolojik ayrıntılar” üzerinde durmayalım. Rakip patronlar, aslında, her gün emek ürününü doğal üretim giderleri üzerinde gerçekleştirmezler mi? Bay Dühring’e göre, doğal üretim giderleri, “emek ya da güç harcamasından oluşur, ve bu da son temel öğelerine değin beslenme harcaması ile ölçülebilir”; yani, bugünkü toplumda, elde kılıç zorla koparılan “haraç”, kâr, fiyat yükselişinden farklı olarak, gerçekten yapılan hammadde, iş aracı ve ücret harcamalarından oluşurlar. Nedır ki, yaşadığımız toplumda, patronların, metalarını doğal üretim maliyeti üzerinden gerçekleştirmediklerini, ama hesaplarında, ona, sözümona pahalanmayı, kârı eklediklerini, ve genel kural olarak da, bunu cebe indirdiklerini herkes bilir. Müteveffa Josué’nin Eriha kentinin duvarlarını yıktığı gibi, Marks’ın tüm yapısını bir üfürüşte altüst etmek için bay Dühring’in ortaya atmaktan başka bir şey gerekmediğine inandığı sorun, o halde bay Dühring’in iktisat teorisi için de sözkonusu. Bakalım bu sorunu nasıl yanıtlar.
“Kapitalist mülkiyetin, der, pratik anlamı yoktur, ve eğer aynı zamanda insan öğesi üzerinde dolaylı zoru içermezse kendini değerlendiremez. Bu zorun ürünü kapitalist kazançtır, (sayfa: 310) o halde bu kazancın büyüklüğü de, bu egemenlik uygulamasının genişlik ve yoğunluğuna bağlı olacaktır. … Kapitalist kazanç, rekabetten daha güçlü bir etkiye sahip siyasal ve toplumsal bir kurumdur. Bu bakımdan, patronlar bir birlik olarak iş görürler ve herkes kendi konumunu savunur. Bir kez egemen bir duruma geldikten sonra, bu tür ekonomide belirli bir kapitalist kazanç oranı bir zorunluluktur.”
Rakip patronların, emek ürününü sürekli olarak doğal üretim giderleri üzerinde nasıl gerçekleştirebildiklerini (satıp paraya çevirebildiklerini) ne yazık ki gene bilmiyoruz. Bay Dühring, okurlarına, vaktiyle Prusya kralının yasanın üstünde olması gibi, kapitalist kazanç da rekabetin üstündedir formülü ile ağızlarını kapatacak kadar az mı değer veriyor? Prusya kralının, yasanın üstündeki konumuna, sayesinde eriştiği dalavereleri biliyoruz, kapitalist kazancın, sayesinde rekabetten daha güçlü olmaya eriştiği dalaverelere gelince, işte bay Dühring’in bize açıklaması gereken ve açıklamayı direngenlikle itelediği şey de, bu dalaverelerin ta kendisidir. Patronların, onun dediği gibi, bu bakımdan bir birlik gibi iş görmeleri ve onlardan herbirinin kendi konumunu savunmalarının pek bir önemi yok. Onun sözüne inanacak, ve içlerinden her birinin kendi konumunu savunması için, belirli sayıda kimsenin bir birlik gibi davranmasının yeterli olduğunu mu düşüneceğiz? Ortaçağ lonca üyeleri, 1789’un Fransız soyluları, bilindiği gibi, birlik olarak büyük bir kararlılıkla davrandılar, ve gene de yok oldular. Prusya ordusu da, Yena’da bir birlik gibi davrandı, ve konumunu savunacak yerde, oradan sıvışıp gitmek ve hatta daha sonra parça parça teslim olmak zorunda kaldı. Bu tür egemen ekonomi bir kez verildikten sonra, belirli bir kapitalist kazanç oranının bir zorunluluk olduğu güvencesiyle daha çok yetinemeyiz; çünkü sözkonusu olan şey, bunun neden böyle olduğunun tanıtlanmasıdır. Bay Dühring bize şu haberi verdiği zaman, ereğe bir parmak bile yaklaşmış olmuyoruz:
“Kapitalist egemenlik, toprak egemenliği ile bağlılık içinde büyüdü. Toprak kölesi emekçilerin bir kısmı, kentlerde (sayfa: 311) sanat ve meslek işçileri, ve sonunda, fabrika gereci durumuna dönüştü. Kapitalist kazanç, mülkiyet rantının ikinci biçimi olarak, toprak rantından sonra gelişti.”
Hatta bu iddianın tarihsel yanlışlığını bir yana bıraksak bile, gene de yalın bir iddia olarak kalır ve aslında açıklanması ve tanıtlanması gereken şeyi, bir kez daha ileri sürmekle yetinir. Öyleyse bay Dühring’in kendi: rakip patronlar, emek ürününü, sürekli olarak, doğal üretim giderleri üzerinde nasıl gerçekleştirebilirler? sorusuna yanıt vermekteki yeteneksizliğinden başka bir sonuca varamayız. Başka bir deyişle, bay Dühring, kârın oluşmasını açıklamakta yeteneksizdir. Bu durumda ona şıppadak bir buyrultu çıkarmaktan başka bir şey kalmıyor: Kapitalist kazanç bir zor ürünüdür ki bu da, kuşkusuz, Dühring usulü toplumsal anayasanın 2. maddesi ile tam bir uygunluk durumundadır: zor, bölüştürür. İşte kuşkusuz çok güzel söylenmiş bir söz; ama şimdi “sorun [da] ortaya çıkıyor”: Zor, neyi bölüştürür? Bölüştürecek bir şeyin olması gerek, yoksa en güçlü zor bile, dünyanın en büyük iyi niyeti ile, hiçbir şey bölüştüremez. Rakip patronların ceplerine indirdikleri kazanç, çok gerçek ve çok elle tutulur bir şeydir. Zor, onu alabilir, ama üretemez. Ve eğer bay Dühring, bize patron kazancını zorun nasıl aldığını açıklamayı kabul etmemekte direnirse, onu nereden alır? sorusuna yanıt vermek sözkonusu olduğu anda mezar sessizliğine bürünür. Hiç bir şey olmayan yerde, kral, başka her zor gibi, haklarını yitirir. Hiçten, hiç bir şey, özellikle kâr çıkmaz. Eğer kapitalist mülkiyetin pratik anlamı yoksa, ve eğer aynı zamanda insan öğesi üzerinde dolaylı zoru içermedikçe kendini değerlendiremezse, ortaya yeniden: l° yukarda sözü geçen bazı tarihsel iddialarla hiç de çözümlenmemiş bir sorun olan, kapitalist zenginliğin bu zora nasıl ulaştığı; 2° bu zorun sermayenin değerlendirilmesi durumuna, kâr durumuna nasıl dönüştüğü ve 3° bu kârı nereden aldığı, sorunu çikar.
Dühringgil iktisadı neresinden tutarsak tutalım, bir adım bile ilerleyemeyiz. Bütün hoşa gitmeyen işler için, kâr, (sayfa: 312) toprak rantı, açlık ücreti ve işçilerin kullaştırılması için, bu iktisadın sadece bir tek açıklama sözü var: zor, ve her zaman zor ve Bay Dühring’in “en zorlu öfke”si zora karşı bir öfke durumuna dönüşür. Zora başvurmanın: 1° kötü bir bahane, işi iktisadi alandan, bir tek iktisadi olayı bile açiklayamayacak siyasal alana bir havale olduğunu, ve 2° zorun kendisinin kökenini açıklamasız bıraktığını, ve böyle yapmakla da akıllılık edildiğini, çünkü tersi durumda her toplumsal güç ve her siyasal zorun kökeninin, daha önceki iktisadi koşullarda, tarihte verildiği biçimiyle her toplumun üretim ve değişim biçiminde bulunduğu sonucuna varacağını gördük.
Gene de, “derin”, ama acımasız iktisat “kurucu”muzdan kâr üzerine birkaç açıklama daha koparabilip koparamayacağımızı görmeyi deneyelim. Eğer onun ücret tartışmasına yanaşırsak, belki bunu başarabiliriz. 158. sayfada şöyle der:
“Ücret, emek-gücünün bakımı karşılığıdır ve ilkin hesaba, ancak, toprak rantı ve kapitalist kazancın temeli olarak girer. Burada egemen olan ilişkileri tamamen kesin bir biçimde açıklamak için, toprak rantı ve onunla birlikte kapitalist kazancin ilkin tarihsel bir biçimde, ücretsiz, yani kölelik ya da toprak köleliği temeli üzerinde düşünülmesi gerekir. … Yaşamda tutulması gerekenin köle mi, toprak kölesi mi, yoksa işçi mi olup olmadığını bilmenin pek bir önemi yok; bu, sadece, üretim giderlerinin yükümlendirilme biçiminde bir farklılık gösterir. Her durum içinde, emek-gücünü kullanılması aracıyla elde edilmiş net ürün,efendinin gelirini oluşturur. … Öyleyse görülür ki, kendisi gereğince bir yanda herhangi bir çeşit mülkiyet rantı, ve öte yanda mülkiyetten yoksun ücretli emeğin bulunduğu baş karşıtlık, terimlerinin yalnız birinde değil ama her zaman sadece ikisinde birden kavranılabilir.”
Ama “mülkiyet rantı”, 188. sayfada öğrendiğimiz gibi, toprak rantı ve kapitalist kazanç için ortak bir deyimdir. Ayrıca, 174. sayfada, şöyle okunur:
“Kapitalist kazancin niteliği, emek-gücü ürününün en (sayfa: 313) önemli parçasının bir sahiplenilmesidir. Bu, şu ya da bu biçimde dolaysız ya da dolaylı olarak egemenlik altına alınmış çalışma biçimindeki bağlılaşık (corrélatif) öğe olmadan tasarlanamaz.”
Ve 183. sayfada:
“Ücret, bütün durumlarda, işçinin bakım ve çoğalma olanağının genel olarak kendisi aracıyla güvence altına alınacağı bir emek karşılığından başka bir şey değildir.”
Ve, son olarak, 195. sayfada:
“Mülkiyet rantına düşen şey, ücret için zorunlu olarak yitirilecek, ve tersine, genel üretim kapasıtesi [!] üzerinde emeğe düşen şey de zorunlu olarak mülkiyet gelirinden alınacaktır.”
Bay Dühring, bizi şaşkınlıktan şaşkınlığa düşürüyor. Değer teorisinde, ve rekabet öğretisi de dahil olmak üzere bu öğretiye değin değer teorisini izleyen bölümlerde, yani 1. sayfadan 155. sayfaya değin, meta fiyatları ya da değerler: 1° doğal üretim giderleri ya da üretim değeri, yani hammadde, iş aracı ve ücret harcamaları ve 2° fiyat artışı ya da bölüşüm değeri, elde kılıç tekelci sınıf yararına zorla kabul ettirilen haraç; görmüş bulunduğumuz gibi, bir eliyle aldığını öbür eliyle vereceğine, ve üstelik, bay Dühring’in kökeni ve içeriği üzerine bize bilgi vermiş olduğu ölçüde, hiçten doğduğuna ve bunun sonucu hiç bir şeyden bileşmediğine göre, gerçekte servet bölüşümünde hiç bir şey değiştiremeyecek bir pahalanma biçiminde bölünüyorlardı. Gelir türlerini inceleyen daha sonraki iki bölümde, yani 156. sayfadan 217. sayfaya değin fiyat artışı (pahalanma) artık sözkonusu değil. Onun yerine, her emek ürünü, yani her metaın değeri, şu iki kısma bölünür: 1° İçinde ödenen ücretin de bulunduğu üretim giderleri, ve 2° efendinin gelirini oluşturan “emek-gücünün kullanılması aracıyla elde edilmiş net ürün”. Ve bu net ürün, öylesine tanınmış bir çehreye sahiptir ki, hiç bir dövme, hiç bir cila onu gizleyemez. “Burada egemen olan ilişkileri gerçekten kesin bir biçimde açıklamak için”, okurun, sadece, bay Dühring’in az önce aktardığımız, ve Marks’tan daha önce artı-emek, artı-ürün (sayfa: 314) ve artı-değer üzerine aktarılmış olan parçaların karşısına basılmış bulunan parçalarını düşünmekten başka bir şey yapması gerekmez. Ve okur, bay Dühring’in, burada, Kapital’i, kendi tarzında doğrudan doğruya kopya ettiğini görecektir.
Bay Dühring, artı-emeği, kölelik, toprak köleliği ya da ücretlilik, hangi biçim altında olursa olsun, günümüze kadar bütün egemen sınıfların gelirlerinin kaynağı olarak kabul eder: birçok kez aktarılan parçadan alınmış, Kapital, sayfa 227, “sermaye, artı-emeği icat etmemiştir”[34*] vb. — Ve “efendinin geliri”ni oluşturan “net ürün”, aslında emek ürününün, bay Dühring’de bile, bir emek karşılığı durumundaki tamamen gereksiz kılık değiştirmesine karşın, genel olarak işçinin bakım ve çoğalma olanağını sağlayacak ücret üzerindeki fazlalığından başka nedir? “Emek-gücü ürününün en önemli parçasının sahiplenilmesi (temellükü)”, eğer kapitalistin, Marks’ta olduğu gibi, işçiden, onun tükettiği yaşama araçlarının yeniden-üretimi için zorunlu olandan daha çok emek sızdırması nedeniyle, yani kapitalistin işçiyi, işçiye ödenen ücret değerinin yerine konması için zorunlu olandan daha uzun zaman çalıştırması nedeniyle olmazsa, başka nasıl olasilir? Öyleyse, bay Dühring’in “emek-gücünün kullanılması”nın arkasında saklanan şey, emek-gücünün, işçinin yaşama araçlarının yeniden-üretimi için gerekli zamanın ötesine uzatılması, yani Marks’ın artı-emeğidir, — ve başka hiç bir şey değildir. Ve onun “efendinin net ürünü”, kendini marksist artı-ürün ve artı-değer biçiminden başka hangi biçim altında gösterebilir? Ve bay Dühring’in mülkiyet rantı, marksist artı-değerden, eğer yanlış anlayışı ile değilse, başka ne ile ayrılır? Öte yandan, bay Dühring, “mülkiyet rantı” adını, daha önce toprak rantı ile kapitalist rantı ya da kapitalist kazancını rant ortak deyimi altında birleştiren Rodbertus’tan almıştır; öyle ki, bay Dühring buna, “mülkiyet”i eklemekten başka bir şey yapmamıştır.[35*] Ve çalıntı üzerinde hiç bir kuşku kalmaması için, (sayfa: 315) bay Dühring, Marks tarafından, Kapital’in 15. bölümünde (539 ve daha sonraki sayfalarında)[36*] emek-gücü fiyatında ve artı-değerde büyüklük değişiklikleri üzerine açıklanmış bulunan yasaları özetler, ve onları, öylesine kendi tarzında özetler ki, mülkiyet rantına düşen şey ücret için, ve ücrete düşen şey de mülkiyet rantı için zorunlu olarak kaybolur; böylece Marks’ın öz bakımından o kadar zengin özel yasalarını boş bir yinelemeye (tautologie) indirger, çünkü iki parçaya bölünen bir büyüklüğün parçalarından birinin, öbürü küçülmeden büyüyemeyeceği açıktır. İşte bay Dühring, Marks’ın fikirlerini böyle, Marks’ın açıklamasında gerçekten görülen “gerçek disiplinler anlamında en kesin bilimin son sözü” tamamen gözden yitirilecek biçimde, kendine maletmeyi başarmıştır.
Böylece, bay Dühring’in Eleştirel Tarih’te Kapital konusunda kopardığı alışılmamış yaygara, ve özellikle artı-değere ilişkin —ve kendisi de yanıt veremediğine göre, sormamakla daha iyi yapacağı— o ünlü soru ile meydana getirdiği söz kasırgası karşısında, bütün bunların Dersler’inde Marks’tan yaptığı kaba aşırmayı saklamak için başvurulan savaş hilelerinden, ustaca manevralardan başka bir şey olmadığı kanısından kendimizi kurtaramayız. Gerçekten, bay Dühring, okurlarına, “bay Marks’ın Kapital adını verdiği arapsaçı” ile uğraşmaktan vazgeçmelerini öğütlemekte, tarihte ve mantıkta zırzopça fikirlere sahip bir kafanın melez ürünleri, Hegel’in bulanık ve karışık düşünceleri, ve saçma sözleri vb. karşısında onları uyarmakta yerden göğe kadar haklıydı. Bu dindar Eckart, Alman gençliğini kendisine karşı uyardığı Venüs’ü[37*] Marks’la rekabete girerek, kişisel kullanım ereğiyle mahfuz bir yerde bir kenara çekmek için, gizlice, aramaya gitmişti. Marks’ın, emek-gücünün kullanılmasıyla elde edilen bu net üründen, ve marksist artı-değeri mülkiyet rantı adı altında kendine maletmesinin, Marks’ın artı-değerden kâr ya da (sayfa: 316) kapitalist kazançtan başka bir şey anlamadığı yolundaki direngen —çünkü iki baskıda da yinelenmiş— ve yanlış savının nedenleri üzerine tuttuğu özgür ışıktan ötürü onu kutlarız.
Ve böylece, bay Dühring’in başarımlarını (performances), kendi sözleriyle şöylece betimlememiz gerek: “Bay [Dühring]’in kanısına göre ücret, işçinin kendi öz varoluşunu olanaklı kılmak için gerçekten iş başında bulunduğu o emek-zamanının ödenmesinden başka bir şey değildir. Oysa bunun için, çok az sayıda saat yeter, çoğu kez uzun olan işgününün tüm geri kalanı, yazarımızın [mülkiyet rantı] adını verdiği şeyi içeren bir artı sağlar. Üretimin her düzeyinde üretim araçları ve gerekli hammaddelerde daha önce cisimleşmiş bulunan emek-zamanı bir yana bırakılırsa, işgününün uzaması kapitalist yararına bir zorla-alma kazancıdır. Bay [Dühring]’in bu zorla-alma girişiminin betimlemesine eşlik ettiği zehirli kin çok anlaşılır bir şeydir…” Buna karşılık, bu çalıntıdan sonra, “daha zorlu öfke”sine nasıl döneceği, çok daha az anlaşılır bir şey. (sayfa: 317)

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments