Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Cuma, Kasım 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaKitaplıkAnti-Dühring - Friedrich EngelsAnti-Dühring - Ekonomi Politik | Zor Teorisi (2.Bölüm)- Friedrich Engels

Anti-Dühring – Ekonomi Politik | Zor Teorisi (2.Bölüm)- Friedrich Engels

“Doğa egemenliğine genel olarak [!] ancak insan egemenliği sayesinde geçilmiş [geçilmiş bir egemenlik!] olması, gerçekte çok önemli bir özelliktir. Toprak mülkiyetinin geniş alanlar üzerinde değerlendirilmesi, önce insan bir kölelik ya da toprak köleliği biçiminde kullaştırılmaksızın, hiçbir zaman ve hiçbir yerde gerçekleşmemiştir. Nesneler üzerinde ekonomik bir egemenlik kurulmasının ilk koşulu, insanın insan üzerindeki siyasal, toplumsal ve ekonomik egemenliğidir. Yalnızca büyük bir toprak sahibi fikrine bile, bu fikrinin içine aynı zamanda onun köleler, toprak köleleri ya da özgürlüklerinden dolaylı olarak yoksun insanlar üzerindeki egemenliğini de sokmaksızın nasıl varılabilirdi? Geniş bir tanmsal işletme için, kendisine olsa olsa ailesinin güçlerinin eklenebileceği bir birey gücünün ne önemi olabilmiştir ve ne önemi olabilirdi? Toprağın işlenmesi ya da bu toprak üzerinde (sayfa: 261) ekonomik egemenliğin bireyin doğal güçlerini aşan bir ölçüde genişlemesi, şimdiye değin tarihte ancak toprak üzerinde egemenlik kurulmasından önce ya da onunla aynı zamanda, insanın kullaştırılması gerçekleştirildiği için olanaklı olmuştur. Evrimin daha sonraki dönemlerinde bu kulluk yumuşadı. … Yüksek uygarlıklı devletlerdeki güncel biçimi, polis egemenliği tarafından azçok keyfe bağlı bir biçimde yönetilen bir ücretliliktir. Kendini toprağın genişletilmiş egemenliğinde ve [!] büyük toprak mülkiyetinde gösteren o bugünkü zenginlik türünün pratik olanaklılığı, demek ki bu ücretliliğe dayanır. Doğal olarak bütün öteki bölüşüm zenginliği türlerinin de tarihsel olarak benzer bir biçimde açıklanmaları gerekir ve insanın dolaylı bir biçimde insana bağımlı olması olgusu, bugün en gelişmiş ekonomik durumların temel özelliğini oluşturan bu olgu, kendi başına değil ama yalnızca daha önce varolmuş dolaysız bir kulluk ve dolaysız bir sömürünün biraz değişikliğe uğramış bir kalıtı olarak anlaşılıp açıklanabilir.”
Bay Dühring böyle der.
Tez: Doğanın (insan tarafından) egemenliği, insanın (insan tarafından) egemenliğine dayanır.
Kanıt: Toprak mülkiyetinin geniş alanlar üzerinde değerlendirilmesi, her zaman ve her yerde yalnızca köleler aracıyla gerçekleşmiştir.
Kanıtın kanıtı: Büyük toprak sahibi, ailesi ile birlikte ve hiç köle olmadan toprağının ancak çok küçük bir parçasını işleyebileceğine göre, kölesiz büyük toprak sahipleri nasıl varolabilir?
Sonuç: İnsanın doğayı egemenliği altına alması bakımından, önce insanı egemenlik altına alma zorunda kaldığını kanıtlamak için bay Dühring, “doğa”yı el çabukluğu ile “geniş alanlar üzerinde toprak mülkiyeti”ne çeviriyor ve bu toprak mülkiyetini de —bunun kimin mülkü olduğunu bilmeksizin!— hemencecik bu kez doğal olarak toprağını kölesiz işleyemeyecek büyük bir tarımcının mülkiyeti durumuna dönüştürüyor. (sayfa: 262)
Önce, “doğanın egemenliği” ile “toprak mülkiyetinin değerlendirilmesi” hiç de aynı şey değil. Doğanın egemenliği sanayide, şimdiye değin hava koşullarına hükmedecek yerde ona boyun eğmek zorunda kalan tarımdakinden çok ama çok daha büyük bir ölçüde gerçekleştiriliyor.
İkincisi, eğer toprak mülkiyetinin büyük alanlar üzerinde değerlendirilmesi ile yetinirsek, o zaman önemli olan bu toprak mülkiyetinin kime ait olduğunu bilmektir. Ve bütün uygar halklar tarihinin başında, bay Dühring’in bize burada kendisi tarafından “doğal diyalektik” [13*] olarak adlandırılan alışılmış hokkabazlıklarından biri ile gizlice sokuşturuverdiği “büyük toprak sahibi”ni değil — toprağın ortaklaşa mülkiyeti ile aşiret ya da köy topluluklarını buluruz. Hindistan’dan İrlanda’ya değin, büyük alanlar üzerindeki toprak mülkiyetinin işletilmesi, ister toprağın topluluk hesabına ortaklaşa ekilmesi biçimi altında olsun, ister topluluk tarafından orman ve otlakların sürekli ortaklaşa kullanımı ile birlikte ailelere bir zaman için verilmiş bireysel tarımsal toprak parçaları biçimi altında olsun, başlangıçta bu aşiret ya da köy toplulukları tarafından yapılmıştır. Bay Dühring’in bütün bu şeyler üzerine hiçbir şey bilmemesi; yapıtlarının hepsinin çağ açan çalışmalardan, Maurer’in tüm Alman hukukunun temeli olan Germen Markının ilkel kuruluşu üzerindeki çalışmalarından olduğu denli, özellikle Maurer’den esinlenen ve Avrupa ve Asya’nın bütün uygar halklarında toprak mülkiyetinin ilkel ortaklığını tanıtlamaya ve çeşitli varlık ve bozulma biçimlerini göstermeye yönelik, hacmi her gün daha da artan koca bir yazından da tam bir bilgisizlikle dolu olması, “siyaset ve hukuk alanında”ki “en derine giden teknik irdeleme”leri bakımından bir kez daha özellik belirticidir. Fransız ve İngiliz hukuku alanında bay Dühring, ne denli büyük olursa olsun, “tüm bilisizliğini kendi başına” edinmişti: bu bilisizliğin daha da büyük olduğu Alman hukuku alanında başka türlü davranmaz. Üniversite profesörlerinin (sayfa: 263) sınırlı ufkuna karşı öylesine öfke duyan adam, bugün Alman hukuku alanında, olsa olsa profesörlerin bundan yirmi yıl önce bulundukları yerde bulunmaktadır.
Eğer bay Dühring toprak mülkiyetini büyük alanlar üzerinde işletmek için toprak sahipleri ve kölelerin zorunlu olduklarını ileri sürüyorsa, bu onun “özgür yaratı ve kuruntu”sundan başka bir şey değildir. Devlet ya da komünün toprağın sahibi olduğu tüm Doğuda, dillerde toprak sahibi terimi bile yoktur. Bu gerçek üzerine bay Dühring, Hindistan’da toprak sahibi kim? sorusunu çözmek için kafalarını patlatmış ve vaktiyle kendi kendine: gece bekgisi kim? sorusunu sorduğu zaman Reuss-Greiz-Schleitz-Lobenstein-Eberswalde prensi Henri LXXII’nin kazandığı başarıdan daha çoğunu kazanamamış bulunan İngiliz hukukçularından öğüt almaya gidebilir. Türkler Doğuya, fethetmiş bulundukları ülkelere, bir tür tarımsal feodalizm sokanların ilki oldu. Daha kahramanlık çağından başlayarak Yunanistan, tarihe uzun bir bilinmeyen tarih-öncesinin apaçık ürününden başka bir şey olmayan zümreler biçiminde bir bölünüş ile girer; ama orada da toprak, her şeyden önce bağımsız köylüler tarafından işletilir; hanedan soylu ve prenslerinin büyük yurtlukları istisna oluşturur ve ayrıca hemen az sonra da görünmez olurlar. İtalya, tarıma, herkesten önce köylüler tarafından açıldı; ve Roma Cumhuriyetinin son zamanlarında büyük yurtluklar, latifundia’lar, küpük toprak sahibi köylülerin ayaklarını kaydırdığı ve onları kölelerle değiştirdiği zaman, aynı zamanda tarımın yerine de hayvancılığı geçirdi ve Plinius’un daha o zamandan bildiği gibi İtalya’yı yıkıma götürdü (latifundia Italiam perdidere). [14*] Ortaçağda, tüm Avrupa’da egemen olan ekim, köylü ekimidir (özellikle işlenmemiş toprakların tarıma açılması sırasında); uğraştığımız sorun bakımından köylülerin feodal beylerden kimilerine ve hangilerine vergi ödeme zorunda olup olmadıklarını bilmenin pek bir önemi yok. Elbe’nin doğusundaki Slavlardan alınan toprağı eken, Friesland’dan, Aşağı (sayfa: 264)agronomie) gelişmesi kötü toprakların bile daha iyi bir kullanımını sağladıktan sonra, —ancak o zamandan sonradır ki, büyük toprak mülkiyeti, işlenmemiş toprakların ve otlakların ekime açılmasını büyük ölçüde katılmaya başladı ve o da, İngiltere’de olduğu denli Almanya’da da, daha çok köylülerin ortak mülklerini çalarak. Aynca bu iş karşılıksız da olmadı. Büyük toprak sahipleri, İngiltere’de ekime açtıkları her acre [15*] komün toprağı için, İskoçya’da en azından üç acre işlenmeye elverişli toprağı koyun otlağı, hatta sonunda düpedüz av alanı durumuna dönüştürdüler.
Bizi burada, yalnızca bay Dühring’in, büyük toprak alanlarının, yani eninde sonunda aşağı yukarı bütün uygarlaştırılmış toprakların ekime açılmasının, “hiçbir zaman ve hiçbir (sayfa: 265) yerde” büyük toprak sahipleri ile köleler olmadan geçekleşmediği yolundaki savı, —ilk koşulunun tarih üzerine gerçekten olağanüstü bir bilgisizlik olduğunu görmüş bulunduğumuz bu sav— ilgilendiriyor. Öyleyse burada, ne çeşitli dönemlerde tamamen ya da çok büyük bir bölümü bakımından daha önce ekime açılmış bulunan toprak alanlarının hangi ölçüde köleler (Yunanistan’ın en yüksek gelişme aşamasında olduğu gibi) ya da toprak köleleri (ortaçağdan sonra derebeyi çiftlikleri —manses— gibi) tarafından işlenmiş oldukları, ne de büyük toprak sahiplerinin çeşitli çağlardaki toplumsal görevinin ne olduğunu öğrenme ile uğraşacak değiliz.
Ve bay Dühring bize, bu en çok neye —tümdengelimdeki hokkabazlıklara mı, yoksa tarihin çarpıtılmasına mı— hayran olunması gerektiği bilinmeyen tabloyu sunduktan sonra, utkun bir havayla haykırır: “Doğal olarak bütün öteki bölüşüm zenginliği türleri de tarihsel olarak benzer bir biçimde açıklanır!” Anlaşılan onu, örneğin sermayenin doğuşu üzerine ağzından tek bir söz kaçırma güçlüğünden esirgeyen de bu.
Eğer bay Dühring, doğanın insan tarafından egemenliğinin ilk koşulu olan o insanın insan tarafından egemenliği düşüncesi ile, yalnızca genel olarak tüm bugünkü ekonomik durumumuzun, bugün tarım ve sanayi tarafından erişilmiş bulunan gelişme düzeyinin, sınıf karşıtlıkları biçiminde, egemenlik ve kölelik ilişkileri biçiminde oluşan bir toplumsal tarihin sonucu olduğunu söylemek istiyorsa, çok zaman önce, Komünist Manifesto’dan beri beylik bir düşünce durumuna gelmiş bir şeyi söylüyor. Asıl sorun, sınıfların ve egemenlik ilişkilerinin doğuşunu açıklamaktır ve eğer bay Dühring’in bu iş için hiçbir zaman “zor”dan başka bir sözcüğü yoksa, o zaman hep baştaki noktada kalıyoruz demektir. Yalnızca, her zaman, egemenlik altına alınanlar ve sömürülenlerin, egemenlik altına alanlar ve sömürenlerden çok daha kalabalık oldukları, öyleyse gerçek zorun bu sonuncularda bulunduğu olgusu bile tüm zor teorisinin fasaryalığını ortaya koymak için tek başına yeter. Öyleyse asıl sorun hep egemenlik ve (sayfa: 266) bağımlılık ilişkilerini açıklamaktır.
Bunlar iki farklı yoldan doğmuşlardır.
İnsanlar ilk olarak hayvanlar dünyasından —dar anlamda— nasıl çıkarlarsa, tarihe de öyle girerler: Henüz yarı-hayvan, kaba, daha doğa güçleri karşısında güçsüz, henüz kendi öz güçlerinin cahili; öyleyse hayvanlar denli yoksul ve ancak onlar kadar üretken. O zaman varoluş (yaşama) koşullarında belli bir eşitlik ve bundan ötürü de aile başkanları için bile, toplumsal konumda bir türlü eşitlik, — hiç değilse daha sonraki uygarlaşmış halkların doğal tanmsal topluluklarında devam eden bir toplumsal sınıflar yokluğu egemen olur. Bu toplulukların her birinde, baştan beri, topluluğun denetim altında da olsa, korunması bireylere düşen kimi ortak çıkarlar vardır: Anlaşmazlıkların yargılanması; yetkilerini aşan bireylerin bastırılması; özellikle sıcak ülkelerde, suların gözetimi; ensonu, koşulların ilkel ve yabanıl niteliği sonucu, dinsel görevler. En eski Germen Markında ve bugün Hindistan’da gene de olduğu gibi, bu türlü görevlendirmeler, ilkel topluluklarda her zaman bulunur. Bu bireylerin, belli bir erklikle donatılmış bulundukları ve devlet erkliğinin öncüllerini temsil ettikleri kendiliğinden anlaşılır. Yavaş yavaş üretici güçler büyür; daha yoğun bir nüfus, daha büyük topluluklar biçiminde kümelenmesi bir kez daha yeni bir işbölümüne, ortak çıkarları korumak ve karşıt çıkarlara karşı savunmak üzere organlar kurulmasına neden olan çeşitli topluluklar arasında, şurada ortak, burada karşıt çıkarlar yaratır. Daha o zamandan tüm grubun ortak çıkarlarının temsilcisi olarak ayrı ayrı her topluluk karşısında, hatta bazan onunla karşıtlık içinde, özel bir duruma sahip bulunan bu organlar, ya her şeyin doğaya göre olup bittiği bir dünyada hemen hemen kendi başına kurulan bir görev kalıtımı ya da öteki gruplarla çatışmaların artması ölçüsünde bunlardan vazgeçmenin artan olanaksızlığı sonucu, az zamanda daha büyük bir özerklik kazanırlar. Toplum karşısında bu özerkliğe geçişle, toplumsal görevin zamanla toplum üzerinde egemenliğe nasıl yükselebildiği; durumun elverişli olduğu (sayfa: 267) yerde, ilkel hizmetkarın yavaş yavaş nasıl efendi durumuna dönüştüğü; bu efendinin, koşullara göre, nasıl olup da doğu despot ya da satrapı, Yunanlılardaki hanedan, Kelt klan başkanı vb. görünümünü aldığı; bu dönüşüm sırasında ne ölçüde zor kullandığı; sonunda egemen bireylerin, egemen bir sınıf oluşturmak üzere nasıl birleştikleri, bütün bunlar, burada inceleme gereksinmesini duymadığımız sorunlardır. Burada önemli olan, yalnızca siyasal egemenliğin temelinde toplumsal bir işlev bulunduğunun ve siyasal egemenliğin ancak kendisine verilen bu toplumsal işlevi yerine getirdiği sürece varlığını sürdüreceğinin saptanmasıdır. İran ya da Hindistan’da ortaya çıkan ya da batan despotik iktidarların sayısı ne olursa olsun, bunların herbiri, her şeyden önce, o bölgede her türlü ekimin kendisine bağlı bulunduğu vadilerin sulanması işinin genel girişimcisi olduğunu çok iyi biliyordu. Hindistan’da bunu görmemek, aydın İngilizlere nasip oldu; sulama kanallarının ve alavere havuzlarının yıkılmasına seyirci kaldılar ve ensonu şimdi, üstüste yinelenen açlıklarla, Hindistan’daki egemenliklerine hiç olmazsa öncellerinin egemenliğine eşit bir törellik vermeye yetenekli tek işi savsaklamış bulunduklarını keşfediyorlar.
Ama bu sınıflar oluşmasının yanısıra, bir başka sınıf oluşması daha ortaya çıkıyordu. Tarımsal aile içindeki doğal işbölümü, belirli bir gönenç düzeyinde, aileye bir ya da birçok yabancı emek-gücü sokulmasına olanak verdi. Bu durum, özellikle, toprağın eski ortaklaşa mülkiyetinin hanidir yıkılmış ya da en azından eski ortaklaşa ekimin yerini, toprak parçalarının aileler tarafından, sırayla, bireysel ekiminin almış bulunduğu ülkelerde görüldü. Üretim, insan emek-gücünün artık kendi yalın bakımı için zorunlu olandan çoğunu üretebileceği derecede gelişmişti; daha çok emek-gücü geçindirme aracı, daha çok bu güçleri çalıştırma aracı vardı: emek-gücü bir değer kazandı. Ama içinde yaşanılan topluluk ve bu topluluğun bir parçası olduğu birlik, kullanmaya hazır artık (fazla) bir emek-gücü sağlamıyordu. Buna karşılık, bu emek-güçlerini savaş sağlıyordu ve savaş, yanyana bir çok (sayfa: 268) topluluk gruplarının zamandaş varlığı kadar eski bir şeydi. O zamana kadar, savaş tutsaklarının ne işe yarayacağı bilinmiyor, bunun sonucu onlar düpedüz öldürülüyorlardı; daha da eski bir tarihte, onları yiyorlardı. Ama artık erişilmiş bulunulan “ekonomik durum” düzeyinde, bu savaş tutsakları bir değer kazanıyorlardı; bunun sonucu yaşamları bağışlandı ve emeklerinden yararlanıldı. Zor, işte böylece, ekonomik durumu egemenlik altına alacak yerde, tersine, zorla ekonomik durumun hizmetine koşuldu. Kölelikhellénisme’i olanaklı kılan tek şey, kölelik oldu. Kölelik olmasaydı, Yunan devleti, Yunan sanat ve bilimi olmazdi; kölelik olmasaydı, Roma İmparatorluğu olmazdi. Ne var ki, hellénisme ve Roma İmparatorluğu temeli olmasaydı, modern Avrupa da olmazdı. Bizim tüm ekonomik, siyasal ve entelektüel evrimimizin, köleliğin genel olarak kabul edilmiş bulunduğu ölçüde zorunlu da olduğu bir durumu önkoşul olarak koştuğunu hiçbir zaman unutmamalıyız. Bu anlamda, şöyle diyebiliriz: Eski kölelik olmasaydı, modern sosyalizm olmazdı.
Kölelik ve ona benzer başka şeylere karşı genel formüllerle savaşa girişmek ve böylesine bir alçaklık üzerine yüksek bir ahlak öfkesi yağdırmak, pek para etmez. Ne yazık ki böyle yapmakla, herkesin bildiği bir şeyden, yani bu eski kurumların artık bizim bugünkü koşullarımıza ve bu koşulların bizde belirlediği duygulara uygan düşmediğinden başka hiçbir şey anlatılmış olmaz. Ama bu da bize, bu kurumların doğuş biçimi, varlık nedenleri ve tarihte oynadıkları rol üzerine hiçbir şey öğretmez. Ve eğer bu sorun üzerine eğilirsek, bu ne denli çelişik ve ne denli aykırı görünürse görünsün, o zamanki koşullar içinde köleliğin ortaya çıkışının büyük bir ilerleme olduğunu söylemek zorunda kalırız. İnsanlığın hayvandan başladığı ve barbarlıktan kurtulmak için, barbar, (sayfa: 269) hemen hemen hayvansal araçlara gereksinme duyduğu saptanmış bir gerçektir. Eski topluluklar varlıklarını sürdürdükleri her yerde, Hindistan’dan Rusya’ya değin, binlerce yıldan beri en kaba devlet biçiminin, Doğu despotluğunun temellerini oluştururlar. Ancak bu toplulukların dağıldığı yerlerdedir ki, halklar kendilerini geçmişlerdir ve ilk ekonomik ilerlemeleri de, üretimin köle emeği aracyla artması ve gelişmesi olmuştur. Sorun açıktır: insan emeği henüz zorunlu yaşama araçları ötesinde ancak çok az bir artık sağlayacak denli üretken olduğu sürece, üretici güçlerin artışı, alışverişin yaygınlaşması, devletin ve hukukun gelişmesi, sanat ve bilimin kuruluşu, ancak ve ancak, ister istemez yalın kol emeği sağlayan yığınlar ile kendini çalışmanın, ticaretin, devlet işlerinin yönetimine, daha sonra da sanat ve bilim uğraşlarına vermiş az sayıdaki ayrıcalıklı arasındaki büyük işbölümü temeline dayanacak, güçlendirilmiş bir işbölümü sayesinde olanaklıydı. Bu işbölümünün en yalın, en doğal biçimi de, köleliğin ta kendisi idi. Eski dünyanın, özellikle Yunan dünyasının önertileri (antécédents) nedeniyle, sınıf karşıtlıkları üzerine kurulu bir toplumun ileriye doğru gidişi ancak kölelik biçimi altında gerçekleşebilirdi. Hatta köleler için bile bu bir ilerleme oldu; köleler yığınının içinden çıktığı savaş tutsakları hiç değilse şimdi yaşamlarını kurtarıyorlardı, oysa eskiden onları öldürüyorlar ve daha da eskiden kebap yapıyorlardı.
Bu vesile ile şunu da ekleyelim ki bugüne değin, sömüren ve sömürülen, egemen ve ezilen sınıflar arasındaki bütün tarihsel çelişkiler, açıklanmalarını, insan emeğinin bu görece azgelişmiş üretkenliğinde bulurlar. Gerçekten çalışan nüfus, gerekli-emeği ile kendisine artık toplumun ortak işlerine —emeğin yönetilmesi, devlet işleri, hukuksal sorunlar, sanat, bilim vb.— bakmak için zaman kalmayacak denli çok uğraşmak zorunda kaldığı sürece, her zaman bu işlere bakabilecek, edimsel çalışmadan kurtulmuş özel bir sınıf gerekti; ama bu dunum, o sınıfı, kendi yararına emekçi yığınlara gitgide daha ağır bir çalışma yükü yüklemekten de alıkoymadı. Yalnızca üretici güçlerin büyük sanayi tarafından ulaşılan (sayfa: 270) son derece büyük artışı, çalışmanın toplumun istisnasız bütün üyeleri arasında dağıtılmasını ve böylece herkesin çalışma zamanının, herkese toplumun genel işlerine —pratik olduğu denli teorik tüm işlere— katılmak için yeterince zaman kalacak biçimde sınırlandırılmasını sağlar. Demek ki her türlü egemen ve sömürücü sınıf, ancak şimdi gereksiz, hatta toplumsal gelişme için engel durumuna gelmiştir ve “dolaysız zor” kullanmakta ne denli usta olursa olsun, ancak şimdi acımasızca ortadan kaldırılacaktır.
Buna göre eğer bay Dühring, hellénisme’e kölelik üzerine kurulu olduğu için burun kıvırırsa, Yunanlıları buhar makineleri ve elektrikli telgrafları olmamakla kınamakta haklı olacağı denli haklı olur. Ve eğer bizim modern ücretlilik bağımlılığımızın köleliğin biraz değişmiş ve yumuşamış bir kalıntısından başka bir şey olmadığını ve kendi başına (yani modern toplumun ekonomik yasaları tarafından) açıklanmadığını ileri sürerse, bu, ya kölelik gibi ücretliliğin de bağımlılık ve sınıf egemenliği biçimlerinden biri olduğu anlamına gelir, ki bunu bilmeyen çocuk yoktur, ya da yanlıştır. Çünkü o zaman biz, ücretliliğin yenilmiş düşmanların kullanılmasının, şimdi her yerde saptanan ilkel yamyamlığın yumuşatılmış bir biçimi olarak açıklanabileceğini söylemekte de bir o denli haklı oluyorduk.
Öyleyse zorun tarihte ekonomik evrim karşısında oynadığı rol açıktır. İlkin her siyasal zor, önce toplumsal nitelikte ekonomik bir göreve dayanır ve ilkel toplulukların dağılmasının toplum üyelerini özel üreticiler durumuna dönüştürdüğü, yani onları ortak toplumsal görevlerin yöneticilerine daha da yabancı kıldığı ölçüde artar. İkinci olarak, toplumdan bağımsız kılındıktan, hizmetkar durumundan efendi durumuna geldikten sonra siyasal zor, iki yönde etkili olabilir. Ya normal ekonomik evrim yönünde; bu durumda, ikisi arasında bir çatışma yoktur, ekonomik evrim hızlanır. Ya da zor, ekonomik evrime karşı çıkar ve bu durumda, birkaç istisna dışında, ekonomik evrim karşısında her zaman yenik düşer. Bu birkaç istisna, en barbar fatihlerin bir ülke (sayfa: 271) halkının kökünü kazıdıkları ya da kovdukları ve ne yapacaklarını bilemedikleri üretici güçleri kırıp geçirdikleri ya da yitip gitmelerıne göz yumdukları yalıtık fetih olaylarıdır. Hıristiyanlar, Mağriplilerin yüksek derecede gelişmiş tarım ve bahçıvanlıklarının dayandığı sulama yapıtlarının büyük bölümü bakımından, Mağrip İspanyası’nda böyle yaptılar. Daha kaba bir halk tarafından her fetih, açıkça ekonomik gelişmeyi sarsar ve birçok üretici gücü ortadan kaldırır. Ama sürekli fetih olaylarının büyük bir çoğunluğunda, daha kaba olan fatih, fetihten çıktığı biçimiyle, daha yüksek “ekonomik durum”a uymaya zorlanır; fethedilen halk tarafından özümlenir ve çok kez, onun dilini bile benimsemek zoranda kalır. Ama bir ülkede —fetih olayları bir yana bırakılırsa— devletin iç zorunun, şimdiye değin hemen her siyasal iktidar bakımından belirli bir aşamada olduğu gibi, ülkenin ekonomik evrimi ile çatışma durumuna girdiği bir yerde, savaşım her zaman siyasal iktidarın yıkılması ile sonuçlanır. Ekonomik evrim, istisnasız ve acımasız kendi yolunu açar, — daha önce bunun en çarpıcılarından son örneğini vermiştik: Büyük Fransız devrimi. Eğer bay Dühring’in öğretisine göre, belirli bir ülkenin ekonomik durumu ve onunla birlikte ekonomik düzeni yalnızca siyasal zora bağlı olsaydı, 1848’den sonra Friedrich Wilhelm IV’ün, “görkemli ordu”suna [16*] karşın, ülkesinde ortaçağ loncalarını ve öteki romantik düşkünlüklerini, o sıralarda gelişmekte bulunan demiryolları, buhar makineleri ve büyük sanayi üzerine aşılamayı neden başaramadığı; ya da daha da güçlü olan Rusya İmparatorunun, Bati Avrupa “ekonomik durum”undan durmadan ödünç almaksızın, yalnızca borçlarını ödemekte değil ama kendi “zor”unu ayakta tutmakta bile neden yeteneksiz kaldığı hiç mi hiç anlaşılamazdı.
Bay Dühring için zor, mutlak kötülüktür, ilk zor eylemi, onun için ilk günahtır; bütün açıklaması, şimdiye değin bütün tarihin ilk günah tarafından böylece pisleştirilme biçimi (sayfa: 272) üzerine, bütün doğal ve toplumsal yasaların zor tarafından, bu iblisçe güç tarafından rezilce bozulması üzerine bitmez tükenmez bir yakınmadır. Ama zor, tarihte başka bir rol, devrimci bir rol de oynarmış; Marks’ın sözlerine göre, bağrında yeni bir toplum taşıyan her eski toplumun ebesiymiş; toplumsal hareketin, sayesinde donmuş ve ölmüş siyasal biçimleri alttetiği ve parçaladığı aletmiş, — bütün bunlardan bay Dühring’de tek söz bile yok. Ekonomik sömürü rejimini devirmek için, zorun belki de —ne yazık ki!— zorunlu olacağını, iççekmeler ve inlemeler içinde kabul eder. Çünkü her zor kullanımı, onu kullananın ahlakını bozar. Ve bu, her utkun devrimin sonucu olan yüksek bir ahlaksal ve entelektüel gelişme karşısında ileri sürülür! Hem de, halka belki de zorla kabul ettirilecek zorlu bir çatışmanın, hiç değilse Otuz Yıl Savaşı utancından sonra ulusal bilince işlemiş bulunan kölelik ruhunun kökünü kazıma üstünlüğüne sahip bulunduğu Almanya’da ileri sürülür! Hem de bu sönük, tatsız ve güçsüz vaiz anlayışı, kendini tarihin gördüğü en devrimci partiye zorla kabul ettirmek ister! (sayfa: 273)

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments