Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Ekim 17, 2024
No menu items!
Ana SayfaKitaplıkAnti-Dühring - Friedrich EngelsAnti-Dühring - Felsefe | Ahlak ve Hukuk,Özgürlük ve Zorunluluk - Friedrich Engels

Anti-Dühring – Felsefe | Ahlak ve Hukuk,Özgürlük ve Zorunluluk – Friedrich Engels

AHLAK VE HUKUK ÖZGÜRLÜK VE ZORUNLULUK
“Siyasal ve hukuksal konular bakımından bu derslerde önerilen ilkeler, en derine giden teknik irdelemelere dayanır. Öyleyse … burada hukuk ve siyasal bilimler alanında elde edilen sonuçların tutarlı betimlemesinin sözkonusu olduğu … gerçeğinden hareket etmek gerekecek. Benim ilk uzmanlık alanım hukuk oldu ve ona yalnızca Üniversitedeki üç olağan teorik hazırlık yılımı değil ama ayrıca üç yeni adli yıl boyunca onun bilimsel içeriğini derinleştirmeye yönelen sürekli bir çalışmayı da adadım. … Bundan ötürü, özel hukukun olduğu denli özel hukukun içerdiği hukuksal yetersizliklerin de eleştirisi, eğer bu eleştiri konunun bütün güçlü yanlarını olduğu denli bütün güçsüzlüklerini de bildiği bilincine sahip olmasaydı, elbette aynı güvenle yapılamazdı.”
Kendinden bu tonla söz etme hakkına sahip bir adamın, özellikle “Bay Marks’ın vaktiyle yaptığı ve savsakladığını (sayfa 177) kendi kabul ettiği hukuk öğrenimi” karşısında, insana a priori bir güven vermesi gerek. Bu nedenle, böylesine büyük bir güvenle ortaya çıkan özel hukuk eleştirisinin, bize “hukukun bilimsel niteliğinin çok ileri gitmediği”ni, zor üzerine kurulu mülkiyeti onayladığı için pozitif yurttaşlık hukukunun (medeni hukuk) haksızlık olduğunu, ceza hukukunun “doğal temeli”nin öç alma olduğunu —içinde “doğal temel” biçiminde mistik bir kılık değiştirmeden başka yeni bir şey olmayan bir olumlama— anlatmakla yetinmesinden ancak şaşkınlık duyabiliriz. Siyasal bilimlerin sonuçları, biri şimdiye kadar ötekilere karşı zor kullanan, ama bu durum bay Dühring’i zor kullanma ve köleliği, ilk olarak işin içine ikincinin mi yoksa üçüncünün mü soktuğunu büyük bir ciddiyetle incelemekten alıkoymayan o bilinen üç adamın pazarlıkları ile sınırlanıyor.
Bununla birlikte, o güvenilir hukukçumuzun en derine giden teknik irdelemelerini ve üç yıllık yargılama pratiği ile derinleştirilmiş bilimsel görüşlerini biraz daha izleyelim.
Lassalle üzerine bay Dühring, bize onun “işin içine o zaman henüz olanaklı olduğu gibi ‘ademi-takip’ dedikleri şey, … o yarı-aklanma karışmış olduğu için, siciline adli bir mahkumiyet geçirilmiş olmamakla birlikte, bir mücevher kutusu hırsızlığı girişimine isteklendirmekten” sanık olduğunu anlatır.
Lassalle’in burada sözkonusu olan duruşması 1848 yazında, hemen bütün Ren eyaletinde olduğu gibi, Fransız ceza hukukunun yürürlükte bulunduğu Köln ağır ceza mahkemesinde açıldı. Prusya gelenek ve görenek hukuku, yalnızca siyasal suçlar için ayrıksın olarak kabul edilmişti ama bu ayrıksın önlem de 1848 nisanında Camphausen tarafından yürürlükten kaldırıldı. Fransız hukuku, Prusya hukukukun belirsiz “isteklendirme” (instigation) kategorisini, hele bir suç girişimine isteklendirmeyi kesenkes tanımaz. O yalnızca suça “kışkırtma”yı (excitation) tanır ve bunun da, cezalandırılması için “armağanlar, vaatler, tehditler, yetke ya da gücün kötüye kullanılması, cezayı gerektirici dolan ya da (sayfa 178) düzenler aracıyla” yapılması gerekir (Fransız ceza yasasının 60. maddesi). Prusya yasasına gömülmüş bulunan savcılık, tamamen bay Dühring gibi, kesinlikle belirlenmiş Fransız özel koşulu ile bu yasanın karışık belirsizliği arasındaki özsel ayrımı gözden yitirdi, Lassalle’a karşı asılsız bir dava açtı ve parlak bir başarısızlığa uğradı. Gerçekten Fransız ceza usulünün Prusya yasasına özgü ademi-takibi, o yarı-aklanmayı tanıdığını ileri sürmek için, modern Fransız hukukunu hiç bilmemek gerek; ceza usulünde bu hukuk, ya mahkumiyeti ya da aklanmayı tanır, yarı-önlem tanımaz.
Böylece eğer bay Dühring, code Napoléon’u[41] bir kez bile eline almış olsaydı, kuşkusuz bu “parlak üsluplu tarih yazma biçimi”ni Lassalle’a aynı güvenle uygulayamazdı, demek zorundayız. Öyleyse, Büyük Fransız devriminin toplumsal başarılarına dayanan ve onları hukuk alanına aktaran tek modern burjuva yasamasının (mevzuatının), modern Fransız hukukunun, bay Dühring için tamamen bilinmez olduğunu saptamamız gerekiyor.
Ayrıca Fransız örneğine göre bütün anakara (Avrupa kıtası) üzerinde uygulanan oyçokluğu ile karar veren jüriler eleştirilerek, bize şu ders veriliyor:
“Evet, tarihte geçmiş örneklerden yoksun da olmayan çelişik oylar karşısında bir mahkumiyetin, yetkin bir toplumda olanaksız kurumlar arasında sınıflandırılması gerektiği fikrine hatta alışılabilinecektir. Bununla birlikte bu ciddi ve ustalıklı anlayış, yukarda belirtmiş bulunduğumuz gibi, zorunlu olarak geleneksel siyasal kuruluşlara uygun düşmez görünecektir, çünkü onlar için çok iyidir.”
Jüri üyelerinin oybirliğinin, yalnızca ceza mahkumiyetlerinde değil ama medeni hukuk davaları oylamalarında bile, İngiliz kamu hukukuna, yani anımsanamayacak denli eski çağlardan, öyleyse en azından 14. yüzyıldan beri yürürlükte bulunan yazılı olmayan töre hükümlerine göre kesenkes zorunlu olduğunu bay Dühring gene bilmiyor. Demek ki bay Dühring’e göre bugünkü dünya için çok iyi olan ciddi ve (sayfa 179) ustalıklı anlayış, daha en karanlık ortaçağda, İngiltere’de yasa gücüne sahip olmuş ve İngiltere’den, en derine giden teknik irdelemeler bu konuda bay Dühring’e bir tek sözcük bile haber vermeden, İrlanda’ya, Amerika Birleşik Devletleri’ne ve tüm İngiliz sömürgelerine geçmiş! Buna göre jüri üyelerinin oybirliğinin uygulandığı bölge, yalnızca Prusya hukukunun küçücük çalışma alanı ile karşılaştırılınca, son derece daha geniş olmakla kalmaz ama jüri üyelerinin çoğunluğu ile karar verilen bölgelerin tümünden de daha geniş bir alanı kapsar. Tek modern hukuku, Fransız hukukunu hiç bilmemek bay Dühring’e yetmez; o, Roma hukuku yetkesinden bağımsız olarak günümüze değin gelişmekte devam etmiş ve dünyanın bütün anakaralarına yayılmış tek germanik hukuk olan İngiliz hukuku konusunda da bir o kadar zir cahildir. Ve neden olmasın? Çünkü bay Dühring, hukuksal düşüncenin İngiliz çeşidi, “klasik Roma hukukçularının arı kavramlarının irdelenmesinde Alman toprağı üzerinde erişilmiş bulunan kültüre kafa tutamaz” der ve daha ötede şöyle ekler:
“Bizim atılım dolu dilbilimi (linquistique) yapımız karşısında “çocuksu dilbilimi karışıklıkları ile İngiliz dil dünyası nedir ki?”
Bunu ancak Spinoza’nın ağzı ile yanıtlayabiliriz: Ignorantia non est argumentum, bilisizlik bir kanıt değildir.
Öyleyse, şundan başka bir sonuca varamayız: Bay Dühring’in en derine giden teknik irdelemeleri, üç yıl Corpus Juris’in[42] teorik öğreniminde ve başka bir üç yıl da soylu Prusya hukukunun pratik öğreniminde derinleşmeye dayanıyor. Bu, kuşkusuz, çok övülecek ve eski Prusya modasına göre saygıdeğer bir asliye yargıcı ya da avukatı için yeterli bir şey. Ama bütün dünyalar ve bütün çağlar için bir hukuk felsefesi hazırlamaya girişildiği zaman, ne de olsa tarihte, Almanya’nın Prusya hukukunun çiçeklendiği küçük köşesinden bambaşa bir rol oynamış bulunan Fransa, İngiltere ve Birleşik Devletler gibi ülkelerde hukukun durumu üzerine de (sayfa 180) biraz bir şeyler bilmek gerekirdi.
Ama devam edelim:
“Bazen gelenek ve görenek hukuku, bazen yazılı yasa olarak çok çeşitli yönlerde, çok gelişigüzel bir biçimde kesişen yerel, bölgesel ve ulusal hukukların, en önemli sorunları salt kurala uygun (statutaire) bir biçime bürünen alacabulaca karışımı içinde ayrıntıların genel fikri yokettiği, genelliklerin de bazen özeli ortadan kaldırdığı bu düzensizlik ve çelişki örneği, gerçekten, kimde olursa olsun, açık bir hukuk bilincini… olanaklı kılacak bir nitelikte değildir.”
Ama bu karışık durum nerede hüküm sürer? Bir kez daha Prusya hukukunun uygulama bölgesinde, bu hukukun yanında, üstünde ya da altında, bölgesel hukuklar, yerel tüzükler, şurada burada da kamu hukuku ve öteki anlaşılmaz karışıklıkların bütün birçok çeşitli göreli değerler gamını belirledikleri ve bütün hukuk pratisyenlerinde bay Dühring’in burada öylesine bir sevimlilikle yinelediği tehlike çığlığına yol açtıkları yerde. Onun sevgili Prusya’sını bırakmaya hiçbir gereksinmesi yok, bu türlü günü geçmiş koşulların uzun zamandan beri ortadan kalkmış bulunduğu öteki uygar ülkeler şöyle dursun, orada yetmiş yıldan beri buna benzer hiçbir şeyin artık sözkonusu olmadığına kendisini inandırması için, Ren kıyısına gelmesi yeter.
Devam edelim:
“Bireyin kendi doğal sorumluluğunu, kamusal kurullar ya da öteki yönetsel kuruluşların, her üyesinin kişisel payını saklayan gizli, öyleyse anonim yargı ya da kolektif eylemleri ile örttüğü, daha az belirgin bir biçimde görülür.”
Ve başka yerde:
“Kişisel sorumluluğun kurullar tarafından bu gizleme ve örtme biçiminin kabul edilmesini yadsımak, bizim bugünkü koşullanmızda şaşırtıcı ve son derece sert bir istek olurdu.”
Belki de bay Dühring, İngiliz hukuku alanında, yargıçlar kurulunun her üyesinin kendi yargısını açık oturumda kişisel olarak açıklaması ve gerekçelendirmesi gerektiği, seçimle kurulmayan, oturum ve oyları açık olmayan yönetsel (sayfa 181) kurulların, özellikle Prusyalı ve öteki ülkelerin çoğunda bilinmeyen bir kurul olduğu, öyleki kendi isteğinin yalnızca … Prusya’da şaşırtıcı ve son derece sert görünebileceği haberini, şaşırtıcı bir haber olarak karşılayacak.
Aynı biçimde doğum, evlenme, ölüm ve gömme sırasında dinsel pratiklerin zorbaca baskısı üzerindeki yakınmaları da, bütün büyük uygar ülkeler içinde, yalnızca Prusya’yı ilgilendirir ve bu bile, nüfus kütüğünün kabulünden sonra artık doğru değildir. [43] Bay Dühring’in ancak geleceğin “sosyaliter” devleti aracıyla gerçekleştirdiği şey, bu arada Bismarck’ın kendisi tarafından yalın bir yasa aracıyla gerçekleştirilmiş bulunuyor. — Aynı biçimde, “hukukçuları meslekleri bakımından yeterince donatılmamış” görmekten yakınarak, ki bu yakınma “yönetim memurları”na da yayılabilir, özgül bir biçimde Prusyalı bir yakınma türküsü söylemekten başka bir şey yapmaz ve hatta bay Dühring’in her fırsatta ilan ettiği gülünçleştirilmiş Yahudi düşmanlığı (antisémitisme) bile, eğer Prusya’ya değilse, en azından Elbe’nin doğusunda kalan topraklara özgü bir özelliktir. O bütün önyargı ve boşinanlara büyük bir küçümsemeyle yukardan bakan aynı gerçeksel filozof, kendi payına kendi kişisel düşkünlüklerine öylesine derin bir biçimde gömülmüştür ki Yahudilere karşı ortaçağ yobazlığından kalma bu halk önyargısına, “doğal güdülere” dayanan “doğal bir yargı” adını verir ve insanı şaşırtan şu sava değin gider: “Sosyalizm, güçlü Yahudi karışımlı demografik durumlara meydan okuyabilecek tek güçtür.” (Yahudi karışımlı durum! Ne doğal dil!)
Yeter. Derin hukuk bilgisinin bu sergilenme biçimi arkasında, —en iyi olasılıkla—, eski tip bayağı bir Prusyalı hukukçunun, en bayağı teknik bilgisinden başka bir şey yok. Bay Dühring’in sonuçlarını bize mantıklı bir biçimde sunduğu hukuk ve siyasal bilimler alanı, Prusya yasamasının yürürlükte olduğu bölge ile “örtüşür”. Şimdi İngiltere’de bile herhangi bir hukukçu için oldukça tanıdık olan Roma hukuku (sayfa 182) dışında, Dühring’in hukuk bilgileri yalnızca ve yalnızca Prusya yasaması ile, yani bay Dühring’in yazma sanatını oradan öğrendiğine inandıracak bir Almanca ile kaleme alınmış ve ahlaksal ahkamları, hukuksal bulanıklık ve tutarsızlığı, işkence ve ceza aracı olarak sopa vuruşları ile artık büsbütün devrim-öncesi döneme ilişkin o aydın ataerkil despotizm yasaması ile sınırlanır. Onu aşan her şey, Fransızların modern burjuva hukuku denli tamamen özgün evrimi ve tüm anakara üzerinde bilinmeyen kişisel özgürlük güvencesi ile İngiliz hukuku da bay Dühring için dayanılmaz bir şeydir. “Salt görünür çevreni kabul etmeyen ama adamakıllı devrimci bir hareket içinde, dış ve iç doğanın bütün yerlerini ve bütün göklerini kullanan” felsefe, — bu felsefe, gerçek çevren olarak… kendilerine olsa olsa soylu Prusya hukukunun yürürlükte bulunduğu birkaç başka toprak parçasının eklenebileceği altı eski Doğu Prusya eyaleti[44] sınırlarına sahip; bu çevrenin ötesinde bu felsefe ne yeri, ne göğü, ne dış doğayı ne de iç doğayı ama yalnızca dünyanın geri kalan bölümünde olup biten şeyler karşısında en koyu bilgisizlik tablosunu kullanır.
Özgür istenç (libre-arbitre, irade-i cüziye) denilen şeye, insan sorumluluğuna, zorunluluk ve özgürlük ilişkisine değin gitmeden, ahlak ve hukuk gerektiği gibi incelenemez. Bundan ötürü gerçeksel felsefe, bu sorunun bir değil ama iki çözümüne sahip.
“Bütün düzmece özgürlük teorileri yerine, bir yandan ussal kavrayış, öte yandan da içgüdüsel kararların, deyim yerindeyse bir orta güç oluşturmak için kendisine göre birleştikleri ilişkinin, deney aracıyla bilinen niteliğini koymak gerekir. Bu türlü dinamiğin temel olguları gözlemden çıkarılmalı ve henüz olmayanı ölçmek için, olanak ölçüsünde, onu doğal olarak ve büyüklük olarak genel bir değerlendirme konusu yapmalıdır. Böylece, iç özgürlük üzerine, bunlarla beslenen binlerce yıl tarafından, ısıtılıp ısıtılıp ortaya konmuş (sayfa 183) bulunan budalaca yapıntılar yalnızca kökten süpürülmüş olmakla kalmaz ama yaşamın pratik örgütlenmesi için yararlanılabilecek olumlu bir şeyle değiştirilmiş de olur.”
Öyleyse özgürlük, ussal kavrayışın insanı sağa, usdışı içgüdülerin sola çekmesine ve bu güçlerin paralel-kenarında, gerçek hareketin köşegene göre oluşmasına dayanır. Buna göre özgürlük, kavrayış ile içgüdü, ussal ile usdışının ortalaması olacak ve derecesi, her birey için, bir gökbilimi terimi kullanmak gerekirse, “kişisel denklem” yardımıyla deney tarafından saptanabilecektir. Ama birkaç sayfa ötede, şöyle denir:
“Biz ahlaksal sorumluluğu, bizce bilinçli güdüleri doğal ve edinilmiş usa göre alma anıklığından başka bir anlamı olmayan özgürlük üzerine kuruyoruz. Bu güdüler, olanaklı karşıtın algılanmasına karşın, önüne geçilmez bir zorunlulukla eylemler üzerinde etkili olurlar; ama ahlaksal etkenlere rol verirken, işte tam da bu önüne geçilmez zorlamaya güveniyoruz.”
Özgürüğün en küçük bir umursama duymaksızın birinciyi yalanlayan bu ikinci belirlenimi de, Hegel anlayışının bir aşırı yavanlığa indirgenme biçiminden başka bir şey değildir. Özgürlük ve zorunluluk ilişkisini doğru olarak ilk düşünen, Hegel oldu. Ona göre özgürlük, zorunluluğunun kavranmasıdır. “Zorunluluk ancak kavranılmadığı ölçüde kördür.” [45] Özgürlük, doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil ama bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belirli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağındadır. Bu, dış doğa yasaları için olduğu denli, insanın maddi ve manevi varlığını yöneten yasalar, —gerçeklikte değil, olsa olsa kafamızın içinde ayırabildiğimiz iki yasa sınıfı— için de böyledir. Öyleyse istenç özgürlüğü, ne yaptığını bile bile karar verme yetisinden başka bir anlama gelmez. Buna göre, belirli bir sorun üzerinde bir adamın yargısı ne denli özgürse, bu yargının içeriğini belirleyen (sayfa 184) zorunluluk o denli büyüktür; oysa, çok sayıda çeşitli ve çelişik karar arasında, görünüşte canının istediği gibi seçen, bilgisizliğe dayanan kararsızlık, bununla özgür olmayışını, egemenliği altına alacağı şeyin egemenliği altında bulunduğunu göstermekten başka bir şey yapmaz. Öyleyse özgürlük, kendimiz ve dış doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisi üzerine kurulu egemenliğe dayanır; böylece o, zorunlu olarak, tarihsel gelişmenin bir ürünüdür. Hayvanlar dünyasından ayrıları ilk insanlar, her özsel noktada hayvanlar denli az özgür idiler; . ama uygarlığın her ilerlemesi, özgürlüğe doğru atılmış bir adımdı. İnsanlık tarihinin eşiğinde, mekanik hareketin ısı durumuna dönüştürülmesinin, sürtünme ile ateş yakılmasının bulunması; bizi bugüne getirmiş olan evrimin sonunda ise, ısının mekanik hareket durumuna dönüştürülmesinin, buharlı makinenin bulunması var. — Ve buhar makinesinin toplumsal dünyada gerçekleştirdiği çok büyük özgürleştirici devrime karşın (bu devrim daha yarı yolu bile bulmadı), evrensel özgürleştirici etkinlik bakımından, sürtünme ile ateş yakmanın onu geride bıraktığı da kuşku götürmez. Çünkü sürtünme ile ateş yakma insana, doğanın bir gücü üzerinde ilk kez olarak egemenlik verdi ve böylece onu hayvanlar dünyasından kesinlikle ayırdı. Buhar makinesi, kendisinden çıkan bütün o kudretli üretken güçlerin, sınıf farklılıklarının, bireysel varlık araçları kaygısının artık olmayacağı ve ilk kez olarak gerçek bir insan özgürlüğünün, doğanın bilgisine varılmış yasaları ile uyum durumunda bir yaşamın sözkonusu olabileceği bir toplumsal düzeni olanaklı kılan o güçlerin temsilcisi olarak gözümüzde kazandığı bütün değere karşın, insanlığın evriminde hiçbir zaman bu denli güçlü bir sıçrama gerçekleştirmeyecektir. Ama tüm insanlık tarihinin henüz ne denli genç olduğu ve bugünkü buluşlarımıza mutlak bir değer yüklemenin ne denli gülünç olacağı, bütün geçmiş tarihin, mekanik hareketin ısı durumuna dönüşmesinin pratik bulgusundan, ısının mekanik hareket durumuna dönüşmesinin pratik bulgusuna giden tarih dönemi olarak nitelendirilmesi yalın olgusundan da (sayfa 185) anlaşılabilir.
Doğrusunu söylemek gerekirse tarih, bay Dühringde başka türlü incelenir. Bütün olarak yanılgılar, bilgisizlik ve barbarlık, baskı ve kölelik tarihi olduğundan, gerçeksel felsefe için bir iğrenme konusudur; özelde, gene de iki büyük kesime ayrılır: 1. Maddenin kendi kendine özdeş durumundan Fransız devrimine değin ve 2. Fransız devriminden bay Dühring’e değin; ama bu durum, 19. yüzyılı “henüz özsel olarak gerici; dahası, entelektüel açıdan 18. yüzyıldan daha da gerici (!)” kalmaktan engellemez. Gene de 19. yüzyıl, bağrında sosyalizmi ve bunun sonucu “Fransız devrimi habercileri ve kahramanları tarafından düşünülmüş olandan [!] daha güçlü bir dönüşümün tohumunu” taşır. Gerçeksel felsefenin geçmiş tarih için duyduğu küçümseme, kendini şöyle doğrular:
“Gelecekteki binlerce yıllık dizi düşünüldüğü zaman, özgün belgelerin tarihsel bir bellek sağladığı birkaç bin yıl, insanlığın geçmiş bileşimleri ile birlikte, çokazşey anlatır. … Bir bütün olarak insan türü henüz gençtir ve eğer bir gün bilimsel bellek, binlerle değil onbinlerle sayabilirse, zihinsel olgunluk eksikliği, kurumlarımızın çocukluğu, bu çok doğal öncül, o zaman en eski ilkçağ olarak düşünülecek zamanımızı açıklamak için söz götürmez bir değer kazanacaktır.”
Son tümcenin, gerçekten “atılım dolu dilbilimsel yapı”sı üzerinde uzun boylu durmadan, yalnızca iki şeyi dikkate alacağız: Önce o “en eski ilkçağ”ın, tüm daha sonraki ve daha üstün evrimin temelini oluşturduğu, hareket noktası olarak hayvanlar dünyasından kurtulan insanı ve içerik olarak da geleceğin ortaklık üyesi insanlarının benzerleriyle hiçbir zaman karşılaşmayacakları güçlükler üzerindeki utkuyu aldığı için, her durumda bütün gelecek kuşakların gözünde en ilginç bir tarihsel dönem olarak kalacağını. Ve ikinci olarak da ortak bu güçlük ve bu engellerle alıkonmayan gelecekteki tarihsel dönemlerin, karşısında bambaşka bilimsel, teknik ve toplumsal başarılar vaat ettikleri bu, en eski ilkçağ sonunun, bu öylesine “geri” ve “gerilek” yüzyılı nitelendiren (sayfa 186) eksiklik, zihinsel çocukluk koşulları içinde bulgulanmış olan son çözümlemede kesin doğruluklar, değişmez doğruluklar ve köklü görüşler yardımıyla, o gelecekteki bin yıllara davranış kuralları vermek için, her durumda çok tuhaf bir biçimde seçilmiş bir an olduğunu. Tarihin geçmişteki gelişmesine reva görülen bütün küçümsemelerin, onun sözde en yüksek sonucunu, gerçeksel denilen felsefeyi de kapsamına aldığını ayrımsamamak için, gerçekten felsefenin Richard Wagner’i —eksi Wagner’in yeteneği— olmak gerek.
Yeni köktenci bilimin en özellik belirtici parçalarından biri de yaşamın bireyselleştirilmesi ve değerlendirilmesine ayrıları kısımdır. Bu kısımda, tam üç bölüm boyunca, gürül gürül bir kaynaktan, falcı kadın beylik düşüncesi fışkırıp akar. Ne yazık ki birkaç kısa örnekle yetinmek zorundayız.
“Her duyumun ve bunun sonucu yaşamın bütün öznel biçimlerinin derin özü, durumların farklılığı üzerine dayanır. … Oysa yaşamın, bütünlüğü içinde [!] ne olduğuna gelince, yaşam duygusunu yükselten ve kesin uyarıları geliştiren şeyin, sürerlik durumu değil ama yaşamın bir durumundan bir başka durumuna geçiş olduğu, sözü pek uzatmadan [!] da gösterilebilir. … Deyim yerindeyse sürekli durgunlukta ve aynı denge koşulu içinde gibi kalan kendi kendine duyulur biçimde özdeş durum, doğası ne olursa olsun, varlık deneyimi bakımından büyük bir anlam taşımaz. … Alışkı ve deyim yerindeyse alışkanlık, yaşamı bütün olarak ölümden farksız, ilgisiz ve duygusuz bir şey durumuna getirir. Ona olsa olsa, bir çeşit olumsuz dirimsel hareket olarak, bir de can sıkıntısı işkencesi eklenir. … Durgun bir yaşam içinde, bireyler ve halklar için her türlü tutku, her türlü varlık ilgisi söner. Ama bütün bu olayları açıklanabilir kılan şey,işte bizim ayrım yasamızdır.”
Bay Dühring’in kendi tepeden tırnaga özgün sonuçlarını saptama hızı inanılacak gibi değil. Önce, gerçeksel felsefe diline çevrilmiş bir beylik düşünce: Aynı sınırın sürekli uyarılması ya da aynı uyarının sürerliği, her siniri ve her sinir sistemini yorar; öyleyse, normal durumda, sinirsel uyarılarda (sayfa 187) kesinti ya da değişiklik olması gerekir —bu, yıllardan beri, herhangi bir fizyoloji elkitabında okunabilir ve her hamkafa bunu kendi öz deneyimi ile bilir—. Bu eski yavanlık, hemen “bizim ayrım yasamız” durumuna dönüşmeden çok az önce: “bütün duyumların derin özü, durumların farklılığı üzerine dayanır” gizemli biçimi altında kopya edilmiş. Ve bu aynı yasa, eşitliğin güzelliğinin açıklama ve örneklerinden başka bir şey olmayan, öyleki en yüzeysel hamkafanın anlayışı için bile hiçbir açıklamaya hiçbir gereksinme duymayan ve bu sözde ayrım yasasına iletilmekten de bir atom açıklık kazanmayan bütün bu olaylar dizisini “adamakıllı açıklanabilir kılıyor”.
Ama bu, henüz ” bizim ayrım yasamız”ın köktenci niteliğini tamamen ortaya koymuş olmaktan çok uzaktır.
“Yaşam çağlarının ardışıklığı ve buna bağlı olarak yaşam koşullarındaki değişikliklerin ortaya çıkışı, bizim ayrım ilkemizi aydınlığa çıkarmak için hiç de yabancı olmayan bir örnek verir. … Çocuk, yeniyetme, genç, olgun insan, bu uğraklardan her birindeki dirimsel duygularının yoğunluğunu, içinde bulundukları değişmez durumlarda, bu durumların birinden ötekine geçiş dönemlerinde olduğundan daha az duyarlar.”
Bu yetmez:
“Eğer daha önce tadılmış ya da yapılmış olan şeyin yinelenmesinin bir çekiciliği olmadığı gerçeği hesaba katılırsa, bizim ayrım yasamız daha dolaylı bir uygulama alanı bulabilir.”
Ve şimdi, daha önceki saçma sapan sözlerin derin ve kavrayışlı tümcelerinin başlangıç hizmeti gördükleri saçma sapan sözü okur, kendi başına tasarlayabilir; kuşkusuz bay Dühring, kitabının sonunda utkun bir biçimde, şöyle haykırabilir:
“Yaşamın değerini ölçmek ve güçlendirmek için ayrım yasası, hem teorik, hem de pratik bir biçimde işi sona erdiren bir durum kazandı!”
Bay Dühring bu yasayı, okurlarının entelektüel değerini (sayfa 188) ölçmek için daha az önemli bulmuyor: Okurlarının yalnızca eşekler ya da hamkafalardan oluştuğunu sanıyor olsa gerek!
Daha ötede, bize şu son derece pratik yaşam kuralları veriliyor:
“Yaşama karşı tüm ilgiyi uyanık tutmanın çaresi [hamkafalar ve hamkafalı olmak isteyenler için güzel görev!] tümü oluşturan çeşitli, deyim yerindeyserythme) saygı burada, başka yerde olduğu gibi, ölçünün ve sevimli hareketin önkoşuludur. Herhangi bir durumun güzelliğini, doğa ya da koşullar vb. tarafından ona verilmiş bulunan önelin ötesine yaymak gibi olanaksız bir görev de üstlenmemelidir,” vb..
“Yaşamı tatmak” için, en tatsız yavanlıklar üzerinde kılı kırk yaran bir bilgiçlikten çıkarılmış bu cafcaflı hamkafa vahiylerini kendinde kural edinecek yiğit, kuşkusuz “tamamen yetersiz ölü zamanlar”dan yakınamayacak. Bütün zamanını, zevklerini kurallar içinde hazırlamak ve düzenlemek için kullanacak, öyleki zevkin kendisi için artık boş bir an bile kalmayacak.
Yaşamı, hem de bütünlüğü içinde tatmalıyız. Bay Dühring’in bize yasakladığı yalnızca iki şey var: Birincisi “tütün kullanmanın pislikleri”, ikincisi de “ince bir duyarlık bakımından genel olarak üzücü ya da kınanması gereken dürtüler uyandıran özelliklere sahip” içki ve yiyecekler. Ama (sayfa 189) ekonomi politik kitabında rakı (schnaps) damıtımını öylesine göklere çıkaran bir biçimde ululayan bay Dühring, rakıyı bu içkiler arasına koyamaz; öyleyse yasağının kapsamına yalnızca şarap ve birayı aldığı sonucunu çıkarmak zorandayız. Eti de yasaklasa, o zaman gerçeksel felsefeyi müteveffa Gustav Struve’nin üzerlerinde o denli büyük bir başarıyla dönüp durduğu yüksekliklere — arı çocukluk tepelerine yükseltmiş olacak.
Ayrıca bay Dühring, içkiler konusunda biraz daha eli açık olabilirdi. Statikten dinamiğe giden köprüyü, kendi öz itirafına göre hiçbir zaman bulamamiş bir adamın, biraz çok içen ve sonra bu kez dinamikten statiğe giden köprüyü, o da boş yere arayan bir zavallıya karşı hoşgörücü olmak için, kuşkusuz çok haklı bir nedeni vardır. (sayfa 190)

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments