DİYALEKTİK NİCELİK VE NİTELİK
“Varlığın temel mantıksal özgülükleri üzerindeki önermelerin birincisi ve en önemlisi, çelişkinin dıştalanmasına ilişkindir. Çelişki, bir gerçekliğe değil ama ancak düşünceler bileşmesine ilişkin olabilecek bir kategoridir. Şeylerde çelişki yoktur ya da başka bir deyişle, gerçek (effective) olarak konmuş çelişki, anlamsızlığın doruğundan başka bir şey değildir. … Karşıt bir yönde birbiriyle boy ölçüşen güçlerin uzlaşmaz karşıtlığı, dünyanın ve onu meydana getiren varlıkların varoluşundaki bütün eylemlerin temel biçimidir. Ama güçlerin, öğelerin ve bireylerin yönleri arasındaki bu çatışma, saçma çelişkiler fikri ile hiç mi hiç karışmaz. … Burada, gerçek (effective) çelişkinin gerçek (rélle) saçmalığının açık bir imgesi aracıyla, mantığın sözde gizemlerinin çoğu kez yaydığı sisleri dağıtmış ve çelişki diyalektiği yani uzlaşmaz karşıt evren şeması altında varsayılan bu çok kaba yontulmuş (sayfa 191) kukla için şurada burada saçılıp savrulan övgülerin yararsızlığını ortaya koymuş olduğumuz için kendimizi hoşnut sayabiliriz.”
İşte Felsefe Dersleri içinde diyalektik üzerine okunanın hepsi, aşağı yukarı bu. Buna karşı, Eleştirel Tarih’te, çelişki diyalektiği ve onunla birlikte özellikle Hegel, büsbütün başka biçimde saldırıya uğrar.
“Hegel’in Mantık’ına ya da daha doğrusu Logos öğretisine göre çelişik, gerçekte, diyelim özü gereği ancak öznel ve bilinçli bir şey olarak tasarlanabilen düşüncede değil ama nesnel olarak varolan ve deyim yerindeyse ete kemiğe bürünmüş bir biçimde, şeylerin ve süreçlerin içinde bulunur; öyleki anlamsızlık, olanaksız bir düşünce bileşmesi olarak kalmaz, gerçek bir güç durumuna gelir. Saçmanın gerçekliği, hegelci mantık ve mantıksızlık birliğinin birinci iman maddesidir. … Bir şey ne denli çelişik ise o denli gerçektir, ya da bir başka deyişle, bir şey ne denli saçma ise o denli inanılmaya değer; yeni bir türetim bile olmayan, açınlama teolojisi ile mistikten alınmış bulunan bu özdeyiş, diyalektik dedikleri ilkenin çırılçıplak dışavurumudur”.
Bu iki parça içinde bulunan düşünce, “çelişki = anlamsızlıktır, öyleyse gerçek dünyada bulunmaz” önerisinde özetlenir. Yeterince sağduyu sahibi insanlar bakımından bu önerme: “doğru eğri ve eğri de doğru olamaz” apaçıklık değerini taşıyabilir. Ama diferansiyel hesap, sağduyunun karşı çıkmalarına takılıp kalmayarak, kimi koşullarda doğru ile eğriyi gene de eşdeğer olarak koyar ve doğru-eğri özdeşliğinin saçma niteliği üzerinde katılaşmış sağduyunun hiçbir zaman elde edemeyeceği sonuçlar elde eder. Ve çelişki diyalektiği denilen şeyin felsefede ilk Yunanlılardan günümüze değin oynamış bulunduğu rolden sonra, hatta bay Dühring’den daha güçlü bir düşmanının bile ona bir tek sav ve birçok sövgüden daha başka kanıtlarla yanaşması gerekirdi.
Nesneleri dinginlik durumunda ve cansız, her biri kendi başına, biri ötekinin yanında ve biri ötekinden sonra olarak düşündüğümüz sürece, kuşkusuz onlarda hiçbir çelişki ile (sayfa 192) karşılaşmayız. Burada kısmen ortak, kısmen farklı, hatta birbiriyle çelişik ama bu takdirde, farklı şeylere dağıtılmış ve bunun sonucu kendinde çelişki içermeyen bazı özgülükler buluruz. Bu gözlem alanı sınırları içinde, işimizi alışılmış metafizik düşünce biçimi ile yürütebiliriz. Ama nesneleri hareketleri, değişmeleri, yaşamları, birbirleri üzerindeki karşılıklı etkileri içinde düşünmeye başladığımız andan başlayarak durum iyiden iyiye değişir. Burada birdenbire çelişkiler içine düşeriz. Hareketin kendisi bir çelişkidir; daha yalın mekanik yer değiştirmenin kendisi bile, ancak bir cisim bir ve aynı anda hem bir yerde hem de bir başka yerde, hem bir ve aynı yerde olduğu ve hem de orada olmadığı için gerçekleşebilir. Ve hareket, işte bu çelişkinin sürekli olarak ortaya çıkma ve aynı zamanda çözülme biçimi içinde bulunur.
Öyleyse burada “şeylerde ve süreçlerde nesnel olarak varolan ve deyim yerindeyse ete kemiğe bürünmüş bir biçimde bulunan” bir çelişki ile karşı karşıyayız. Bu konuda bay Dühring ne der? Kısaca, şimdiye değin “ussal mekanikte kesin statik ile dinamik arasında hiçbir köprü” olmadığını ileri sürer. Okur, bay Dühring’in bu gözde tümcesinin arkasında, ensonu şundan başka bir şeyin saklı olmadığını görür: Metafizik olarak düşünen anlık (müdrike), dinginlik fikrinden hareket fikrine kesenkes gelemez, çünkü burada yukardaki çelişki onun yolunu keser. Ona göre hareket, bir çelişki olmasından ötürü, düpedüz kavranılmaz bir şeydir. Ve bir yandan hareketin kavranılmaz niteliğini ileri sürerken, bir yandan da istemeye istemeye bu çelişkinin varlığını kabul eder; yani şeylerin ve süreçlerin kendinde nesnel olarak varolan, üstüne üstlük gerçek bir de güç olan bir çelişkinin bulunduğunu kabul eder.
Eğer daha yalın mekanik yer değiştirme kendinde bir çelişki içeriyorsa, maddenin daha yüksek hareket biçimleri ile organik yaşam ve organik yaşamın gelişmesi haydi haydi içerir. Yukarda yaşamın, en başta bir varlığın her an hem kendisi hem de bir başkası olmasına dayandığını görmüştük. Öyleyse yaşam da şeylerin ve süreçlerin kendinde varolan, (sayfa 193) ara vermeden ortaya çıkan ve çözülen bir çelişkidir. Ve çelişki biter bitmez, yaşam da biter, ölüm başgösterir. Aynı biçimde, düşünce alanında da çelişkilerden kurtulamayacağımızı, ve örneğin içerden sınırsız insanal bilme yeteneği ile bu yeteneğin dışardan hepsi de sınırlı ve bilgileri de sınırlı olan insanlardaki gerçek varlığı arasındaki çelişkinin, bizim için pratik bakımdan, hiç olmazsa sonsuz gelişme içinde, sonu olmayan kuşaklar dizisi içinde çözüleceğini görmüştük.
Yüksek matematiğin başlıca temellerinden birinin, kimi koşullarda doğru ile eğrinin aynı şey olacakları olgusu olduğu gerçeğine daha önce değinmiştik. Yüksek matematik ayrıca, gözlerimiz önünde kesişen çizgilerin, kesişme noktalarından yalnızca beş-altı santimetre ötede, koşut (paralel) olarak yani sonsuza değin uzatılsalar bile, birbirleriyle kesişemeyecek çizgiler olarak görünecekleri çelişkisini de gerçekleştirir. Ve gene de bu ve çok daha keskin başka çelişkiler ile birlikte, yalnızca doğru olmakla kalmayan ama bayağı matematiğin hiçbir zaman elde edemeyeceği sonuçları elde eder.
Ama bayağı matematik de çelişkilerle doludur. Örneğin A’nın bir kökünün A’nın bir üssü olması gerektiği bir çelişkidir ama gene de A½ = kök eksi bir’dır. Eksi bir büyüklüğün bir şeyin karesi olması bir çelişkidir, çünkü kendi kendisiyle çarpılmış her eksi büyüklük artı bir kare verir. Öyleyse -l’in karekökü yalnızca bir çelişki değil ama hatta saçma bir çelişki, gerçek bir anlamsızlıktır. Gene de, birçok durumda kök eksi bir, doğru matematik işlemlerin zorunlu sonucudur; dahası var, eğer kök eksi bir ile işlem yapmak yasaklansaydı, yüksek matematik olsun, bayağı matematik olsun, nerede olurdu?
Matematik bile, değişken büyüklüklerle uğraşarak, diyalektik alanına yanaşır ve ona bu gelişmeyi kazandıranın diyalektik bir filozof, Descartes olması da dikkate değer. Değişken-olmayan büyüklükler matematiğine göre değişken büyüklükler matematiği ne ise, metafizik düşünceye göre diyalektik düşünce de odur. Ama bu durum, büyük matematikçiler yığınının diyalektiği yalnızca matematik alanda kabul etmesini ve aralarından çoğunun, diyalektik yoldan elde (sayfa 194) edilmiş yöntemleri tamamen eski, sınırlı metafizik yönteme göre iş görmeye devam etmek için kullanmasını hiç mi hiç engellemez.
Bay Dühring’in güçlerin karşıtlığı ve karşıt evren şeması üzerine daha bir ayrıntıya girmek, ancak bize bu konu üzerine yalnızca boş sözden başka bir şey vermiş bulunsaydı, olanaklı olurdu. Sözü edildikten sonra bu uzlaşmaz karşıtlık bize, eylem durumunda ne evren şemasında, ne de doğa felsefesinde bir kez bile gösterilmez ve bu, bay Dühring’in bu “dünyanın ve onu oluşturan varlıkların varoluşundaki bütün eylemlerin temel biçimi” ile olumlu olarak ne yapacağını hiç mi hiç bilmediğinin en iyi itirafıdır. Gerçekten Hegel’in “Varlık öğretisi”, o çelişkiler durumunda değil ama karşıt yönlerde devinen güçler yavanlığına değin düşürüldükten sonra yapılacak en iyi şey, kuşkusuz bu beylik düşüncenin her uygulanışını bir yana bırakmaktır.
Bay Dühring’in anti-diyalektik öfkesini boşaltmasını sağlayan ikinci nokta, Marks’ın ona diyalektiği sunan Kapital’idir.
“Diyalektik karışıklığın zorlama ve fikir bezeklerinin kendilerini gösterdikleri doğal ve anlaşılır mantık yokluğu….Şimdiye değin yayınlanmış bulunan kısma, belirli bir görüş açısından ve genel bir biçimde [!], ünlü bir felsefi önyargıya göre her şeyi herhangi bir şey ve herhangi bir şeyi her şey içinde aramak gerektiği ve bu fikir karışım ve karikatürünün sonucu olarak her şeyin bir şey olduğu ilkesini uygulamak zorundayız.”
Ünlü felsefi önyargı üzerine sahip bulunduğu bu kavrayıcı görüş, tam da “insan ve Alman olarak konuşmak gerekirse, gerçekten iki son ciltte iyi olarak daha neyin geleceği bilinemez” diye yazdıktan yedi satır sonra bay Dühring’in, Marks’ın iktisadı felsefesinin “son”unun, giderek Kapital’in bundan sonraki ciltlerinin içeriğinin ne olacağını önceden kesinlikle bildirmesini sağlar.
Bununla birlikte bay Dühring’in yapıtları, kendilerini bize içlerinde “çelişkinin nesnel olarak mevcut ve deyim (sayfa 195) yerindeyse ete kemiğe bürünmüş bir biçimde bulunduğu” “şeyler”e ilişkinmiş gibi ilk kez olarak göstermiyor. Ama bu onu, utkun bir havayla şöyle devam etmekten alıkoymaz:
“Gene de sağlam mantığın kendi karikatürünü yeneceği önceden görülebilir bir şeydir. … Diyalektik bilgiçlikler ve gizleme merakları, biraz sağduyusu kalmış hiç kimseye … bu düşünce ve üslup biçimsizliğine kapılma isteğini vermeyecektir. Diyalektik budalalıkların son kalıntılarının ortadan kalkması ile birlikte bu yutturmaca aracı … aldatıcı etkisini yitirecek … ve bu karmakarışık şeyler çekirdeğinin, bir kez arıtıldıktan sonra, en iyi durumda ortaya, beylik düşünceler olmadığı zaman beylik teori öğelerinden başka bir şey çıkarmadığı yerde, bir bilgelik izi bulmak için üzüntü çekmek gerektiğine artık kimse inanmayacaktır. Sağlam mantığı değerden düşürmeden [Marks’ın] zorlamaları[nı] Logos öğretisine göre çevirmek tamamen olanaksızdır.”
Marks’ın yöntemi, “kendisine inananlar için diyalektik mucizeler düzenlemek” imiş, vb..
Burada henüz Marks’ın çalışmalarının ekonomik sonuçlarının doğruluğu ya da yanlışlığı değil ama yalnızca Marks tarafından uygulanan diyalektik yöntem sözkonusudur. Nedir ki kesin olan bir şey var: Kapital okurlarının çoğu, gerçekte ne okuduklarını ancak şimdi, üstelik bay Dühring’den öğreneceklerdir. Ve bunlar arasında 1867’de (Ergänzungsblätter III, Heft 3), [46] Marks’ın açıklamalarını, şimdi bunun zorunlu olduğunu söylediği gibi, önce Dühring diline çevirmek zorunda kalmaksızın, kitabın içeriğini kendi çapındaki bir düşünür için görece ussal bir biçimde açıklamaya henüz yetenekli olan bay Dühring’in kendisi de var. Her ne denli daha o zamandan Marks’ın diyalektiğini Hegel’in diyalektiği ile özdeşleştirmek düşüncesizliğini göstermişse de, gene de yöntem ile onun elde edilmesini sağladığı sonuçlar arasında ayrım yapma ve birinciyi batırmanın ikincileri çürütme demek olmadığını anlama yetisini henüz yitirmemişti. (sayfa 196)
Herhalde bay Dühring’in en şaşkınlık verici savı, Marks’ın bakış açısına göre “sonunda her şeyin bir şey olduğu”, öyleyse Marks için örneğin kapitalistler ile ücretlilerin, feodal, kapitalist ve sosyalist üretim biçimlerinin “hep bir o1duğu”; eninde sonunda Marks ile bay Dühring’in kuşkusuz “hep bir” oldukları savıdır. Böylesine budalaca zirzopluk olanağını açıklamak için yalnızca diyalektik sözc ün bay Dühring’i, belirli bir fikir karikatür ve karışımı sonucu, sonunda söylediği ve yaptığı her şeyin ” hep bir olduğu” bir sorumsuzluk durumuna düşürdüğünü kabul etmekten başka bir çare yok.
Burada bay Dühring’in ” benim parlak üsluplu tarih yazma biçimim” ya da “Hume’un bilginler ayaktakımı dediği mikrolojik ayrıntıda bir yanlışlık bildirimini onurlandırma alçakgönüllülüğünü göstermeksizin cins ve tipin hesabını gören yöntem; bu daha yüksek ve daha soylu üslup yöntemi, eksiksiz doğruluğun çıkarları ve meslekten olmayan okura karşı olan ödevler ile bağdaşan tek yöntemdir” dediği şeyin bir örneği karşısında bulunuyoruz.
Parlak üsluplu tarihsel betimleme ve cinsle tipin kısaca hesabını görme, bay Dühring için gerçekten çok elverişlidir, çünkü bu onun bütün belirli olayları mikrolojik olarak savsaklama, onları sıfıra eşit sayma ve bir tanıtlama yapma yerine genel formüllerle yetinme ve yalnızca, yıldırımlarıyla doğrulama ya da ezme yolunu tutmasını sağlar. Düşmana hiçbir gerçek dayanak noktası vermemek ve böylece ona kendini parlak üsluplu ve kısa savlar içine atmak, genel formüller içinde dağılmak ve sonunda, bu kez bay Dühring’i yıldınmla vurulmuşa döndürmekten, kısacası söylendiği gibi topu ona geri göndermekten, herkesin hoşuna gitmeyen bu işten başka hiçbir yanıt olanağı bırakmamak da ek bir üstünlüktür. İşte bu yüzden bize, Marks’ın cehennemlik Logos öğretisinden hiç olmazsa iki örnek vermek üzere, ayrıksın olarak yüksek ve soylu üslubu bırakmasından ötürü bay Dühring’e gönül borcu duymamız gerekiyor.
“Bir yatırımın belli bir sınıra ulaştığı zaman, ancak bu (sayfa 197) basit nicelik artışıyla sermaye durumuna dönüştüğü sonucunu çıkarmak için, örneğin Hegel’in niceliğin niteliğe dönüşü yolundaki bulanık ve karışık düşüncesini anımsatmaktan başka bir şey bulamamak son derece gülünç olmuyor mu?”
Kabul etmek gerekir ki bay Dühring’in bu “arıtılmış” sunuşunda, sorun oldukça tuhaf bir görünüş alıyor. Öyleyse bu sorunun aslında Marks’ta nasıl bir görünüşe sahip bulunduğuna bakalım. Sayfa 313’te (Kapital’in 2. baskısı) [47] Marks, değişmeyen sermaye, değişen sermaye ve artı-değer üzerindeki irdelemeye öngelen irdelemede: “Eldeki her para ya da değer, keyfi olarak sermayeye dönüştürülemez. Bu dönüşümün gerçekleşebilmesi için, para ya da meta sahibi bireyin elinde belli asgari miktarda bir para ya da değişim-değerinin bulunması gerekir.”* sonucunu çıkarır.
O zaman örnek olarak, sanayinin herhangi bir kolunda kendisi için, yani ücretinin değerini üretmek için sekiz saat ve kapitalist için, onun cebine giren artı-değeri üretmek için de dört saat çalışan işçinin durumunu alır. Ondan sonra birinin, eğer işçilerinden biri kadar yaşayabilmek için yeterli artı-değeri her gün cebine indirmek istiyorsa, iki işçiyi hammadde, iş araçları ve ücretle donatmasını sağlayan bir değer niceliğine sahip olması gerekir. Ve kapitalist üretim, amaç olarak yalnızca yaşamanın sağlanmasını değil ama zenginlik artışını gözettiği için bizim adamımız, iki işçisiyle birlikte hiçbir zaman bir kapitalist olamaz. Bayağı bir işçiden iki kat daha iyi yaşamak ve üretilen artı-değerin yarısını yeni baştan sermaye durumuna dönüştürmek için adamımızın sekiz işçi çalıştırması, öyleyse daha şimdiden yukarda kabul edilen değer niceliğinin dört katına sahip olması gerekirdi. Ancak bundan sonra ve herhangi bir küçük değer niceliğinin sermaye durumuna dönüşmek için yeterli olmadığı ama bu dönüşüm için her gelişme dönemi ve her sanayi kolunun belirli en düşük sınırlara sahip bulunduğu gerçeğini aydınlatma ve temellendirmeye yönelik başka açıklamalar arasında (sayfa 198) Marks, şöyle yazar:
“Hegel’in Mantık’ında saptadığı yasanın doğruluğu, doğa bilimlerinde olduğu gibi burada da görülür: Sırf nicel farklılıklar, bir noktadan sonra nitel değişikliklere dönüşürler.” [48]
Ve şimdi bay Dühring’in, sayesinde Marks’a söylediğinin tersini söylettiği yüksek ve soylu üsluba hayran olun. Marks şöyle diyor: Bir değer niceliğinin, ancak koşullara göre farklı ama her özel durumda belirli en düşük bir büyüklüğe vardıktan sonra sermaye durumuna dönüşebilmesi olgusu, Hegel yasasının bir doğruluk kanıtıdır. Bay Dühring, ona şöyle dedirtiyor: Hegel yasasına göre nicelik niteliğe dönüştüğü için, “bunun sonucu, bir yatırım, belirli bir sınıra vardığı zaman … sermaye olur”. Yani tam karşıtı.
“Eksiksiz doğruluk” ve “meslekten olmayan okura karşı olan ödevler” yararına bu yanlış alıntılar yapma alışkısı, bay Dühring’in Darwin sorununu nasıl işlediğini gördüğümüzden bu yana, bize yabancı değil. Bu alışkı gitgide gerçeksel felsefenin bir iç zorunluluğu olarak görünür ve kuşkusuz ” çok kestirme bir yöntem”dir. Burada yalnızca hammaddeler, iş araçları ve ücretler durumundaki yatırım sözkonusu olduğu halde, bay Dühring’in sanki Marks herhangi bir “yatırım”dan sözediyormuş gibi davranmasını ve böylece Marks’a su katılmadık bir saçmalık söyletmesini bir yana bırakalım. Ama, o bunu yaptıktan sonra, kendi ürettiği saçmalığı bir de gülünç bulma yüzsüzlüğünü gösterir; üzerinde gücünü denemek için düşsel bir Darwin yaratmış olduğu gibi, burada da düşsel bir Marks yaratır. Gerçekten “parlak üsluplu tarih yazma biçimi”!
Yukarda, evren şemasında, nicel değişmenin bazı noktalarında birdenbire nitel bir dönüşümün meydana geldiği o hegelci ölçü ilişkileri düğüm çizgisi ile, bay Dühring’in başına küçük bir mutsuzluğun geldiğini görmüştük: Bir güçsüzlük anında bay Dühring, onu kabul etmiş ve uygulamiştı. Orada en ünlü örneklerden birini, normal hava basıncı altında 0º’de sıvı durumundan katı duruma ve 100º’de sıvı (sayfa 199) durumundan gaz durumuna geçen suyun, o iki dönüm noktasında, yalnızca ısıdaki nicel değişikliğin suda nitel olarak değişik bir durum meydana getirmesi biçiminde, topaklanma durumlarındaki dönüşüm örneğini vermiştik.
Bu yasayı tanıtlamak için doğadan ya da insan toplumundan daha böyle yüzlerce benzer olgu çıkartabilirdik. Böylece Marks’ın Kapital’inde, bütün bir dördüncü kısım (elbirliği, işbölümü ve manüfaktür, makineli üretim (maşinizm) ve büyük sanayi alanında nispi artı-değer üretimi), nicel bir dönüşümün şeylerin niteliğini ve aynı biçimde nitel bir dönüşümün de niceliğini değiştirdiği, yani bay Dühring’in o hiç sevmediği deyimi kullanmak gerekirse, niceliğin niteliğe, niteliğin de niceliğe dönüşü sayısız durumları inceler. Örneğin birçok bireyin elbirliğinin, birçok gücün birleşmiş bir güç durumunda kaynaşmasının” Marks gibi söylemek gerekirse, kendini oluşturan güçler toplamından özsel olarak farklı “yeni bir gizilleşmiş güç” oluşturması olgusunu analım.
Bay Dühring tarafından eksiksiz doğruluk yararına kendi karşıtına döndürülen aynı parçada Marks, ayrıca şu gözlemi de yapıyordu:
“Modern kimyada ilk kez Laurent ve Gerhardt tarafından geliştirilmiş olan molekül teorisi de temel olarak bu yasaya dayanır.” [49]
Ama bay Dühring için ne önemi var? O bilmiyor muydu ki:
“Bilimsel düşünce biçiminin son derece modern öğeleri, tam da bay Marks’la hasmı Lassalle’da olduğu gibi, yarı-bilim ile biraz da felsefe kırıntısının göstermelik bir bilginin yufka bagajını oluşturdukları yerde, eksiktir”; oysa bay Dühring’de, temelde “mekanik, fizik ve kimyada gerçek bilim tarafından saptanmış başlıca olgular” vb. var. — Nasıl var, görmüş bulunuyoruz! Ama başkalarını da bir yargıda bulunabilecek bir duruma getirmek için, Marks tarafından notunda sözü edilen örneği biraz daha yakından inceleyeceğiz. (sayfa 200)
Gerçekte burada, daha şimdiden birçoğu bilinen ve her birinin kendi öz cebirsel bileşim formülü bulunan türdeş (homologues) karbon bileşimleri dizileri sözkonusudur. Eğer örneğin kimyada olduğu gibi, bir karbon atomunu C ile, bir hidrojen atomunu H ile, bir oksijen atomunu O ile ve her bileşme içinde bulunan karbon atomları sayısını da n ile gösterirsek, bu dizilerden bir kaçı için molekül formüllerini şöyle yazabiliriz:
Cn H(2n+2) — Normal parafınler dizisi.
CnH(2n+2) O — Primer alkoller dizisi.
CnH2nO2 — Tek bazlı yağlı asitler dizisi.
Örnek olarak bu dizilerden sonuncusunu alalım ve sırasıyla n=l, n,=2, n=3, vb. koyalım, (izomerilileri hesaba katmazsak) şu sonuçları elde ederiz:
CH2O2 — formik asit
kaynama noktası 100°;
ergime noktası 1°
C2H4O2— asetik asit
kaynama noktası
118°;
ergime noktası
17°
C3H6O2— propiyonic asit
kaynama noktası
140°;
ergime noktası
—
C4H8O2— bütirik asit
kaynama noktası
162°;
ergime noktası
—
C5H10O2— valerianik asit
kaynama noktası 175°;
ergime noktası
—
vb., ancak 80º de eriyen ve kaynama noktası olmayan, çünkü ayrışmaksızın gaz durumuna geçemeyen C30 H60 O2’ye, melissik asite değin.
Böylece burada, öğelerin ve hep aynı oran içinde, yalın nicel katılma yoluyla oluşmuş nitel bakımdan farklı bir cisimler dizisi görüyoruz. Bileşimin bütün öğeleri eşit bir oranda nicelik değiştirdikleri yerde bu olgu, kendini en açık biçimde gösterir; normal parafınler CnH(2n+2) için olduğu gibi: En alçak metandır, CH4, bir gaz; bilinenler içinde en yüksek de, 21º’de eriyen ve ancak 278º’de kaynayan renksiz kristaller oluşturan katı durumundaki hegzadekan, C16 H34. Her iki dizide de, her yeni üye bir önceki üyenin molekül formülünde CH2, yani bir karbon ve iki de hidrojen atomu eklenmesiyle (sayfa 201) oluşur ve molekül formülündeki bu nicel değişme, her kez nitel bakımdan farklı bir cisim üretir.
Ama bu diziler son derece somut bir örnekten başka bir şey değildirler; kimyada hemen her yerde, daha çeşitli azot oksitleri ya da çeşitli fosfor veya kükürt asit oksitleri ile birlikte, “niceliğin niteliğe nasıl dönüştüğü” ve Hegel’in o sözde bulanık ve karışık düşüncesinin, bay Dühring dışında kimseye karışık ve bulanık kalmaksızın, şeyler ve süreçler içinde, deyim yerindeyse ete kemiğe bürünmüş olarak nasıl bulunduğu görülebilir. Ve eğer Marks bu nokta üzerine dikkati çeken ilk kişi ise ve eğer bay Dühring bu saptamayı anlamadan okumuşsa (yoksa bu müthiş cinayeti cezasız bırakmazdı), bu kadarı, hatta Dühring’in övüngen doğa felsefesi üzerine geriye doğru bir göz bile atmaksızın, “bilimsel düşünce biçiminin son derece modern kültür öğeleri”nin kimde, Marks’ta mı yoksa bay Dühring’de mi eksik olduğunu ve “kimya tarafından … saptanmış başlıca olgular” bilgisinin kimde bulunmadığını ortaya koymaya yeter.
Bitirmek için, niceliğin niteliğe dönüşümü yararına bir tanığa daha başvuracağız; Napoléon’a. O, atları kötü ama disiplinli Fransız süvarisinin, teke tek savaş bakımından o çağın söz götürmez bir biçimde en iyisi ama disiplinsiz Memlük’lere karşı savaşını şöyle anlatır:
“İki Memlük üç Fransızdan kesenkes üstündü; 100 Memlük ile 100 Fransız birbirine denkti; 300 Fransız 300 Memlük’ten çoğu kez üstündü; 1.000 Fransız 1.500 Memlük’ü her zaman yeniyordu.” [50]
Tıpkı Marks’ta, sermaye durumuna dönüşmesinin olanaklı olması için değişim-değeri tutarının, değişken de olsa, belirli bir büyüklüğünün zorunlu olması gibi, Napoléon’da da, kapalı düzen ve yöntemli kullanıma dayanan disiplin gücünün kendini gösterebilmesi ve hatta daha iyi atlara sahip, binicilik ve savaşta daha usta ve en azından kendisi denli (sayfa 202) yürekli, daha büyük bir düzensiz süvariler yığınını yenecek denli büyüyebilmesi için, belirli bir büyüklükteki bir süvari birliği zorunluydu. Ama bay Dühring’e karşı bu neyi kanıtlar? Napoléon, Avrupa’ya karşı savaşımında kötü bir biçimde yenilmedi mi? Bozgun üstüne bozguna uğramadı mı? Hem de neden? Sırf Hegel’in bulanık ve karışık düşüncesini süvari taktiğine sokmuş olduğu için! (sayfa 203)