DİYALEKTİK YADSIMANIN YADSINMASI
“Bu tarihsel taslak [İngiltere’de sermayenin ilkel denilen birikiminin oluşması], gene de Marks’ın kitabında nispeten en iyi olan şeydir ve eğer derin-bilgin koltuk değneğinden başka bir de diyalektik koltuk değneğine dayanmasaydı, daha da iyi olurdu. Gerçekten, daha iyi ve daha açık araçların yokluğunda, burada ebe kadın görevini yapması ve geçmişin bağrından geleceği doğurtması gereken şey, Hegel’in yadsımanın yadsınmasıdır. Bireysel mülkiyetin, gösterilen biçimde, 16. yüzyıldan sonra ortadan kalkmasının tamamlanması, birinci yadsımadır. Bu yadsıma, yadsımanın yadsınması olarak ve ‘bireysel mülkiyet’in bu kez toprak ve iş araçlarının ortaklaşa sahipliğine dayanan daha yüksek bir biçim altında canlandırılması olarak nitelendirilen bir ikinci yadsıma ile izlenecektir. Eğer bu yeni ‘bireysel mülkiyet’, bay Marks’ta ‘toplumsal , mülkiyet’ olarak da adlandırılıyorsa, (sayfa 204) bunun nedeni, Hegel’in, içinde çelişkinin kaldırılması, yani sözcük oyununu izlemek gerekirse korunması olduğu denli aşılması da gereken yüksek birliğinin işte burada ortaya çıkmasıdır. … Öyleyse mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi, dış ve maddesel ilişkileri içinde tarihsel gerçekliğin, deyim yerindeyse otomatik sonucudur. … Yadsımanın yadsınması gibi hegelci martavallara inanarak, aklıbaşında bir adam için toprağın ve sermayenin ortaklaşa kullanılması zorunluluğuna kandırılmak güç olacaktır. … Marks’ın fikirlerinin bulanık belirsizliği, hegelci diyalektik ile bilimsel temel olarak bol bol nasıl kafa yorulabileceğini ya da daha doğrusu bu işten akılsızlık olarak zorunlulukla neyin çıkacağını bilen kimseyi zaten şaşırtmayacaktır. Bu oyunlardan hiçbir şey anlamayan kimse içinse, Hegel’de birinci yadsımanın din kitabındaki ilk günah kavramı ve ikinci yadsımanın da kurtulmaya götüren daha yüksek bir birlik olduğunu açıkça belirtmek gerekir. Olguların mantığı, ne de olsa din alanından alınmış bu gülünç andırışma üzerine temellendirilmemelidir…. Bay Marks, aynı zamanda hem bireysel hem de toplumsal olan mülkünün bulanık evreninde dinginlik içinde yaşar ve derin diyalektik bilmeceyi çözme işini yandaşlarına bırakır.”
Bay Dühring işte böyle konuşur.
Demek ki Marks, toplumsal devrimin, toprak ve emek tarafından yaratılan üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine dayanan bir toplum kuruluşunun zorunluluğunu, Hegel’in yadsımanın yadsınmasına başvurmadan tanıtlayamaz ve sosyalist teorisini dinden alınmış bu gülünç andırışma üzerine dayandırarak gelecekteki toplumda, kaldırılmış çelişkinin üstün hegelci birliği olarak, aynı zamanda hem bireysel hem de toplumsal bir mülkiyetin egemen olacağı sonucuna varır.
Başlamak için yadsımanın yadsınmasını bir yana bırakalım ve “aynı zamanda hem bireysel hem de toplumsal mülkiyet”i ele alalım. Bay Dühring bu mülkiyeti, “bulanık evren” olarak nitelendirir ve bu konu üzerinde gerçekten haklı (sayfa 205) olması da belirtilmeye değer. Ne yazık ki bu bulanık evrende yaşayan Marks değil ama gene bay Dühring’in ta kendisidir. Gerçekten, tıpkı daha yukarda hegelci “sayıklama” yöntemindeki ustalığı sayesinde, Kapital’in henüz tamamlanmamış bulunan ciltlerinin neyi içermesi gerektiğini kolayca saptayabildiği gibi, burada da Marks’ı, üzerinde tek sözcük bile söylemediği yüksek bir mülkiyet birliğini ona malederek, Hegel’e göre kolayca düzeltebilir.
Marks şöyle der:
“Yadsımanın yadsınmasıdır bu. Emekçinin özel mülkiyetini değil ama kapitalist çağın kazanımlarına, elbirliğine ve toprak dahil bütün üretim araçlarının ortaklaşa sahipliğine dayanan bireysel mülkiyetini yeniden kurar. Bireysel emekten doğan özel ve bölünmüş mülkiyeti kapitalist mülkiyet durumuna dönüştürmek için, gerçekte daha şimdiden kolektif bir üretim biçimine dayanan kapitalist mülkiyetin toplumsal mülkiyet durumuna dönüşmesinin gerektireceğinden elbette daha çok zaman, daha çok çaba ve daha çok güçlük gerekmiştir.” [51]
Hepsi bu. Demek ki mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi aracıyla ortaya çıkan durum, bireysel mülkiyetin, ama toprağın ve emek tarafından üretilmiş üretim araçlarının toplumsal mülkiyet temeli üzerinde yeniden kurulması olarak belirleniyor. Anlamasını bilen herkes için bu, toplumsal mülkiyetin toprağı ve öteki üretim araçlarını ve bireysel mülkiyetin de ürünleri yani tüketim nesnelerini kapsamına aldığı anlamına gelir. Ve sorunu altı yaşındaki çocukların bile anlayabileceği bir duruma getirmek için Marks, 56. sayfada “ortak üretim araçlarıyla,çalışan ve tasarlanmiş bir plana göre, çok sayıdaki bireysel güçlerini tek ve aynı bir toplumsal emek-gücü olarak harcayan bir özgür insanlar birliği”[52] , yani sosyalist biçimde örgütlenmiş bir birlik varsayar ve şöyle der:
“Birleşmiş emekçilerin toplam ürünü, toplumsal bir (sayfa 206) üründür. Bir bölümü yeniden üretim aracı olarak kullanılır ve toplumsal kalır ama öteki bölümü tüketilir ve bunun sonucu, tüm emekçiler arasında üleşilmesi gerekir.” [53]
İşte, hatta bay Dühring’in hegelleştirilmiş beyni için bile yeterince açık sözler.
Aynı zamanda hem bireysel hem de toplumsal mülkiyet, bu ikircil ve karışık uydurmaca, Hegel diyalektiğinden zorunlu olarak çıkan bu akılsızlık, bu bulanık evren, Marks’ın çözümü işini yandaşlarına bıraktığı bu derin diyalektik bilmece, bir kez daha bay Dühring’in özgür bir yaratı ve kuruntusundan başka bir şey değildir. Marks, sözümona hegelci niteliğiyle, yadsımanın yadsınmasının sonucu olarak, gerçek bir yüksek birlik sağlamak zorundadır ve bunu, bay Dühring’in hoşuna gidecek gibi yapmadığından, o da bir kez daha eksiksiz doğruluk yararına, kendini yüksek ve soylu üsluba kaptıracak, Marks’a açıkça bay Dühring’in kişisel üretimi olan şeyler söyletecektir. Ayrıklama niteliğinde de olsa doğru bir alıntı yapmakta bile adamakıllı yeteneksiz olan bir adam, ayrıklamasız olarak doğru alıntılar yapan ama işte tam da böyle yapmakla “alıntı yaptıkları yazarlardan her birinin fikir bütünü üzerindeki kavrayıcı görüş eksikliklerini iyi saklayamayan” başka kimselerin “derin bilgi tuhaflıkları” karşısında kendini ahlaksal öfkeye pekala kaptırabilir. Bay Dühring haklı. Yaşasın parlak üsluplu tarihsel betimleme!
Şimdiye değin bay Dühring’e özgü direngen yanlış alıntılar pratiğinin, hiç değilse iyi niyetli olduğu ve ya tam bir anlayış yeteneksizliğine ya da genellikle ağır olarak da nitelense, parlak üsluplu tarihsel betimlemeye özgü bir alışkıya, bellekten aktarma alışkısına dayandığı varsayımından hareket ettik. Ama öyle görünür ki bay Dühring’de de niceliğin niteliğe döndüğü noktaya gelmiş bulunuyoruz. Çünkü eğer ilk olarak, Marks’ın parçasının son derece açık ve üstelik aynı kitabın hiçbir yanlış anlamaya elverişli olmayan bir başka parçasıyla tamamlanmış olduğu; ikinci olarak ne Ergänzungsblätter’lerde bulunan Kapital’in yukarda sözü (sayfa 207) geçen eleştirisinde, ne de Eleştirel Tarih’in birinci baskısının içerdiği eleştiride bay Dühring, o “aynı zamanda hem bireysel hem de toplumsal mülkiyet” ucubesini keşfetmediğini ama onu ancak ikinci baskıda, yani üçüncü okumada bulduğu; sosyalist anlamda yeniden elden geçirilip düzeltilmiş bu ikinci baskıda bay Dühring’in Marks’a, karşılık olarak “ekonomik ve hukuksal taslağını Dersler’imde çizdiğim ekonomik komün”ü o kadar utkun bir davranış ile sunabilmek için —ve yaptığı da budur—, toplumun gelecekteki örgütlenmesi üzerine olanaklı olan en budalaca sözleri söyletmek gereksinmesinde olduğu düşünürsek — eğer bütün bunlar düşünülürse, tek bir sonuç kendini zorla kabulettirir: Bay Dühring bizi, burada Marks’ın düşüncesini “koruyucu olarak genişletme” —ama bay Dühring için koruyucu olarak— niyeti beslediğini kabul etmeye hemen hemen zorlar.
Yadsımanın yadsınması, Marks’ta ne rol oynar? Marks, 791. ve izleyen sayfalarda, [54] sermayenin ilkel denilen birikiminin daha önceki 50 sayfayı dolduran ekonomik ve tarihsel irdelemesinin sonuçlarını toplar. Kapitalist çağdan önce hiç değilse İngiltere’de, temel olarak işçinin kendi üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetine dayanan küçük işletme vardı. Sermayenin ilkel denilen birikimi burada, bu dolaysız üreticilerin mülksüzleştirilmesine yani kişisel çalışmaya dayanan özel mülkiyetin yıkılmasına dayandı. Eğer bu olanaklı olduysa, bunun nedeni sözkonusu küçük işletmenin ancak üretim ve toplumun doğal ve dar sınırları ile bağdaşır olması ve bunun sonucu belirli bir düzeyde kendi yok oluşunun maddi araçlarını meydana getirmesidir. Bu yok oluş, bireysel ve dağınık üretim araçlarının toplumsal olarak bir arada toplanmış araçlar durumuna dönüşümü, sermayenin tarih-öncesini oluşturur. Emekçiler proleterlere ve emekçilerin iş araçları da sermaye durumuna dönüştükten, kapitalist üretim biçimi ayaklarını yere bastıktan sonra, emeğin bundan sonraki toplumsallaşması ve toprağın ve öteki üretim araçlarının bundan sonraki dönüşümü, yani özel mülk sahiplerinin bundan (sayfa 208) sonraki mülksüzleştirilmesi, yeni bir biçim alır.
“Şimdi mülksüzleştirilecek olan kimse, artık kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesi ile gerçekleşir. Bir kapitalist, daima birçoklarının başını yer. İş sürecinin gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulaması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, iş araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir iş araçlarına dönüştürülmesi, bütün iş araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile elele gider. Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki devamlı azalmayla birlikte sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte sayılan sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin bizzat kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fişkırıp boy atan üretim biçiminin ayakbağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.” [55]
Ve şimdi, okuyucuya soruyorum: Diyalektik karışıklığın zorlamaları ve entelektüel bezekleri nerede, sonunda her şeyin bir şey olduğu sonucunu veren fikirler karışım ve karikatürü nerede, inanç sahipleri için diyalektik mucizeler nerede, Marks’ın Dühring’e göre onlar olmaksızın açıklamasını yapma başarısını gösteremeyeceği hegelci Logos öğretisinin diyalektik gizleme merakları ve zorlamaları nerede? Marks, (sayfa 209) yalnızca tarih aracıyla tanıtlar ve burada kısaca şu olguları özetler: Vaktiyle küçük işletme kendi evrimi ile kendi yok oluşunun, yani küçük mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesinin koşullarını nasıl zorunlu olarak yarattıysa, bugün de kapitalist üretim biçimi, kendisini yıkıma uğratacak maddesel koşulları tıpkı öyle yaratmıştır. Süreç, tarihsel bir süreçtir ve eğer aynı zamanda diyalektik ise bu, bay Dühring için ne denli cansıkııcıolursa olsun, Marks’ın suçu değildir.
Marks, ancak ekonomik ve tarihsel tanıtlamasını bitirdikten sonradır ki şöyle devam eder: “Kapitalist üretim biçiminin ürünü olan kapitalist mülk edinme biçimi, kapitalist özel mülkiyeti yaratır. Bu, mülk sahibinin emeğine dayanan kişisel özel mülkiyetin ilk yadsınmasıdır. Ama kapitalist üretim, bir doğa yasasının kaçınılmaz zorunluluğu ile kendi yadsınmasını doğurur. Yadsımanın yadsınmasıdır bu.” [56] vb., arkası için daha yukardaki alıntıya bakınız. [57]
Demek ki süreci yadsımanın yadsınması biçiminde nitelendirirken Marks, sürecin tarihsel zorunluluğunu bu niteleme ile tanıtlamayı düşünmez. Tersine; gerçekte sürecin kısmen nasıl gerçekleştiğini, kısmen de mutlak olarak nasıl gerçekleşeceğini tarih aracıyla tanıtladıktan sonradır ki Marks, bu süreci ayrıca belirli bir diyalektik yasaya göre gerçekleşen bir süreç olarak nitelendirir. Hepsi bu. Öyleyse bay Dühring, yadsımanın yadsınmasının geçmişin bağrından geleceği doğurtarak burada ebe kadın görevi göreceğini ya da Marks’ın bizi toprak ve sermaye ortaklığının (bay Dühring’in ete kemiğe bürünmüş bir çelişkisi) bir zorunluluk olduğuna inandırmak için, bizden yadsımanın yadsınmasına saygı göstermemizi istediğini ileri sürdüğü zaman, bir kez daha bay Dühring’in temelsiz bir varsayımı ile karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz demektir.
Diyalektiği, bay Dühring’in yaptığı gibi, diyelim biçimsel mantık ya da ilkel matematik üzerine sınırlı bir fikir edinebildiği biçimde, katıksız bir tanıtlama aleti olarak almak, (sayfa 210) diyalektiğin içyüzünü kavramakta tam bir eksikliktir. Biçimsel mantık bile, her şeyden önce yeni sonuçları bulmak, bilinenden bilinmeyene geçmek için bir yöntemdir ve bu ayrıca, mantığın dar çevrenini parçalayarak daha geniş bir dünya görüşünün tohumunu içinde saklayan diyalektik için de, ama çok daha yüksek bir anlamda, böyledir. Matematikte de aynı ilişki bulunur. İlkel matematik, değişmeyen büyüklükler matematiği, hiç değilse özsel olarak, biçimsel mantık sınırları içinde devinir; sonsuz küçük (infinitésimal) hesabının en önemli bölümünü oluşturduğu değişen büyüklükler matematiği, aslında matematik ilişkilere diyalektiğin uygulanmasından başka bir şey değildir. Arı tanıtlama, yöntemin yeni araştırma alanlarına birçok uygulanışı karşısında, burada belli bir biçimde arka plana geçer. Ama, diferansiyel hesabın ilk tanıtlamalarından başlayarak, yüksek matematiğin hemen bütün tanıtlamaları, titiz bir biçimde konuşmak gerekirse, ilkel matematik bakımından yanlıştır. Diyalektik planda elde edilen sonuçlar, buradaki durumda olduğu gibi, biçimsel mantık aracıyla tanıtlanmak istenince, başka türlü olamaz. Bay Dühring gibi katılaşmış bir metafizikçiye, neyi olursa olsun, yalnızca diyalektik aracıyla tanıtlamaya kalkmak boşuna çaba olur, tıpkı sonsuz küçük hesap ilkelerini zamanlarının matematikçilerine tanıtlamaya kalkmanın Leibniz ve öğrencileri için boşuna çaba olduğu gibi. Diferansiyel o matematikçilerde, göreceğimiz gibi, içinde diferansiyelin de bir rol oynadığı yadsımanın yadsınmasının bay Dühring’de neden olduğu kargaşalıkların tıpkısını uyandırıyordu. O baylar, bu arada ölmedikleri ölçüde, inandırıldıkları için değil ama sonuçlar hep doğru çıktığı için, sonunda surat asarak boyun eğdiler. Bay Dühring, kendisinin de söylediği gibi, daha ancak kırkında; eğer dilediğimiz denli uzun yaşarsa, onun başına da aynı serüven gelebilir.
Ama bay Dühring’in yaşamını bu derece berbat eden ve onda hıristiyanlıktaki Kutsal-Ruha karşı günah ile aynı bağışlanmaz suç rolünü oynayan o korkunç yadsımanın yadsınması nedir peki? — Eski idealist felsefenin onu altında (sayfa 211) sakladığı ve bay Dühring yapısındaki onulmaz metafizikçilerin orada saklamakta yarar görmeye devam ettikleri gizemli karışık şeyler yığını ortadan kalkar kalkmaz, bir çocuğun bile anlayabileceği, her yerde ve her gün olan çok yalın bir şey. Bir arpa tanesi alalım. Böyle milyarlarca arpa tanesi öğütülür, pişirilir, sonra da tüketilir. Ama eğer böyle, bir arpa tanesi kendisi için normal koşullar bulursa, eğer elverişli bir toprağa düşerse, ısı ve yaşlığın etkisi altında onda özgül bir dönüşüm olur, çimlenir: tane, tane olarak yok olur, yadsınır, onun yerine ondan doğan bitki geçer; tanenin yadsınması. Ama bu bitkinin normal ömrü nedir? Büyür, gelişir, döllenir ve sonunda yeni arpa taneleri verir ve bu taneler olgunlaşır olgunlaşmaz sap solar, yadsınır. Bu yadsımanın yadsınmasının sonucu olarak, elimizde gene başlangıçtaki arpa tanesi, ama tek başına değil, sayısı on, yirmi, otuz kez artmış bir biçimde, bulunur. Tahıl türleri çok büyük bir yavaşlıkla değişirler ve böylece bugünkü arpa bundan yüzyıl önceki arpaya adamakıllı benzer kalır. Ama plastik bir süs bitkisi, ömeğin bir dalya ya da bir orkide alalım; tohum ve tohumdan doğan bitkiyi bahçıvan ustalığıyla işleyelim: Bu yadsımanın yadsınmasının sonucu olarak, yalnızca daha çok tohum değil ama daha da güzel çiçekler veren, nitelikçe daha iyi bir tohum elde ederiz ve bu sürecin her yinelenmesi, her yeni yadsımanın yadsınması, bu yetkinleşmeyi pekiştirir. — Bu süreç, arpa taneleri bakımından olduğu gibi böceklerden çoğu, örneğin kelebekler bakımından da böyle olur. Kelebekler, yumurtanın yadsınması ile yumurtadan doğar, cinsel olgunlaşmaya kadar değişmelerini tamamlar, çiftleşir ve çiftleşme süreci tamamlanıp da dişi “çok sayıdaki yumutalarını yumurtlar yumurtlamaz ölmeleri sonucu, bu kez de kendileri yadsınmış olurlar. Öteki bitki ve öteki hayvanlarda sürecin bu yalınlıkla olmaması, bunların yok olmadan önce bir tek kez değil, birçok kez tohum, yumurta ya da yavru vermeleri, şu anda bizim için önemli değil; biz burada, yalnızca yadsımanın yadsınmasının organik dünyanın iki çevresinde de gerçekten ortayaçıktığını göstermek istiyoruz. Ayrıca, tüm (sayfa 212) yerbilim bir yadsınmış yadsımalar dizisi, bir eski mineral oluşumların ardışık yokolmaları ve yeni oluşumların tortu çökmeleri dizisidir. En başta, akışkan yığının soğumasıyla meydana gelen ilk yer kabuğu denizlerin, metorolojinin ve atmosferik kimyanın etkisi altında parçalara ayrılır ve bu ufalanmış yığınlar, katmanlar biçiminde deniz dibine çökerler. Deniz dibinin yer yer deniz düzeyi üstüne çıkması, bu ilk katmanlaşan parçaları yeni baştan yağmurun, mevsimlerle değişen ısının, oksijen ve atmosferlerdeki karbonik asidin etkisi altında bırakır; bu etkiler, yer yuvarlağının içinden çıkarak, birçok katmanlar içinden geçmiş bulunan önce erimiş, sonra da soğumuş bir durumdaki kayalık yığınlar üzerinde de kendilerini gösterirler. Böylece milyonlarca yüzyıl boyunca yeni katmanlar, oluşmak, büyük bölümü bakımından yokolmak ve gene yeni katmanlar oluşmasına yardım etmekten geri kalmazlar. Ama sonuç çok olumludur: En yoğun ve en çeşitli bir bitkisel oluşumu sağlayan mekanik ufalanma durumunda, en çeşitli kimyasal öğelerin işin içine karıştığı bir toprağın meydana gelmesi.
Matematikte de böyle. Herhangi bir cebirsel büyüklüğü örneğin a’yı alalım. Bunu yadsırsak, -a’yı elde ederiz. Bu yadsımayı, -a’yı -a ile çarparak yadsıyalım, +a2’yi, yani ilk olumlu büyüklüğü elde ederiz; ama daha yüksek bir derecede, ikinci derecede. Gene a2’ye varmak için artı a’yı kendisi ile çarparak aynı a2’yi elde edebileceğimizin burada da bir önemi yok. Çünkü yadsınmış yadsıma a2 içinde öylesine yapışıp kalmıştır ki a2 her durumda iki kare köke, yani a ile -a’ya sahiptir. Ve yadsınmış yadsımadan, kare içinde bulunan olumsuz kökten bu kurtulma olanaksızlığı, ikinci derecede denklemlerden başlayarak iyice duyuları bir önem kazanır. — Yadsınmanın yadsınması yüksek çözümlemede, bay Dühring’in kendisinin matematiğin en yüksek işlemleri olduğunu söylediği ve günlük dilde diferansiyel ve entegral hesap denilen bu “sonsuz derecede küçük büyüklüklerin toplanması”nda kendini daha da çarpıcı bir biçimde gösterir. Bu tür hesaplar nasıl yapılır? Örneğin belirli bir problemde, biri her (sayfa 213) durum için belirli bir oranda değişmedikçe, öteki de değişmeyen x ve y gibi iki değişen büyüklüğüm var. Bunların diferansiyelini alıyorum, yani x ve y’yi, ne denli küçük olursa olsun herhangi bir gerçek büyüklük karşısında yok olacak, x ve y’den karşılıklı oranlarından, ama deyim yerindeyse hiçbir maddesel temeli olmayan, hiçbir niceliği bulunmayan nicel bir orandan başka bir şey kalmayacak denli sonsuz derecede küçük varsayıyorum; dx/dy buna göre iki x ve y diferansiyelinin oranı 0/0 olur, ama x/y’in dışavurumu olarak konmuş 0/0. İki yitik büyüklük arasındaki bu ilişkinin, durağanlığa yükseltilmiş yok olmaları anının bir çelişki olduğuna ancak şöyle bir değiniyorum; ama bu çelişki bizi, matematiği genel olarak iki yüz yıla yakın bir süreden beri şaşırttığından çok şaşırtmaz. [58] Peki, burada x ve y’yi yadsımadımsa —ama metafiziğin yadsıdığı gibi, artık bir daha kendime tasa etmeyecek derecede yadsıma değil, veri duruma uygun düşen biçimde yadsıma— başka ne yaptım? Artık x ve y yerine, önümdeki formül ya da denklemlerde onların yadsınmaları olan dx ve dy var. Bundan böyle hesaplamaya bu formüllerle devam ediyor, dx ve dy ile, bazı ayrım yasalarına bağlı olsalar da, gerçek büyüklükler olarak işlem yapıyor, yadsımayı yadsıyor yani diferansiyel formülü entegre ediyor, dx ve dy yerine gerçek x ve y büyüklüklerine yeni baştan erişiyorum; ama, diyelim baştaki kadar az ilerlemiş bulunmuyorum: Tersine, bayağı geometri ve cebirin, üzerinde belki de boş yere kıvranacakları problemi çözmüş bulunuyorum.
Tarihte durum başka türlü değil. Bütün uygar halklar, işe toprağın ortak mülkiyeti ile başlarlar. Belirli bir ilkel aşamayı aşan bütün halklarda bu ortak mülkiyet, tarımın gelişmesi içinde, üretim için bir engel durumuna gelir. Azçok uzun aracı aşamalardan sonra ortadan kaldırılır, yadsınır, özel mülkiyet biçimine dönüştürülür. Ama tarımın, toprağın özel mülkiyeti sayesinde erişilmiş daha yüksek bir gelişme aşamasında, tersine, bu kez özel mülkiyet üretim için bir (sayfa 214) engel durumuna gelir — küçük toprak mülkiyeti bakımından olduğu denli büyük toprak mülkiyeti bakımından da bugün olduğu gibi. Toprağın özel mülkiyetinin yadsınmasına, yeni baştan ortak mülkiyet biçimine dönüştürülmesine yönelen istemin, bir zorunluluk niteliği ile oraya çıktığı görülür. Ama bu istem, eski ilkel ortak mülkiyetin canlandırılması anlamına değil, üretim için bir engel olmak şöyle dursun, tersine, kolektif mülkiyetin üretimi engellerinden en iyi kurtaracak ve ona modern kimyasal bulgular ve mekanik buluşlardan tam bir yararlanmayı en iyi sağlayacak olan çok daha yüksek ve çok daha gelişmiş bir biçiminin kurulması anlamına gelir.
Bir örnek daha. Antik felsefe, doğal bir ilkel materyalizm idi. Bu niteliğiyle, düşünce ile madde arasındaki ilişkiyi açığa çıkartmakta yeteneksiz kalıyordu. Ama bu konuda açıklığa kavuşma zorunluluğu, önce maddeden ayrı bir ruh öğretisine, sonra bu ruhun ölmezliğinin ileri sürülmesine, en sonra da tektanrıcılığa götürdü. Yani ilkçağ materyalizmi, idealizm tarafından yadsındı. Ama felsefenin daha sonraki gelişmesi içinde, bu kez idealizm savunulamaz bir duruma geldi ve modern materyalizm tarafından yadsındı. Modern materyalizm, yani yadsımanın yadsınması, eski materyalizmin yalın bir yeniden kurulması değildir ama onun sürüp giden temellerine, felsefe ve doğa bilimlerinin iki kez bin yıllık bir evrimin olduğu gibi, bu iki bin yıllık tarihin kendisinin de bütün bir düşünce içeriğini eşitler. Her şeyden sonra artık bu, bir felsefe değil ama ayrı bir bilimler bilimi dışında, gerçek bilimler içinde yararlılığını gösterecek ve kullanılacak yalın bir dünya görüşüdür. Demek ki felsefe, burada “kaldırılmış”, yani aynı zamanda “hem aşılmış hem de korunmuş”, biçiminde aşılmış, gerçek içeriğinde korunmuştur. Bay Dühring’in “sözcük oyunları”ndan başka bir şey görmediği yerde, demek ki daha yakın bakınca gerçek bir içerik bulunur.
Ensonu, Dühring’in düzmece eşitlik öğretisinin solgun bir kopyasından başka bir şey olmadığı Rousseau’nun eşitlik öğretisi de —ve üstelik Hegel’in doğumundan yirmi yıldan çok bir süre önce— Hegel’in yadsımanın yadsınması ebe (sayfa 215) kadın görevini görmedikçe gerçekleşmez. Ve bundan utanmak şöyle dursun bu öğreti, ilk sunuluşunda hemen hemen çalımla, kendi diyalektik kökeninin damgasını sergiler. Doğal ve yabanıl durumunda, insanlar eşitti; ve Rousseau henüz dili doğal durumun bir bozulması olarak aldığı için, aynı türden hayvanlar arasındaki bu türün bütün genişliği içinde geçerli eşitliği, Haeckel tarafından son zamanlarda varsayımsal bir biçimde alales, dilden yoksun olarak sınıflandırılmış bulunan o insan-hayvanlara uygulamakta yerden göğe değin haklıdır. Ama bu eşit insan-hayvanlar, kendilerini öteki hayvanlardan üstün kılan bir özgülüğe sahipti: Yetkinleşme anıklığı (la perfectibilite), zamanla gelişme olanağı; [59] ve bu, eşitsizliğin nedeni oldu. Demek ki Rousseau, eşitsizliğin doğuşunda bir ilerleme görür. Ama bu ilerleme karşıt (antagoniste) bir ilerlemeydi, aynı zamanda bir gerilemeydi de.
“Bütün daha sonraki [doğal durumdan sonraki] ilerlemeler, görünüşte bireyin yetkinleşmesine ama gerçekte türün düşkünleşmesine doğru atılmış adımlardı. … Metalulji ve tarım, türetimi bu büyük devrimi meydana getiren iki zanaat oldu.”
(Balta girmemiş ormanın işlenmiş toprak durumuna dönüşmesi ama mülkiyet aracıyla sefalet ve köleliğin de ortaya çıkması.)
“İnsanları uygarlaştıran ve insan türünü bozan şey, ozana göre altın ve gümüş ama filozofa göre demir ve buğdaydır.” [60]
Uygarlıktaki her yeni ilerleme, aynı zamanda eşitsizlikte de yeni bir ilerlemedir. Uygarlıkta doğmuş toplumun kurduğu bütün kurumlar, ilk ereklerinin tersine dönerler.
“Halkların başkanlarını kendilerini köleleştirmek için değil, özgürlüklerini savunmak için seçtikleri söz götürmez bir şey ve tüm siyasal hukukun temel kuralıdır.” [61] (sayfa 216)
Ama gene de bu başkanlar, zorunlu olarak halkların baskıcıları haline gelir ve bu baskıyı, doruğuna çıkartılmış eşitsizliğin yeniden kendi karşıtı durumuna dönüştüğü, eşitlik nedeni durumuna geldiği (despot karşısında herkes eşittir, yani sıfira eşittir) noktaya değin götürürler.
“Eşitsizliğin son derecesi ve çemberi kapayan ve hareket noktamıza erişen son nokta, işte burasıdır: Bütün bireyler, hiçbir şey olmadıkları ve uyrukların egemeninin isteğinden başka bir yasaları bulunmadıği için, işte burada yeni baştan eşit duruma gelirler.” [62]
Ama despot, ancak zor sahibi olarak egemendir ve bu nedenle “baştan atılabildiği anda, zora karşı söyleyecek hiçbir şeyi yoktur. … Onu yalnızca güç tutuyordu, onu ancak güç devirir, böylece her şey doğal düzene göre olup biter.” [63]
Ve böylelikle, eşitsizlik bir kez daha eşitliğe dönüşür ama dilden yoksun ilkel insanın o eski doğal eşitliğine değil, toplum sözleşmesinin yüksek eşitliğine. Baskıcılar baskı altına alınırlar. Bu, yadsımanın yadsınmasıdır.
Demek ki Rousseau’da, yalnızca Marks’ın Kapital’inde izlenen düşünce gidişine insanı şaşırtacak kadar benzeyen bir düşünce gidişi değil ama hatta ayrıntıda bile Marks’ın kullandığı bütün bir diyalektik gelişimler dizisinin kullanıldığını da görüyoruz: Özü gereği karşıt olan ve bir çelişki içeren süreçler; bir ucun (extréme) kendi karşıtına dönüşümü; ensonu, bütünün çekirdeği olarak, yadsımanın yadsınması. Demek ki Rousseau, her ne denli 1754’te hegelci jargonu konuşamıyorduysa da, gene de Hegel’in doğumundan yirmi üç yıl önce hegelci veba, çelişki diyalektiği, Logos öğretisi, tanrıbilim vb. tarafından derinden derine kemirilmiş bulunuyordu. Ve bay Dühring Rousseau’nun eşitlik teorisini yavanlaştırarak iki utkun adamcağızı ile oynarken, hanidir ister istemez yadsımanın yadsınmasının kolları arasına kaydığı eğim üzerinde bulunur. İki adamın eşitliğinin içinde geliştiği, ideal durum olarak sunulan durum, Felsefe’nin 271. sayfasında “ilkel (sayfa 217) durum” olarak nitelenir. Ne var ki 279. sayfaya göre bu ilkel durum, “soygun sistemi” tarafından zorunlu olarak ortadan kaldırılır — birinci yadsıma. Ama işte şimdi biz, gerçeksel felsefe sayesinde, soygun sistemini ortadan kaldırıp onun yerine eşitliğe dayanan bay Dühring türetimi ekonomik komünü kurduğumuz noktaya varmış bulunuyoruz: Yadsımanın yadsınması, daha yüksek bir aşamada eşitlik. Yüce kişiliğinde yadsımanın yadsınması cehennemlik günahını işleyen bay Dühring’in görünüşü ne eğlendirici, çevreni ne kurtarıcı bir biçimde genişleten bir seyirlik!
Peki yadsımanın yadsınması nedir? Son derece genel ve işte bu yüzden büyük bir önem ve büyük bir değer taşıyan doğanın, tarihin ve düşüncenin bir gelişme yasası; görmüş bulunduğumuz gibi, hayvanlar ve bitkiler dünyası bakımından yerbilim, matematik, tarih, felsefe bakımından geçerli olan ve bay Dühring’in karşı gelmesine ve kafa tutmasına karşın, farkına varmadan kendi yordamınca uyma zorunda kaldığı yasa. Bu işin yadsımanın yadsınması olduğunu söylediğim zaman, örneğin arpa tanesi tarafından çimlenmeden taneyi taşıyan bitkinin yok olmasına değin izlenen özel gelişme üzerine hiçbir şey söylemediğim kendiliğinden anlaşılır. Gerçekten, diferansiyel hesap da yadsımanın yadsınması olduğu için, önermeyi tersine çevirmekle bir arpa filizinin diferansiyel hesap ya da hatta inan olsun, sosyalizm olduğu saçmalığını ileri sürmüş olmaktan başka bir şey yapmış olmazdım. Bununla birlikte, metafizikçilerin diyalektiğin sırtına hiç durmadan yükledikleri şey de, işte budur. Eğer bütün bu süreçler üzerine, bunlar yadsımanın yadsınmasıdır dersem, bunların hepsini birden bu tek hareket yasası altında kavramış ve bu nedenle de tek başına alınmış hiçbir özel sürecin özelliklerini hesaba katmamış olurum. Gerçekte diyalektik doğanın, insan toplumunun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme yasaları biliminden başka bir şey değildir.
Şöyle bir karşıkoymada da bulunabilir: Burada gerçekleşen yadsıma, gerçek bir yadsıma değil: Bir arpa tanesini, onu öğüterek; bir böceği, üzerine basarak; a olumlu (sayfa 218) büyüklüğünü, onu gizerek de yadsırım. Ya da gül, gül değildir diyerek, gül güldür önermesini yadsırım; ve eğer bu önermeyi yeniden yadsır ve: gül gene de güldür dersem, bundan ne sonuç çıkar? — Bu karşıkomalar, gerçekte metafizikçilerin diyalektiğe karşı bellibaşlı ve bu sınırlı düşünce biçimine tamamen yaraşır kanıtlarıdır. Yadsımak diyalektikte yalnızca hayır demek ya da bir şeyin varolmadığını söylemek ya da onu herhangi bir biçimde yok etmek anlamına gelmez. Spinoza şöyle diyordu: Omnis determinatio est negatio, her sınırlama ya da belirleme, aynı zamanda bir yadsımadır. [64] Ve ayrıca yadsımanın türü, burada sürecin önce genel, sonra da özel doğası tarafından belirlenir. Yalnızca yadsımamalı ama yadsımayı yeniden ortadan kaldırmayalım da. Öyleyse birinci yadsımayı, ikincisi olanaklı kalacak ya da olanaklı bir duruma gelecek bir biçimde var etmek gerekir. Ve bu, nasıl olacak? Tek başına alınmış her durumun özgül doğasına göre. Eğer bir arpa tanesini öğütür, eğer bir böceği ezersem, birinci eylemi gerçekleştirmiş, ama ikinciyi olanaksız kılmış olurum. Demek ki şeylerin her türünün, ortaya bir gelişme çıkacak biçimde kendi özgül yadsınma türü vardır ve her fikir ve kavram türü için de bu böyledir. Sonsuz-küçük hesapta, olumsuz köklerden olumlu üsler meydana getirilmesinde olduğundan başka türlü yadsınır. Öteki her şey gibi bunu da öğrenmek gerek. Eğer yalnızca arpa filizi ile sonsuz-küçük hesabın yadsımanın yadsınmasına bağlı olduklarını bilirsem, sesin tellerin boyutu ile belirlenmesi yalın yasalarına dayanarak hemen keman çalabildiğimden daha çok, ne başarıyla arpa yetiştirmesini, ne de diferansiyel ve entegral almasını becerebilirim. — Ama yadsımanın yadsınması, eğer a’yi o ardarda bir yazıp bir çizme ya da bir gül için ardarda bir onun gül olduğunu bir de gül olmadığını söyleme çocuksu hoşça vakit geçirme olsa, bundan kendini bu cansıkıcı işlere veren kişinin budalalığından başka bir şey çıkmayacağı açıktır. Ama gene de metafizikçiler, eğer bir gün yadsımanın (sayfa 219) yadsınmasını gerçekleştirmek istiyorsak, bu işin ancak böyle yapılacağı yalanını bize yutturmak isterler.
Öyleyse yadsımanın yadsınmasının, Hegel’in din alanından alınmış ve ilk günah ve kurtarma öyküsü üzerine kurulmuş türetiminin maskaraca bir andırışması olduğunu savladığı zaman, bize yalan yutturarak eğlenen kişi, bir kez daha bay Dühring’dir. İnsanlar diyalektiğin ne olduğunu öğrenmeden çok önce, diyalektik olarak düşündüler; tıpkı düzyazı terimi varolmadan çok daha önce düzyazı biçiminde konuştukları gibi. Doğada, tarihte ve ne olduğu öğrenilinceye değin de beyinlerimizde bilinçsiz bir biçimde gerçekleşen yadsımanın yadsınması yasası kesinlikle ilk kez olarak Hegel tarafından formüle edilmiştir. Ve eğer bay Dühring bu işi gizlice yapmak istiyor ve yalnızca işin adı ona çekilmez geliyorsa, daha iyi bir ad bulmakta özgürdür. Ama eğer bu işin kendisini düşünceden sürmek istiyorsa, o zaman onu önce doğadan ve tarihten sürmek iyiliğinde bulunsun ve (-a) x (-a)’nın +a2 olmadığı ve diferansiyel ve entegral almanın ceza tehdidi altında yasaklandığı bir matematik türetsin. (sayfa 220)
Anti-Dühring – Felsefe | Diyalektik Yadsımanın Yadsınması – Friedrich Engels
RELATED ARTICLES