Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazartesi, Aralık 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaKitaplıkAnti-Dühring - Friedrich EngelsAnti-Dühring - Sosyalizm | Üretim - Friedrich Engels

Anti-Dühring – Sosyalizm | Üretim – Friedrich Engels

ÜRETİM
Buraya değin tüm okuduklarından sonra okur, bundan önceki bölümde verilmiş bulunan sosyalizmin temel çizgilerindeki evrimin hiç de bay Dühring’in gönlüne göre olmadığını öğrenmekle şaşırmayacaktır. O bu evrimi, “tarihsel ve mantıksal kuruntunun öteki soysuz ürünleri”, “dağınık görüşler”, “bulanık ve karışık betimlemeler” vb. ile birlikte, kınama uçurumuna fırlatıp atmak zorundadır. Ona göre sosyalizm tarihsel evrimin zorunlu bir ürünü, hele yaşadığımız çağın yalnızca yiyip içme ereklerine dönük kabaca maddesel ekonomik koşullarının bir ürünü hiç mi hiç değildir. Çok daha talihlidir o. Bay Dühring’in sosyalizmi, son çözümlemede kesin bir doğruluktur; “toplumun doğal sistemi”dir, köklerini “evrensel bir adalet ilkesi”nde bulur ve eğer bay Dühring onu iyileştirmek için geçmişin günahkar tarihi tarafından yaratılmiş kurulu düzeni hesaba katmaktan kendini (sayfa 407) alamazsa bu, arı adalet ilkesi bakımından daha çok bir mutsuzluk olarak düşünülmesi gereken bir durumdur. Bay Dühring, her şeyi olduğu gibi sosyalizmini de o iki ünlü adamcağızının yardımı ile kurar. Ama bu iki kukla bundan önce olduğu gibi efendi ve uşak rollerini oynayacak yerde, değişiklik olsun diye bu kez hak eşitliği oyununu oynarlar — ve böylece Dühringvari sosyalizmin temelleri dörtbaşı bayındır bir biçimde ortaya çıkar.
Buna göre, devirli sınai bunalımların bay Dühring’de, bizim onlara vermek zorunda kaldığımız tarihsel anlama hiç de sahip olmadıkları açıktır. Onun gözünde bunalımlar, “normal”den rasgele sapmalardan başka bir şey değildirler ve olsa olsa “daha düzenli bir düzenin geliştirilmesi”ne neden olurlar. Bunalımları aşırı-üretim ile açıklama yolundaki “alışılmış tarz”, bunun “daha doğru bir anlayış”ına hiç de yetmez. Bu tarz, gerçi “özel alanlardaki özel bunalımlar bakımından kuşkusuz kabul edilebilir”. Örneğin “kitapçılık piyasasının, birdenbire kamunun malı olan ve yoğun bir sürüme sahip yapıtların yayınlanması ile tıkanması” gibi. Kuşkusuz, bay Dühring, yatağa, ölümsüz yapıtlarının hiçbir zaman böyle bir dünya felaketine neden olmayacakları hayırsever bilinci ile girebilir. Ama büyük bunalımların nedenine gelince bu, aşırı-üretim değil, daha çok “stoklar ile sürüm arasındaki çatlağı, sonunda çok tehlikeli bir biçimde genişleten … ulusal tüketimin geride kalması … yapay olarak meydana getirilmiş eksik-tüketim … ulusal gereksinmenin [!] doğal büyümesi içinde engellenmesi” olurdu.
Ve bay Dühring, bu çok kendine özgü bunalım teorisi için gene de kendine bir çömez bulma talihine sahip.
Ne yazık ki yığınların eksik-tüketimi, yığın tüketiminin yaşama ve çoğalma bakımından zorunlu asgariye indirgenmesi, hiç de yeni bir olay değil. Sömüren ve sömürülen sınıflar varolduğundan beri, bu olay da vardı. . Hatta yığınların durumunun, örneğin 15. yüzyıilda İngiltere’de olduğu gibi, son derece elverişli bulunduğu tarih dönemlerinde bile, bu yığınlar eksik-tüketici idiler. Tüketmek için kendi öz yıllık (sayfa 408) ürünlerinin tümüne sahip olabilmekten çok uzakta bulunuyorlardı. Öyleyse eksik-tüketim, binlerce yıldan beri devam eden tarihsel bir olgu olduğuna, oysa pazarın üretim fazlalığı sonucu olan bunalımlarda patlak veren durgunluğu ancak elli yıldan bu yana duyulur bir duruma geldiğine göre, yeni çatışmayı yeni aşırı-üretim olayıyla değil, ama binlerce yıllık eksik-tüketim olayı ile açıklamak için, bay Dühring’in tüm bayağı iktisat yavanlığı gerek. Bu tıpkı, matematikte biri değişmez, biri değişken iki büyüklük arasındaki ilişkinin değişmesini, değişkenin değişmesi olayıyla değil, değişmezin aynı kalması olayı ile açıklamak istemeye benzer. Yığınların eksik-tüketimi, sömürüye dayanan bütün toplum biçimlerinin, öyleyse kapitalist toplumun da zorunlu bir koşuludur; ama yalnızca kapitalist üretim biçimi bunalımlara yolaçar. Buna göre, eksik-tüketim de bunalımların bir önkoşuludur ve bu işte uzun zamandan beri bilinen bir rol oynar; ama bunalımların bugünkü varlığının nedenlerini, bize geçmişteki yokluğunun nedenlerini açıkladığından daha çok açıklamaz.
Ayrıca bay Dühring’in dünya pazarı üzerine tuhaf düşünceleri de var. Onun gerçek bir Alman érudit’si (derin bilgin) olarak, sanayinin gerçek özel bunalımlarını Leipzig kitap pazarındaki sanal bunalımlar yardımıyla, denizdeki fırtınayı bir bardak sudaki fırtına ile nasıl açıklamaya çalıştığını görmüştük. Ayrıca bugünkü patronal üretimin, “pazarı ile birlikte, özellikle varlıklı sınıflar çevresine yönelmesi” gerektiği sanısına da kapılır, ama bu, onu yalnızca onaltı sayfa ötede, demir ve pamuk sanayilerini, yani ürünleri ancak son derece küçük bir bölümü bakımından varlıklı sınıflar çevresinde tüketilen ve bütün öteki kollardan daha çok yığın tüketimi için çalışan iki üretim kolunun ta kendisini, alışılmiş biçimde, en önemli modern sanayiler olarak göstermekten alıkoymaz. Hangi yana bakarsak bakalım boş ve çelişik, gelişigüzel bir gevezelikten başka bir şey görmeyiz. Ama pamuklu sanayisinden bir örnek alalım. Eğer, oldukça küçük bir kent olan Oldham kenti —Manchester yöresinde pamuk sanayisi ile uğraşan 50.000-100.000 nüfuslu on iki kadar kentten biri—, (sayfa 409) tek başına, yalnızca 32 numara iplik eğiren iğ sayısının 1872’den 1875’e dört yıl içinde 2,5 milyondan 5 milyona yükseldiğini, öyleki İngiltere’nin yalnızca orta büyüklükteki bir kentinin, Alsace dahil tüm Almanya pamuklu sanayisinin toplam olarak sahip bulunduğu iğ kadar, yalnızca tek bir numara eğiren iğe sahip olduğunu gördüyse ve eğer İngiliz ve İskoç pamuk sanayisinin bütün öteki kol ve bölgelerindeki genişleme de hemen hemen aynı oranlarda olduysa, pamuk ipliği ve pamuklu dokuma pazarındaki bugünkü tam durgunluğu, İngiliz pamuk fabrikalarının aşırı-üretimi ile değil de, İngiliz halk yığınlarının eksik-tüketimi ile açıklamak için, yüksek dozda bir radikal denge gerek.[25*]
Yeter. İktisatta Leipzig kitap pazarını, modern sanayi anlamında bir pazar sanacak denli bilgisiz kimselerle tartışılmaz. Öyleyse bay Dühring’in, bize bunalımlar üzerine şunlardan başka hiçbir şey söylemesini bilmediğini saptamakla yetinelim: Bunalımlarda “yüksek gerilim ile gevşeme arasında günlük bir hareket”ten başka bir şey sözkonusu değildir; aşırı spekülasyon “yalnızca özel girişimlerin plansız birikiminden ileri gelmez”, ama “bireysel patronların düşüncesizliği ile kişisel ölçülülük eksikliğini, aşırı sunu (arz) sonucunu veren nedenler arasında saymak” da gerekir. Peki, düşüncesizlik ve kişisel ölçülülük eksikliği “sonucunu veren neden”, bir kez daha nedir? Kapitalist üretimde kendini özel girişimlerin plansız birikiminde gösteren o aynı plan yokluğunun ta kendisi. Yeni bir neden bulmak için, ekonomik bir olgunun yer değiştirmesini ahlaksal bir eleştiri olarak almak da güzel bir “düşüncesizlik” değil mi?
Ama bunalımları bir yana bırakalım. Bundan önceki bölümde bu bunalımların kapitalist üretim biçiminden zorunlu olarak nasıl doğduklarını ve bu üretim biçiminin kendisinin bunalımları olarak, toplumsal altüst oluşun buyurucu araçları olarak ne anlama geldiklerini tanıtlamış bulunduktan (sayfa 410) sonra, bay Dühring’in bu konu üzerindeki yavanlıklarına yanıt vermek için bir tek sözcük eklemeye gereksinme duymuyoruz. Onun olumlu yaratılarına, “toplumun doğal sistemi”ne geçelim.
“Evrensel bir adalet ilkesi” üzerine kurulu, yani cansıkıcı somut olguları dikkate hiç almayan bu sistem, aralarında “gelip-gitme özgürlüğü ve yeni üyeleri belirli yönetsel yasa ve kurallara göre kabul etme zorunluluğu” bulunan bir ekonomk komünler federasyonundan bileşir.
Ekonomik komünün kendisi de her şeyden önce “tarihsel önemde geniş bir şema”dır ve örneğin Marx diye birinin “sapıtık yarı-önlemler”ini çok geride bırakır. Bu komün, “bir toprak bölgesine ve bir grup üretim kurumuna sahip olma kamusal hakları ile ortaklaşa çalışmak ve ürüne ortaklaşa katılmak zorunda olan bir kişiler topluluğu” anlamına gelir.
Kamu hakkı, “üretim kurumları ve doğa ile an bir kamu hukuku ilişkisi anlamında … nesne üzerinde bir hak”tır. Geleceğin ekonomik komün hukukçuları bunun ne demek olduğunu anlamak için istedikleri denli kafa patlatsınlar, biz bu işten tamamen vazgeçiyoruz. Yalnızca bunun, “işçi birliklerinin” ne karşılıklı rekabeti, hatta ne de ücretlilik yolu ile sömürüyü dıştalayan “kooperatif mülkiyeti” ile hiç de aynı şey olmadığını öğreniyoruz. Ve söz arasında, Marx’ta da görüldüğü biçimde bir “ortak mülkiyet” fikrinin, “gelecekle ilgili bu fikir, işçi gruplarının kooperatif mülkiyetinden başka bir anlama gelmez gibi göründüğüne göre, en azından karanlık ve sakıncalı” olduğu yumurtlanıyor.
İşte bay Dühring’de bol bol görülen ve “bayağı niteliği [kendisinin de dediği gibi] gerçekten usa yalnızca bayağı soysuzluk sözcüğünü getiren” bir fikri sinsice aşılamanın o “bayağı küçük yöntemleri”nden biri daha.
İşte bay Dühring’in, Marx’ta ortak mülkiyetin, “aynı zamanda hem bireysel, hem de toplumsal bir mülkiyet” olduğu yolundaki o öteki türetimi kadar temelden yoksun bir gerçeğe aykırılığı daha.
Bir şey her durumda açık: Bir ekonomik komünün kendi (sayfa 411) çalışma araçları üzerindeki kamu hakkı, en azından bütün öteki ekonomik komünler karşısında ve toplum ve devlet karşısında da, dar bir mülkiyet hakkıdır. Ama bu hak, “dışa karşı … bir ayrılma akımı olarak davranma” gücüne sahip olmamalıdır, “çünkü çeşitli ekonomik komünler arasında gelip-gitme özgürlüğü ve yeni üyeleri belirli yönetsel yasa ve kurallara göre kabul etme zorunluluğu vardır … tıpkı … bugün siyasal bir kuruluşa üyelik ve komünün ekonomik yeteneklerine katılma gibi”.
Demek ki, zengin ve yoksul ekonomik komünler olacak ve denge nüfusun zengin komünlere akını ve yoksul komünleri bırakması ile kurulacak. Öyleyse bay Dühring, her ne denli ürünlerin çeşitli komünler arasındaki rekabetini ulusal ticaret örgütü aracıyla ortadan kaldırmak isterse de, üreticilerin rekabetinin devam etmesine hiç ses çıkarmaz. Nesneler rekabetten kurtarılır, insanlar ona bağlı kalır.
Bununla birlikte, henüz “kamu hukuku” üzerinde açık fikirlere sahip olmaktan uzak bulunuyoruz. İki sayfa ötede bay Dühring bize, ekonomik komünün “önce uyrukları bir tek hukuksal özne durumunda toplanan ve bu nitelikle bütün toprağı, konutları ve üretim kurumlarını istediği gibi kullanan tüm siyasal-toplumsal alan üzerine” yayıldığını bildirir.
Buna göre, istediği gibi kullanan, tek başına alınan komün değil, ama tüm ulustur. Öyleyse “kamu hukuku”, “nesne üzerindeki hak”, “doğa ile kamu hukuku ilişkisi” vb., yalnızca “en azından karanlık ve sakıncalı” değil, kendi kendisi ile doğrudan doğruya çelişki içindedir de. Gerçekte bu hak —hiç değilse her ekonomik komünan aynı zamanda hukuksal özne olduğu ölçüde—, “aynı zamanda hem bireysel, hem de toplumsal bir mülkiyet”tir ve bu “ne idüğü belirsiz melez”e de, yeniden, ancak bay Dühring’in ta kendisinde raslanır!
Her durumda ekonomik komün, kendi çalışma araçlarını üretim erekleri ile istediği gibi kullanır. Bu üretim nasıl yapılır? Bu konuda bay Dühring’den bütün öğrendiklerimize göre, komünün kapitalistin yerini alması bir yana, tamamen eski usulde. Olsa olsa, tarihte ilk kez olarak her bireyin (sayfa 412) mesleğini seçme özgürlüğüne sahip bulunduğunu, oysa çalışma zorunluluğunun herkes için eşit olduğunu öğreniyoruz.
Her türlü üretimin geçmişteki temel biçimi, bir yandan toplum içindeki, öte yandan her üretim kurumu içindeki işbölümüdür. Dühringvari “sosyalite”, işbölümü karşısında nasıl davranır?
İlk büyük toplumsal işbölümü, kent ile kırın ayrılmasıdır. Bay Dühring’e göre, bu karşıtlık, “şeyin doğası gereği, kaçınılmaz” bir şeydir. Ama “öte yandan tarım ile sanayi arasındaki uçurumu, doldurması olanaksız bir şey olarak düşünmek de tehlikelidir. Gerçekte birinden ötekine geçişte, gelecekte daha da artacağını gösteren belli bir süreklilik derecesi vardır.”
Daha şimdiden iki sanayi, tarıma ve kırsal alana kaymıştır: “Önce damıtma işleri, sonra da şekerpancarının işlenmesi … alkol üretiminin yeterince değerlendirilemeyen bir önemi vardır;. [Ve] eğer bazı buluşlar sonucu, yeterince geniş bir sanayi çevresinin, kırdaki işletme yerleşimini ve bu çevrenin hammadde üretimi ile dolaysız bağlanımını düzenleyecek bir biçim alması olanaklı olursa, [kent ile kır arasındaki karşıtlık azalır [ve] uygarlığın gelişmesi için en geniş temel kazanılmiş olur. [Bununla birlikte] benzer bir perspektif, bir başka biçimde de açılabilirdi. Teknik zorunluluklar dışında, toplumsal gereksinmeler gitgide daha büyük bir önem kazanırlar ve eğer bu sonuncular insan etkinliklerinin kümelendirilmesi bakımından kararlaştırıcı bir duruma gelirlerse, kır uğraşları ile teknik dönüşüm çalışması işlemleri arasında sıkı ve yöntemli bir ilişki kurulmasından doğacak üstünlükleri savsaklamak artık olanaklı olmayacaktır.”
Oysa ekonomik komünde önemli olan, toplumsal gereksinmelerin ta kendisidir: Ekonomik komün acaba tarım ile sanayi arasındaki birleşmenin yukarda sözü edilen üstünlüklerini kendine tamamen maletmekte ivedilik gösterecek mi? Bay Dühring, ekonomik komünün bu sorun ile ilgili konumu üzeindeki “en doğru görüşler”ini o çok sevdiği genişlik ile bize hemen iletmekte kusur edecek mi? Buna inanacak (sayfa 413) okur çok aldanır. Yukarda sözü edilen karmakarışık yavan beylik düşünceler, Prusya töresine göre rakı damıtımı ile pancar şekeri sanayisi arasında boş yere dönüp duran o beylik düşünceler, — kent ile kır arasında şimdiki ve gelecekteki karşıtlık konusunda bay Dühring’in bize bütün söyleyip söyleyebileceği işte bu.
Ayrıntıdaki iş bölümüne geçelim. Burada bay Dühring, biraz “daha doğru”dur. “Kendini tamamen bir tek etkinlik türüne vermesi gereken bir kişi”den söz eder. Yeni bir üretim kolunun yaratılması sözkonusu olduğu zaman tek sorun, kendilerini belli bir maddenin üretimine vermeleri gereken belli bir sayıdaki kişinin, kendileri için zorunlu olan tüketim [!] ile birlikte, deyim yerindeyse yaratılabilip yaratılamayacağını bilmektir. Sosyalitede üretimin şu ya da bu kolu “çoknüfus istemeyecektir”. Ve hatta sosyalitede, “insanların birbirinden yaşama biçimleri ile ayrıldıkları ekonomik çeşitlilikleri” bile var. Böylece üretim alanı içinde, her şey eskiden nasılsa aşağı yukarı gene öyle kalır. Gerçi geçmiş toplumda “düzmece bir işbölümü” egemendir; ama bu düzmece işbölümü nedir ve ekonomik komünde onun yerine ne geçecektir? Bunun üzerine öğrendiğimiz tek şey şu: “İşbölümünün kendisi tarafından ortaya konan sorunlara gelince, yukarda bu sorunların, çeşitli doğal uygunluklar ve kişisel yetenekler ile ilgili olgular hesaba katıldığı andan başlayarak çözülmüş olarak kabul edilebileceklerini söylemiş bulunuyoruz.”
Yeteneklerin yani sıra, kişisel eğilime de bakılır: “Daha çok yetenek ve daha çok eğitim gerektiren etkinliklere yükselmenin çekiciliği, yalnızca ve yalnızca sözkonusu uğraşa karşı duyulan eğinime ve bir başka şey değil tam da bu şeyi uygulama [bir şeyi uygulama!] sevincine dayanır.”
Böylece sosyalitede yarışma özendirilecek ve “üretimin kendisi çekicilik kazanacak ve bu üretimi yalnızca kazanç aracı olarak gören gevşek üretim uygulaması, artık işler üzerine damgasını vurmayacaktır”.
Üretimin doğal bir gelişme izlediği her toplumda, —ve bugünkü toplum bu durumdadır,— üretim araçlarını (sayfa 414) egemenlikleri altına alanlar, üreticiler değil, ama üreticileri egemenlikleri altına alanlar üretim araçlarıdır. Böyle bir toplumda, her yeni üretim kaldıracı, zorunlu olarak, üreticileri üretim araçlarına yeni bir köleleştirme aracı durumuna dönüşür. Bu, özellikle, büyük sanayi döneminden önce, hepsinden en güçlü olan üretim kaldıracı için: işbölümü için böyledir. İlk büyük işbölümünün kendisi, kent ile kırın ayrılması, kırsal nüfusu binlerce yıllık bir kafa körlüğüne, ve kentlileri de, herbirini kendi bireysel zanaatının kulluğuna mahkum etti. Bu işbölümü, birilerinin entelektüel gelişme ve ötekilerin fizik gelişme temellerini yıktı. Eğer köylü, toprağı, ve kentli, zanaatını kendine malederse, toprak köylüyü, ve zanaat da kentliyi bir o denli kendine maleder. İşi bölerek, insan da bölünür. Bir tek etkinliğin yetkinleşmesi, bütün öteki fizik ve entelektüel yeteneklerin kurban edilmesi sonucunu verir. İnsanın bu solup sararması, en yüksek gelişmesine manüfaktürde erişen işbölümü arttığı ölçüde artar. Manüfaktür, zanaatı, tekil parçasal işlemlerine ayrıştırır ve bu işlemlerden her birini, ömür boyu mesleği olarak tekil bir işçiye verir; böylece onu bütün yaşamı boyunca belirli bir parçasal göreve ve belirli bir alete zincirler.
“Manüfaktür … işçinin tek bir işteki hünerini, bir yığın üretici yeteneği ve içgüdüsü aleyhine zorlayarak, onu çoğu organlarından yoksun garip bir yaratık haline getirir. … Bireyin kendisi de, bir parça-işlemin otomatik zembereği durumuna getirilir”,[26*]
— birçok durumda, yetkinliğe ancak işçinin gerçek bir fizik ve entelektüel sakatlanışı ile erişen zembereği. Büyük sanayi maşinizmi, işçiyi makine düzeyinden bir makinenin yalın bir yardımcı parçası düzeyine düşürür.
“Bir ve aynı aleti yaşam boyu kullanmanın verdiği uzmanlık, şimdi bir ve aynı makineye yaşam boyu hizmet etmenin verdiği uzmanlık durumuna gelir. Makine işçiyi, ta çocukluğundan başlayarak, parça-makinenin bir parçası durumuna sokmak amacıyla kötüye kullanmıştır.”[27*] (sayfa 415)
Ve işbölümü yalnızca işçileri değil, ama işçileri dolaysız ya da dolaylı bir biçimde sömüren sınıfları da kendi etkinliklerinin aleti durumuna düşürür; kafası işlemeyen burjuva, kendi öz sermayesi ve kendi öz kâr hırsının; hukukçu, kendisini bağımsız bir güç gibi egemenlik altına alan kemikleşmiş hukuk düşüncelerinin; “kültürlü sınıflar”, genel olarak bir yığın yerel önyargı ve küçüklüklerin, kendi öz fizik ve entelektüel miyopluklarının, bir uzmanlığa uyarlanmış bir eğitimden ve —arı bir tembellik de olsa— bu uzmanlığın kendisine yaşam boyu zincirlenmelerinden doğan sakatlanmışlıklarının kölesidirler.
Ütopyacılar, işbölümünün etkileri üzerine, bir yandan işçinin solup sararması, bir yandan da, tüm yaşam boyunca bir tek ve aynı işin mekanik, tekdüze yinelenmesi ile sınırlanan çalışma etkinliği üzerine ne düşüneceklerini daha o zamandan çok iyi biliyorlardı. Kent ile kır arasındaki karşıtlığın ortadan kaldırılması, eski işbölümünün ortadan kaldırılmasının ilk temel koşulu olarak, Fourier gibi Owen tarafından da istendi. Her ikisinde de, nüfusun ülke üzerinde 1.600’den 3.000’e değin giden kümeler biçiminde dağılması gerekir; her grup, kendi toprak bölgesinin merkezinde ev işleri ortaklaşa görülen dev bir sarayda oturur. Gerçi Fourier, şurada burada kentlerden söz eder, ama bu kentler de bu saraylardan dört-beşinin bir araya gelmesinden bileşirler. Her ikisinde de, toplumun her üyesi, tarıma olduğu denli sanayiye de katılır. Fourier’de zanaatçılık ve manüfaktür, sanayide başlıca rolü oynarlar; Owen’da tersine, bu rolü daha şimdiden büyük sanayi oynar ve Owen daha şimdiden, buhar ve maşinizmin ev işleri çalışmasına sokulmasını ister. Ama tarımda olsun, sanayide olsun, her ikisi de, her birey için uğraşların olanaklı olan en büyük çeşitliliğini ve sonuç olarak, gençliğin olanaklı olduğunca çok yönlü bir teknik etkinliğe göre yetiştirilmesini isterler. Her ikisinde de, insanın, evrensel bir pratik eylem aracıyla evrensel bir biçimde gelişmesi, ve bölünmenin işe yitirttiği o çekişi güzelliğin, önce bu çeşitlilik ve, Fourier’nin deyişiyle söylemek gerekirse, her özel işe ayrılan (sayfa 416) çalışma süresi”nin kısalığı aracıyla ona geri verilmesi gerekir.[28*] Her ikisi de, sömürücü sınıflardan bay Dühring’e kalıt kalan kent ile kır arasındaki karşıtlığı, işlerin doğası gereği kaçınılmaz bir şey sayan belli bir sayıdakı “kişiler”in, her koşulda bir tek maddenin üretimine mahkum oldukları önyargısı içinde kapalı ve insanın başka hiçbir şeyi değil de şu şeyi yapmakta sevinç bulan, yani köleliklerinden ve dapdaracık yaşamlarından sevinecek denli düşmüş bulunan insanların yaşama biçimine göre ayrılan “ekonomik çeşitlilikler”ini ölümsüzleştirmekte kararlı düşünce biçimini iyiden iyiye aşmışlardır. “Budala” Fourier’nin en gözüpek düşlemlerinin bile temelinde yatan düşünce karşısında; “bayağı, kaba ve yoksul” Owen’ın hatta en zavalli fikirleri karşısında, henüz işbölümüne adamakıllı köle şu bay Dühring, kendini beğenmiş bir cüceden başka bir şey değil.
Toplum, onları bir plana göre toplumsal olarak kullanmak üzere, tüm üretim araçlarının egemeni durumuna geçerek, insanların kendi öz üretim araçlarına daha önceki köleliklerini ortadan kaldırır. Toplumun, her bireyi kurtarmaksızın, kendi kendini kurtaramayacağı açıktır. Öyleyse eski üretim biçimi zorunlu olarak tepeden tırnağa altüst olmalı ve özellikle eski işbölümü ortadan kaldırılmalıdır. Onun yerine, bir yandan hiçbir bireyin, insan varlığının doğal koşulu olan üretken emek payını başkalarının üstüne yükleyemediği, öte yandan üretken emeğin, köleleştirme aracı olacak yerde, her bireye fizik ve entelektüel yeteneklerinin tümünü her yönde yetkinleştirme ve kullanma olanağını sunarak, insanların kurtuluş aracı durumuna geldiği ve çalışmanın yük olmaktan çıkıp, bir zevk olduğu bir üretim örgütünün geçmesi gerekir.
Bu, bugün artık bir düşlem dindarca bir dilek değildir. Üretici güçlerin güncel gelişmesi ile üretici güçlerin toplumsallaşması olgusu içinde verilmiş üretim artışı, kapitalist üretim biçiminden doğan engel ve bozuklukların ortadan (sayfa 417) kaldırılması, ürünlerin ve üretim araçlarının savurganlığına son verilmesi, daha şimdiden, herkesin çalışmaya katılması durumunda emek-zamanını, güncel düşüncelere göre en düşük olacak bir ölçüye indirmek için yeter.
Öte yandan, eski işbölümünün ortadan kaldırılmasının, ancak emek üretkenliği zararına gerçekleştirilebilir bir istem olduğu da doğru değildir. Tersine, büyük sanayi ile bu istem, üretimin kendisinin koşulu durumuna gelmiştir.
“Makinenin kullanılması, manüfaktürdeki gibi belli bir adamın belli bir göreve sürekli olarak bağlı kalması biçimindeki bu dağılımın katılaşması zorunluluğunu ortadan kaldırır. Sistemin bütününün hareketi, işçiden değil de makineden dogduğu için, iş kesintiye uğramaksızın, her an herhangi bir kimsenin değişmesi olanaklıdır. … Ensonu, makine üzerinde çalışmanın genç insanlara kazandırdığı hızlılık, salt makine üzerinde çalışmak üzere özel bir sınıfın eğitilmesi zorunluluğunu ortadan kaldırır.”[29*]
Ama makineli üretimin kapitalist kullanım biçimi, teknik bakımdan gereksiz bir duruma gelmiş bulunmasına karşın, eski işbölümünü, kemikleşmiş uzmanlaşması ile birlikte sürdürüp götürmek zorunda olduğu için, bu çağdışılığa karşı makineli üretimin kendisi başkaldırır. Büyük sanayinin teknik temeli, devrimcidir.
“Makineler, kimyasal süreçler ve diğer yöntemler yardımıyla büyük sanayi, yalnız üretimin teknik temelinde sürekli değişikliklere yolaçmakla kalmaz, işçilerin görevleriyle işsürecinin toplumsal bileşiminde de değişikliklere yolaçar. Böylece aynı zamanda, toplumdaki işbölümünde de köklü değişiklikler yapmakta, ve sermaye ile işçi yığınlarını durup dinlenmeden bir üretim sürecinden diğerine atmaktadır. Bu nedenle, büyük sanayi, niteliği gereği, … işte değişmeyi, görevde akıcılığı, işçide genel bir hareketliliği zorunlu kılmıştır. … Bu mutlak çelişkinin, işçinin durumundaki her türlü kararlılık ve güvenliği nasıl yok ettiğini; … emek-gücünü har vurup harman savurmasında ve … toplumsal anarşinin (sayfa 418) yolaçtığı yıkımlarda olanca çılgınlığı ile görmüş bulunuyoruz. Bu olumsuz yandır. Ama bir yandan şimdi işteki çeşitlilik, karşı konulmaz doğal bir yasa biçiminde ve her yerde direnmeyle yüz yüze gelen doğal bir yasanın gözü kapalı yıkıcılığı ile kendisini gösterirken, öte yandan da modern sanayi, getirdiği felaketler aracılığı ile üretimin temel yasası olarak, işin çeşitliliğinin kabul edilmesi zorunluluğunu ortaya koyarak, işçilerin bu çeşitli işler için yatkın duruma gelmesini ve bu yeteneklerinin, en geniş ölçüde gelişmesini sağlamıştır. Üretim biçimini bu yasanın normal olarak işlemesine uydurmak, toplum için bir ölüm kalım-sorunu oluyor. Büyük sanayi, gerçekte toplumu, bütün yaşamı boyunca bir ve aynı işi yineleyerek güdükleşen ve böylece bir ‘parça-insan’ haline gelen bugünün parça-işçisinin yerine, çeşitli işlere yatkın, üretimdeki herhangi bir değişmeyi karşılamaya hazır ve yerine getirdiği çeşitli toplumsal görevleri kendi doğal ve sonradan kazanılmiş yeteneklerine özgürce uygulama alanı sağlayan bir şey olarak benimseyen, tam anlamıyla gelişmiş bir bireyi koymayı, bir ölüm-kalım sorunu olarak zorlamaktadır.”[30*]
Büyük sanayi, bize, azçok her yerde üretilebilecek moleküler hareketi, teknik erekli yığın hareketi durumuna dönüştürmeyi öğreterek, sınai üretimi yerel engellerden çok büyük bir ölçüde kurtarmıştır. Su gücü yerel güç idi, buhar gücü özgür güçtür. Su gücü her ne denli zorunlu olarak kırsal bir güç ise de, buhar gücü bundan ötürü zorunlu olarak hiçbir biçimde kentsel bir güç değildir. Onu ağır basan bir biçimde kentlerde toplayan ve fabrika köylerini fabrika kentleri durumuna dönüştüren şey, kapitalist uygulamadır. Ama bu yoldan, o, aynı zamanda kendi öz kullanılma koşullarını kemirir. Buhar makinesinin ilk gerekirliği ve büyük sanayinin hemen tüm işletme kollarının baş gerekirliği, bir dereceye değin temiz bir sudur. Ne var ki, fabrikalar, kenti, her türlü suyu lağım suyu durumuna dönüştürür. Kentsel toplanma, kapitalist üretimin temel bir koşulu olmasına karşın, gene (sayfa 419) de tek başına alınmış her kapitalist, kırsal bir işletme kurmak için bu toplanmanın zorunlulukla yarattığı büyük kentlerden kaçmaya yönelir. Bu süreç, Lancashire ve Yorkshire tekstil sanayisi bölgelerinde ayrıntılı bir biçimde irdelenebilir; büyük kapitalist sanayi, arası kesilmeksizin kentten kıra doğru kaçarak, bu bölgelerde durmadan yeni büyük kentler yaratır. Kısmen farklı nedenlerin aynı sonuçları yarattığı maden sanayisi bölgelerinde de durum böyledir.
Yeniden, modern sanayinin içine düştüğü bu yeni kısır döngüyü, durmadan kendisine döndügü bu çelişkiyi yoketmeye, yalnızca onun kapitalist niteliğinin ortadan kaldırılması yeteneklidir. Sanayinin tüm ülkede, kendi öz gelişmesi ve üretimin öteki öğelerinin korunma ve gelişmesine en uygun bir dağılım ile kurulmasını, yalnızca kendi üretici güçlerini tek bir planın görkemli çizgilerine göre uyumlu bir biçim de birbirine kenetleyen bir toplum sağlayabilir.
Demek ki kent ile kır arasındaki karşıtlığın ortadan kaldırılması, yalnızca olanaklı olmakla kalmaz. Sınai üretimin dolaysız bir zorunluğu durumuna gelir, aynı biçimde tarımsal üretimin ve üstüne üstlük halk sağlığının da bir zorunluluğu durumuna gelmesi gibi. Havanın, suyun ve toprağın bugünkü kirlenmesi, ancak ve ancak kent ile köyün kaynaşmasıyla ortadan kaldırılabilir; bugün kentlerde mum gibi eriyen yığınları, pisliklerinin hastalıklar yerine bitkiler üretilmesine yarayacağı noktaya, ancak bu kaynaşma götürebilir.
Kapitalist sanayi daha şimdiden, hammaddelerinin üretim yerlerinin oluşturduğu yerel engellerden bir dereceye değin bağımsız bir duruma gelmiş bulunmaktadır. Tekstil sanayisi, büyük bölümü bakımından dışardan getirilmiş hammaddeler üzeride çalışır. İspanyol demir maden filizleri İngiltere ve Almanya’da, İspanya ve Güney Amerika bakır maden filizleri İngiltere’de işlenir. Her kömür havzası, yıldan yıla, bu havzanın sınırları dışında büyüyen bir sanayi çevresine yakıt sağlar. Bütün Avrupa karasında buhar makineleri, İngiliz, bazen de Alman ve Belçika kömürü ile (sayfa 420) çalıştırılır. Kapitalist üretimin engellerinden kurtulmuş toplum çok daha ileriye gidebilir. Bu toplum, tüm sınai üretimin bilimsel temellerini kavrayacak ve her biri bütün bir üretim kollan dizisi pratiğinde bir uçtan ötekine baştanbaşa dolaşacak bir üreticiler soyu yetiştirerek, uzak yerlerden getirtilen hammadde ya da yakıt taşıma çalışmasını bol bol ödünleyen yeni bir üretici güç yaratacaktır.
Demek ki, kent ve kır ayrılığının ortadan kalkması, hatta büyük sanayinin ülke içinde olanaklı olduğuca eşit bir biçimde dağılmasını şart koşan bir olay olarak bile, bir ütopya değildir. Kuşkusuz uygarlık bize, büyük kentler ile ortadan kaldırılması için çok zaman ve çok çaba gerekecek bir kalıt bırakmıştır. Ama bu, uzun süreli bir süreç de olsa, o büyük kentleri ortadan kaldırmak gerekecektir ve o büyük kentler de ortadan kalkacaklardır. Prusya ulusunun Alman İmparatorluğu için yazılmış alınyazısı ne olursa olsun, Bismarck, büyük kentlerin sona ermesi yolundakı en değerli dileğinin yerine geleceği kurumlu bilinci ile ölebilir.[31*]
Ve şimdi de bay Dühring’in, eski üretim türünü tepeden tırnağa altüst etmeksizin, ve özellikle eski işbölümünü ortadan kaldırmaksızın, toplumun tüm üretim araçlarına elkoyabileceği, ve yalnızca “doğal uygunluklar ve kişisel yetenekler hesaba katıldığı” andan başlayarak her şeyin yoluna gireceği yolundaki çocukça düşüncesi gözönüne getirilsin, — “doğal uygunluklann ve kişisel yeteneklerin hesaba katılması”, büyük insan yığınlarının, önce olduğu gibi sonra da bir tek maddenin üretimine bağlanmasını, büyük “nüfüslar”ın bir tek üretim kolu tarafından istenmesini, ve insanlığın, önce olduğu gibi sonra da, tıpkı şimdi “niteliksiz işçiler” ile “mimarlar”ın olması gibi, belli bir sayıda türlü biçimde sakatlanmış “ekonomik çeşitlilikler” durumunda bölünmesini engellemez. (sayfa 421)zorunluluğu üzerine geleceğin bilmem hangi bulgularına bağlar! Ve en sonunda da, toplumsal gereksinmeleri, tarım ve sanayi birliğini, sanki bu işte yapılacak ekonomik bir özveri varmış gibi, hatta ekonomik kaygılara karşı bile en sonunda zorla kabul ettirecekleri güvencesini vererek, gerisinin güvenliğini sağlamaya çalışır!
Kuşkusuz, eski işbölümünü olduğu gibi, kent ve kır ayrılığını da ortadan kaldıracak ve üretimin tümünü altüst edecek devrimci öğelerin, modern büyük sanayi üretimi koşulları içinde daha şimdiden tohum durumunda içerildiklerini ve onların gelişmesini engelleyen şeyin bugünkü kapitalist üretim biçimi olduğunu görmek için, schnaps [Prusya rakısı] ve pancar şekerinin en önemli sınai ürünler oldukları ve tecimsel bunalımların kitap pazarında irdelenebildiği bir ülke olan Prusya’nın, töresel yargılama çevresinden biraz daha geniş bir çevrene (ufka) sahip olmak gerek. Bunun için, gerçek büyük sanayiyi, tarihi ve bugünkü gerçekliği içinde, özellikle kendi yurdu olan ve klasik yetkinliğine erişmiş bulunduğu biricik ülkede tanımak gerek; ve o zaman modern bilimsel sosyalizmin sulandırılması ve bay Dühring’in özgül Prusya sosyalizmi düzeyine düşürülmesi de düşünülmeyecektir. (sayfa 422)

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments