Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Ekim 17, 2024
No menu items!
Ana SayfaKitaplıkKöylüler Savaşı - Friedrich EngelsKöylüler Savaşı | İkinci Bölüm - Friedrich Engels

Köylüler Savaşı | İkinci Bölüm – Friedrich Engels

2
O sıralarda sayısı o kadar çok olan zümrelerin, daha önemli birimler biçiminde bir araya gelmeleri, yerel ve eyaletsel merkezcilik-yokluğu ve bağımsızlık, çeşitli eyaletlerin kendi aralarındaki tecimsel ve sınai yalıtıklığı, ve ulaştırma yollarının kötü durumu tarafından, aşağı yukarı tamamen engellenmiş bulunuyordu. Bu bir araya geliş, ancak Reformla, dinsel ve siyasal devrimci fikirlerin yayılması ile gerçekleşir. Bu fikirlere katılan ya da onları iteleyen çeşitli sınıflar, ulusu, doğrusunu söylemek gerekirse tamamen eğreti ve yaklaşık bir biçimde, üç büyük kamp içinde toplar: Katolik ya da gerici kamp, burjuva-reformcu lütergil (lüthérien) kamp ve devrimci kamp. Eğer, ulusun bu büyük [sayfa 51] parçalanmasında pek bir mantık görülmez, eğer bazan ilk iki kampta da aynı öğelere raslanırsa, bu durum, ortaçağdan kalma resmi zümrelerden çoğunun, o çağda içinde bulundukları ayrışma durumu ve, çeşitli bölgelerde, aynı zümreleri bir an için karşıt yönlerde geliştiren merkezcilik-yokluğu ile açıklanır. Şu son yıllarda, Almanya’da, buna benzer olayları saptama fırsatını o kadar sık bulduk ki, 16. yüzyılın çok daha karmaşık koşulları içinde, zümrelerin ve sınıfların böylesine bir görünür karmakarışıklığı bizi şaşırtamaz.
Şu son yıllardaki bunca deneye karşın, Alman ideolojisi, ortaçağ savaşımları içinde, zorlu tanrıbilimsel çekişmelerden başka bir şey görmemekte devam eder. Eğer o çağın insanları, sadece göksel işler konusunda anlaşabilselerdi, bizim tarihçilerimizin ve devlet adamlarımızın fikrince, dünya işleri üzerinde hiç bir tartışma nedenleri olmazdı. Bu ideologlar, bir çağın kendi üzerine, ya da bir çağ ideologlarının o çağ üzerine beslediği tüm kuruntuları, peşin para gibi alacak kadar saftırlar. Bu türlü kimseler, örneğin 1789 Devriminde, anayasal krallığın, mutlak krallığa göre üstünlükleri üzerine pratik bir tartışmadan, Şubat Devriminde, cumhuriyet mi krallık mı sorununu çözme girişiminden başka bir şey görmezler. Bütün bu altüst olmalar içinde kendi yolunu izleyen, ve savaşım durumundaki partilerin bayrakları üzerinde yazılı siyasal lakırdılar kendisinin ifadesinden başka bir şey olmayan sınıf savaşımları, o sınıflar arasındaki savaşımlar, haberleri sadece dış ülkelerden yeterince belirgin bir biçimde onlara kadar gelmekle kalmayıp, ülkemizdeki binlerce proleterin gürleme ve öfkesinde de yankılandığı halde, bizim ideologlarımızın, bugün bile, pek akıllarına gelmezler.
Hatta 16. yüzyılın din savaşları adı verilen şeylerde bile, her şeyden önce, çok olumlu maddi sınıf çıkarları sözkonusuydu, ve bu savaşlar da, daha sonra İngiltere ve Fransa’da ortaya çıkan iç çatışmalar kadar, sınıf savaşımları idiler. Eğer bu sınıf savaşımları o çağda, dinsel bir nitelik [sayfa 52] taşıyor, eğer çeşitli sınıfların çıkar, gereksinme ve istemleri din maskesi altında gizleniyor idiyseler, bu hiç bir şeyi değiştirmez ve çağın koşulları ile kolayca açıklanır.
Ortaçağ, yola en ilk öğelerden çıkmıştı. Herşeye yeni baştan başlamak için, eski uygarlık, eski felsefe, eski siyasa, eski hukuk biliminden herşeyi silip süpürmüştü. Yitip giden eski dünyadan, hıristiyanlık ile, tüm uygarlıklarından yoksunlaşmış, yarı yarıya yıkık birkaç kentten başka bir şey kalmamıştı. Sonuç şu oldu ki, gelişmenin tüm ilkel evrelerindeki gibi, rahipler, entelektüel kültür tekelini ellerine aldılar, ve kültürün kendisi de herşeyden önce dinbilimsel bir nitelik kazandı. Rahiplerin elleri arasında, siyasa ve hukuk bilimi, tüm öbür bilimler gibi, yalınç tanrıbilim kolları olarak kaldılar, ve tanrıbilimde yürürlükte olan ilkelere göre incelendiler. Kilise dogmaları, aynı zamanda, siyasal belitler idiler, ve Kutsal Kitap tümceleri de, tüm mahkemelerde yasa gücüne sahipti. Hatta bağımsız bir hukukçular sınıfı oluştuktan sonra bile, hukuk bilimi daha uzun süre tanrıbilimin egemenliği altında kaldı. Ve tüm entelektüel çalışım alanında tanrıbilimin bu egemenliği, aynı zamanda, feodal egemenliğin en genel bireşimi ve onaylaması olan kilisenin durumunun da zorunlu sonucu idi.
Buna göre, genellikle feodalizme karşı yöneltilen tüm saldırıların, her şeyden önce kiliseye karşı saldırılar olacakları, toplumsal ve siyasal tüm devrimci öğretilerin, aynı zamanda ve her şeyden önce, tanrıbilimsel sapkınlıklar olacakları açıktır. Varolan toplumsal koşullara dokunabilmek için, onların kutsal niteliklerini kaldırmak gerekiyordu.
Feodalizme karşı devrimci muhalefet, tüm ortaçağ boyunca devam etti. Bu muhalefet, kendini, koşullara göre kimi zaman mistik, kimi zaman açık mezhep sapkınlığı, kimi zaman da silahlı ayaklanma biçimi altında gösteriyordu. Mistiğe ilişkin olarak, 16. yüzyıl reformlarının ona ne kadar bağlı oldukları bilinir. Münzer de ona çok şey borçludur. [sayfa 53] Mezhep sapkınlıkları, ya Alp dağları çobanlarının, ataerkil görüşlere, kendilerine kadar sokulan feodaliteye karşı tepkilerinin (Vaudois’lar [13] ), ya kentlerin feodalizme karşı muhalefetinin (Albigeais’lar[14] , Arnold de Brescia, vb.) ya da yalınç köylü ayaklanmalarının (John Bal, Pikardiya’daki Macar usta[15] , vb.) ifadeleri idiler. Biçim ve içerik bakımından, tarihin hareketine karşıt gerici girişimler oldukları, ve sadece yerel bir öneme sahip bulundukları için, Vaudois’ların ataerkil mezhep sapkınlıkları ile İsviçrelilerin ayaklanmasını burada bir yana bırakabiliriz. Öbür iki ortaçağsal mezhep sapkınlığı biçiminde, 12. yüzyılda, burjuva muhalefet ile köylü-halk takımı muhalefeti arasındaki, Köylüler Savaşının başlıca başarısızlık nedeni olan büyük bağdaşmazlığın habercilerini görüyoruz. Bu bağdaşmazlık, tüm ortaçağ boyunca sürüp gider.
Kentlerin mezhep sapkınlığı, ve uyarınca söylemek gerekirse, bu, ortaçağın resmi mezhep sapkınlığıdır, esas itibariyle rahiplere karşı yöneliyor, yani zenginliklere ve siyasal konuma saldırıyordu. Tıpkı burjuvazinin şimdi bir gouvernement à bon marché[16] istediği gibi, ortaçağ burjuvaları da “ucuz bir kilise istiyorlardı. Biçimi bakımından gerici olarak, kilisenin ve dogmaların gelişmesinde bir yozlaşmadan başka bir şey görmeyen her mezhep sapkınlığı gibi, burjuva mezhep sapkınlığı da, kilisenin ilk düzeninin yeniden kurulmasını, ve salt din adamları zümresinin ortadan kaldırılmasını istiyordu. Bu ucuz kurumun sonucu, keşişleri, yüksek din görevlilerini, Roma sarayını, kısacası, kilisede pahalıya malolan herşeyi ortadan kaldırmak olacaktı. Kralların korunumu altında bulunmakla birlikte, aslında kendileri birer cumhuriyet oldukları için, kentler, papalığa karşı saldırıları ile, ilk kez olarak, genel bir biçim altında, o burjuva egemenliğinin normal biçiminin cumhuriyet olduğu gerçeğini ifade ediyorlardı. Kentlerin bir dizi kilise dogma ve yasalarına muhalefetleri, kısmen bundan önce söylenenlerle, [sayfa 54] kısmen de öbür yasama koşulları ile açıklanır. Örneğin, kentlerin, rahiplerin bekarlığına karşı neden o kadar zorlu bir biçimde karşı çıktıklarını, hiç kimse Boccacio’dan daha iyi açıklayamaz. İtalya ve Almanya’da Arnold ve Brescia, Fransa’nın güneyinde Albi’liler, İngiltere’de John Wielef, Bohemya’da Huss ve kalikstenler [17] , bu eğilimin başlıca temsilcileri oldular. Eğer feodalizme karşı muhalefet, kendini burada sadece kilise feodalitesine karşı muhalefet olarak gösteriyorsa, bunun nedeni, sadece, her yerde, kentlerin daha şimdiden tanınmış bir zümre oluşturmaları, ve ayrıcalıkları, silahları ya da zümreler meclislerinde, laik feodaliteye karşı savaşım vermek için yeterli araçlara sahip bulunmalarıdır.
Küçük soyluluğun en büyük bölümünün, rahiplere karşı savaşımda ve mezhep sapkınlığında kentlerle bağlaştığını, Fransa’nın güneyinde, İngiltere’de ve Bohemya’da olduğu kadar, daha şimdiden, burada da görüyoruz küçük soyluluğun kentler karşısındaki bağımlılığı ve prensler ve yüksek din görevlilerine karşı kentlerle olan çıkar dayanışması ile açıklanan olay; Köylüler Savaşında bunu gene göreceğiz.
Köylü ve halk takımı gereksinmelerinin dolaysız ifadesi olan ve hemen her zaman bir ayaklanmaya bağlı bulunan mezhep sapkınlığının niteliği ise bambaşka idi. Bu mezhep sapkınlığı, gerçi, burjuva mezhep sapkınlığının, rahiplere, papalığa ve ilkel kilise düzeninin yeniden kurulmasına ilişkin tüm istemlerini içeriyordu, ama ondan sonsuz derecede ileriye de gidiyordu. İlkel hıristiyanlığın eşitlik koşullarının topluluk üyeleri arasında yeniden kurulmasını ve uygar toplum için kural olarak tanınmalarını da istiyordu. “İnsanların tanrı karşısındaki eşitliğinden, uygar eşitliği, ve hatta, kısmen daha şimdiden, servet eşitliğini çıkartıyordu. Soyluluk ile köylülerin, ayrıcalıklıların, ayrıcalıklı burjuvalar ve halktan kimselerin eşitliğini gerçekleştirmek, feodal angaryaları, efendi hakkını, vergileri, ayrıcalıkları ve, eninde sonunda, göze çok batan zenginlik farklılıklarını ortadan kaldırmak: [sayfa 55] ilkel hıristiyan öğretiden zorunlulukla çıkan istemler olarak az çok açık bir biçimde ortaya konar ve desteklenen istemler, işte bunlardı. Feodalizmin doruğuna vardığı bir çağda, örneğin Albililerde olduğu gibi, burjuva mezhep sapkınlığından ayırdedilmesi henüz güç olan bu köylü-halk takımı mezhep sapkınlığı, 14. ve 15. yüzyıllarda, açıkça ayrı bir parti programı durumuna dönüşür, ve burjuva mezhep sapkınlığı yanında çoğu kez tamamen bağımsız bir biçimde görünür: İngiltere’de, Wyclef hareketi yanında, Wat Tyler ayaklanmasının vaizi John Ball [18] gibi, Bohemya’da, kalisktenler yanında, Taboritler gibi. Almanya’da halk takımı temsilcileri tarafından 15. yüzyıl sonu ve 16. yüzyıl başında yetkinleştirilen cumhuriyetçi eğilim, Taboritlerde, tanrıbilimsel süsler altında, daha o zamandan ortaya çıkıyordu.
Gericilik dönemlerinde devrimci gelenekleri sürdüren flagellant’ların, lollard’ların, [19] vb. mistik mezheplerin aşırı etkinliği, bu mezhep sapkınlığı biçimine bağlanır.
Halk takımından kişiler, o çağda, tamamen resmi toplum dışında yer almış tek sınıfı oluşturuyorlardı. Burjuva topluluğunun dışında oldukları gibi, feodal topluluğun da dışında idiler. Ne ayrıcalıkları vardı, ne de mülkleri, hatta köylüler ve küçük-burjuvalar gibi ağır yükümlülükler altına konmuş bir mülkleri bile yoktu. Nerden bakılırsa bakılsın, malsız mülksüz ve her türlü haktan yoksun idiler. Yaşama koşulları, onları, o günün kendilerinden hiç bir haberleri olmayan kurumlar ile hiç bir zaman dolaysız bir buluşukluk durumuna getirmiyordu. Bunlar, feodal toplum ile burjuva loncanın dağılmasının canlı simgesi ve, aynı zamanda, modern burjuva toplumun ilk habercileri idiler.
Daha o çağda, halkçı bölüntünün, kendini neden sadece feodalizme ve ayrıcalıklı burjuvaziye karşı savaşım ile sınırlayamayacağını işte bu durum açıklar; bu bölüntü, en azından imgeleme yetisi alanında, henüz doğmakta olan modern burjuva toplumu aşmalıydı. Bu durum, her türlü mülkten [sayfa 56]chiliastique[20] düşleri, bunun için elverişli bir hareket noktası sunuyordu. Ama, aynı zamanda, sadece bugünü değil, hatta geleceği de aşan bu önceleme, ancak zorlu, fantastik bir niteliğe sahip olabilirdi ve, ilk gerçekleştirme girişiminde, gene çağın koşulları tarafından belirlenen dar sınırlar içine düşecekti. Özel mülkiyete karşı saldırılar, mallarda ortaklık istemi, kaba bir iyilikseverlik örgütü biçiminde dağılıp gideceklerdi. Belirsiz hıristiyan eşitliği, olsa olsa, yasa karşısında uygar eşitliğe varabiliyordu; her türlü yetkenin ortadan kaldırılması, sonunda, halk tarafından seçilmiş cumhuriyetçi hükümetlerin kurulmasına yolaçtı. Komünizmi imgeleme yetisinde öncelemek, gerçeklikte, modern burjuva koşulların bir öncelenmesi idi.
Gelecekteki tarihin bu zorlu, ama, halk takımı bölüntüsünün yaşama koşulları gözönünde tutulursa çok anlaşılır öncelemesine, ilkin Almanya’da, ThomasMünzer ve yandaşlarında raslıyoruz. Daha önce Taboritlerde, ama sadece salt askeri düzeyde bir tedbir olarak, bir tür chiliastique mal ortaklığı vardı. Bu komünist çınlamalar, ancak Münzer’dedir ki, gerçek bir toplum bölüntüsünün özlemlerinin ifadesi durumuna gelirler. Ancak ondadır ki, bu komünist çınlamalar belirli bir açıklıkla formüle edilmişlerdir, ve ondan sonra, bu çınlamaları, modern işçi hareketi ile kaynaşmalarına kadar, her büyük halk ayaklanmasında bir kez daha duyarız; tıpkı ortaçağda, özgür köylülerin, kendilerini gitgide ağları içine alan feodaliteye karşı yürüttükleri savaşımların, serfler ve angaryacıların, feodal egemenliği dipten doruğa yıkmak için yürüttükleri savaşımlar ile kaynaşması gibi.
Ulusun bölünmüş bulunduğu üç büyük kamptan birincisi, tutucu-katolik kamp, kurulu düzenin sürdürülmesinde çıkarı bulunan tüm öğeleri: imparatorluk iktidarı, papaz sınıfı [sayfa 57] ve laik prenslerin bir bölümünü, zengin soyluluğu, büyük din görevlileri ve kentler ayrıcalıklılarını bir araya getirirken, lüterci-ılımanburjuva reform partisi, varlıklı muhalefet öğelerini, küçük soyluluk yığınını, burjuvaziyi, ve hatta, laik prenslerin, kilise mallarının zoralımı ile zenginleşmeyi uman ve imparatorluk karşısında daha büyük bir bağımsızlık kazanmak için fırsattan yararlanmak isteyen bir bölümünü bir araya getiriyordu. Son olarak, köylüler ve halktan kimseler de, istemleri ve öğretileri en açık bir biçimde Thomas Münzer tarafından dile getirilen devrimci bir parti oluşturuyorlardı.
Luther ve Münzer, öğretileri ile olduğu kadar, karakter ve eylemleri ile de, yönettikleri partileri hayranlık uyandıracak bir biçimde temsil ederler.
Luther, 1517’den 1525’e, modern Alman anayasacılarının 1846’dan 1849’a geçirdikleri evrimin tıpkısını geçirdi; bir an hareketin başında bulunduktan sonra, bu hareket içinde, o zamana kadar kendisini destekleyen halkçı ya da proleter parti tarafından geride bırakıldığını gören her burjuva partisinin geçirdiği evrimin tıpkısını geçirdi.
Luther, 1517’de, ilkin Katolik Kilisesinin dogmalarına ve kuruluşuna saldırdığı zaman, muhalefeti henüz belirli bir nitelik taşımıyordu. Bu muhalefet, eski burjuva mezhep sapıklığının istemlerini aşmaksızın, daha radikal hiç bir eğilimi dıştalamıyordu, ve zaten dıştalayamazdı da. Çünkü, başlangıçta, tüm muhalefet öğelerini biraraya getirmek, en kararlı devrimci erkeyi göstermek ve katolik ortodoksluk karşısında daha önceki sapıtık doktrinlerin tümünü temsil etmek gerekiyordu. Bizim sosyalist ve komünist olduklarını söyleyen, ve işçi sınıfının kurtuluşunu düşleyen burjuva liberallerimiz, 1847’de, işte tam da bu anlamda henüz devrimci idiler. Luther’in güçlü köylü özlüğü, kendini en coşkun bir biçimde, çalışımının bu birinci dönemi içinde gösterdi.
“Eğer saldırılarının kudurganlığı devam edecekse, diye [sayfa 58] yazıyordu Roma kilisesi rahiplerinden sözederken, bu kudurganlığı durdurmak için, sanırım kralların ve prenslerin zora başvurduklarını, dünyayı zehirleyen bu uğursuz hayvan soyuna saldırdıklarını, ve girişimlerine, sözle değil, silahlarla bir son verdiklerini görmekten daha iyi bir yol ve daha iyi bir çare herhalde olmayacak. Tıpkı hırsızları ip, katilleri kılıç, sapıkları ateş ile cezalandırdığımız gibi, bu uğursuz yıkım öğretmenlerine, papalara, kardinallere, piskoposlara, ve tüm Roma Sodom’u sürüsüne, neden elimizde olan bütün silahlar ile saldırmıyor, ve neden ellerimizionların kanlarında yıkamıyoruz?
Ama bu ilk devrimci ateş, uzun sürmedi. Luther’in indirdiği yıldırım, yapacağını yaptı. Tüm Alman halkı harekete geçti. Bir yandan, köylüler ve halktan kimseler, onun rahiplere karşı savaşım çağrılarında, hıristiyan özgürlüğü üzerindeki vaızlarında, ayaklanma işaretini gördüler; öte yandan ılıman burjuvalar ile küçük soyluluğun büyük bir bölümü, hatta kendileri ile birlikte bazı prensleri de sürükleyerek, onun yöresinde toplandılar. Birileri, tüm zorbaların hesabını görmek için zamanın geldiğini sandılar; öbürleri ise sadece rahiplerin egemenliğine, Roma karşısındaki bağımsızlığa, ve katolik aşama-sırasına bir son vermek, ve kilise mallarının zoralımı sayesinde zenginleşmek istiyorlardı. Partiler birbirlerinden ayrıldılar ve kendi sözcülerini buldular. Luther, bu partiler arasında bir seçim yapmak zorunda kaldı. Saksonya seçici prensinin korunuğu, Wittenberg Üniversitesinin üstün profesörü, bir günden öbürüne ün ve güç kazanan, kendisine canla başla bağlı bir insan ve dalkavuk sürüsü ile çevrili bu büyük adam, bir an bile duraksamadı. Hareketin halk öğelerine ihanet etti ve soyluluğun, burjuvazinin ve prenslerin partisine katıldı. Roma’ya karşı kökünü-kazıma savaşı çağrıları yavaş yavaş söndü. Luther, simdi, barışçı evrimi ve pasif direnmeyi salık veriyordu (örneğin bkz: Alman Soyluluğuna Çağrı, 1520, vb.). Ulrich Von Hutten tarafından, [sayfa 59] kendi yanına, ve Sickingen’den, soyluluğun din adamları ve prenslere karşı hazırladıkları ayaklanmanın merkezi olan Eberburg’a gelmesi için yapılan çağrıyı, Luther söyle yanıtladı:
“İncil davasının zorla ve kan dökerek kazanılmasından yana değilim. Dünya söz ile yenildi, kilise söz ile kuruldu, o, eski haline söz ile getirilecektir, ve Deccal, onu, zor kullanmadan eline geçirdiği gibi, zora başvurulmaksızın yıkılıp gidecektir.
Korunacak ya da reforma uğratılacak kurumlar ve dogmalar yöresindeki o pazarlık, Augsbourg itirafı[21] ile sonuçlanan o çirkin diplomasi, ödünler, entrikalar ve uzlaşmalar oyunu, reforme edilmiş burjuva kilisesinin, sonunda alçakça anlaşmalar pahasına sağlanmış kuruluşu, işte Luther’in eğilimi bu biçimi aldığı, ya da daha doğrusu bu belgin biçimde saptandığı gün başlar. Alman ulusal meclislerinde, uyuşma kurullarında, gözden geçirme dairelerinde ve Erfurt parlamentolarında, siyasal biçim altında, daha bir süre önce, mide bulandırıncaya kadar yinelenen şey, işte aynı sefil madrabazlığın ta kendisidir. Resmi reformun küçük-burjuva niteliği, kendini en açık bir biçimde, işte bu görüşmeler boyunca göstermiştir.
Bundan böyle burjuva reformun temsilcisi olarak tanınan Luther’in, yasa çerçevesinde ilerlemeyi salık vermesinin sağlam nedenleri vardı. Kentlerin çoğu, ılıman reformdan yana çıkmışlardı, küçük soyluluk, giderek bu tutuma katılıyordu. Bazı prensler de bu tutuma katılmışlardı, öbürleri duraksama içindeydiler. Bu işin başarısı, Almanya’nın hiç değilse büyük bir bölümünde, sağlanmış demekti. Eğer işler barışçı bir biçimde gelişmeye devam ederse, öbür bölgeler, uzun erimde, ılıman muhalefetin itişine direnemezlerdi. Ama her zorlu sarsıntı, ılıman partiyi halk takımı ve köylülerin aşırı partisi ile çatışma durumuna düşürecek, prensleri, soyluluğu ve bazı kentleri hareketten uzaklaştıracak, ve [sayfa 60] sonunda, ya burjuva partisinin, köylü ve halk takımı partisi tarafından geride bırakılması, ya da hareketin tüm partilerinin, Katolik restorasyon tarafından ezilmesinden başka bir seçenek bırakmayacaktı. Ve burjuva partilerin, en küçük bir başarı kazanır kazanmaz, yasa çerçevesinde ilerleme aracıyla, devrimin Scylla’sı ve restorasyonun Charybde’i arasında nasıl volta vurduğunu, son yılların olayları bize yeterince göstermiştir.
Çağın, toplumsal ve siyasal, genel koşulları gereği, her türlü dönüşüm sonuçları, zorunlulukla prensler yararına olacağı için, burjuva reform, halk ve köylü öğelerden daha açık bir biçimde ayrıldıkça, gitgide reforma uğramış prenslerin denetimi altına düşecekti. Luther’in kendisi de gitgide onların hizmetkarı oldu ve halk, onu da, öbürleri gibi, prenslerin uşağı durumuna gelmiş olmakla suçladığı, ve Orlamünde’de olduğu gibi, taşlayarak kovduğu zaman, ne yaptığını çok iyi biliyordu.
Köylüler Savaşı patlak verdiği, ve gerçekte prensler ile soyluluğun katolik çoğunluk durumunda bulundukları bölgelerde patlak verdiği zaman, Luther arabulucu rolü oynamaya çalıştı. Hükümetlere korkusuzca saldırdı. Haksız vergi ödetmeleri ile, ayaklanmadan sorumlu olduklarını bildirdi. Onlara karşı ayaklananlar köylüler değildi, Tanrının ta kendisiydi. Ama, öte yandan, ayaklanmanın dine aykırı ve İncilin kurallarına karşı olduğunu da söylüyordu. Sonunda, iki karşıt partiye savaşmaktan vazgeçmelerini ve dostça bir anlaşmaya varmalarını öğütledi.
Ama, bu iyi dilekli aracılık önerilerine karşın, ayaklanma hızla yayıldı, hatta prensler, soylular ve Luther yandaşı kentlerin yetkesi altında bulunan bölgelere bile yayıldı ve “ölçülü burjuva reform sınırlarını hızla aştı. Ayaklanmaların en kararlı bölüntüsü, Münzer’in yönetimi altında, karargâhını Thüringen’de Luther’in çok yakınlarında kurdu. Birkaç başarı daha kazandılar mı, tüm Almanya alevler içinde, [sayfa 61] Luther kuşatılmış, belki de hain olarak kılıçtan geçirilmiş, ve burjuva reform, halk ve köylü devriminin kabarması tarafından süpürülüp götürülmüş demekti. Yani duraksamaya vakit yoktu. Devrim karşısında, tüm eski anlaşmazlıklar unutuldu. Roma Sodom’unun uşakları, köylü çeteleri karşısında, Tanrının suçsuz kuzuları, tatlı çocukları idiler. Burjuvalar ve prensler, soyluluk ve papazlar sınıfı, Luther ve papa, “yağmacı ve kıyıcı köylü çetelerine karşı birleştiler.
“Kudurmuş köpekleri gebertir gibi, gizlice ve açıktan açığa, bunları parçalamak, bunları boğmak, bunları boğazlamak gerek! diye haykırır Luther. Bu nedenle, benim aziz beylerim, bunları boğazlayın, bunları gebertin, bunları boğun, burasını, şurasını kurtarın! Eğer [bu -ç.] savaşımda ölürseniz, bundan daha kutsal bir ölüm olmaz! “
Köylülere acıma yok! Tanrının acımadığı, tersine, cezalandırmak ve yok etmek istediği kimseleri bağışlayanlar da, isyancılara katılmışlar demektir. Sonra, köylüler, eğer öbürünü dinginlik içinde koruyabilmek için, ineklerinin birinden vazgeçme zorunda kalırlarsa, Tanrıya şükretmesini öğreneceklerdir; ve ayaklanma da, prenslere, halkın ne kafada olduğunu, ancak zor aracıyla hükümet edilebileceğini gösterecektir.
“Bilge der ki: Cibus, onus et virgam asino.[22] Köylülerin kafası yulaf samanı dolu; onlar Tanrının sözlerini duymaz, onlar budaladırlar; bu nedenle onlara kamçıyı, arkebüzü[23] duyurmak gerek; bu, onlara iyi gelecek. Boyun eğmeleri için dua edelim. Yoksa, acıma yok! Arkebüzleri konuşturun, yoksa daha kötü olacak.
Proletarya, Mart günleri ertesinde, zafer meyvelerinden payını istediği zaman, bizim sosyalist ve insansever burjuvalarımız da işte tastamam böyle konuşuyorlardı.
Luther, Kutsal Kitap çevirisi ile, halkçı harekete güçlü bir silah vermişti. Kutsal kitapta, çağın feodalleşmiş [sayfa 62] hıristiyanlığının karşısına, ilk yüzyılların gösterişsiz hıristiyanlığını, ayrışma durumundaki feodal toplumun karşısına, geniş ve ustalıklı feodal aşama-sırasını (hiyerarşi) bilmeyen bir toplum tablosunu çıkarmıştı. Köylüler, prenslere, soyluluğa ve papazlara kaşı, bu silahtan her anlamda yararlanmışlardı. Şimdi, Luther onlara karşı dönüyor, ve Kutsal Kitaptan, Tanrı tarafından kurulmuş yetkeler için, o zamana kadar hiç bir mutlak krallık çanak-yalayıcısının yapamadığı biçimde, gerçek bir övgü çıkartıyordu! Prenslerin tanrısal hukuka dayanan iktidarı, pasif itaat, hatta serflik, onun tarafından, Kutsal Kitap adına onaylandı. Böylece, sadece köylülerin ayaklanması değil, ama Luther’in tinsel ve cismani yetkelere karşı tüm başkaldırması da yadsınmış bulunuyordu. Böylece, sadece halk hareketi değil, ama burjuva hareket de, prensler yararına, ihanete uğruyordu.
Şu son yıllarda, bu kendi özgeçmişlerini yadsıma örneklerini bir kez daha vermiş bulunan burjuvaların da adını anmak gerekir mi?
Şimdi burjuva reformcusu Luther’in karşısına, halk devrimcisi Münzer’i koyalım.
Thomas Münzer, 1498 yılına doğru [24] , Harz’da, Stolberg’de doğmuştu. Stolberg kontunun keyfi yönetimine kurban giden babası, asılarak ölmüş. Münzer, daha onbeşinde iken, okulda, Halle’de Magdebourg başpiskoposu ve Roma Kilisesine karşı gizli bir dernek kurdu. Çağın tanrıbilimindeki derin bilgisi, genç yaşta doktorluk aşaması ve Halle’deki bir kadınlar manastırında bir kilise papazlığı elde etmesini sağladı. Bu görevde kilise dogma ve ayinlerine karşı büyük bir küçümseme ile davranıyor, baş ayinden (messe), kudas töreninde ekmekle şarabın İsa peygamberin eti ile kanına dönüşmesi (transsubstantion) sözlerini tamamen çıkartıyor ve, Luther’in anlattığına göre, ayin sırasında dağıttığı ekmekleri kutsamadan yutuyordu. Her şeyden önce ortaçağ mistiklerini, özellikle de Kalabriyali Joachim’in [25] , chiliastique [26] [sayfa 63] yazılarını irdeliyordu. Bu yazarın haber verip betimlediği bin yıllık krallık, yozlaşmış kilise ve bozulmuş dünyanın mahkümiyeti zamanı, reform ve çağın genel kaynaşması ile birlikte, Münzer’e gelmiş gibi göründü. Bölgede başarılı vaızlar verdi. 1520’de, birinci İncil vaızı olarak Zwickau’ya gitti. Orada, birçok bölgelerde sessiz sedasız yaşamaya devam eden, ve alçakgönüllülük ve geçici sakınmaları arkasında, aşağı toplumsal katmanların, kurulu düzene karşı büyüyen muhalefetlerinin gizlendiği o coşkun chiliastique tarikatlardan birini buldu; şimdi, büyüyen çalkantı ile birlikte, bu tarikatlar, gitgide daha açık ve daha direngen bir çalışım gösteriyorlardı. Bu tarikat, başında Nicolas Storch’un bulunduğu anabaptistler tarikatı idi. Anabaptistler, kıyamet günü ile bin yıllık krallığın yaklaştığını vaazediyorlardı; onların “keşifleri (visions), esrimeleri ve ermişlikleri vardı. Az zamanda Zwickau Konseyi ile çatışmaya girdiler. Münzer, hiç bir zaman onlara tamamen katılmadan, ama onları gitgide kendi etkisi altına alarak, bunları savundu. Konsey, var gücüyle bunlara karşı çıktı; kentten ayrılmak zorunda kaldılar, ve Münzer de onlarla birlikte. Bu iş, 1521 sonunda olmuştu.
Münzer Prag’a gitti, ve Huss hareketinden artakalanlar ile ilişki kurarak orada tutunmaya çalıştı, ama konuşmaları, onu Bohemya’dan kaçmak zorunda bırakmaktan başka bir sonuç vermedi. 1522’de, Thüringen’de Allstedt’e vaız atandı. Orada, tapınışı reformdan geçirmeye başladı. Luther’in, işi oraya vardırmayı göze almasından önce, Latince kullanılmasını tamamen kaldırdı, ve pazar ayinlerinde sadece İncilleri ve havarilerin mektuplarını değil, tüm Kutsal Kitabı okuttu. Aynı zamanda, bölgedeki propagandayı örgütledi. Halk, dört bucaktan ona koştu, ve az zamanda, Allstedt, tüm Thüringen’deki rahip düşmanı halk hareketinin merkezi durumuna geldi.
O sırada, Münzer, henüz her şeyden önce bir tanrıbilimci idi; saldırıları, henüz sadece rahiplere karşı yöneltilmişti. [sayfa 64] Ama, Luther’in daha o zamandan yapmaya başladığı gibi, gürültüsüz patırtısız tartışmalar ve barışçı evrim vaazetmiyordu. Luther’in eski zorlu vaazlarını sürdürüyor ve Saksonya prensleri ile halkı, Roma rahiplerine karşı silahlı savaşıma çağırıyordu.
“İsa: ben size barış değil, kılıç getirmeye geldim, demez mi? Ama siz, [Saksonya prensleri] bu kılıçla ne yapacaksınız? Eğer Tanrının iyi kulları olmak istiyorsanız, onu İncil yoluna çıkan kötüleri ortadan kaldırmak ve yok etmek için kullanınız. İsa, büyük bir ihtişamla şöyle buyurmuştur: Lakin üzerlerine kral olmamı istemeyen o düşmanlarımı buraya getirin, ve önümde boğun (İncil, Luka, 19, 27) … Tanrının kudretinin, bu işi sizin kılıcınızın yardımı olmaksızın da yapacağı yolundaki o yavan saçmalıklarla bize karşı komayın; yoksa o kılıç kınında paslanabilir. Çünkü Tanrının esinine karşı gelen kimseleri, tıpkı Ezekiyas, Keyhus, Yesu, Daniel ve Elya’nın, Baal rahiplerini yok ettikleri gibi, acımadan yok etmek gerekir. Başka türlü, hıristiyan kilisesini kaynağına döndürmek olanaklı değildir. Hasat zamanı, Tanrı bağlarının kötü otlarını yolmak gerekir. Tanrı şöyle dedi (Musa, 5,7): “Puta tapanlara acımayacaksınız. Gazabıma uğramak istemiyorsanız, onların mezbahlarını yıkacak, kutsal resimlerini parçalayıp yakacaksınız!
Ama, halk arasındaki devrimci kaynaşma günden güne arttığı halde, prenslere yapılan bu çağrılar hiç bir sonuç vermedi. Gitgide daha açık bir biçimde dile getirilen fikirleri her gün daha atılgan bir duruma gelen Münzer, o zaman burjuva reformdan kesinlikle ayrıldı ve bundan böyle siyasal bir ajitatör rolünü oynadı.
Tanrıbilimsel ve felsefi öğretisi, kısacası, sadece katolikliğin değil, ama hıristiyanlığın da tüm temel noktalarına saldırıyordu. Münzer, hıristiyan biçimler altında, modern spekülatif görüşlerle olağanüstü bir benzerlik gösteren, ve hatta, zaman zaman, tanrıtanımazcılığa yaklaşan bir kamutanrıcılık [sayfa 65]panthéisme) öğretiyordu. Kutsal Kitabı, biricik ve yanılmaz esin (révélation) olarak reddediyordu. Gerçek yaşayan esin, diyordu Münzer, her zaman ve bütün halklarda varolmuş bulunan ve bugün de varolan akıl-esindir. Akla karşı Kutsal Kitabı çıkarmak demek, özü sözle öldürmek demektir. Çünkü, Kutsal Kitabın sözünü ettiği Kutsal-Ruh, bizim dışımızda yoktur. Kutsal-Ruh, aklın ta kendisidir. İman, aklın insanda ete kemiğe bürünmesinden başka bir şey değildir, ve bu nedenle, hıristiyan olmayanlar (payenler) de iman sahibi olabilirler. Bu iman, canlı duruma gelmiş bu akıl sayesinde, insan tanrısallaşıp kutsallaşır. Bu nedenle, cennet öbür dünyada olan bir şey değildir, onu kendi yaşamımızda aramak gerekir; ve iman sahiplerinin görevi de, bu cenneti, Tanrının bu krallığını, yeryüzünde kurmaktan başka bir şey değildir. Nasıl ki, öbür dünyada cennet yoksa, tıpkı öyle, cehennem ve sürekli cehennem azabı da yoktur. Aynı biçimde, insanların kötü içgüdü ve kötü isteklerinden başka bir şeytan yoktur. İsa, öbür insanlar gibi bir insan, bir yalvaç ve bir öğretmendi, ve havarilerle birlikte yediği son yemek de (la cène), ekmek ve şarabın, bu yemeğe mistik hiç bir şey katmaksızın yenilip içildikleri basit bir anma yemeği.
Münzer bu öğretiyi çoğu kez, yeni fesefenin belli bir süre gizlenmek zorunda kaldığı hıristiyan cümle kuruluşları altında saklayarak öğretiyordu. Ama iyiden iyiye hérétique (sapkın mezhepli) bir nitelik taşıyan düşünce, yazılarının her yanından fışkırır, ve Kutsal Kitap maskesini, bugünün birçok Hegel çömezinden çok daha az ciddiye aldığı görülür. Gene de, Münzer’i modern felsefeden üç yüzyıl ayırır.
Siyasal öğretisi tastamam bu devrimci dinsel görüşe denk düşüyor, ve tanrıbilimi çağın dinsel görüşlerini ne kadar aşıyorduysa, o da varolan toplumsal ve siyasal ilişkileri o kadar aşıyordu. Münzer’in tanrıbiliminin tanrıtanımazcılığa yaklaşması gibi, siyasal programı da komünizme yaklaşıyordu, ve bir tek modern komünist tarikat, daha devrimin [sayfa 66] öngününde bile, 16. yüzyılın “münzerci tarikatlarının teorik cephaneliğinden daha zengin bir teorik cephaneliğe sahip bulunmuyordu. Çağın halktan kimselerinin istemlerinin bir sentezi olmaktan çok, bu halktan kimseler arasında tohum halinde bulunan proleter öğelerin kurtuluş koşullarının dahice bir öncelemesi olan bu program, Tanrı krallığının, yalvaçların bin yıllık krallığının, kilisenin kaynağına dönmesi, ve sözde ilkel, ama, gerçeklikte, yepyeni olan bu kilise ile çelişki durumunda bulunan tüm kurumların ortadan kaldırılması aracıyla, yeryüzünde hemen kurulmasını istiyordu. Münzer’e göre, Tanrı krallığı, orada artık hiç bir sınıf ayrılığı, hiç bir özel mülk, toplum üyelerine karşı çıkan hiç bir yabancı, özerkli devlet iktidarının bulunmadığı bir toplumdan başka bir şey değildi. Varolan tüm yetkeler, eğer devrime boyun eğmeyi ve ona katılmayı reddederlerse, ortadan kaldırılmalıydı; tüm çalışmalar ve tüm mallar ortaklaşa olmalı, ve en tam bir eşitlik hüküm sürmeliydi. Bu programı gerçekleştirmek için sadece tüm Almanya’da değil, ama hıristiyanlık dünyasının tümünde bir dernek kurulmalıydı. Prensler ve soylular, bu derneğe katılmaya çağrılacaklardı, eğer katılmayı reddederlerse, dernek, ilk fırsatta, elde silah, ya onları devirecek ya da öldürecekti.
Münzer, bu derneği örgütlemek için, hemen işe koyuldu. Vaızları daha da zorunlu bir devrimci niteliğe büründü. Artık sadece rahiplere saldırmakla yetinmeyerek, prenslere, soyluluğa, ayrıcalıklılara karşı da aynı atılganlıkla gürlüyordu. Varolan baskıyı en ateşli renklerle betimliyor, ve bunun karşısına, toplumsal ve cumhuriyetçi eşitliğin bin yıllık krallığı düşsel tablosunu çıkarıyordu. Aynı zamanda, birbiri ardından devrimci yergi yazıları yayımlıyor, ve kendisi, derneği Allstedt ve yörelerinde örgütlerken, dört bir yana özel görevliler gönderiyordu.
Bu propagandanın ilk sonucu, Allstedt yakınlarında, Mellerbach’taki Bakire Meryem kilisesinin: “Ama onlara şöyle [sayfa 67] yapacaksınız: mezbahlarını yıkacaksınız, ve dikili taşlarını parçalayacaksınız, ve onların Aşerlerini balta ile keseceksiniz, ve onların oyma putlarını ateşte yakacaksınız. Çünkü sen Allahın RABBE mukaddes bir kavmisin (Tesniye, 7, 5) buyruğuna göre yıkılması oldu. Saksonya prensleri, ayaklanmayı yatıştırmak için, Allstedt’e geldiler ve Münzer’i şatolarına çağırdılar. Gitti, ve orada onlara, Luther’in, Münzer’in ona verdiği adla “yumuşak Vittenberg etinin ağzından o zamana kadar benzerini hiç duymadıkları bir vaız verdi. İncile dayanarak, dinsiz hükümdarları, özellikle İncile bir sapkınlık olarak bakan rahip ve keşişleri öldürmek gerektiğini söyledi. Çünkü dinsizlerin hiç bir yaşama hakları yoktur, ve ancak seçilmişlerin kayrası ile yaşarlar. Eğer prensler dinsizleri ortadan kaldırmayı reddederlerse, Tanrı onlardan kılıcı geri alacaktır, çünkü kılıcın kudreti topluluğa aittir. Tefeciliğin, hırsızlığın ve eşkıyalığın batağı, tüm canlı varlıkları: sudaki balıkları, gökteki kuşları, toprak üzerindeki bitkileri kendi mülkleri yapan prensler ve beylerdir. Sonra da, yoksullara: çalmayacaksın! buyruğunu vaazederler, ama kendileri, ellerine düşen her şeyi kapar, köylü ve zanatçının iliğini sömürürler; ama bir yoksul, neye olursa olsun, karşı çıkar çıkmaz, asılır, ve bütün bunlara, doktor ” Lügner [27] Amin! der.
“Yoksulların kendilerine düşman kesilmelerinden sorumlu olanlar, beylerin kendileridir. Eğer ayaklanma nedenini ortadan kaldırmayı reddederlerse, ayaklanmanın kendisini ortadan kaldırmayı nasıl isterler? Ah! benim aziz beylerim, Tanrı demir bir çubukla eski kapların arasına ne de güzel vuracak! Eğer bana, bu nedenle, asi olduğumu söylüyorsanız, ne yapalım, öyle olsun, ben bir asiyim! ” (Bkz: Zimmermann, Köylüler Savaşı, c. II, s. 75.)
Münzer vaazını bastırdı. Bu yüzden, Allstedt’lı basımcısı, Saksonya dükası Jean tarafından, ülkeden ayrılmaya zorlandı; Münzer’in kendisine gelince, yazıları bundan böyle [sayfa 68] zorunlu olarak Weimar hükümetinin sansüründen geçeceklerdi. Ama o, bu buyruğa hiç bir önem vermedi. Bundan hemen sonra, imparatorluk kenti Mulhausen’de, son derece sert bir bildiri bastırdı. Bu bildiride halkın, “Tanrıyı boyalı bir kukla durumuna getirmek için ona yeterince söven kodamanlarımızın kimler olduğunu herkesin anlayabilmesi için, gözünü adamakıllı açmasını istiyor, ve bildiriyi şu sözlerle bitiriyordu: “Bütün dünya büyük bir sarsıntıya hazır olmalı. Öyle bir sarsıntı olacak ki, dinsizler devrilecek ve yoksullar yükseleceklerdir. “Çekiçli Thomas Münzer adlı bildirisinin en sonunda şöyle yazıyordu:
“Dinle, söküp atasın, paramparça edesin, kırıp geçiresin diye, yapasın ve dikesin diye, kendi sözlerimi senin ağzına koydum. Krallar, prensler, rahipler ile halk arasında demirden bir duvar çekildi. Dövüşsünler! Güçlü dinsiz zorbaların yıkımı için, zafer kesindir.
Münzer’in, Luther partisinden kopması, çoktanberi olup bitmiş bir işti. Luther, Münzer’in kendisine danışmadan, kendi başına yapmış bulunduğu bazı tapınma reformlarını kabul etmek zorunda kalmıştı. Münzer’in çalışımına, çok ileri giden daha enerjik bir devrimci parti karşısındaki ılıman reformcunun kuşkulu güvensizliği ile bakıyordu. Daha 1524 ilkyazında, Münzer, Mélanchton’a, o evde oturmasını seven darkafalı adam örneğine, onun da, Luther’in de, hareketten bir şey anlamadıklarını, hareketi, Kutsal Kitabın lafzına olan inanç içinde boğmaya çalıştıklarını yazmıştı. Tüm öğretileri çürüktü.
“Aziz kardeşler, bekleme ve duraksama yeter. Zamanı geldi. Yaz kapılarımıza vuruyor. Dinsizlerle dostluğunuzu kesin, onlar Tanrıkelamının, tüm gücü ile etkili olmasını engelliyorlar. Prenslerinizi pohpohlamayın, yoksa onlarla birlikte kendinizi de yıkıma mahküm edersiniz. Tatlı bilginler, bana kızmayın, başka türlü konuşmak elimden gelmiyor.
Luther, Münzer’i, birçok kez sözlü tartışmaya zorladı, [sayfa 69] ama, ne zaman olursa olsun, halk önünde savaşım vermeye hazır olan Münzer, kendini, Wittenberg Üniversitesinin yan tutan dinleyicileri önündeki dinbilimsel bir tartışmaya kaptırmak için en küçük bir istek duymuyordu. “Kutsal-Ruha sadece Üniversite önünde tanıklık etmek istemiyordu. Eğer Luther içten olsaydı, savaşım basında özgürce devam edebilsin diye, Münzer’in basımcılarına karşı hileli davaları durdurmak, ve yazıları üzerine çöken sansüre son vermek için, sahip bulunduğu etkiyi kullanmaktan başka bir şey yapmazdı.
Bu kez, Münzer’in, yukarda sözünü etmiş bulunduğumuz devrimci yergisinin yayımlanmasından sonra, Luther onu açıkça suçladı. Asi Zihniyete KarşıSaksonya Prenslerine Mektup’unda, Münzer’in, şeytanın bir aleti olduğunu ilan etti, ve ayaklanma kışkırtıcıları kendi kötü öğretilerini yaymakla yetinmediklerine, ama yetkelere karşı ayaklanma ve silahlı dirence çağırdıklarına göre, prenslerden, işe karışıp bu kışkırtıcıları ülkeden kovmalarını istedi.
Münzer, 1 Ağustos günü, prensler önünde ayaklanma suçlamasını yanıtlamak için Weimer şatosuna çağrıldı. Aleyhinde son derece suçlandırıcı bazı olaylar vardı. Gizli derneği bulunmuş, madencilerin ve köylülerin derneklerindeki çalışımı meydana çıkarılmıştı. Onu ülkeden kovmakla tehdit ettiler. Allstedt’e döner dönmez, Saksonya dükası Georges’un, onun kendisine teslim edilmesini istediğini öğrendi. Kendi eliyle yazdığı dernek mektupları, içinde Georges’un uyruklarını, İncil düşmanlarına karşı silahlı dirence çağırdığı mektuplar, ele geçirilmişti. Eğer kentten zamanında ayrılmasaydı, Konsey onu teslim ederdi.
Bu arada, halk yığınları ve köylüler arasındaki artan kaynaşma, Münzer’in bu iş için anabaptistler içinde çok değerli yardımcılar bulduğu propagandasını büyük ölçüde kolaylaştırmıştı. Belirli dogmaları olmayan, törelerinde çileci, yorulmak bilmez, bağnaz; ajitasyonu gözünü kırpmaksızın yürüten, sadece tüm egemen sınıflara ortak düşmanlık ile ikinci [sayfa 70] vaftiz ortak simgesinin bir araya getirdiği bu müritler topluluğu, gitgide Münzer çevresinde toplanmıştı. Kovuşturmalar yüzünden belirli bir yerde oturmayan anabaptistler, bütün Almanya’yı dolaşıyor, ve Münzer’in, kendilerine gereksinme ve özlemlerinin bilincini vermiş bulunan yeni öğretisini her yerde yayıyorlardı. Aralarından çoğu işkenceye uğradı, odunlar üzerinde yakıldı, türlü şekilde öldürüldü, ama cesaret ve dayanıklılıkları sarsılmadı, ve çalışımlarının başarısı, halkın artan kaynaşması nedeniyle, görülmemiş bir başarı oldu. Thüringen’den kaçtığı anda, Münzer’in, alanı her yerde hazır bulmasını, işte bu durum açıklar. Münzer, bundan böyle, canının istediği yere gidebilirdi.
İlkin gittiği Nuremberg yakınlarında, daha bir ay kadar önce, bir köylü ayaklanması, tohum halinde iken bastırılmış bulunuyordu. Münzer burada gizli ajitasyon yaptı. Az sonra, onun, Kutsal Kitabın zorunlu olmayan niteliği ve kutsallaştırma eylemlerinin hükümsüzlüğü üzerindeki en cüretkâr tanrıbilimsel düşüncelerini savunan, ve İsa’nın bir insandan başka bir şey olmadığını söyleyen, cismani iktidarı dine aykırı ilan eden adamlar çıktı ortaya. “Bu işte şeytanın, Allstedt iblisinin marifeti belli oluyor! diye haykırdı Luther. Münzer, Luther’e yanıtını Nuremberg’de bastırdı. Onu doğrudan doğruya, prenslere dalkavukluk etmek ve, duraksamaları ile, aslında, gerici partiyi desteklemekle suçluyordu. “Ama, diye ekliyordu, halk gene de kurtulacak ve, işte o zaman da, doktor Luther kapana yakalanmış bir tilki gibi olacak. Konseyin buyruğu ile, bu yazıya elkondu, ve Münzer de Nuremberg’den ayrılmak zorunda kaldı.
Suab’dan geçen Münzer, Alses’a, sonra İsviçre’ye uğradı ve, büyük ölçüde kendi anabaptist görevlileri tarafından çabuklaştırılan ayaklanmanın daha aylarca önce patlak vermiş bulunduğu Karaorman’ın güneyine döndü. Münzer’in bu propaganda gezisi, halkçı partinin örgütlenmesine, istemlerinin açıkça saptanmasına ve son olarak da Nisan 1525 genel [sayfa 71] ayaklanmasına büyük bir katkıda bulundu. Münzer’in, bir yandan, kendisine o çağda anlaşılabilecek tek dil olan dinsel yalvaçlık dili ile yöneldiği halk için ve, öte yandan, kendileri ile gerçek erekleri konusunda açıkça konuşabildiği öğretililer (initiés) için iki ayrı çalışımı, kendini burada açıkça gösterir. Nasıl, daha önce Thüringen’de, sadece halktan değil, ama aşağı din adamları sınıfı içinden de çıkmış bulunan en gözüpeklerinden bir grup adamı çevresinde toplamış ve onların gizli derneğinin başına geçmiş ise, Karaorman’da da, Güney-Batı Almanya’nın tüm devrimci hareketinin merkezi oldu. Frankonya ve Suab aracıyla, Alsas’a ve İsviçre sınırına kadar, Saksonya ile Thüringen arasında bağ kurdu, ve Waldshut’ta Hubmayer, Zürih’te Conrad Giebel, Griessen’de Franz Rabmann, Memmingen’de Schappeler, Leipheim’da Jacob Wehe, Stutgart’ta doktor Mantel gibi, çoğu devrimci din adamı olan kimseleri, çömezleri ve Güney Almanya ajitatörler derneği önderleri arasında topladı. Kendisi ise, genellikle, Schaffhouse kantonu sınırındaki Griessen’de eğleşiyor, buradan, Hegan, Klettgau, vb. gibi yerlere devrimci uğraş gezilerine çıkıyordu. Tedirgin prens ve beylerin, halkın bu yeni mezhep sapkınlığına karşı her yerde giriştikleri kanlı kovuşturmalar, ayaklanma ruhunun alevlenmesi ve derneğin güçlenmesine adamakıllı katkıda bulundu. Böylece, Münzer, Güney Almanya’da, beş ay kadar bir süre boyunca, ajitasyon yaptı. Ayaklanma patlamadan bir süre önce, ayaklaklanmayı yönetmek istediği, ve daha sonra, onu gene orada göreceğimiz Thüringen’e döndü.
İki parti önderinin nitelik ve davranışının, partilerinin davranışını tastamam ne ölçüde yansıttığını; Luther’in kararsızlığının, hareketin ciddileşmesi karşısındaki korkusunun, prensler karşısındaki gevşek köle ruhunun, burjuvazinin duraksamalı, ikircil siyasasına tastamam nasıl uygun düştüğünü; ve Münzer’in devrimci erke ve sarsılmazlığının, nasıl halk takımı ve köylülerin en ileri bölüntüsünün iktidar ve [sayfa 72] sarsılmazlığı olduğunu göreceğiz. Tek ayrım şu idi ki, Luther, kendi sınıfının çoğunluğunun görüş ve özlemlerini dile getirmekle yetinir, ve böylece ucuz bir sevgi kazanırken, Münzer, tersine, köylüler ve halktan kimselerin düşünce ve ivedi istemlerini çok aşıyordu. Zaten devrimci öğelerin seçkin topluluğu ile, onun düşüncelerini paylaştığı ve onun erkesine sahip olduğu ölçüde, ayaklananlar yığını içinde ancak küçük bir azınlığı temsil eden bir parti oluşturdu. [sayfa 73]

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments