Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Ekim 17, 2024
No menu items!
Ana SayfaKitaplıkLouis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i - Karl MarxLouis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i | Birinci Bölüm - K.Marks

Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i | Birinci Bölüm – K.Marks

I
Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak. Danton’a göre Caussidiére, Robespierre’e göre Louis Blanc, 1793-1795’in Montagne’ına göre 1848-1851’in Montagne’ı, amcasına göre yeğeni. Ve, 18 Brumaire’in ikinci baskısına eşlik eden koşullarda gene aynı karikatürü görüyoruz.[260]
İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve, onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla (sayfa 477) yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar. İşte bunun gibi, Luther, havari Paul’ün maskesini takındı, 1789-1814 devrimi ardarda, önce Roma Cumhuriyeti, sonra Roma İmparatorluğu giysisi içinde kurum sattı ve 1848 Devrimi, kimi 1789’un, kimi de 1793’ün ve 1795’in devrimci geleneğinin taklidini yapmaktan öte bir şey yapamadı. İşte böyle, yeni bir dili öğrenmeye başlayan kişi, onu hep kendi anadiline çevirir durur, ama ancak kendi anadilini anımsamadan bu yeni dili kullanmayı başardığı ve hatta kendi dilini tümden unutabildiği zaman o yeni dilin özünü, ruhunu özümleyebilir.
Tarihin ölülerine okunan bu dualar incelendiğinde, hemen, çok gözeçarpan bir fark ortaya çıkar. Camille Desmoulins, Danton, Robespierre, Saint-Just, Napoléon, birinci Fransız Devriminin partileri ve yığınları kadar kahramanları da, Romalı kılığında ve Roma’ya özgü cafcaflı sözler kullanarak, kendi çağlarının ödevini, yani modern burjuva toplumunun meydana çıkması ve kurulması işini yerine getirdiler. Birinciler, feodal kurumları parça parça ettiler ve bu kurumlar üzerinde biten feodal bağları kopardılarsa, o, Napoléon da, Fransa’nın içinde, bundan böyle artık özgür rekabetin geliştirilmesini, küçük toprak mülkiyetinin işletilmesini ve ulusun özgür kılınmış sınai üretici güçlerinin kullanılmasını sağlayacak koşulları yaratırken, dışarda her yerde, Fransa’daki burjuva toplumuna Avrupa kıtası üzerinde gerekli olan çevreyi yaratmak için zorunlu olduğu ölçüde feodal kurumları sildi süpürdü. Toplumun yeni biçimi bir kere kurulup yerine yerleşince, tufan-öncesi devler ve onlarla birlikte yeniden dirilmiş olan Roma da, ortadan kayboldu; Brutus’ler, Gracchus’ler, Publicola’lar, tribünler, senatörler ve bizzat Sezar. Burjuva toplumu yalın gerçeği içinde Say’ların, Cousin’lerin Royer-Collard’ların, Benjamin Constant’ların ve Guizot’ların kişiliğinde kendi yorumcularını ve kendi sözcülerini yaratmıştı. Burjuva toplumunun gerçek başları tezgahların gerisinde yer alıyordu, Louis (sayfa 478) XVIII’in “et kafası” ise, onun siyasal başı idi. Gırtlağına kadar servet üretmeye ve barışçıl rekabet savaşımına gömülen burjuva toplumu, Roma çağının hayaletlerinin kendi beşiği başında beklemiş olduklarını unutmuştu. Ama, burjuva toplumu ne kadar kahramanlara özgü bir toplum olmasa da, onu dünyaya getirmek için, kahramanlık, özveri, terör, iç savaş ve dış savaşlar gene de zorunlu olmuştu. Ve onun gladyatörleri, Roma Cumhuriyetinin kaskatı klasik geleneklerinde, kendi savaşımlarının dapdar burjuva içeriğini kendi kendilerinden gizlemek ve coşkularını, esrimelerini büyük tarihsel trajedi düzeyinde tutabilmek için kendilerine gerekli olan ülküleri, sanat biçimlerini, yanılsamaları buldular. Gene bunun gibi, yüzyıl önce, gelişmenin bir başka aşamasında, Cromwell ve İngiliz halkı, kendi burjuva devrimlerine gerekli olan dili, tutkuları ve hayalleri Tevrat’tan almışlardı. Gerçek amaca varıldığı zaman, yani İngiliz toplumunun burjuva toplumuna dönüşümü gerçekleşince, Locke, Habakkuk’un[2*] ayağını kaydırıp onun yerini aldı.
Bu devrimlerde, ölülerin dirilmesi, sonuç olarak, eskilerini taklit etmeye değil, yeni savaşımları ululamaya, gerçeğe sığınarak onların çözümünden kaçınmaya değil, tamamlanacak, yerine getirilecek ödevi muhayyilede devrimin hayaletini yeniden çağırmaya değil, devrim ruhunu bulmaya hizmet eder.
1848-1851 dönemi, eski Bailly’nin terekesini ondan devralan républicain en gants jaunes[3*] Marrast’dan, iğrenç derecede bayağı çizgilerini Napoléon’un demirden ölüm maskı altında gizleyen serüvenciye kadar, Büyük Fransız Devriminin hayaletini çağırmaktan başka bir şey yapmadı. Bir devrim yoluyla kendisine artan bir hareket gücü verilmiş olduğuna inanan bütün bir halk, birdenbire, ortadan kalkmış bir çağa aktarılmış buluyor kendisini ve bu geri düşüşe ilişkin hiç bir kuruntunun mümkün olmaması için uzun zamandan beri derin bilginlerin ve antikacıların alanına girmiş bulunan eski tarihler, eski takvimler, eski adlar ve eski fermanlar, ve çoktan beri bozulup dağılmış gibi görünen eski kollukçular, yeniden ortaya çıkıyorlar. Tüm ulus, eski Firavunlar (sayfa 479) zamanında yaşadığını sanan ve bütün gün, Habeşistan’ın altın madenlerinde, başının üzerinde, acıklı bir ışık saçan lamba, ardında, uzun kamasıyla köle bekçisi, ve, çıkışta, ne bu madende çalışmaya zorlanan işçilerin, ne de aynı dili konuşmadıkları için birbirlerini anlamayan bir barbar kiralık askerler kalabalığının bulunmadığı bu yeraltı hapishanesinin dört duvarı arasına kapatılmış bir madenci olarak yapmak zorunda olduğu işlerden yakınan şu Bedlamlı [261] İngiliz kaçığı gibi davranıyordu. O, “Ve bütün bunlar, bana, benim gibi Büyük Britanya’nın özgür yurttaşına, eski Firavunların hesabına altın çıkarmak için zorla kabul ettiriliyor”, diye sızlanıyordu. İşte Fransız ulusu da, “Bonaparte ailesinin borçlarını ödemek için” diye sızlanıyor. Aklı başında olduğu sürece, İngiliz, altın çıkarmak saplantısından kurtulamıyordu, Fransızlar da devrimlerini yaptıkları sürece, 10 Aralık seçimlerinin [262] de ortaya koyduğu gibi, Napoléon’a değgin anılardan kurtulamadılar. Mısırdaki bolluğun özlemini duyuyorlar,[263] devrimin tehlikelerinden kaçıp kurtulmak istiyorlardı ve 2 Aralık 1851,[259] bunun yanıtı oldu. Eski Napoléon’un karikatürünün karikatürünü yapmakla kalmadılar, eski Napoléon’un kendisini, 19. yüzyılın ortasında davranması gerektiği gibi karikatürleştirdiler.
19. yüzyılın toplumsal devrimi, şiirsel anlatımını, geçmişten değil, ancak gelecekten alabilir. 19. yüzyılın devrimi, geçmişin bütün hurafelerinden kendisini sıyırmadan, kendisiyle harekete geçemez. Daha önceki devrimlerin kendi öz içeriklerini kendilerinden gizlemek için tarihsel anımsamalara gereksinmeleri vardı. 19. yüzyılın devrimi ise, kendi öz içeriğine ulaşmak için ölüleri, kendi ölülerini gömmeye terketmek zorundadır. Eskiden söz içeriği aşıyordu, şimdi içerik sözü aşıyor.
Şubat Devrimi, eski toplumu gafil avlayarak başarılan ani bir darbe oldu, ve halk, mutlu ani darbeyi, yeni bir çağ açan tarihsel bir olay saymıştı. 2 Aralık günü, Şubat Devrimi, bir düzenbazın hokkabazlığıyla yok edildi, ve devrilen sanki monarşi değil, yüzyıllık bir savaşım pahasına krallıktan koparılıp alınan liberal ödünlerdi. Toplum kendi kendine yeni bir kapsam, yeni bir içerik vereceği yerde, yalnız devlet, kendi eski ilkel biçimine, şövalye kılıcının ve papaz (sayfa 480)coup de main’ine[4*] 1851 Aralığının coup de tête’i [5*]
Burjuva devrimleri, 18. yüzyılın devrimleri olarak, hızla başarıdan başarıya atılıyorlar, onların dramatik etkisi kendilerini de aşıyor, insanlar ve şeyler, elmasların parıltılarının cazibesine yakalanmıştır sanki, sık sık vecde gelmek, toplumun sürekli durumu olmuştur, ama bu devrimler kısa sürelidir. Çabucak, en yüksek noktalarına varıyorlar ve devrimin fırtınalı döneminin sonuçlarını soğukkanlılıkla ve ağırbaşlılıkla kendine maletmeyi öğreninceye kadar, uzun bir huzursuzluk toplumun yakasına yapışıyor. Buna karşılık, proletarya devrimleri, 19. yüzyılın devrimleri olarak, durmadan kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururlar, yeni baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler, hasımlarını, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna, daima yeniden gerilerler, ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar:
Hic Rhodus, hic salta! [264] (sayfa 481)
Gül burada, burada raksetmelisin!
Zaten, her vasat gözlemci, Fransız Devriminin gelişme çizgisini adım adım izlemeksizin de olsa, devrimin görülmedik tam bir yenilgiye doğru gittiğinden kuşkulanmalıydı. Bu demokrat bayların 2 Mayıs 1852’nin[265] mucizevi sonuçlarından dolayı karşılıklı olarak birbirlerini kutlayışlarındaki her türlü alçakgönüllülükten yoksun zafer ulumalarını duymak yeterdi. 2 Mayıs 1852, onlarda, tıpkı kiliastlara[266] göre İsa’nın yeniden yeryüzüne döneceği ve bin yıllık hükümdarlığını kuracağı gün gibi bir sabit fikir, bir dogma haline gelmişti. Güçsüzlük, gevşeklik, her zamanki gibi, kurtuluşunu, mucizelere inanmakta bulmuştu, afsunlarla düşmanı muhayyilesinden kovdu diye onu yendiğini sandı ve kendisini bekleyen geleceği ve bir gün yerine getirmeye niyetlendiği, ama henüz bunun zamanının geldiğine inanmadığı işleri ululamakla yetinerek, bugünü, içinde bulunulan zamanı anlama yeteneğini tüm yitirdi. Karşılıklı birbirlerine acıyarak, ve sımsıkı birbirleri arasında gruplaşarak herkesçe bilinen yeteneksizliklerini yalanlamaya çalışan bu kahramanlar, çekip gitmişler, zafer taçlarını, hesaba mahsuben ceplerine koymuşlardı ve in partibus [98] cumhuriyetlerin tahvillerini borsada kırdırmakla uğraşıyorlardı; alçakgönüllü ruhlarının sessizliğinde bu cumhuriyetler için hükümet personelini hazırlamayı bile ihmal etmemişlerdi. 2 Aralık, dupduru bir gökte bir gökgürültüsü gibi şaşırtmıştı onları, ve çöküş dönemlerinde, en büyük gürültü ile bağırıp çağıranların kendi gizli korkularını bastırmalarına bile bile razı olan halklar, belki de bir kaz sürüsünün bağırtılarının Capitol’ü[267] kurtarabileceği zamanların artık geçmiş olduğuna inanacaklardır.
Anayasa, Ulusal Meclis, hanedan partileri, mavi ve kırmızı cumhuriyetçiler, Afrika kahramanları, politika kürsüsünden gelen gökgürültüsü, günlük basının şimşekleri, tüm edebiyat, politikanın ünlü kişileri ve ün yapmış aydınlar, medeni hukuk, ceza yasası, “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik”, ve 2 Mayıs 1852, bütün bunlar, düşmanlarının bile bir büyücü saymadıkları bir adamın okuyup üflemesi ile, sanki büyü yapılmış gibi ortadan kayboldular. Genel oy hakkı, sanki dünyanın gözleri önünde, kendi vasiyetini kendi eliyle yazmak ve halk adına: Var olan her şeyin yok olması gerektiğini (sayfa 482) ilân etmek için ancak bir an yaşamışa benziyor.[6*]
Fransızların yaptıkları gibi, kendi ulusunun gafil avlandığını söylemek yetmez. Ne bir ulusun, ne de bir kadının, karşılarına çıkan ilk serüvencinin kendilerini iğfal edebildiği zaaf anı bağışlanır bir şey değildir. Şeyleri bu biçimde sunmakla sorun çözümlenemez, ancak başka bir biçimde ifade edilmiş olur. Nasıl olup da 36 milyonluk bir ulusun üç dolandırıcı tarafından ansızın faka bastırıldığı ve direnç göstermeden köleliğe sürüklendiği, gene de açıklanması gereken bir şey olarak kalır.
Fransız Devriminin 24 Şubat 1848’den Aralık 1851’e kadar geçirdiği evreleri, ana çizgileri ile özetleyelim.
Bellibaşlı üç dönem ayırmak gerekir: 1. Şubat dönemi; 2. 4 Mayıs 1848’den 29 Mayıs 1849’a kadar cumhuriyetin kuruluşu ya da Kurucu Ulusal Meclisdönemi; 3. 29 Mayıs 1849’dan 2 Aralık 1851’e kadar anayasal cumhuriyet ya da Ulusal Yasama Meclisi dönemi.
24 Şubattan, yani Louis-Philippe’in düşüş tarihinden, 4 Mayıs 1848’e, Kurucu Meclisin toplanma tarihine kadar uzanan ve uygun deyimiyle Şubatdönemini meydana getiren birinci dönem, devrimin başlangıç, hazırlanış dönemi sayılabilir. Resmen bu döneme niteliğini veren şey, bu dönemin bulup buluşturuverdiği hükümetin kendi kendisine geçici demesi ve bu dönemde önerilen, girişilen, ifade edilen her şeyin ancak geçici olarak yapılmış olmasıdır. Hiç bir şey ve hiç bir kimse, gerçek bir varlığa sahip olma ve gerçek bir eylemde bulunma hakkı gibi bir iddiada bulunmadı. Devrimi hazırlayan ya da yapan bütün öğeler, haneden muhalefeti, cumhuriyetçi burjuvazi, cumhuriyetçi-demokrat küçük-burjuvazi, sosyal-demokrat işçi sınıfı, hepsi, Şubat hükümetinde geçici olarak yerlerini buldular.
Zaten başka türlü de olamazdı, Şubat günleri, mülk sahibi sınıfın kendi içinde siyasal ayrıcalıklar çemberini genişletmek ve mali aristokrasinin tek başına egemenliğini devirmek için yalnızca bir seçim reformu peşinde koşuyordu. Ama, gerçek bir çatışma durumuna gelindiği, halk barikatları kurduğu, ulusal muhafız gücü pasif bir tutum aldığı, (sayfa 483) ordu hiç bir ciddi direniş göstermez olduğu, ve krallık da kaçtığı zaman, cumhuriyet zorla kendini kabul ettirir göründü. Her parti, cumhuriyeti kendine göre yorumladı. Proletarya, cumhuriyeti, silah elde ele geçirdiği için ona kendi damgasını vurdu ve sosyalcumhuriyeti ilân etti. Modern devrimin genel içeriği, belli durumda ve belli koşullarda, elde bulunan malzeme ile, ve yığınların ulaşmış oldukları gelişme derecesi ile derhal uygulamaya konulabilecek olan her şeyle baştan sona garip bir çelişki halinde bulunan içeriği böylece belirlendi. Öte yandan, Şubat Devrimine katılmış olan bütün öteki öğelerin iddiaları hükümetten aldıkları aslan payında kendini buldu. Bu yüzden, başka hiç bir dönemde, yüksek sözlerden, hem güvensizlik, hem de gerçek beceriksizlikten, hem ilerlemeye doğru daha coşkulu özlemlerden, hem de eski yaşam geleneğinin daha mutlak egemenliğinden, hem bütün toplumdaki daha göze görünür uyumdan, hem de bu toplumun değişik öğeleri arasındaki daha derin karşıtlıktan oluşmuş daha çeşitli bir karışım görmüyoruz. Paris proletaryası, önünde açılan muazzam perspektifler daha da coşup taşarken, o toplumsal sorunlar üzerine tartışmalardan daha çok zevk alırken eski toplumsal güçler gruplaşmış, biraraya toplanmış ve aralarında uyuşmuş bulunuyor ve ulusun büyük kitlesi içinde, bir kere temmuz monarşisinin[116] koyduğu engeller ortadan kalktığı zaman, birdenbire politika sahnesine atılan köylüler ve küçük-burjuvalar arasında beklenmedik bir destek buluyordu.
4 Mayıs 1848’den Mayıs 1849’un sonuna kadar giden ikinci dönem, anayasa dönemi, burjuva cumhuriyetinin temelinin atılışı dönemidir. Şubat günlerinin hemen ardından, yalnız cumhuriyetçiler, hanedan muhalefetini, sosyalistler de cumhuriyetçileri baskına uğratmakla kalmadılar, Paris bütün Fransa’yı baskına uğrattı. Ulusun oylarından çıkmış, 4 Mayısta toplanan Ulusal Meclis, ulusu temsil ediyordu. Bu meclis, Şubat günlerinin iddialarına karşı güçlü bir protesto idi ve devrimin sonuçlarını burjuva ölçüsüne uydurmak gibi bir görevi vardı. Bu Ulusal Meclisin niteliğinin hemen farkına varan Paris proletaryası, 15 Mayısta,[134](sayfa 484) eğiliminin kendisini tehdit etmesine araç olan bu organizmayı yeniden öğelerine ayırmayı boşuna denedi. Bilindiği gibi 15 Mayısın, Blanqui ve yandaşlarının, komünist devrimcilerin, yani proletarya partisinin gerçek önderlerinin, bu ele aldığımız dönem boyunca kamu sahnesinden uzaklaştırılmalarından başka bir sonucu olmadı.
Louis-Philippe’in burjuva monarşisinin ardından, ancak burjuva cumhuriyeti gelip onun yerini alabilir. Bu demektir ki, krallıkta, burjuvazinin kısıtlı bir bölümü kral adına hüküm sürmüş olduğu halde, bundan böyle, artık, burjuvazinin meclisi halk adına hüküm sürecektir, Paris proletaryasının istemleri, kesin olarak defedilmesi gereken birtakım ütopik martavallardır. Ulusal Kurucu Meclisin bu bildirimine, Paris proletaryası, Avrupa içsavaşlar tarihinde en yaman olay olan Haziran ayaklanması[53] ile karşılık verdi. Burjuva cumhuriyeti üstün geldi. Burjuva cumhuriyetinin yanında, mali aristokrasi, sanayi burjuvazisi, orta sınıflar, küçük-burjuvazi, ordu, seyyar muhafız olarak örgütlenmiş lümpen-proletarya, aydınlar, rahipler ve bütün kır nüfusu vardı. Proletaryanın yanında ise kendinden başka kimse yoktu. Ayaklananların 3 binden fazlası, zaferden sonra, kılıçtan geçirildi, 15.000’i yargılanmaksızın sürgün edildi. Bu yenilgi, proletaryayı, devrimci sahnenin arka planına itti. Proletarya, hareketin yeni bir hız kazanır, yeni bir atılıma geçer göründüğü her kez, yeniden ön plandaki yerini almaya çaba gösterdi, ama her seferinde daha azalmış bir güçle ve daha zayıf bir sonuç alarak. Kendi üzerinde yer alan toplumsal tabakalardan biri, devrimci bir kaynaşma, bir yükseliş durumuna girer girmez, proletarya, hemen onunla bir ittifak yapıyor ve böylece çeşitli partilerin birbiri ardından uğradıkları bütün bozgunları paylaşıyor. Ama ardarda gelen bu darbeler, toplumun bütün tabakalarına dağılıp daha çok paylaşıldıkları ölçüde zayıflıyorlar. Proletaryanın Ulusal Meclisteki ve basındaki başlıca liderleri birbiri ardından mahkemelere verildi ve onların yerini, gittikçe daha şüpheli tipler aldı. Bir bakıma, proletarya, değişim bankaları ve işçi ortaklıkları gibi doktriner denemelere, yani kendisine özgü olan büyük araçların (sayfa 485) yardımıyla eski dünyanın biçiminideğiştirmekten vazgeçtiği bir harekete atılıyor, ama dünyayı değiştirmek yerine kurtuluşunu, deyim doğru olursa, toplumun arkasında, özel bir biçimde,kendi varlık koşullarının dar sınırları içersinde gerçekleştirmeye bakıyor, bu yüzden de zorunlu olarak başarısızlığa uğruyor. Proletarya, ne kendinde devrimci çapı yeniden bulabiliyor, ne de Haziranda kendilerine karşı dövüştüğü bütün sınıflar yanıbaşında yere serilinceye kadar yeni yaptığı ittifaklardan yeni bir enerji kazanabilir görünüyor. Ama, hiç değilse, büyük tarihsel savaşımın şan ve şerefi ile göçüyor. Yalnız Fransa değil, ama tüm Avrupa Haziran depremiyle dehşetle sarsıldı, oysa yukarı sınıflara karşı kazanılan zaferler o kadar kolaylıkla kazanılmıştı ki, bunları önemli birer olaymış gibi göstermek için, kazanan partinin onları arsızca abartması gerekir ve yeniden parti, proletaryadan ne kadar uzak olursa bu zaferler de o kadar utanç verici olur.
Haziranda ayaklananların yenilgisi, gerçekte, üzerinde burjuva cumhuriyetinin temellerinin atılabileceği ve kurulabileceği alanı hazırlamış, düzlemişti. Ama bu yenilgi, aynı zamanda, Avrupa’da, cumhuriyet mi, krallık mı sorunundan daha başka sorunların da var olduğunu göstermişti. Burjuva cumhuriyetinin burada bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki mutlak zorbalığı anlamına geldiğini göstermişti. Bu yenilgi, çok gelişmiş bir sınıf yapısına, modern üretim koşullarına sahip, bütün geleneksel düşüncelerin yüzyıllık bir çaba ile manevi bir bilinçte eritildikleri, böyle bir bilince sahip eski uygarlığın ülkelerinde, cumhuriyetin, genel olarak, burjuva toplumunun ancak siyasal dönüşümünün biçimi olduğunu, örneğin artık meydana gelmiş, ama henüz yerine oturmamış sınıfların, tersine, kendilerini oluşturan öğeleri durmadan değiştirdikleri ve yerine yeni öğeler koydukları, modern üretim araçlarının durağan bir nüfus fazlalığına uygun düşmek yerine, daha çok göreli bir kafa ve kol eksikliğinin yerini doldurduğu ve bir de, önünde fethedilecek yepyeni bir dünya bulunan genç ve hummalı bir maddi üretimin, eski manevi dünyayı yıkmaya, ne zaman, ne de fırsat bulabildiği Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi burjuva toplumunu, değiştirmeden olduğu gibi saklamanın biçimi olmadığını göstermişti. (sayfa 486)
Haziran günlerinde, bütün sınıflar ve bütün partiler, proletarya sınıfının karşısında, yani “anarşi partisi”nin, sosyalizmin, komünizmin karşısında, “düzenpartisi” içinde birleşmişlerdi. Onlar, toplumu, “toplum düşmanları”nın tasallutundan kurtarmışlardı. Onlar, eski toplumun “mülkiyet, aile, din, düzen” sloganlarını yeniden ele alıp, bunları ordularında parola olarak kullanmışlardı ve karşı-devrimci haçlılar ordusuna: “Bu işaret altında kazanacaksın!”[268] diye bağırmışlardı. Bu andan itibaren, bu işaret altında, Haziran ayaklanmacılarına karşı biraraya gelmiş olan birçok partiden biri, devrimci savaş alanını kendi özel sınıf çıkarları adına savunmaya çalıştığı zaman, “mülkiyet, aile, din, düzen!” haykırışı altında ezilir. Efendilerinin çemberi daraldıkça ve daha dar, daha tekelci bir çıkar, daha geniş bir çıkara karşı savunuldukça, toplum da o kadar kez kurtarılmıştır. En basit burjuva mali reformunun, en sıradan liberalizmin, en biçimsel cumhuriyetçiliğin, en sığ demokrasinin her türlü istemi, hem “topluma karşı bir saldırı” olarak cezalandırılmış, hem de “sosyalist” diye horlanmıştır. Ve sonunda, “din ve düzen”in büyük rahiplerinin kendileri de üç ayaklı vaaz kürsülerinden tekmeyle kovuldular, gece yarısı yataklarından kaldırıldılar, cezaevi arabalarına tıkıldılar, zindana atıldılar, ya da sürgüne gönderildiler. Tapınakları yerlebir edildi, ağızları mühürlendi, kalemleri kırıldı ve onların yasaları, din, mülkiyet, aile ve düzen adına yırtılıp atıldı. Düzenin bağnaz burjuvaları, kendi balkonlarında, sarhoş bir başıbozuk asker tarafından kurşuna dizildiler, kutsal aile ocakları hakarete uğradı, evleri sırf vakit geçirmek için bombalandı, ve bütün bunlar, mülkiyet, aile, din ve düzen adına yapıldı. Burjuva toplumunun tortusu, son olarak, düzenin kutsal ordusunu (falanj) oluşturuyor, ve kahraman Crapulinsky,[269] “toplumun kurtarıcısı” olarak Tuileries sarayına giriyor.

II

Olaylar zincirini yeniden ele alalım:
Ulusal Kurucu Meclisin tarihi, Haziran günlerinden itibaren, cumhuriyetçi burjuva kesiminin, üçrenkli (sayfa 487) cumhuriyetçiler, katıksız cumhuriyetçiler, siyasal cumhuriyetçiler, biçimci cumhuriyetçiler vb. adı ile tanınan kesimin egemenliğinin ve parçalanıp dağılmasının tarihidir.
Louis-Philippe’in burjuva krallığında, bu kesim, resmi cumhuriyetçi muhalefeti oluşturuyordu ve dolayısıyla bu çağın siyaset dünyasının tamamlayıcı bir parçası olarak kabul edilmişti. Meclislerde temsilcileri vardı ve basında önemli bir etki alanına sahipti. Cumhuriyetçi burjuva kesiminin Paris’teki organı National, [122] kendi tarzında, Le journal des débatst[139] kadar ağırbaşlı bir gazete sayılıyordu. Bu kesimin anayasal krallık altındaki yeri, onun niteliğine tamamıyla uygundu. Bu kesim, büyük ortak çıkarlarla biraraya toplanmış, ve ötekilerden özel üretim koşulları ile ayrılmış bir burjuvazi kesimi değildi; ancak, cumhuriyetçi kafada burjuvalardan, yazarlardan, avukatlardan, subaylardan ve memurlardan oluşmuş bir yârandı ve onun etkinliği, ülkenin Louis-Philippe’e karşı hissettiği kişisel antipatiye, eski cumhuriyetin anılarına, bir miktar coşkulu cumhuriyetçinin inançlarına ve özellikle de Viyana antlaşmalarına[270] ve İngiltere ile ittifaka karşı duyulan kini titizlikle sürdüren Fransız milliyetçiliğine dayanıyordu. National’in Louis-Philippe zamanında sahip olduğu etkinliğin büyük bir bölümü, bu maskeli emperyalizmden doğuyordu; ama daha ilerde, cumhuriyet döneminde, National, bu alanda Louis Bonaparte’ın şahsında çok tehlikeli bir rakiple karşılaşacaktı. National de, o zaman, geri kalan bütün burjuva muhalefetinin yaptığı gibi mali aristokrasi ile savaşıyordu. Onun, Fransa’da, mali aristokrasiye karşı savaşıma bağlı olan bütçe aleyhindeki polemikleri, kendisine çok ucuz bir halk sevgisi sağlıyordu ve ilkelere aşırı bağlı başyazılarına kullanamayacakları kadar çok malzeme getiriyordu. Sanayi burjuvazisi, Fransız gümrük sisteminde, koruyucu yöntemi, ekonomik nedenlerden çok ulusal nedenlerle de olsa, savunduğu için National’e karşı, iyilikbilir duygular taşıyordu; burjuvazinin tümü, National’in, komünizm ve sosyalizm konusunda kin dolu ihbarlarının hesabını tutuyordu. Üstelik, National partisi salt cumhuriyetçi idi, yani burjuva egemenliğinin, kralcı bir biçim yerine cumhuriyetçi bir biçime bürünmesini ve özellikle bu egemenlikte aslan payının kendine verilmesini istiyordu. (sayfa 488) Ancak, dönüşünün koşullarına gelince, bu konuda, kesinlikle hiç bir fikri yoktu. Tersine, onun için gün gibi apaçık olan şey, ve Louis-Philippe’in hükümdarlığının son zamanlarında, reformun şölenlerinde herkesin gözü önünde açığa vurulan şey, National’in demokrat küçük-burjuvalar, özellikle de devrimci proletarya arasında tutulmamasıydı. Bu katıksız cumhuriyetçiler, zaten bu katıksız cumhuriyetçiler açısından doğal olduğu üzere, en tanınmış temsilcilerine Geçici Hükümette bir yer sunan Şubat Devrimi[51] patlak verdiği zaman, her şeyden önce, neredeyse Orleans düşesinin naipliğiyle yetinmek üzereydiler. Bu temsilciler, doğal olarak, önceden burjuvazinin ve Ulusal Kurucu Meclisin çoğunluğunun güvenine sahiptiler. Geçici Hükümetin sosyalist unsurları, Ulusal Meclisin daha ilk birleşiminde atadığı Yürütme Komisyonundan derhal çıkartıldılar ve Nationaldemokrat cumhuriyetçilerden (Ledru-Rollin, vb.) kurtulmak için, Haziran ayaklanmasından yararlandı. Haziran katliamını yönetmiş olan burjuva cumhuriyetçi partinin generali Cavaignac, diktatörce bir güç kullanarak, Yürütme Komisyonunun yerini aldı. National’in eski başyazarı Marrast, Ulusal Kurucu Meclisin sürekli başkanlığına atandı ve bakanlıklar ve onlar gibi başka bütün önemli yerler, katıksız cumhuriyetçilerin eline geçti.
Burjuva cumhuriyetçilerin, uzun zamandan beri kendilerini temmuz monarşisinin meşru varisi sayan kesimi, böylece kendi ülküsünü aşmış bulunuyordu, ama Louis-Philippe yönetiminde düşlediği gibi burjuvazinin tahta karşı liberal bir başkaldırması sonucu değil, top atışı ile bastırılan proletaryanın sermayeye karşı ayaklanması sonucunda iktidara geliyordu. Onun, en devrimci bir olay olacağını düşünüp tasarladığı şey, gerçekte, en karşı-devrimci bir olay olarak geçmişti. Meyve, onun eline düşüyordu, ama bu meyve, hayat ağacından değil, bilim ağacından geliyordu.
Burjuva cumhuriyetçilerin tek başlarına egemenlikleri ancak 24 Hazirandan 10 Aralık 1848’e kadar sürdü. Bu egemenliğin tarihi, cumhuriyetçi anayasanınhazırlanışı ve Paris’te sıkıyönetim ilanı olarak özetlenebilir.
Yeni Anayasa aslında, 1830 anayasal Sözleşmenin [271] (sayfa 489) cumhuriyetçileştirilmiş baskısından başka bir şey değildi. Bizzat burjuvazinin büyük bir bölümünü siyasal iktidarın dışında tutan temmuz monarşisinin, dar, vergili-seçim (censitaire)[7*] sistemi, burjuva cumhuriyetinin varlığı ile bağdaşmaz bir şeydi. Şubat Devrimi, derhal, bu vergili-seçim (cens)[8*] yerine, tek dereceli genel oy sistemini ilan etmişti. Bu olayı önlemek burjuva cumhuriyetçilerinin elinden gelmezdi. Ancak buna, seçim bölgesinde altı ay oturmuş olmak kısıtlayıcı kaydını eklemekle yetinmek zorunda kaldılar. Eski idarî, beledî, adlî ve askerî örgütlenme olduğu gibi alıkonuldu, ve anayasanın bu örgütlenmeye değişiklik getirdiği yerlerde de, bu değişiklik, içerikte, metinde, esasında değil, yalnız maddelerin sıralanışında yapıldı.
1848 özgürlüklerinin kaçınılmaz kurmayı: kişi özgürlüğü, basın özgürlüğü, söz, dernek kurma, toplanma özgürlüğü, öğrenim özgürlüğü, inanç özgürlüğü, vb., onu yararlanmaz kılan bir anayasal üniformaya büründü. Bu özgürlüklerden herbiri, Fransız yurttaşlarının mutlak hakkı ilan edildi, ancak şu değişmez koşulla ki, bu özgürlükler, yalnız “başkasının eşit hakları ve genel güvenlik” ile, ve aynı zamanda, doğrudan bu özgürlükler arasındaki uyumu sağlamakla yükümlü “yasalar”la çatışmadıkları ölçüde, sınırsız idiler. Örneğin: “Yurttaşlar, dernek kurmak, barışçıl ve silahsız toplanmak, dilekçe yazmak ve görüşlerini basın yoluyla ve daha başka yollarla açıklamak hakkına sahiptirler. Bu hakların kullanılmasında, başkasının eşit haklarından ve genel güvenlikten başka sınır yoktur.” (Fransız Anayasası, Bölüm II, § 8) “Öğrenim serbesttir. Öğrenim özgürlüğü, yasa ile saptanan koşullar içinde ve devletin yüksek denetimi altında yerinegetirilmelidir.” (l.c., § 9) “Her yurttaş, yasayla öngörülen koşullar dışında, konut dokunulmazlığına sahiptir.” (Bölüm I, § 3) vb., vb.. Anayasa, sürekli olarak, birbirleriyle çatışmalarını ve kamu güvenliğini tehlikeye düşürmelerini önlemek için, bu mutlak özgürlüklerden yararlanılmasını düzene koymaya ve getirilen kayıtları belirginleştirmeye yönelik gelecekteki anayasa ilkelerini geliştirecek temel (sayfa 490) yasalara (lois Organiques) atıf yapar. Ve sonradan, bu temel yasalar, düzenin dostları tarafından pişirilip kotarılmış ve bütün bu özgürlükler, burjuvazinin, toplumun öteki sınıflarının eşit haklarına dokunmadan yararlanabileceği bir biçimde düzene konulmuştur. Bu temel yasalar, ne zaman bu özgürlükleri öteki sınıflara tümden yasaklasa ya da yalnız, polis tuzaklarından başka bir şey olmayan koşullar altında kullanılmalarına izin verse, bu, daima anayasanın buyruklarına uygun olarak, yalnızca “kamu güvenliği”, başka bir deyişle burjuvazinin güvenliği yararına olmuştur. Bunun içindir ki, sonradan, bütün bu özgürlükleri ortadan kaldıran düzenin dostları olsun, bu özgürlükleri eksiksiz isteyen demokratlar olsun, her iki taraf da, haklı olarak, iddialarını anayasaya dayandırmışlardır. Anayasanın her paragrafı, gerçekten de, kendi karşı-savını, kendi lordlar kamarasını, kendi avam kamarasını içerir: metinde özgürlük, sayfa kenarında bu özgürlüğün kaldırılması. Daha sonraları, özgürlük sözüne saygı gösterildiği, ama onun gerçek uygulaması, kuşkusuz yasal yollarla yasaklandığı sürece, her ne kadar gerçek varlığı tamamen yokedilmiş olsa da özgürlüğün anayasal varlığı tam ve dokunulmamış olarak kaldı.
O kadar ustalıkla dokunulmaz kılınan bu anayasa, gene de, tıpkı Aşil gibi yalnız bir noktadan yaralanabilir, ama topuktan değil de baştan, ya da daha doğrusu içinde yitip gittiği iki baştan, Yasama Meclisi ile cumhurbaşkanı’ndan yara alabilir. Anayasayı bir karıştırınız, yalnız cumhurbaşkanı ile Yasama Meclisinin ilişkilerini saptayan paragrafların mutlak, pozitif, çelişki olanağından uzak, çarpıtılması olanaksız olduklarını farkedeceksiniz. Burada, burjuva cumhuriyetçiler için, gerçekten kendi güvenlikleri sözkonusuydu. Anayasanın 45’ten 70’e kadar olan paragrafları o şekilde kaleme alınmıştır ki, Ulusal Meclis, cumhurbaşkanını anayasal yolla uzaklaştırabilirse de, cumhurbaşkanı, Ulusal Meclisten ancak anayasal olmayan bir yolla, yani bizzat anayasayı ortadan kaldırarak kurtulabilir. Bu duruma göre, anayasa böylece kendinin zor yoluyla kaldırılmasına yolaçar. Anayasa, 1830 Sözleşmesi gibi güçler ayrımını yalnız kutsamakla kalmaz, bu ayrımı en dayanılmaz bir çelişki haline gelene kadar genişletir. Anayasal güçlerin oyunu Guizot, yasama (sayfa 491) gücü ile yürütme gücü arasındaki çekişmelere bu adı veriyordu 1848 Anayasasında hiç durmadan “va banque”[9*] oynar. Bir yanda sorumsuz, dağıtılamaz, bölünmez bir Ulusal Meclisi, her şeyin üstünde olan bir yasama gücünü elinde bulunduran, savaş, barış ve ticaret antlaşması konularında son merci olarak karar veren, genel af yapma hakkına yalnız kendisi sahip bulunan ve sürekli niteliği ile hep sahnenin önünde yer alan bir Ulusal Meclisi oluşturan, genel oyla seçilmiş, yeniden seçilebilir 750 halk temsilcisi. Öte yanda, krallık erkinin bütün hassaları ile, bakanlarını Ulusal Meclisten bağımsız olarak atamak ve görevden almak hakkı ile, yürütme gücünün bütün eylem olanaklarına sahip, tüm devlet görevlerini elinde bulunduran ve böylece de Fransa’da her rütbe ve kıdemden 50.000 memur ve subaya bağlı bir-buçuk milyonun kaderini elinde tutan cumhurbaşkanı. O, ülkenin bütün silahlı kuvvetlerinin komutanıdır. O, herhangi bir suçluyu bağışlamak, ulusal muhafızları açığa almak, Danıştayın onaması ile yurttaşlarca seçilen eyalet ve belediye kurulu üyelerinin görevine son vermek gibi bir ayrıcalıktan yararlanır. Yabancılarla her türlü görüşme yapma inisiyatifine sahiptir ve bu görüşmelerin yönetimini elinde tutar. Meclis, aralıksız daima sahnede kaldığı, kamuoyunun eleştirisine maruz bulunduğu halde, o, cumhurbaşkanı, Champs-Elysées’de gizli bir yaşam sürdürüyor, gözlerinin önünde ve yüreğinin içinde, anayasanın 45. maddesi, her gün “Frère, il faut mourir!”[10*] Senin iktidarın, seçilişinin dördüncü yılında güzel mayıs ayının ikinci pazarında sona eriyor! O zaman bu iktidarın gözkamaştırıcılığı da bitecek! Temsil ikinci kez oynanmayacaktır, ve eğer borcun varsa, ve eğer güzel mayıs ayının ikinci pazar gününü Clichy’ye[272] gitmeyi yeğlemiyorsan vakit varken, anayasanın sana verdiği 600.000 franklık ödenekle bu borçları ödemenin çarelerini düşün!” diye bağırıyor. Ama, yasa maddeleri ile manevi bir güç yaratmanın olanaksızlığından başka, cumhurbaşkanını tek dereceli seçimle bütün Fransızlara seçtirmekle, anayasa, bir kez daha kendi kendini yıkıyor. Fransa’nın oyları Ulusal Meclisin 750 (sayfa 492) üyesine dağılırken, burada, tersine, tek bir kişi üzerinde toplanır. Her milletvekili yalnız şu ya da bu partiyi, şu ya da bu kenti, şu ya da bu köprübaşını ve hatta, salt yediyüz ellinci herhangi bir kimseyi seçme zorunluluğunu, bir insan üzerindeki eşyadan daha fazla titizlik gösterilmediği bu seçme işlemini temsil ettiği halde, o, ulusun seçtiğidir ve onun seçimi, egemen halkın dört yılda bir oynadığı kozdur. Seçilmiş Ulusal Meclis, ulusa metafizik bir bağ ile bağlıdır, ama seçilmiş cumhurbaşkanı, ulusa kişisel bir bağ ile bağlıdır. Ulusal Meclis, elbette ki çeşitli üyelerinde ulusal ruhun başka başka yönlerini temsil eder, ama bu ulusal ruh, asıl cumhurbaşkanında cisimleşir. Başkan, meclis karşısında bir çeşit tanrısal hakka sahiptir. O, halkın sayesinde başkandır.
Deniz tanrıçası Tetis, Aşil’e gençliğinin baharında yok olup gideceğini önceden haber vermişti. Aşil gibi ancak bir yerinden yaralanabilir olan anayasa da, erken bir ölümle yokolacağını önsezileri ile hissediyordu. Kralcıların, bonapartçıların, demokratların, komünistlerin böbürlenmelerinin farkına varmak için, Kurucu Meclisin katıksız cumhuriyetçilerinin kendi ülkesel cumhuriyetlerinin bulutlu gökyüzünden aşağıdaki yabancısı olduğu dünyaya bir gözatmaları yetiyordu ve Tetis denizden çıkıp, bildiği gizi kendilerine açıklama gereksinmesini duymadan da, onlar, yasama konusundaki büyük başyapıtlarının taçlandırılmasına yaklaştıkları ölçüde günden güne saygınlıklarını daha çok yitiriyorlardı. Anayasal bir hileye başvurarak anayasanın 111. paragrafının yardımı ile kaderi boşa çıkarmaya çalıştılar; bu paragrafa göre, anayasada yapılacak her çeşit değişikliğin yeniden görüşülmesi önerisi, ancak, bir aylık aralarla birbirinden ayrılmış ardarda üç birleşimden sonra, en az dörtte-üç çoğunlukla ve ayrıca Ulusal Meclisin en az 500 üyesinin oylamaya katılması koşuluyla oylanabilir. Bu, daha şimdiden parlamenter bir azınlık haline düşmekte olduklarını kahince gören katıksız cumhuriyetçilerin, henüz parlamenter çoğunluktan istedikleri yönde yararlanabildikleri ve hükümet iktidarının bütün eylem olanaklarını ellerinde bulundurdukları bir sırada, her gün, güçsüz ellerinden biraz daha kaçar gördükleri bir iktidarı hâlâ kullanmak için yaptıkları umutsuz bir girişimden başka bir şey değildi. (sayfa 493)
Nihayet, anayasa, bir paragrafta “uyanık” yurttaşları ve “yurtseverleri” gene kendisinin yarattığı en yüce mahkemenin, yani Yüksek Mahkemenin titiz ve cezai dikkatine sunduktan sonra, melodram niteliğindeki bir başka paragrafta, kendi kendisini, “tüm Fransız halkının olduğu gibi tek tek kişi olarak Fransızların da uyanıklığına ve yurtseverliğine” emanet ediyor.
2 Aralık 1851’de, bir kafa vurmakla değil, sadece bir şapkanın değmesiyle yıkılan 1848 Anayasası işte bu idi. Bu şapkanın Napoléon’un üç köşeli şapkası olduğu da doğrudur.
Cumhuriyetçi burjuvalar, Meclis’te, bu anayasayı inceden inceye düzeltmek, üzerinde tartışmak ve oylamakla uğraşırlarken, Meclis dışında Cavaignac Paris’te sıkıyönetimi sürdürüyordu. Paris’te sıkıyönetimin ilanı, Kurucu Meclise, cumhuriyeti dünyaya getiren doğum sancılarında ebelik hizmeti görmüştü. Anayasa daha sonra süngüler altında katledildiyse de, anayasayı daha anasının bağrında gene süngü darbeleri ile, hem de halka doğrultulmuş süngülerle korumak ve anasının da onu gene süngülerin yardımıyla dünyaya getirmek zorunda kaldığını unutmamak gerekir. “Saygıdeğer cumhuriyetçiler”in ataları, simgeleri olan üçrenkli bayrağı,[127] tüm Avrupa’da dolaştırmışlardı. Onlar da, tüm Kıtada kendi kendine yolunu bulan, ama eyaletlerin yarısında yurttaşlık hakkı elde edene dek Fransa’ya geri dönmeyi yeğleyen bir buluş yaptılar. Bu buluş, sıkıyönetim idi. Muazzam bir buluştu bu, sonraları, Fransız Devrimi süresince patlak veren her bunalımda uygulanmıştı. Ama Fransız toplumunu rahat durdurmak için dönem dönem kendisine zorla kabul ettirilen kışla ve ordugâh; dönem dönem kendisine adalet dağıttırılan ve ülke yönettirilen vâsi ve denetçi, polis ve gece bekçisi rolü yaptırılan kılıç ve filinta; dönem dönem toplumun yüce bilgeliği, toplumun güdücüsü diye ululanan bıyık ve üniforma, sonunda, en yüce yönetim olarak kendi öz yönetimlerini ilân ederek toplumu bir kerede toptan ve kesin olarak kurtarmanın ve burjuva toplumunu kendi kendini yönetme kaygısından tamamıyla azat etmenin daha iyi olacağına inanmayacaklar mıdır? Kışla ve ordugâh, kılıç ve filinta, bıyık ve üniforma, o zaman, bu göze görünür hizmet karşılığında daha çok ücret alabilecekleri (sayfa 494)Albay Bernard’ın şu anda, yeniden Paris’te görev görmekte olan komisyonunun başında olduğunu unutmamak gerekir.
Saygıdeğer cumhuriyetçiler, katıksız cumhuriyetçiler, Paris’te sıkıyönetim ilân ederek, üzerinde 2 Aralık 1851’in imparatorluk muhafızlarının[273] boy atacağı zemini hazırlamış olsalar bile, buna karşılık Louis-Philippe zamanında olduğu gibi ulusal duyguyu abartacakları yerde şimdi ulusal iktidarı ellerine geçirince yabancı karşısında yaltaklandıkları için ve İtalya’yı serbest bırakacakları yerde Avusturyalıların ve Napolililerin[274] onu yeniden ele geçirmelerine izin verdikleri için övgüyü haketmektedirler. Louis Bonaparte’ın 10 Aralık 1848’de Cumhurbaşkanlığına seçilmesi, Cavaignac’ın ve Kurucu Meclisin diktatörlüğüne son verdi.
Anayasanın 44. paragrafında şöyle deniyor, “Fransız Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, hiç bir zaman Fransız yurttaşı niteliğini yitirmemiş olmalıdır.” Oysa, Fransız Cumhuriyetinin yalnız birinci başkanı değil, Louis-Napoléon Bonaparte da Fransız yurttaşı niteliğini yitirmişti, yalnız İngiltere’de “özel polis memuru” olmakla kalmamış, İsviçre uyruğuna da geçmişti.[275]
10 Aralık seçiminin öneminin ne olduğunu bir başka yerde gösterdim.[11*] Burada, bu seçimin, Şubat Devriminin masraflarını ödemek zorunda kalmış olan köylülerin ulusun öteki sınıflarına karşı bir tepkisi, kırın kente karşı bir tepkisi olduğuna dikkati çekmek yeter. Bu seçim, National’in cumhuriyetçilerinin ne şan ne de kazanç sağladıkları ordu tarafından, Bonaparte’ı kendisini monarşiye götürecek köprü (sayfa 495) olarak selamlayan büyük burjuvazi çevrelerinde, onu, Cavaignac’ı cezalandıracak adam gibi gören proleterler ve küçük-burjuvalar arasında çok iyi karşılandı. Daha ilerde köylülerin Fransız Devrimi konusundaki tutumlarını daha yakından incelemek fırsatını bulacağım.
20 Aralık 1848’den Kurucu Meclisin dağılması tarihi olan Mayıs 1849’a kadar uzanan dönem, burjuva cumhuriyetçilerinin düşüşü tarihini içerir. Bunlar, burjuvazi için bir cumhuriyet kurduktan, devrimci proletaryayı safdışı ettikten, demokrat küçük-burjuvaziyi geçici olarak susturduktan sonra, kendileri de, haklı olarak kendi özel mülkü gibi bu cumhuriyet üzerine ambargo koyan burjuvazinin kitlesi tarafından bir kenara atıldılar. Ama bu burjuva kitlesi kralcı idi. Bir bölümü, büyük toprak sahipleri, Restorasyon döneminde[148] hüküm sürmüştü, dolayısıyla meşruiyetçi[65] idi. Öteki bölümü, yani mali aristokrasi ve büyük sanayiciler temmuz monarşisi sırasında hüküm sürmüşlerdi, bu yüzden onlar da orleancı[100] idiler. Ordunun, üniversitenin, kilisenin, baronun, akademinin ve basının büyük kodamanları, eşit olmayan oranlarda da olsa, bu iki akım arasında bölünmüşlerdi. Ne Bourbon, ne de Orleans adını taşımayıp yalnız sermaye adını taşıyan burjuva cumhuriyetinde ortaklaşa hüküm sürebilecekleri devlet biçimini bulmuşlardı. Haziran ayaklanması, daha o zaman, onları “düzen partisi”[147] olarak biraraya getirmişti. Şimdi de, Ulusal Mecliste hâlâ koltuğu olan burjuva cumhuriyetçiler yâranını uzaklaştırmak sözkonusuydu. Bu katıksız cumhuriyetçiler, proletaryaya karşı zor kullanırken ne kadar kaba ve hoyrat davrandılarsa, şimdi tam da cumhuriyetçiliklerini ve yürütme gücünü ve kralcılara karşı kendi yasama güçlerini savunmak sözkonusu olduğu bir sırada geri çekilirlerken de, o kadar korkak, o kadar tabansız, çekingen, yumuşak başlı, savunmasız oldular. Burada, onların dağılıp yok olmalarının yürekler acısı öyküsünü anlatacak değilim. Onlar ortadan yok olmadılar, buhar olup uçtular. Onların tarihi sonsuza değin bitmiştir artık, ve sonraki dönemde, onlar, meclisin içinde olduğu kadar dışında da, artık ancak eski anılar olarak, şu yalın cumhuriyet sözcüğü yeniden sözkonusu olur olmaz ve devrimci çatışma ne zaman daha alt bir düzeye düşme tehlikesi gösterse birazcık (sayfa 496) hayat kazanır görünen anılar olarak kendilerini gösterebilirler. Bu arada şuna da işaret edeyim ki, bu partiye adını veren gazete, yani National, sonraki dönemde sosyalist oldu.
Bu dönemle işimizi bitirmeden önce, 20 Aralık 1848’den Kurucu Meclise kadar giden dönemde birbirleriyle çok yakın ilişkiler sürdürdükleri halde, 2 Aralık 1851’de birbirlerini yok eden iki güce yeniden bir göz atmamız gerekir. Bir yanda Louis Bonaparte’tan, öte yanda da güçbirliği etmiş kralcılar, düzen partisi, büyük burjuvaziden sözetmek istiyoruz. Bonaparte, cumhurbaşkanı olur olmaz düzen partisinden oluşan bir bakanlar kurulu kurdu, başına da Odilon Barrot’yu, nota bene, parlamenter burjuvazinin en liberal kesiminin liderini getirdi. Bay Barrot, 1830’dan beri peşinden koştuğu bakanlığı sonunda ele geçirmişti, hem de başbakan olarak, ama Louis-Philippe zamanında düşündüğü gibi parlamenter muhalefetin en ileri lideri sıfatıyla değil de, bir parlamentonun canına okumak özel göreviyle ve amansız düşmanları cizvitlerin ve meşruiyetçilerin müttefiği olarak. Barrot, en sonunda, nişanlıyı eve götürüyordu, ama nişanlı fahişe oluktan sonra. Bonaparte’ın kendisine gelince, o, görünüşte tamamıyla perde arkasına çekilmişti. Düzen partisi onun yerine hareket ediyordu.
Bakanlar kurulunun daha ilk toplantısında, Roma seferine karar verildi, ve Ulusal Meclisin haberi olmaksızın bu işe girişmek için anlaşmaya varıldı ve sahte bir bahane ile gerekli krediler meclisten koparıldı. Böylece, Ulusal Meclise karşı dolandırıcılıkla ve devrimci Roma Cumhuriyeti aleyhine yabancı mutlakiyetçi hükümdarlıklarla gizli fesat çevirmekle işe başlandı. Bonaparte da, aynı şekilde ve aynı manevralara başvurarak kralcı Yasama Meclisine ve onun anayasal cumhuriyetine karşı 2 Aralık darbesini hazırladı. Unutmayalım ki, 20 Aralık 1848’de Bonaparte’a bakanlarını sağlamış olan parti, 2 Aralık 1851’de de Yasama Meclisinin çoğunluğunu oluşturdu.
Kurucu Meclis, Ağustos ayında, anayasayı tamamlamaya yönelik bir dizi temel yasa hazırladıktan ve yayımladıktan sonra, kendini dağıtmaya karar vermişti. Düzen partisi, 6 Ocak 1849’da, temsilcisi Rateau aracılığı ile, meclise temel yasaları bırakmasını ve kendi kendini dağıtmaya karar (sayfa 497) vermesini önerdi. Bay Odilon Barrot başta olmak üzere, yalnızca bakanlar kurulu değil, Ulusal Meclisin bütün kralcı üyeleri de, bir âmir havasıyla, Kurucu Meclise, kredinin eski durumuna getirilmesi, düzenin sağlamlaştırılması, bugünkü geçici duruma son verilmesi ve kararlı bir durum yaratılması için, dağılmasının zorunlu olduğunu, meclisin yeni hükümetin çalışmasını güçleştirdiğini, salt öcalma zihniyeti ile varlığını uzatmaya çalıştığını ve ülkenin kendisinden bezdiğini açıkça bildirdiler. Bonaparte, yasama gücüne yöneltilen bütün bu sövgüleri özenle not etti, onları ezberledi ve 2 Aralık 1851’de, parlamentonun kralcılarına onlardan ders almış olduğunu tanıtladı. Onların kendi kanıtlarını, onlara karşı çevirdi.
Barrot kabinesi ve düzen partisi daha da ileri gittiler. Bütün Fransa’da, Ulusal Meclise hitap eden toplu dilekçeler hazırlattırdılar, bunlarda çok dostça bir dille meclisten kendini dağıtması isteniyordu. İşte böylece, Ulusal Meclisin karşısına, halkın anayasal örgütsel ifadesinin karşısına, halkın örgütlenmemiş yığınlarını diktiler. Bonaparte’a, parlamento meclislerini halka havale etmeyi öğrettiler. Sonunda, Kurucu Meclisin, kendi kendini dağıtmaya karar vereceği 29 Ocak 1849 günü geldi. Meclis, toplantı yerini askerlerce tutulmuş buldu. Ulusal Muhafızın ve nizami birliklerin yüksek komutasını elinde bulunduran düzen partisi generali Changarnier, Paris’te, sanki bir savaş arifesinde imiş gibi birçok birlikleri teftişten geçirdi, ve kralcılar koalisyonu, gözdağı veren bir tonla Kurucu Meclise, eğer söz dinlemezse zor kullanılacağını açıkladı. Meclis söz dinledi ve ancak çok kısa bir uzatma süresi için pazarlık etti. Peki bu 29 Ocak, bu kez Cumhuriyetçi Ulusal Meclise karşı Bonaparte’ın güçbirliği ile kralcılar tarafından gerçekleştirilen bir 2 Aralık 1851 hükümet darbesi değil de ne idi? Bu baylar, Bonaparte’ın, 29 Ocak 1849’dan, Tuileries sarayında bir kısım birliklere kendi önünde geçit resmi yaptırtmak için yararlandığını ve birliklerin bu parlamenter iktidara karşı ilk başkaldırmaları fırsatına Caligula’yı[276] düşündürtecek biçimde dörtelle sarıldığına dikkat etmediler ya da etmek istemediler. Onlar yalnız kendi Changamier’lerini görüyorlardı.
Eğitim yasası dini ibadet yasası gibi anayasayı (sayfa 498) tamamlamaya yönelik temel yasalar, düzen partisini Kurucu Meclisin ömrünü zor yoluyla kısaltmaya iten nedenlerden biriydi. Kralcılar koalisyonu için, bu yasaları, güvenilir olmaktan çıkmış cumhuriyetçilerin değil, kendilerinin yapmaları birinci derecede önem taşıyordu. Zaten bu temel yasalar arasında bir tanesi cumhurbaşkanının sorumluluklarına ilişkindi. 1851’de, Bonaparte 2 Aralık darbesi ile bu darbeyi önlediği zaman, Yasama Meclisi de tam bu yasanın hazırlanması ile uğraşıyordu. Kralcılar koalisyonu, 1851 kış dönemi parlamento çalışmalarında, cumhurbaşkanının sorumluluğu konusundaki yasayı tamamlanmış hatta çekingen, düşman cumhuriyetçi bir meclis tarafından yapılmış olarak bulmak için neler vermezdi!
Kurucu Meclis, 29 Ocak 1849’da, kendi eliyle son silahını da kırdıktan sonra, Başbakan Barrot ve onun düzen dostları, meclisi köşeye kıstırdılar, ona hakaret olabilecek hiç bir şeyi esirgemediler ve onun umutsuz zaafından, halk yanında hâlâ sahip olabildiği saygınlığın en son kırıntılarını da yitirmesine malolan yasalar kopardılar. Aklı hep Napoléon’da olan Bonaparte, parlamenter iktidarın bu düşkünlüğünü açıkça kötüye kullanmak cesaretini gösterdi. Gerçekten de Ulusal Meclis, 8 Mayıs 1849’da, hükümeti, Civita-Vecchia’nın Oudinot tarafından işgali dolayısıyla bir kınama oylaması ile cezalandırdığı ve Roma seferinin iddia edilen hedefine döndürülmesini emrettiği zaman, Bonaparte, hemen o akşam, Le Moniteur’de [128] Oudinot’ya yazılmış ve onun parlak işlerini kutlayan ve böylece daha şimdiden, kendisini parlamentonun kalem efendileri karşısında ordunun yüce koruyucusu olarak ortaya koyan bir mektup yayınladı. Ona, “şu bizim saf” gözüyle bakan kralcılar buna gülümsediler. Nihayet, Kurucu Meclis Başkanı Marrast, bir an için Ulusal Meclisin güvenliğinin tehdit altında bulunduğuna inanıp da anayasaya dayanarak, alayı ile birlikte bir albay istediği zaman, albay ondan emir almayı reddetti, disiplini neden gösterdi ve Marrast’yı Changarnier’ye yolladı: Changarnier “entelektüel süngüleri” sevmediğini belirtip alay ederek, Marrast’yı başından savdı. Kasım 1851’de, kralcılar (sayfa 499)Defterdarlar Tasarısı [277] vesilesiyle, Ulusal Meclis başkanı tarafından birliklere doğrudan doğruya elkonulması ilkesini kabul ettirmeye çalıştılar. Onların generallerinden biri, Le Flô, yasa tasarısını imzalamıştı. Changarnier öneriye boşuna oy verdi ve Thiers, boşuna, eski Kurucu Meclisin ileri görüşlülüğüne saygılarını sundu. Savaş Bakanı Saint-Arnaud, kendisini tıpkı Changarnier’nin Marrast’ı yanıtladığı gibi yanıtladı, ve bu, Montagne’ın alkışlarıyla karşılandı!
İşte böylece, bizzat düzen partisi, henüz Ulusal Meclis olmadığı ve henüz sadece bakanlar kurulu olduğu bir zamanda, parlamenter rejimi sarsmıştı. Ve 2 Aralık 1851, bu rejimi Fransa’dan sürüp çıkardığı zaman da büyük gürültü kopardı.
Ona iyi yolculuklar diliyoruz.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments