Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Kasım 21, 2024
No menu items!
Ana SayfaKitaplıkLouis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i - Karl MarxLouis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i | Üçüncü Bölüm - K.Marks

Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i | Üçüncü Bölüm – K.Marks

IV
1849 Ekimi ortalarında Ulusal Meclis yeniden toplandı. 1 Kasımda, Bonaparte, Barrot-Falloux kabinesini görevden aldığını ve yeni bir kabine kurduğunu bildiren mesajı ile (sayfa 516) Ulusal Meclisi şaşırttı. Hiç bir zaman Bonaparte’ın bakanlarına yol verişi gibi böylesine yol-yöntem gözetmeden, protokolsüz, uşaklar bile kapı dışarı edilmemiştir. Ulusal Meclise savrulan tekmeleri, şimdilik, Barrot ve ortakları yedi.
Barrot kabinesi, daha önce gördüğümüz gibi, meşruiyetçilerle orleancılardan oluşmuş bir düzen partisi kabinesi idi. Bonaparte’ın, cumhuriyetçi Kurucu Meclisi dağıtmak, Roma’ya karşı sefere girişmek ve demokrat partiyi parçalamak için ona gereksinmesi vardı. Görünüşte, bu bakanlığın arkasında gölgede kalmış, hükümet iktidarını düzen partisinin ellerine bırakmış ve Louis-Philippe zamanında gazetelerin sorumlu yazıişleri müdürünün taşıdığı alçakgönüllü maskeyi, “homme de paille”[19*] maskesini takmıştı. Şimdi ise, artık, ardında gerçek yüzünü gizleyebildiği hafif bir peçe olmaktan çıkan, ve kendi çehresini göstermesini engelleyen bir demir maske olan bu eğreti kılığı başından atıyordu. O, Barrot kabinesini, düzen partisi adına cumhuriyetçi Ulusal Meclisi parçalamak için hükümete getirmişti, şimdi de meclise, yani düzen partisine bağlı olmadığını iyice ortaya koymak için onun görevine son veriyordu.
Zaten, bu göreve son verme için akla yakın nedenler de eksik değildi. Barrot kabinesi, cumhurbaşkanını, Ulusal Meclisin yanında bir güç gibi gösterebilecek yakışır yol-yöntem biçimlerini bile önemsemiyordu. Ulusal Meclisin yaz tatili sırasında, Bonaparte, tıpkı, Kurucu Meclise muhalif olarak daha önce de Roma Cumhuriyetine saldırısından dolayı Oudinot’yu kutladığı bir mektup yayınlaması gibi, Edgar Ney’e yazılmış bir mektup yayınladı, bu mektupta papanın[20*] liberal tutumunu onamaz görünüyordu. Ulusal Meclis, Roma seferi için gerekli kredileri oyladığı zaman, Victor Hugo, sözde bir liberalizmle, mektubu tartışma konusu yaptı. Düzen partisi, sanki Bonaparte’ın delice heveslerinin en küçük bir siyasal önemi olabileceği yolundaki düşünceyi, aşağılayıcı çığlıklarla boğuntuya getirdi. Başka bir nedenle, Barrot, tumturaklı üslubu ile, kürsünün tepesinden, ileri (sayfa 517) sürdüğüne göre, başkanın en yakın çevresinde gizlice hazırlanan “iğrenç dolaplar” konusunda öfkeli sözler sarfetti. Sonunda, bakanlar kurulu, Ulusal Meclisten, Orleans düşesi için bir dulluk maaşı elde ederken, başkanlık ödeneğinin artırılması yolunda her türlü öneriyi geri çevirdi. Ve Bonaparte’ın kişiliğinde, imparator adayı ile kötü talihli şövalye nasıl sımsıkı birbirine karışıyorduysa, imparatorluğu yeniden canlandırmanın kendi yazgısı olduğu yolundaki büyük düşüncesine, bunu tamamlamak üzere, her zaman, onun borçlarını ödemenin Fransız halkının yazgısı olduğu düşüncesi, ekleniyordu.
Barrot-Falloux kabinesi, Bonaparte’ın ilk ve son parlamenter kabinesi oldu. Dolayısıyla bu kabinenin görevine son verilmesi, kesin bir dönüm noktası oluyor. Bu kabine ile birlikte, düzen partisi de, parlamenter rejimin savunulması ve yürütme gücüne sahip olunması için vazgeçilmez olan bir konumu bir daha ele geçirememek üzere yitirdi. Yürütmenin, bir-buçuk milyondan büyük bir memurlar ordusunu emrinde bulundurduğu, dolayısıyla çıkarların ve geçim olanaklarının muazzam bir kitlesini, sürekli olarak mutlak bağımlılığı altında tuttuğu; devletin, en geniş varlık belirtilerinden en ufacık devinimlerine kadar, en genel varlık biçimlerinden, bireylerin en özel yaşamlarına kadar sivil toplumu sımsıkı sardığı, denetlediği, düzenleştirdiği gözetim ve vesayet altında tuttuğu; bu asalak yapının, en olağanüstü bir merkezleşme yardımıyla, benzerlerini ancak toplumsal gövdenin mutlak bağımlılığında, bağlantısız biçimsizliğinde bulan her yerde bulunma, her şeyi bilme ve daha hızlı bir devinim yeteneği ve esneklik kazandığı Fransa gibi bir ülkede, evet, böyle bir ülkede, Ulusal Meclisin, bakanlık mevkilerini istediği gibi kullanma hakkını kaybetmekle, aynı zamanda, tüm devlet yönetimini basitleştirmediği, memurlar ordusunu olabildiğince azaltmadığı, ve nihayet sivil topluma ve kamuoyuna hükümet iktidarından bağımsız kendi öz organlarını yaratma olanağını vermediği takdirde, gerçek etkinliğini, söz geçirirliğini de kaybettiği kolayca anlaşılır. Ama, Fransız burjuvazisinin maddi çıkarı, kesinlikle, bu geniş ve karmaşık hükümet makinesinin sürdürülmesine sımsıkı bağlıdır. İşte burjuvazi, kendi fazla nüfusunu buraya yerleştirir (sayfa 518) ve kâr, faiz, rant ve serbest meslek ücreti olarak cebe indiremediklerini, maaş biçiminde tamamlar. Öte yandan, burjuvazinin siyasal çıkarı, onu, baskıyı günden güne ağırlaştırmaya ve dolayısıyla da hükümet iktidarının araçlarını ve personelini artırmaya zorlar; oysa aynı zamanda, kamuoyuna karşı kesintisiz bir savaş yürütmesi, toplumun bağımsız devindirici organlarını tümden budamayı başaramadığı yerde kıskançlıkla sakat bırakması ve felce uğratması gerekir. Böylece, Fransız burjuvazisi, sınıfının durumu gereği, bir yandan bütün parlamenter iktidarın varoluş koşullarını ve dolayısıyla da bizzat kendi varlık koşullarını yoketmek, öte yandan ona düşman olan yürütme gücüne karşı-durulmaz bir kuvvet kazandırmak zorundaydı.
Yeni kabine, d’Hautpoul kabinesi adını taşıyordu. General d’Hautpoul, Konsey başkanlığını ele geçirmiş olduğundan dolayı değil, tersine, Bonaparte, Barrot’yu görevden alırken, cumhuriyetin başkanı cumhurbaşkanını, anayasal bir kralın, tahtı-tacı bulunmayan, ne âsası ve ne de kılıcı olan sorumsuz olmaksızın, devletin en yüksek makamını zamana bağlı olmaksızın elinde tutmayan, daha kötüsü yıllık ödeneği bulunmayan bir anayasal kralı yasal yokluğa mahkum eden bu makamı ortadan kaldırmıştı. D’Hautpoul kabinesinde parlamentoda bir ölçüde tanınmış, yalnız bir tek adam, yüksek maliyenin en acıklı üne sahip üyelerinden biri olan faizci Fould vardı. Ona maliye bakanlığı verildi. 1 Kasım 1849’dan bu yana, Fransız değerlerinin,[21*] Bonaparte tahvillerinin yükseliş ve düşüşüne göre çıkıp indiklerini farketmek için, Paris borsasının esham fiyat listelerini şöyle bir karıştırmak yeter. Bonaparte, böylece, borsada kendisine yandaşlar bulurken, aynı zamanda, Carlier’yi Paris emniyet müdürlüğüne atamakla polisi de ele geçiriyordu.
Bununla birlikte, kabine değişikliğinin sonuçları ancak zamanla kendilerini gösterebildiler. İlkönce, Bonaparte, ancak daha görünür bir biçimde geri püskürtülmek üzere, ileri bir adım atmıştı. Onun kaba mesajını, Ulusal Meclise karşı en kölece bir bağlılık bildirimi izledi. Bakanların kendileri bile, her ne zaman, onun kaçıkça heveslerini, yasa (sayfa 519) tasarısı biçiminde meclise sunmak için çekingen bir girişimde bulunsalar, baştan başarısızlıklarına inanmış bulundukları komik emirleri, istemeye istemeye, durumları yüzünden zorunlu oldukları için yerine getirir görünüyorlardı. Bonaparte, ne zaman kendi niyetlerini, bakanlarının arkasından açığa vursa ve kendi idées napoléoniennes[283] ile oyun oynasa, bakanları, Ulusal Meclis kürsüsünden, onun tutumunu yersiz bulduğunu belirtiyordu. Onun zorbaca ele geçirme arzuları, yalnızca hasımlarının alaycı gülüşleri sürsün diye duyuruluyor gibiydi. O, herkesin akılsız biri saydığı değeri bilinmemiş bir deha gibi davranıyordu. O, bu dönemde olduğu kadar, hiç bir zaman, bütün sınıfların bu kadar fazla nefretini kazanmamıştı. Ve burjuvazi, hiç bir zaman, bu kadar kesin bir biçimde egemenlik sürmedi, ve hiç bir zaman kendi gücünün büyüklüğünü bu kadar açık bir biçimde sergilemedi.
Burada, onun bu dönem boyunca, başlıca iki yasada özetlenebilen yasama eyleminin tarihini verecek değilim: birincisi içki vergisini yeniden koyan yasa, ikincisi inansızlığı kaldıran öğretim yasası. Böylece Fransızlar için şarabın zevkini tatmak ne kadar fazla güçleşiyorsa, onlara gerçek hayat suyu da o kadar bol sunuluyordu. Burjuvazi, içkiler üzerine konan vergi ile, nefret edilen eski vergiler sisteminin dokunulmazlığını ilân ettiği kadar, öğretim yasası ile de, yığınların, bu sisteme katlanmalarını sağlayan eski düşünüş sistemlerini korumaya çalışıyordu. Orleancıların, liberal burjuvaların, yani volterciliğin ve seçmeci felsefenin bu eski havarilerinin Fransız ruhunun, Fransız düşünüşünün yönlendirilmesini babadan kalma can düşmanları cizvitlere emanet ettiklerini görmek insanı şaşırtıyor. Ama orleancılar ve meşruiyetçiler, taht üzerinde hak iddia ederken birbirlerinden ayrılmalarına karşın, ortak egemenliklerinin, iki çağın baskı araçlarının birleştirilmesini zorunlu kıldığını ve temmuz monarşisine özgü halkı köleleştirme araçlarını, Restorasyan dönemi araçlarıyla tamamlamak ve kuvvetlendirmek gerektiğini anlıyorlardı.
Bütün umutları kırılan ve her zamankinden çok ezilen köylüler, bir yandan tahıl fiyatlarının düşüklüğü, öte yandan da vergi yükümlerinin ve ipotek borçlarının çoğalması (sayfa 520) yüzünden, taşrada çalkalanmaya başladılar. Din adamlarının emrine verilen öğretmenleri, valilerin emrine verilen belediye başkanlarını yakından izleyerek, ve emir altına alınan herkesi kucaklayan bir muhbirlik düzeni kurarak, onlara karşılık verildi. Paris’te ve büyük kentlerde gericiliğin kendisi, çağının görünümünü alıyor ve yatıştırmaktan çok kışkırtıyor. Kırda ise, o, sığ, kaba, bayağı, bezdirici, tedirgin edicidir, bir sözcükle jandarmadır. Kasaba papazları düzeninin kutsadığı böyle bir jandarma düzeninin, üç yıl içinde, eğitilmemiş yığınları nasıl bir yılgınlığa düşüreceği kolayca anlaşılır.
Düzen partisinin, Ulusal Meclis kürsüsünden, azınlığa karşı kullandığı öfkeli ve tumturaklı ifadeler ne denli kalabalık olursa olsun, söylevleri, sözleri “oui, oui,non, non!”[22*] ile sınırlı kalması gereken hıristiyanın konuşmalarının sözleri gibi tekheceli kalıyordu. Basında olduğu gibi meclis kürsüsünde de tekheceli ve çözümü önceden bilinen bir bilmece gibi yavan. İster dilekçe verme hakkı, ister içki üzerine konan vergiler sözkonusu olsun, ister basın özgürlüğü ya da serbest ticaret sözkonusu olsun, ister kulüpler ya da belediye örgütlenmesi ya da kişisel özgürlüklerin korunması ya da bütçenin düzene konması sözkonusu olsun, dönüp dolaşıp hep aynı şeye geliniyordu, tema hep aynı kalıyordu, yargı hep hazır ve değişmemek üzere hep aynıydı: Sosyalizm! Burjuva liberalizmi bile, burjuva kültürü bile, burjuva mali reformu bile, sosyalist ilân ediliyordu. Daha önce bir geçit bulunan yerde, demiryolu yapmak sosyalizmdir, ve size bir kılıçla saldırıldığı zaman kendinizi sopa ile savunmanız sosyalizmdir.
Bu, basit bir konuşma tarzı, bir moda ya da bir parti taktiği değildi. Burjuvazi, kendisinin feodalizme karşı yaptığı bütün silahların, şimdi bizzat kendisine karşı döndüğünü, kendisinin kurumlaştırdığı bütün eğitim araçlarının şimdi onun kendi kültürüne karşı döndüğünü ve kendi yarattığı tanrıların hepsinin şimdi kendisini yüzüstü bıraktıklarını farkediyordu. Bütün sözde burjuva özgürlüklerinin ve ileri kurumların kendi sınıf egemenliğini, hem toplumsal tabanda, (sayfa 521) hem de siyasal zirvede yıprattıklarını ve onu tehdit ettiklerini görüyordu, dolayısıyla bunlar “sosyalist” olmuşlardı. Burjuvazi, haklı olarak, bu tehditte ve bu sataşmada, sosyalizmin sırrını görüyordu. O, sosyalizmin anlamını ve yönelimini, bizzat sözde-sosyalizmden, evet, burjuvazinin neden yüreğini sosyalizme sımsıkı kapadığını, duygusal bir biçimde insanlığın acılarına yanıp yakıldığını, ya da neden hıristiyanlık anlayışı ile bin yıllık krallığın, evrensel kardeşlik çağının geleceğini haber verdiğini, neden düşünüş, kültür, özgürlük üzerine hümanist bir üslupla ileri geri konuştuğunu, ya da neden toplumun tüm sınıflarının uzlaşması ve refahı sistemini icat ettiğini bir türlü anlayamayan bu sözde-sosyalizmden daha iyi anlıyordu. Ama burjuvazinin anlamadığı şey, onun kendi öz parlamentersiyasal egemenliğinin de, sırası geldiğinde, kaçınılmaz olarak, sosyalist diye mahkum edileceği idi. Burjuva sınıfın egemenliği, tümüyle örgütlenmemiş olduğu sürece, kendi saf siyasal ifadesini bulmamıştı, öteki sınıfların uzlaşmaz çelişkileri de belirgin bir biçimde kendini gösteremiyordu ve kendini gösterdiği yerde de, devlet gücüne karşı her türlü savaşımı, sermayeye karşı savaşıma dönüştüren bu tehlikeli gidişi göremiyordu. Eğer burjuvazi her toplum hareketinde, “düzen”i tehlikede görüyorsa, nasıl, düzensizlik rejimini, kendi öz rejimini, parlamenter rejimi, kendi konuşmacılarından birinin deyimine göre ancak savaşım içinde ve savaşımla yaşayan bu rejimi toplumun tepesinde tutmak isteyebilirdi? Parlamenter rejim tartışmayla yaşar, peki nasıl yasaklayacaktı tartışmayı? Her çıkar, her toplumsal kurum, bu düzende, genel düşüncelere, düşünce olarak tartışılan genel düşüncelere çevrilmiştir. Herhangi bir çıkar, herhangi bir toplumsal kurum, nasıl düşüncenin üzerinde yükselebilecektir ve kendini bir inanç unsuru olarak zorla kabul ettirebilir? Kürsüdeki söz savaşımı, basının polemiklerine yolaçıyor. Parlamentodaki tartışma kulübü, salonların ve kabarelerin tartışma kulüplerinde kendi zorunlu tamamlayıcısını buluyor. Durmadan kamuoyunun yargısına başvuran temsilciler, kamuoyuna, kendi düşüncesini dilekçeler aracılığıyla dile getirme hakkını veriyorlar. Parlamenter rejim, her şeyi, çoğunluğun kararına teslim eder, peki (sayfa 522) parlamento dışındaki büyük çoğunlukların kendileri de karar vermek istemezler miydi? Devletin tepesinde keman çalındığı zaman, aşağıdakilerin oynamaya koyulmamalarını nasıl bekleyebilirsiniz?
Demek ki burjuvazi, böylece, eskiden “liberal” olarak kutlamış olduğunu, şimdi “sosyalist” diye suçlayarak, kendi öz çıkarının self-government’ın[23*]
Burjuvazinin genel çıkarları alanında, Ulusal Meclis, o kadar verimsiz göründü ki, örneğin 1850 kışında başlamış Paris-Avignon demiryolu inşaatı üzerine tartışmalar, 2 Aralık 1851’de bile sonuçlanacak kadar henüz ilerlememişti. Meclis, baskı yapmadığı ya da gerici bir yol izlemediği zaman devasız bir kısırlığa uğramış bulunuyordu.
Bonaparte’ın bakanlar kurulu, düzen partisinin kafasında yatan yasalar için harekete geçerken ya da uygulamada ve yerine getirilmesinde onları daha da abartarak ağırlaştırırken, başkan, kendi yönünden, çocukça bir budalalık örneği olan önerilerle, halkın sevgisini kazanmaya, Ulusal Meclise karşı muhalefetini göstermeye, gizli bir art düşünce ile yalnız özel koşulların, geçici olarak, gizli hazinelerini Fransız halkına açmaktan kendisini alıkoyduğunu duyurmaya çalışıyordu. Bunun gibi astsubaylara günde dört “kuruş” tutarında bir ücret artırımını ve işçiler için karşılıksız bir kredi bankası kurmayı öneriyordu. Armağan ya da ödünç olarak para, işte bu yolla kitlelerin gönlünü kazanmayı umuyordu. Bağışlar ve borçlar ister yüksek derecede, ister (sayfa 523) düşük olsun, lümpen-proletaryanın bütün maliye bilimi bundan ibarettir. Bonaparte’ın harekete geçirmesini bildiği kaynaklar işte bunlardı. Bir hükümdarlık talibi, hiç bir zaman yığınların bayağılığı üzerinde bundan daha bayağıca spekülasyon yapmamıştır.
Ulusal Meclis, borçlarının dürtüklediği ve daha önce kazanılmış hiç bir ünün alıkoyamadığı bu serüvencinin umutsuz bir darbeye kalkışması tehlikesinin gittikçe artması karşısında, meclisin zararına halkın sevgisini sağlamak için apaçık girişimlerinden birçok kez öfkeye kapılmıştı. Beklenmedik bir olay, başkanı, pişmanlıkla yeniden düzen partisinin kollarına attığı zaman, düzen partisi ile başkan arasındaki uyuşmazlık, tehlikeli bir durum almıştı. 10 Mart 1850 araseçimlerinden sözetmek istiyoruz. Bu seçimlerin amacı, 13 Haziranın ertesinde, hapis ya da sürgün nedeniyle boşalan koltukların doldurulmasıydı. Paris yalnız sosyal-demokrat adayları seçti. Üstelik oyların çoğunu, 1848 Haziran ayaklanmacılarından De Flotte’un adı üzerinde topladı. Proletaryanın müttefiği Paris küçük-burjuvazisi, 13 Haziran 1849 yenilgisinin öcünü alıyordu. Proletarya, ancak uygun bir fırsatta, daha önemli kuvvetlerle ve daha gözüpek bir sloganla yeniden ortaya çıkmak üzere tehlike anında savaşım sahnesinden çekilmişe benziyordu. Bir başka özel durum, bu seçim zaferinin tehlikesini daha da artırmış göründü. Ordu, Paris’te, La Hitte’e, yani Bonaparte’ın bakanlarından birine karşı, Haziran ayaklanmasına oy verdi, illerde ise çoğunlukla montanyarlara oy verdi ve montanyarlar, Paris’teki kadar açık ve kesin olmamakla birlikte hasımlarına üstün geldiler.
Bonaparte, bir kez daha devrimle birdenbire karşı karşıya geldiğini gördü. 29 Ocak 1848’de olduğu gibi, 13 Haziran 1849’da olduğu gibi, 10 Mart 1850’de de düzen partisinin ardına gizlendi. Baş eğdi, ezilerek özür diledi, parlamenter çoğunluğun emri üzerine herhangi bir bakanlar kurulunu atamayı önerdi. Hatta orleancı ve meşruiyetçi parti liderlerinden, Thiers’lerden, Berryer’lerden, Broglie’lerden, Molé’lerden, kısacası bu burgravlardan[178] devletin dizginlerini ele almalarını rica etti. Düzen partisi fırsattan yararlanmasını bilemedi. Yüreklilikle kendisine sunulan iktidarı ele geçireceği yerde, Bonaparte’ı, 1 Kasımda görevden aldığı kabineyi (sayfa 524) yeniden atamaya zorlamasını bile bilemedi. Başkanı bağışlamak suretiyle gururunu kırmakla ve Bay Baroche’u d’Hautpoul kabinesine katmakla yetindi. Bu Baroche, genel savcı sıfatıyla, Bourges Yüce Divanı huzurunda, birinci kez 15 Mayıs devrimcilerine karşı, ikinci kez 13 Haziran demokratlarına karşı, her iki olayda da Ulusal Meclise karşı işlenen suikastlardan yana ortalığı kasıp kavurmuştu. Bonaparte’ın bakanlarından hiç biri, daha sonraki günlerde Ulusal Meclisi alçaltmaya ondan daha fazla katkıda bulunmamıştır ve 2 Aralık 1851’den sonra, onunla bir kez daha, yerini yapmış ve yüksek maaşa konmuş Senato ikinci başkanı olarak karşılaşıyoruz. O, Bonaparte’ın içebilmesi için devrimcilerin çorbasına tükürmüştü.
Sosyal-demokrat parti ise, bir kez daha kendi zaferi hakkında kuşku yaratmak ve değerini düşürmek için bahaneler aramaktan başka tasası yok gibi görünüyordu. Yeni seçilen Paris milletvekillerinden biri olan Vidal, aynı zamanda, Strasbourg’dan da seçilmişti. Vidal’in Paris seçiminden vazgeçmesine ve Strasbourg’u seçmesine karar verildi. Bu duruma göre, demokrat parti, kendi seçim zaferine kesin bir nitelik vereceği ve böylece düzen partisini sıcağı sıcağına Parlamentoda bu zafer için kendisi ile çekişme zorunda bırakacağı yerde, ve böylece hasmını, halkın coşku ile dolup taştığı, ordunun elverişli bir tutum içinde bulunduğu bir anda savaşıma zorlayacağı yerde, Paris’i, bütün Mart ve Nisan ayları boyunca yeni bir seçim kampanyası ile tedirgin etti. Halkın taşkınlıkla kabarmış tutkularının böylece yeni bir seçim oyununun perde aralığında sönüp gitmesine, devrimci enerjinin anayasal başarılarla doygunluk bulmasına ve küçük entrikalarla, boş tumturaklı nutuklarla ve aldatıcı bir ajitasyonla harcanmasına izin verdi. Böylece burjuvazinin yeniden biraraya toplaşmasına ve önlemlerini almasına olanak sağladı. Son olarak da, Nisan ara seçimi ile, yani Eugène Sue’nün seçimi ile, Mart seçimlerine, onların anlamını zayıflatan içli bir kötü niyetli yorumuna fırsat vermiş oldu! Yani bir sözcükle, 10 Martı bir Nisan balığına çevirdi.
Parlamento çoğunluğu, hasmının zayıflığının farkına vardı. Saldırının yönetim ve sorumluluğunu Bonaparte’ın kendilerine bıraktığı 17 burgrav, yeni bir seçim yasası (sayfa 525) hazırladı, meclise sunulması, bu şerefe istekli çıkmış olan Bay Faucher’ye havale edildi. Bay Faucher 8 Mayısta, genel oy sistemini kaldıran, seçmenlere seçim yerinde üç yıl oturmuş olmak zorunluluğunu yükleyen, böylece, işçilerin bu süre içinde oturduğunu, işverenlerinin verecekleri belgeye bağlı kılan yasayı meclise sundu.
Demokratlar, anayasal seçim savaşımı sırasında ne kadar devrimci bir kampanya yürüttü iseler, şimdi, silah elde seçimdeki zaferlerinin bütün ciddiyetini göstermenin sözkonusu olduğu bir zamanda, düzeni, “görkemli dinginliği”, yasal eylemi, başka bir deyişle kendini yasa olarak dayatan karşı-devrimin iradesine körü-körüne boyun etmeyi öğütleyen söylevleri de, o ölçüde gitgide anayasal oluyordu. Meclis tartışmaları boyunca, Montagne, hukuk alanı üzerinde kalan namuslu adamın sakin tutumunu, düzen partisinin devrimci saplantısının karşısına koyarak, düzen partisini devrimci bir davranışta bulunduğu için kıyasıya bir kınamanın ağırlığı altında ezerek şaşırttı. Yeni seçilen milletvekilleri bile, yol-yordam bilir, ağırbaşlı tutumları ile, onları anarşist olmakla suçlamanın ve yeniden seçilmelerini devrimin bir zaferi saymanın ne kadar yanlış olduğunu tanıtlamaya çabaladılar. 31 Martta yeni seçim yasası kabul edildi. Montagne, meclis başkanının cebine gizlice bir protesto sokuşturuvermekle yetindi. Seçim yasasını yeni bir basın yasası izledi, bu yasa yardımıyla bütün devrimci basın tümüyle ortadan kaldırıldı.[284] Kaderine lâyık oldu. Bu tufandan sonra Le National ve La Presse,[158] iki burjuva gazete, devrimin ileri karakolları olarak kaldılar.
Demokrat liderlerin, Mart ve Nisan, Paris halkını aldatıcı bir savaşıma sürüklemek için nasıl her şeyi yaptıklarını, ve nasıl, 8 Mayısta, halkı gerçek savaşımdan caydırmak için ellerinden geleni esirgemediklerini gördük. Ayrıca, 1850 yılının, sanayi ve ticaret alanında, refah bakımından, en parlak yıllardan biri olduğunu ve bu yüzden de Paris proletaryasının tamamıyla bir işe sahip bulunduğunu unutmamak gerekir. Ama 31 Mart 1850 seçim yasası, proletaryanın siyasal iktidara katılmasını tamamen dıştalıyordu. Onu savaş alanından bile uzaklaştırıyordu. İşçileri, yeniden, Şubat Devriminden önce bulundukları duruma, parya durumuna (sayfa 526) atıyordu. İşçiler, böyle bir olay karşısında, demokratların kendilerini yöneltmelerine izin vererek ve geçici bir iyilik, bir rahatlık için sınıflarının devrimci çıkarını unutmaya kadar işi vardırarak, kazanan bir sınıf olmanın şan ve onurundan vazgeçiyorlar, 1848 Haziran yenilgisinin, kendilerini, yıllar boyu savaşıma elverişsiz kıldığını ve tarihsel sürecin bir kez daha onların başları üzerinden geçip gitmek zorunda olduğunu tanıtlayarak, kendilerini kaderlerine bırakıyorlardı. 13 Haziranda “Hele genel oy sistemine bir dokunmaya kalksınlar da görürüz” diye bağıran küçük-burjuva demokratlara gelince, onlar, kendilerine çarpan karşı-devrimci darbenin bir darbe olmadığını, 31 Mayıs yasasının ise bir yasa olmadığını düşünerek kendilerini avutuyorlardı. 2 Mayıs 1852’de, her Fransız, bir elinde oy pusulası, öteki elinde bir kılıç olmak üzere, sandık başına gidecektir. Bu kehanet, onları hoşnut etmeye yetiyor. Ordu ise, 1850 Nisan ve Mayıs seçimlerinden dolayı yüksek rütbeliler tarafından, daha önce 29 Mayıs 1849 seçimlerinden dolayı cezalandırıldığı gibi, cezalandırıldı. Ama, bu kez kararlı bir biçimde şöyle düşündü: “Devrim bir üçüncü kez bizi aldatamayacaktır!”
31 Mayıs 1850 yasası, burjuvazinin “coup d’état”sı[24*] oldu. Burjuvazinin devrim üzerinde daha önceki bütün kazanımları geçici bir nitelik taşıyorlardı. Her Ulusal Meclisin sahneden çekilişi, bu kazanımları tehlikeye düşürüyordu. Yeni genel seçimlerin rastlantılarına bağlı bulunuyorlardı ve 1848’den beri seçimlerin tarihi, burjuvazinin, fiili egemenliği geliştiği ölçüde halk yığınları üzerindeki manevi etkisini kaybettiğini çürütülmez bir biçimde tanıtlıyordu. 10 Martta, genel oy açıkça burjuvazinin egemenliğine karşı belirmişti. Burjuvazi buna genel seçim sistemini kaldırarak karşılık verdi. Dolayısıyla, 31 Mayıs yasası, sınıf savaşımının gereklerinden biriydi. Beri yandan, anayasa, cumhurbaşkanının seçiminin geçerli olması için en az 2 milyon oyu gerekli görüyordu. Başkan adaylarından hiç biri bu gerekli oy sayısını elde edemezse, Ulusal Meclis, en çok oy alan üç aday arasından başkanı seçmek zorundaydı. Kurucu Meclis bu yasayı yaptığı zaman, seçim listelerinde 10 milyon (sayfa 527) seçmen kayıtlı idi. Bu bakımdan anayasanın ifadesine göre, başkanlık seçimini geçerli kılmak için seçmenlerin beşte-biri yeterli oluyordu. 31 Mayıs yasası, en azından 3 milyon seçmeni seçim listelerinden sildi, seçmen sayısını 7 milyona indirdi, ama bununla birlikte, cumhurbaşkanlığı seçimi için geçerli yasal asgariyi 2 milyon oy olarak tuttu. Buna göre yasa, yasal olan beşte-bir asgariyi hemen hemen oyların üçte-birine yükseltiyordu, yani başkan seçimini halkın elinden kapıp kaçırmak ve Ulusal Meclisin eline teslim etmek için her şeyi yaptı. Böylece, düzen partisi, 31 Mayıs seçim yasası ile, Ulusal Meclis seçimini ve cumhurbaşkanlığı seçimini, toplumun en tutucu kesimine emanet ederek egemenliğini iki kat kuvvetlendirmiş göründü.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments