Hannah Arendt’in Orijins of Totalitarianism’deki (Totalitarizmin Kaynakları) görüşleri arasında ilgi çekici olanlardan biri şu cümlede saklıdır: “modern anti-semitizm, geleneksel milliyetçiliğin azalışıyla ters orantılı olarak büyür.”[1]
Arendt, anti-semitizmi ve genel hatlarıyla ırkçılığı milliyetçiliğin en aşırı ve kötü huylu uru olarak tanımlamaktan ziyade anti-semitizmi, milliyetçiliğin dışında bir şey, onun başarısızlığına gösterilen bir tepki olarak görmeyi tercih eder. Kitabının bir başka yerinde ise Avrupa toplumundaki her sınıfın devletle çatışma içine girdiğinde anti-semitizm hastalığına yakalandığını, “Çünkü devleti temsil ediyormuş gibi görünen tek grubun Yahudiler olduğunu”[2] kanıtlamaya çalışır.
Bu gerçekten de alışılmamış bir görüştür. Yahudi düşünür Arendt’in Yahudiler’in Avrupa ekonomik yaşamındaki rolü ve modern devletteki gücü hakkındaki genel tezinin anti-semitik imge ve teorileri ne kadar içselleştirdiği sorusunu ayrıntılı olarak tartışmanın yeri burası değildir; ne de böyle bir görüş benzerliği tek başına Heidegger ile yakın ilişkisine atfedilebilir. Arendt totaliter ideolojilerin kurbanlarının bazen, zulmedenler tarafından üzerlerine yansıtılan imgeleri, dogmaları ve kimlikleri –her ne kadar onlara bilinmez gelse de- benimsediklerini kabul eden ilk kişidir. Önemli olan da budur. Eichman in Jarusalem’de Arendt ikna edici bir şekilde, belki de argümanlarını uçlara götürerek, bu konular üzerinde durdu; modern Yahudi yaşamı –ve anti-semitizmin kökenleri- üzerine analizleri kurbanın bu şekilde acımasızlaştırılmasına ilişkin olabildiğince sofistike, zekice ve çağdaş örneklerden biri olarak kabul edilebilir.
Arendt’in anti-semitizmin yükselişi ile milliyetçiliğin düşüşü arasında ilişki kuran kendine özgü ilginç görüşü, onun milliyetçilik fenomenini genel kavrayışı ile bağlantılıdır ve bizim ana konumuzla, yani milliyetçiliğe Marksist bakış ile doğrudan ilişkilidir. Çünkü totalitarizm çalışması boyunca Arendt ‘kitlesel bir ulus-devlet politikası, tek bir grubun artık politik iktidarı tek başına elinde tutamadığı durumlarda hayat bulur’[3] diye iddia eder.
Burada Marx’ın çok açık yankıları vardır, fakat bunlar karmaşıktır ve açıkça ifade edilmemiştir. Marx, Louis Bonaparte’ın Onsekizinci Brumaire’i’nde, Louis Bonaparte’ı ve ondaki ilginç muhafazakarlık ile radikalizm karışımını ortaya çıkaran sınıf ilişkilerinin sofistike bir analizini postüle etti. Marx, tarihin bazı momentlerinde sınıf ilişkilerinin, hiçbir sınıfın tek başına politik iktidara ulaşamayacağı tam bir denge konumuna geldiğini öne sürer: Yani, her sınıf, herhangi bir başka sınıfın politik iktidarı ele geçirmesini engelleyebilecek kadar güçlüdür, ama aynı zamanda devleti tek başına ele geçirecek kadar güçlü hiçbir sınıf yoktur. Böyle bir denge durumunda, Louis Bonaparte gibi bir insan, tüm halk katmanlarının her şeyi haline gelip hem tarihsel bir miti hem de radikal bir mesajı temsil ederek, farklı ve çatışan sınıf çıkarlarına hitap edebilir ve böylece “kendisini bağımsız bir iktidar haline getiren yönetici bir güç olarak”[4] ortaya çıkabilir. Marx’a göre, toplumsal ve ekonomik sınıf yapısından görüntüde özerklik, III. Napoleon’un şahsında somutlaşan yozlaştırılmış hükümet biçiminin eşsiz doğasının gizidir.
Arendt tarafından modern ulus-devletin doğuşunun genel açıklayıcı modeli haline getirilen şey Marksist modelle uyumsuzdur ve başka benzeri olmayan bir istisna olduğu çok açıktır. Zaten Marx’ın kendisi de onun, ekonomik altyapı ile politik üstyapı arasındaki ilişkiye dair Marksist tezin genel modelini bozduğunu düşünür. Bu durum, Marx’ın Louis Napoleon üzerine denemesinin (Marx tarafından yazılmış toplumsal ve politik analizlerin kesinlikle en ayrıntılı ve ayrımları kovalayan örneklerinden biridir) yaratıcı potansiyeline işaret etmekle birlikte, Marx’ın bizzat kendisinin, modern devletin ve modern milliyetçiliğin ortaya çıkışı ile ilgili sorunlara yaklaşımındaki ikilemi de ortaya koyar.
Marx’ın tartıştığı tarihsel fenomenler arasında tatmin edicilik düzeyi en düşük olanı, milliyetçiliğe, milliyetçi hareketlere ve ulus-devletin ortaya çıkışına ilişkin tutumudur. Bu durum sosyalist harekete, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın en güçlü toplumsal ve politik güçlerinden biriyle eninde sonunda yüzleşmeyi kaçınılmaz hale getiren, kelimenin gerçek anlamıyla bir ‘kara delik’e sahip olan sorunlu bir miras da bıraktı.
Marx milliyetçiliği sistematik bir biçimde hiç tartışmadı ve elimizde bazen sorunla çok genel bir düzeyde ilgilenen, bazen de özel tarihsel olaylara cevap olarak gazete makalelerinde yaptığı yorumlardan oluşan bir dizi kopuk cümle var.
Bu parçalı referanslar üzerinde yapılacak dikkatli bir çalışma Marx’ta, biri 1848’den önce, diğeri ise 1848’den sonra diye tanımlanabilecek birbirinden farklı iki milliyetçilik analizinin var olduğunu gösterecektir. 1848 öncesini ‘pre-modern paradigma’, 1848 sonrasını ise ‘Burjuva paradigması’ olarak tanımlıyorum.
‘Pre-modern paradigma’ (I. Paradigma) için locus classicus*, kapitalist piyasa iktidarının evrenselleştirilmesinin Marx tarafından anılmaya değer ve anlamlı bir şekilde en genel hatlarıyla dile getirildiği Komünist Manifesto’dan alınacaktır. Marx’a göre bu evrenselleştirici itki bölgesel veya ulusal olsun, tikel olan her şeyi ortadan kaldırır. Marx’a göre kapitalist üretim tarzı
üretim ve tüketime kozmopolit bir karakter veren [ilk üretim tarzıdır]… Her ne kadar gericiler büyük hayal kırıklığına uğramış olsa da, yerel sanayinin üzerinde durduğu ulusal zemini ayaklarının altından çekmiştir. Eskiden kurulmuş tüm ulusal sanayiler yok edildi veya gün be gün yok ediliyor. Bunlar, hayata geçirilmesi tüm uygar uluslar için bir ölüm kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler, artık yerli ham maddeleri değil en uzak bölgelerden getirilen ham maddeleri kullanan sanayiler tarafından yerinden edilmektedir; öyle sanayiler ki, ürünleri sadece içeride değil yer kürenin her köşesinde tüketilmektedir. Ülkenin ürettiği ürünlerle tatmin edilen eski isteklerin yerine, tatmin edilmesi, uzak ülke ve iklimlerdeki ürünleri gerektiren yeni istekler geçiriyoruz. Yerel ve ulusal yalıtılmışlığın ve kendi kendine yetmenin yerini çok yönlü alış veriş, ulusların evrensel birbirine bağımlılığı almaktadır. Tek tek ulusların entelektüel yaratımları, ortak mülkiyet haline gelmektedir. Ulusal tek taraflılık ve dar görüşlülük çok daha fazla imkansız hale gelmiştir ve sayısız ulusal ve yerel yazından bir dünya yazını doğmaktadır… [5]
Ve bunun yanı sıra:
Halklar arasındaki ulusal farklar ve antagonizmalar, burjuvazinin gelişimi, ticaretin özgürleşmesi, dünya piyasası, üretim tarzındaki homojenlik ve bunlara tekabül eden yaşam koşulları sayesinde her geçen gün biraz daha siliniyor.[6]
Bu nedenle Marx’ın ‘işçilerin vatanı yoktur’ ünlü deyişi ve buna bağlı olarak ‘proletaryanın üstünlüğü (uluslar arasındaki bu farklılıkların) daha da silinmesini getirecektir’ şeklindeki postülatı ortaya çıkmaktadır.[7]
Böylece, bu paradigmada ulusal farklılıklar yerel gelenek ve kıyafetler gibi diğer pre-modern karakterlere benzer: hepsi burjuvazinin evrenselleştirme yönünde şiddetli saldırısından önce yok olmak durumundadır ve proletarya devrimi tarafından oluşturulan bir dünya-kültürü içinde çok daha mükemmel bir şekilde bütünleştirileceklerdir.
Sosyalist hareketteki kozmopolit ve enternasyonalist mirası karakterize eden şey, Marx’ın milliyetçilik üzerine görüşlerinin I. Paradigmaya dahil olan yönüdür. Ancak Marx fikirlerini zekice değiştirdi ve bunu yaptığını hiçbir zaman kabul etmedi. Milliyetçiliğin ilk kez kitlesel boyutlarda büyük bir güç olarak ortaya çıktığı ve bazen sınıf çıkarlarının önüne geçtiği 1848/9 devrimleri deneyimi, Neue Rheinische Zeitung’un editörü olan Marx tarafından çok yakından takip edildi ve onun bu dönemdeki gazetecilik yazıları Almanya ve İtalya’da, Polonya ve Bohemya’da, Macaristan ve Hırvatistan’daki çeşitli ulusal hareketlerin ortaya çıkışını, aralarındaki çatışmaları kavrayan birçok unsur içerir. Açıktır ki Avrupa haritasını gözle görülür bir biçimde değiştiren ve yeniden çizen, sınırları ve devlet yapılarını yeniden düzenleyen böylesine etkili bir güç, artık pre-modern paradigma kapsamında hareket edilerek, piyasa kapitalizminin evrenselleştirici güçleri tarafından tarihin çöplüğüne atılmak üzere olan pre-modern ekonomik formasyonların basit bir parçası olarak sınıflandırılamazdı.
Marx’ın aslında 1848/9’dan sonra ve esasen Almanya ve İtalya’nın birleşmesine öncülük eden gelişmelere yanıt olarak geliştirdiği şey II. Paradigma idi. Bu paradigmayı, milliyetçiliğin, daha geniş piyasalar ve bölgesel konsolidasyonlar doğrultusundaki burjuva gereksiniminin modern bir üstyapısal ifadesi şeklinde açıklanması olarak tanımlayabiliriz. Bu paradigmada milliyetçilik, sanayi öncesi çağın egzotik ve romantik -veya romantikleştirilmiş- bir kalıntısı değil, (Eric Hobsbawm’ın bir ifadesini kullanırsak) kapitalizmin ‘yapı taşı’dır.
Bu paradigmaya göre, kapitalizm geniş ekonomik birimlere (entity) ihtiyaç duyar: mesela her biri kendi yasalarına, geleneksel düzenlemelerine, politik yapılarına ve para birimine sahip 37 eyalete, küçük eyaletlere ve şehir devletlerine bölünmüş olan Almanya’da uygun şekilde işleyemez ve gelişemez. Almanya’nın -ve İtalya’nın- birleşmesi artık sadece anımsanması zor ve düşsel Cermen ormanları ve Roma görkemini görmeyi arzulayan romantiklerin bir rüyası değildir: burjuvazinin çıkarlarıyla doğrudan bağlantılıdır ve milliyetçi ideolojiler ise bu ekonomik çıkarların üstyapısal meşrulaştırma stratejilerinden başka bir şey değildir. Zollverein – esasen Almanya’nın Bismarck egemenliğinde politik olarak birleşmesinden önceki kuzey Almanya gümrük birliği – modern ulus-devletlerin doğuş modelidir. Marx açısından artık milliyetçilik pre-modern bir unsur değil, sanayileşme ve kapitalist gelişme sürecinin ideal örneğidir.
Bu nedenle Marx artık Almanya ve İtalya’nın birliğini savunuyordu ama bunu içkin değil araçsal nedenlerle yapıyordu: Kapitalizmin gelişmesine yardım eden, elbette sonuçta ölümünü de hızlandırıyordu. Dahası, proletarya sadece geniş, birleşmiş birimlerde yeterli düzeyde bir sınıf bilinci geliştirebilir ve tali çabalara sapmazdı. Mesela Marx’ın, 1870-1 Fransa-Prusya savaşında Prusya’nın tarafında yer alması, bu savaşın Almanya’nın birleşmesi yönünde bir araç olacağı ve kapitalizm ile sanayileşmenin gelişmesine, bunu bağlı olarak da işçi sınıfının güçlenmesine yol açacak önemli bir aşama niteliği taşıyacağı iddialarına dayanır. Görülebileceği gibi savaşın o andaki nedenlerini önemsemeyen böyle bir görüş, etik düşüncelere vurgu yapan ve Bismark’ın şahsında somutlaşan rejim türlerine muhalif radikal hareket içindeki diğer görüşlerle her zaman uyuşmaz. Ancak Marx , ‘moral’ yaklaşımlardan uzak durdu ve hiçbir zaman bu araçsal yaklaşımdan vazgeçmedi.
Bu nedenle Marx’ın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan ayrılmaya veya onun dahilinde Çek ve Hırvatlar gibi otonomiye ulaşmaya çalışan Orta ve Doğu Avrupa’daki çeşitli ulusal hareketlere karşı olması II. Paradigma’nın sonuçlarıyla tamamen uyumluydu. Onlar ve diğer Slav gruplar, Habsburg İmparatorluğu’nu ‘Balkanlılaştırmak’a çalıştıkları için ‘gerici’ydi, çünkü başarılı olmaları halinde bu Orta ve Doğu Avrupa’da sanayileşme ve ekonomik gelişmeyi yavaşlatacak ve bu nedenle proletaryanın nihai zaferi engellenecekti. Çekler, Hırvatlar ve Sırplar ayrı devletler kurmamalı, daha geniş bir piyasa olan Almanya/Avusturya’nın içine dahil olmalıydı. Marx, diğer olaylarda da benzer bir tavır aldı; Danimarka’nın eninde sonunda Almanya, Meksika’nın ise daha gelişmiş ve daha kapitalist olan ABD tarafından soğurulması gerektiğini iddia etti. Ona göre Kapitalist gelişmeyi hızlandıran şey ‘ilerici’, engelleyen ‘gerici’dir ve gericiliğe karşı çıkılmalıdır.[8] Daha az gelişmiş bölgeler ve halklar daha gelişmiş olanların içine entegre edilmelidir, yani burjuvazisi olmayan Çekler sadece, Alman-Avusturyalılar ile bağlantılı olmaları halinde sanayileşmiş bir toplum geliştirebilirlerdi. Marx’ın yazılarının hiçbir yerinde kendi kaderini tayin hakkı veya ‘ulusal kurtuluş’u destekleme gibi bir ima yoktur.
Bu, tamamen araçsal bir nitelik taşımak ve özsel bir milliyetçilik değerlendirmesinden yoksun olmakla beraber Marx’ın ‘gelişmiş’ ve ‘gelişmemiş’ toplumlar arasındaki ilişkilere dair genel bakışı ile uyumlu, açık bir görüş olarak görünmektedir.[9]
Ancak açık bir tutarsızlık da görülebiliyor. Daha geniş ekonomik birimleri ve az gelişmiş bölgelerin daha geniş, gelişmiş olanlar tarafından soğurulmasını destekleyen teorik argüman dikkate alındığında, Marx’ın Polonya topraklarının, köklü Polonya Cumhuriyetini daha önce aralarında paylaşmış olan üç imparatorluğa (Alman, Avusturya ve Rus) entegre etmeyi desteklemesi beklenirdi. Marx tutarlı olsaydı, Polonyalılar’ın kaderi ile Çekler, Slovenler ve Hırvatlar’ın kaderi arasında hiçbir fark olmaması gerekirdi. Üstelik, Polonyalılar büyük oranda arkaik, feodal bir toplumsal kültüre sahipti, etnik bir Polonya burjuvazisi yoktu, ticaret ise Almanlar ve Yahudiler’in elindeydi. Ancak Marx yaşamı boyunca ısrarlı bir biçimde Polonya’nın bağımsızlığını ve Polonya’nın politik birliğinin yeniden kurulmasını savundu.
Polonya’nın bağımsızlığının 19. yüzyıl Avrupa sol platformunda çok merkezi bir konu olduğu, Marx’ın, buna karşı durmasını sağlayabilecek teorik zeminlere sahip olup olmamasından bağımsız olarak kendisini bu platformdan ayrı tutmasının politik olarak imkansız değilse bile çok zor olduğu öne sürülebilir. Fakat öyle görülüyor ki Marx’ın kendi teorik görüşlerini geçersizleştiren, bütünsel bir devrimci strateji ile bağlantılı, başka görüşler iş başındaydı.
1848/9 devrimlerinin başarısızlığından bu yana Marx, Çarlık Rusya’sının askeri bir müdahalesinin Orta ve Doğu Avrupa’da devrimci hareket tarafından elde edilmiş kazanımları boşa çıkarabileceğinden endişelenir hale gelmişti. Bu hayali veya temelsiz bir korku değildi: hem 1812-14 hem de 1848-9’da Rus askeri güçleri, Avrupa’daki muhafazakar ve gerici rejimlerin zaferini sağlamlaştırdı. Birincisinde Napoleon ve Fransız Devrimi’nin bıraktığı mirasa karşı, daha sonra Viyana, Prag ve Budapeşte’deki liberal yükselişe karşı bu yapıldı. İki örnekte de Avrupa’daki gerici rejimler, Rusları çağırıp güçler dengesini bozarak halk üzerindeki iktidarlarını sürdürme veya yeniden kazanmayı başarabilmişlerdi. 1850’lerde Rus müdahalesi korkusu Marx’ın en merkezi endişelerinden biri oldu ve bu sebeple Polonya’nın bağımsızlığını destekledi. Bağımsız bir Polonya’nın yeniden ortaya çıkışı Rusya açısından ciddi bir gerileme anlamına gelecekti ve Polonya –Marx’ın düşüncesinde bu merkezi bir şeydi– zayıf düşmüş Rusya ile Batı arasında Rusya’nın karşı devrimci müdahalesini zorlaştıran ve daha düşük bir ihtimal haline getiren bir tampon ülke işlevi görecekti. Marx Rusya’yı merkez alan nedenlerden kaynaklı olarak, 1860 ve 1870’lerde de İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’nu destekleme politikasına arka çıktı: Balkanlarda Slav ulus-devletlerinin ortaya çıkışı Rusya’yı büyük oranda güçlendirecekti ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşü Rusya’nın İstanbul’a ve Boğaz kıyılarına ulaşmasını beraberinde getirecekti. Söz konusu gelişme, Rusya’nın Avrupa’daki devrimci gelişmelere müdahale etme ve bunları bozma gücüne güç katacaktı. Bu bağlamda Marx pan-Slavizmi yalnızca Rusya’ya ait emperyal bir araç olarak gördü ve Çek ile Sırp milliyetçiliklerine pan-Slavizm ideolojileriyle bağlantıları nedeniyle de karşı çıktı.
Bu görüşler Marx’ı, politikalarını Rusya’nın Levant’taki (Doğu Akdeniz) nüfusunu engelleme girişimi olarak tanımlanabilecek ‘Doğu Sorunu’ yaklaşımı üzerine oturtan İngiliz muhafazakar politikacılar ile ilginç bir ittifaka götürdü. Bu konum aynı zamanda Marx’ı, 1877/8’deki Rus-Türk savaşında Rusya’nın aldığı ilk yenilgilerden kaynaklı olarak, Rusya’da devrimci bir durumun oluşabilme ihtimalini ve nihai olarak Çar İmparatorluğu’nun çözülmesini postule etmeye götürdü. Böylece Avrupa devrimci hareketi de Rusya’nın başka bir karşı devrimci askeri müdahalesi kabusundan kurtulacaktı.
Marx’ın milliyetçilik sorununa yaklaşımının karmaşıklığı, ulusal sorun hakkındaki politikalarında kılavuz olarak Marx’a dayanan sosyalist harekete muğlak bir miras bıraktı. Marx’ın düşüncesinde iki paradigmanın bulunduğu gerçeği ve II. Paradigmanın stratejik görüşler dikkate alınarak hafifletilmesi ve büyük oranda sınırlandırılmış olması tutarlı bir milliyetçilik teorisi öne sürmeyi kolaylaştırmadı. 19. yüzyılın sonlarına doğru ulusal hareketlerin gelişmesinin hız kazanması bu fenomenlere sosyalist bir politikanın eklemlenmesini de beraberinde getirdi ve söz konusu eklemlenme, bozma ve bazen de tutarsızlık şeklinde vücut buldu.[10]
Bununla beraber, bir bütün olarak düşünülürse, ‘burjuva paradigması’nda (II. Paradigma) açıklanan araçsal yaklaşım baskın oldu. Bu durum belki de en özlü biçimde, ‘Ulusal devlet kapitalist ilişkilerin hayata geçirilmesinin en uygun, karlı ve normal alanı olarak inşa edildi’[11] diye iddia eden Troçki tarafından özetlenecekti.
Ancak özellikle Doğu Avrupa’da olmak üzere birçok sosyalist hareketin politik mücadelelerinin ve Sovyet Devleti’nin iç savaş ve dış müdahale vasıtasıyla ortaya çıkışının yaşandığı süreçte bu genel teori ve savunucuları, kendilerini zıt yönlere iten inatçı politik gerçeklik ile yüzleştiler. Birçok etnik kimliğe sahip Çar İmparatorluğu’nun koşulları, Lenin’in düşüncesine ve devrimci stratejisine –devrim gerçekleştiğinde- eski İmparatorluk’un bütün uluslarının kendi kaderini tayin ve ayrılma hakkı olduğu nosyonunun girmesine yol açtı. Hala ulusun ne olduğunu tanımlamakta başarısız ve temelde Marx’ın düşüncesiyle hiçbir bağlantısı bulunmayan bu görüşün sürdürülebilmesinin son derece güç olduğu ise, Bolşevik devrimin politik gerçekliğindeki verili değişikliklerle –1917-23 yıllarında Ukrayna ve Kafkasya’nın güneyindeki cumhuriyetlerin tarihiyle– ispatlanmış oldu.
Ancak Lenin, söz konusu dönemden daha önce, sosyalist hareket içinde ulusal soruna ilişkin konumlanışına açıklık getirmek zorundaydı ve bu durum, Yahudi ve Polonya sosyalist partilerinin genel Rus sosyalist hareketinin yapısı dahilindeki yeri gibi birbiriyle karşılaştırılamaz sorunlarla bağlantılı olarak bir çözüm noktasına ulaştı. Lenin’in Yahudi Sosyalist Bund ile yaşadığı anlaşmazlığın ayrıntıları ve bunun daha sonraları Yahudi sorununa ve Siyonizm’e Sovyet yaklaşımını ne derece belirlediği ile burada zaman kaybetmemize gerek yok.[12] Sadece şunu söylemek yeterli; Lenin ve takipçileri tarafından yüksek teorik binalar ile ham politik gereklilikleri birleştirmekte kullanılan anlaşılması daha güç argümanların bazıları, Marx’ın takipçilerine ulusal sorun hakkında bıraktığı mirasın gerçekten ne kadar yetersiz olduğunu fazlasıyla ortaya koyuyor.[13]
Aynı şey Polonya’nın özgürlüğü sorunu hakkında Lenin ile Rosa Luxemburg arasındaki anlaşmazlıkta da görülebilir. Lenin, bağımsız bir Polonya’nın kurulmasını savundu ve Polonyalı sosyalistlere gelecekte kurulacak bağımsız Polonya devleti içinde işçi sınıfının zaferi için savaşmalarını tavsiye etti; ona göre, (Almanya ve Avusturya İmparatorluğu’ndan ayrılma hakkına sahip olan) Finler ve Baltık ulusları gibi Polonyalılar da Rusya’dan ayrılma hakkına sahipti. Rosa Luxemburg ve (Almanya ve Avusturya hakimiyeti altındaki Polonya topraklarını açıkça dışarıda bırakan dikkatli bir şekilde seçilmiş Polonya ve Litvanya Krallığı Sosyal Demokrat Partisi adını taşıyan) partisi, Polonya’nın bağımsızlığına karşı çıktı. Burjuva Marksist paradigmayı takip ederek, geniş ekonomik birimleri dağıtmamanın kapitalist, dolayısıyla proleter gelişmenin de çıkarına olduğunu ve Polonya’nın bağımsız olması halinde, Polonya toplumunun az gelişmiş yapısının ekonomik ve toplumsal gelişmeyi engelleyeceğini öne sürdü. Burada bir paradoks mevcuttur; Polonya hakkındaki Luxemburgçu sonuç bir taraftan Marx’ınkinin tam karşısında yer alırken (Marx, daha önce gösterdiğimiz gibi, devrimci stratejisinde bağımsız Polonya’yı bir köşe taşı olarak görüyordu) diğer taraftan geniş ekonomik birimleri savunan argümanı nedeniyle bütünüyle Marksist II. Paradigmanın teorik binası içinde kabul edilebilir. Luxemburg’a göre, milliyetçilik burjuva demagogları tarafından çıkarcı bir şekilde manipüle edilen ortak kültür üzerine oturmuş, gerçek birlik duygularını sömüren, ‘yanlış bilinç’ten başka bir şey değildir.[14] Bununla beraber, –bir anlamda Lenin’in yaklaşımını takip eden ancak farklı (yani Polonya milliyetçiliğine dayanan) bir motivasyonla hareket eden– asıl Polonya Sosyalist Partisi (PPS) farklı bir yol seçti. PPS lideri Josef Pilsudky’nin nihai olarak milliyetçilik sorunu temelinde partisinden ayrılması ve daha sonra Polonya ordusunun komutanı olarak Varşova kapılarında Kızıl Ordu’ya karşı savaşması, sadece bir kez daha milliyetçilik bağlamında Marksist duruşun gerçekte nasıl son derece ham olduğunu ispatlar. Bu duruşun, özellikle oldukça elektrikli ve son derece değişken bir devrimci durumun yaşandığı atmosferlerde politika kılavuzu olarak herhangi bir işe yaraması pek mümkün değildi.
Lenin’in Marksist milliyetçilik teorisine temel katkısı ve bu katkının 20. Yüzyıl koşullarına uyarlanması, onun emperyalizm teorisinde ortaya çıkıyor. Bu teoride Lenin Marksist II. Paradigmanın kapsamını genişletir ve milliyetçiliğin, kapitalizmin doğuşuyla birlikte ortaya çıkmakla sınırlı kalmadığını, evrensel boyutlara ulaşan emperyalist genişleme çağında daha da yoğunlaştığını iddia eder. Bununla beraber, bu süreçte milliyetçilik, Avrupa dışındaki sömürgelerde sömürge halklarının Avrupalı kapitalist güçler tarafından sömürülmesine tepki olarak ulusal hareketlerin doğuşuyla birlikte diyalektik bir süreç izledi ve anti-kapitalist güç haline geldi. Diğer taraftan emperyalist toplumlarda ise bu ulusal kurtuluş mücadelelerine tepki olarak milliyetçiliğin ‘şövenist’ bir biçimi ortaya çıktı.[15]
Bu, bir yandan açıkça Marksist II. Paradigmanın altında yatan temel fikirlerin ayrıntılandırılması anlamına gelirken aynı zamanda ulusal hareketlerin politik sınıflandırılması hakkında yeni bir karmaşıklığı da gündeme getiriyordu. Marx’ta büyük birimlerin (Almanya, İtalya) politik birliğini talep eden ulusal hareketler ‘ilerici’, küçük ulusların (Çekoslovakya) milliyetçiliği ise ‘gericilik’ olarak tanımlanırken Lenin şimdi, Avrupa milliyetçiliğini ‘gerici’ olarak görüp Asya ve Afrika milliyetçiliğini ‘ilerici’ olarak tanımlıyordu. Bu ayrımın, komünistleri (1930’larda Sovyetlerin Kudüs Müftüsü’nü desteklediği zaman Filistin’de kurulan Komünist-İslamcı ittifakı gibi) bazen zor durumlarda bırakan garip yakın dostluklara rağmen politik olarak faydalı olduğu görülmüş olmakla birlikte Marksist sınıf analizi bakış açısından entelektüel anlamda sorunlu olduğu da açıktır: Avrupalı sosyalist hareketlerin çoğu, İkinci Dünya Savaşı’na kadar kendilerini, ülkelerindeki emperyalist milliyetçilikten ayırmadılar ve Fransa Komünist Partisi örneğinde görüldüğü gibi Parti, Cezayir’deki Fransız yönetimini 1950’lere kadar desteklemeye devam etti.
Bu durum, yakın zamanlarda bir yazarın, Lenin’in görüşlerinin gücünün ‘milliyetçiliğin doğası ve rolü ile milliyetçiliğin sosyalizmle ilişkisi sorununu cevapsız bırakması’na[16] bağlı olduğunu iddia etmek için Leninist tutumu temize çıkarmaya girişmesine olanak tanır. Bu görüşün amacının övgüler düzmek olduğu açıktır: Bununla birlikte bu görüş Lenin’in genel bir milliyetçilik teorisi geliştirmekte ve milliyetçiliğin Marksist sosyalist analizlerle ilişkisini kurmakta başarısız olduğunun itirafıdır.
Son 10 yılda, Marksist çevrelerde Marksist-Leninist milliyetçilik teorisi olarak bilinen şeyin yeniden açıklanması ve yeniden formüle edilmesi yönünde bazı ciddi girişimler görüldü. Söz konusu girişimler, Marksizmi yeniden yapılandırma ve bazı teorik binalarını ve radikal özgürlükçü bakış açısını Sovyet realitesinin tortusundan arındırma yönündeki daha kapsamlı çabanın bir parçasıydı. Marksist paradigmanın milliyetçilik hususundaki yetersizlikleri, daha önce sosyalist ve komünist harekette nadiren görülen bir içtenlik ve açık fikirlilikle tartışıldı.
Bu sayede, ilk kez Marx –ve Marksizmin– hiçbir zaman milliyetçilik teorisine sahip olmadığını veya Marksizmin geliştirdiği hangi tür milliyetçilik teorisi olursa olsun, hepsinin yetersiz veya tam anlamıyla yanlış olduğunu kabul eden Yeni Sol’un farklı gruplarına üye bir dizi Marksist teorisyen ortaya çıktı. John Ehrenreich, iki farklı makalesinde şunu savunuyor: ‘Marksistler olarak bizim [milliyetçilik] fenomenine ilişkin hiçbir anlayışımızın olmadığını kabul etmenin zamanıdır.’[17] Çalışmalarını ‘bir yıkma çalışması’[18] olarak adlandıran Ehrenreich, alternatif bir teori önermiyor ancak bir tartışmaya canlılık kazandırmayı ve ortodoks Marksistlerin ‘proletarya enternasyonalizmi’ hakkındaki dindar klişeleri kendinden menkul biçimde tekrar etmenin dışına çıkmalarını sağlayacak şekilde sarsmayı umuyor. Benzer bir şekilde Regis Debray, Marksizme ilişkin yaşadığı hayal kırıklığını ortaya koymaya çalıştığı uzun bir röportajında Marksizmin milliyetçilik hususundaki yetersizliğinin, genel olarak Marksizm hakkında kafasında şüpheler yaratan ilk sorun olduğuna işaret ediyor.[19]
Bir milliyetçilik teorisine dönük Marksist bileşenlerden herhangi birini kurtarma konusunda tam anlamıyla umutsuzluğa düşen Nicos Poulantzas ise, ‘yurt ve gelenek, uzay ve zaman kavramsal matrisinin temelini oluşturan şeylerdir’ deyip –milliyetçilik aracılığıyla- devletin sınıf yapılarından tam olarak özerk olduğunu postüle ettiğinde Levi-Strauss’un yankıları olarak görünen –ancak sonuçta sadece bir totoloji olan– bakışa geri döner.[20]
Diğer taraftan Horace Davis çalışmalarında, genel anlamda ulusal kurtuluş hareketlerinin ‘özgürleştirici’ olduğunu söyleyip ulusal bir mücadelenin sınıf bileşenlerine sahip olmadığı (‘Afrika’daki sınıfsız kabile toplumları’ndan bazıları gibi) örneklerin yanı sıra bir ulusal hareketin tüm sınıfların mücadelesi haline geldiği (Castro örneğinde olduğu gibi) örnekler de bulunduğunu belirterek Lenin’in tezlerinden bazılarını korumaya çalışır.[21] Lenin’in sınıf temelli milliyetçilik analizlerinin ‘yeniden formüle edilmeye ihtiyacı olduğunu’ kabul eden Davis’in ciddi ve detaylı çalışmasından doğan model, tutarsızlığın sınırında gezen çok fazla koşul ve istisna ile doludur. Bu, bir başka Marksist düşünür olan John Blaut’u, Leninist modeli üzerinde ufak tefek değişiklikler yaparak korumaya çalışmanın Marksizmi politik eylem açısından kılavuzsuz bırakacak sonuçlara yol açacağı iddiasına götürdü.[22]
Sol-kanat ideolojilerle bağlantılı olan Kuzey İrlanda’daki gelişmelerin güçlü etkisi altında –ve daha az etkili olmakla birlikte Galler ve İskoçya’daki (Quebec ile birlikte) milliyetçi eğilimlerin ortaya çıkışının etkisiyle– çalışan Marksist yazarlar aracılığıyla 1970’lerin sonları ve 1980’lerde çok yönlü yeni bir bakış zihinlerde yer etti. Jenkins ve Minnerup kitaplarında şunu öne sürdü: Marksizm ‘tüm değişimlerdeki ilerici yanları milliyetçilik ateşinin panzehiri olarak kozmopolit Tek Dünya hayaline dönüştürdü’, ancak artık ne sınıf yapısına dayanarak milliyetçiliğin özerk gücünü ne milliyetçilikte varolan özgürleştirici gücü kabul etmekten kaçınabilir ve ne de onu sınıf mücadelesinin sadece tali bir unsuru olarak görebilirdi:
Ulus devlet en modern kötü’nün karanlık kaynağı olmaktan uzaktır ve aslında politik özgürleşme alanındaki insan gelişmesinin doruğunu temsil eder.
Ulus devletin üretici güçlerin gelişmesi aracılığıyla uzun süre önce geride bırakılan bir anakronizm olduğu şeklindeki ortak görüş burjuva liberalizmi ve Marksist sosyalizm tarafından [paylaşılıyor].[23]
Yerleşmiş geleneklere karşı çıkan böyle bir revizyonizm belki de Yeni Sol içinde milliyetçilik hakkında en radikal düşünürlerden biri olan Tom Nairn tarafından da paylaşılıyor. Nairn, bir dizi çalışmasında, milliyetçiliğin Marksizme nasıl yerleştirileceğinin karmaşık –ve belki de kafa karıştıran– bir resmini sunuyor. Nairn bir taraftan milliyetçiliği ‘modern gelişmenin patolojisi’ olarak isimlendirir ve ortodoks Marksist bir tavır alarak onun ekonomik faktörler içinde izinin sürülebileceğini söyler. Ama alışılmamış bir yol izleyerek bunu yapar: Milliyetçilik, kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin bir sonucudur ve bu nedenle patolojidir. Milliyetçiliğin kökenleri, eşitsiz ekonomik gelişmelerden en doğrudan etkilenen sınıflar olan az-gelişmiş toplumların üst sınıflarının, sömürge toplumların diğer sınıflarını da ulusal kurtuluş hareketlerine dahil etmekte başarılı olmalarını sağladığı için ulusötesidir. Diğer taraftan, bütün milliyetçilikler bu modele indirgenmiştir ve bu nedenle faşizm ile Castroculuk, her ne kadar birbirinden açıkça ayırt edilebilir sonuçlar doğurmuş olsalar da sadece aynı ‘doğal birlik’in iki ayrı yüzünü temsil etmektedirler. Ancak bu ikisinin devrimci bakış açısı temelinde birbirlerinden farklı oldukları kabul edilir. Bu yüzden bir Marksist düşünürün, bir yandan ‘faşizm milliyetçiliğin orijinal modelidir’[24] diye iddia ederken diğer yandan milliyetçiliğin bazı formlarını desteklemesi milliyetçiliğin hiçbir sabit sınıf matrisine sahip olmadığının itirafıdır ve bu nedenle Nairn hala milliyetçilik teorisinin ‘Marksizmin en büyük tarihsel başarısızlıklarından biri’[25] olduğunu kabul etmek durumundadır. Tüm bu argümanlar, bu tür bir Marksizm okuması ile tutarlı olarak, Britanya’nın parçalanmasını ve Kelt bölgesinde muhtemel bağımsız ulus devletlerin ortaya çıkmasını savunma gibi boş bir fikre dayanan görkemli bir binanın temeli olarak kullanılmıştır.
Görülebileceği gibi Marksist paradigmanın böylesine derin bir buhran yaşaması bir cevabı da beraberinde getirdi ve farklı bir şekilde olsa da klasik Marksist konumlanışı yeniden ifade etmeye dönük en sofistike girişim Eric Hobsbawm’dan geldi. Hobsbawm, birikimine dayanarak ve tarihsel analiz ile teorik sofistikasyonu birleştirerek katıksız revizyonist saçmalığın dışavurumu diye gördüğü şeyi yok etme işine koyuldu. Bu, coşku, zeka ve apaçık bir sabırsızlıkla yapıldı ve Hobsbawm bazen rakiplerinin görüşlerini karikatürize ederek, Marksist gelenek dahilinde konuşulurken kesin kavramsal sınırların ötesine geçilemeyeceğine işaret etti. Hobsbawm, revizyonistlerin ve özellikle de Nairn’in, milliyetçiliğin tarihsel işlevini yanlış anladığını iddia etti. Ancak, Marksizmin milliyetçilik fenomeni hakkındaki bütün teorik politik cevapları vermeyeceğini ve vermek durumunda olmadığını da kabul etmek durumunda kaldı. Hobsbawm’dan biraz uzun olan şu alıntıya yer vermeye değer:
Marksistler … politik milliyetçilik gerçekini kabul etmeli ve bunun özgül görünümlerine ilişkin tutumlarını tanımlamalıdırlar. Marx’tan bu yana bu esasen ve aslında zorunlu olarak teorik prensiplere ilişkin bir sorun olmaktan ziyade (bir bütün olarak uluslar hakkında kötü düşünme eğilimi taşıyan Luxemburgçu azınlık dışında) değişen koşullar içinde pragmatik yargılama sorunu olageldi. Prensipte Marksistler herhangi bir ulusun bağımsız devlet haline gelmesinin ne yanında ne de karşısındadır.[26]
Hobsbawm, 19. yüzyılda Avrupa’da milliyetçiliğin ortaya çıkışının –Avrupa’da ‘Ruritanya’ milliyetçiliği örnekleri görülmüş olmasına rağmen– kapitalizmin ‘yapı taşlarını’ yarattığını öne sürdü. 20. yüzyılda durum değişti. Her şeyden önce kapitalizmin daha fazla gelişmesiyle birlikte –ilk evresinde ihtiyaç duyulan ulus devletler– çokuluslu gelişmelere doğru eğilim gösterdi ve ulus-devletlerin önemi azaldı. Avrupalı imparatorlukların parçalanması anti-em-peryalizm ve ulusal kurtuluş mücadeleleri arasındaki ilişkiyi tamamen bozdu ve artık yeni-sömürgeciliğe muhalefet zaten dekolonizasyon aracılığıyla başarılmış olan kendi kaderini tayin etme için mücadele değildi.
Hobsbawm, bu değişmiş dünyada, Nairn tarafından savunulan ve desteklenen milliyetçi hareketlerin 19. yüzyıldakilerden çok farklı olduğunu belirtti: 19. yüzyılın klasik milliyetçiliği farklı eyalet ve bölgelerin tek bir ulus-devlet ve tek bir ekonomik piyasada birleştirilmesini hedefledi. 20. yüzyılın ikinci yarısındaki yeni milliyetçilik ise birleştirmiyor, tam aksine, gelişmiş kapitalist devletlerin (İngiltere, İspanya) bölünmesini hedefliyordu ve bu anlamıyla gericiydi. Bu yeni milliyetçilik, Marksist prensiplerle hiçbir ilgisi olmayan, saçma ulusal bağımsızlık kavramlarının ortaya çıkışına yol açtı. Hobsbawm, yeni bir bağımsızlık fetişizmi haline gelen şey hakkındaki bir dizi sert açıklamasında şöyle yazdı:
Birleşmiş Milletler üyelerinin çoğunluğunu yakında muhtemelen, Saxe-Coburg-Gotha ve Schwarzburg-Sonderhausen’in yirminci yüzyılın sonlarındaki (Cumhuriyetçi) eşdeğerleri teşkil edecek…
Pasifikteki herhangi bir nokta şunlara sahip olması halinde bağımsızlığı ve bir devlet başkanına sahip olmayı düşünebilir: ekonomik açıdan daha güçlü devletlerin elde etmek için yarışacağı bir deniz üssünün kurulabileceği alan, manganez gibi doğanın şanslı bir lütfu olarak kabul edilebilecek bir şey ya da bölgenin bir turist cenneti haline gelmesini sağlayacak yeterli miktarda sahiller ve güzel kızlar…
Seyşeller Birleşmiş Milletler’de Japonya kadar söz sahibi olabilirse Man Adası ve Channel Adaları’nı sınırlayan şey sadece gökyüzü olur…[27]
Hobsbawm’ın eleştirisi tartışmaya kesinlikle tarihsel ciddiyetini yeniden kazandırmış ve onu, daha önceki katılımcıların bazılarının dar sekter çıkarlarından kurtarmıştır. Ancak bütün bunlara rağmen Hobsbawm, milliyetçiliğe ilişkin olarak Marx’ın II. paradigmasında postüle edilen sadece araçsal yaklaşımın ötesine geçen daha esaslı bir Marksist yaklaşım ortaya koyamadı. Marx, milliyetçi fenomenleri onlara has değerleriyle tartışmaktaki isteksizliğini takipçilerine bir miras olarak bıraktı ve sorun o gün ne ise bugün de öyle kaldı.
Tüm bunlar bugün Marksizmden hangi noktalarda ayrılır? Marksist milliyetçilik analizinin temel kusuru, milliyetçiliğin kültürel görünüşleri de dahil olmak üzere bütün fenomenlerini sosyo-ekonomik nedenlere indirgeme ve insani varlıklar şemasında özerk bir statüye sahip olan milliyetçiliği ve genel anlamda kültürü reddetme çabası oldu. Milliyetçiliği sadece üstyapısal bir unsur olarak görmek, elbette, genel Marksist tarihsel gelişim analizlerinin sadece bir yüzüdür ancak bu bakış Marksistler açısından somut milliyetçi hareketleri değerlendirmeyi son derece zor hale getirir. Marksist II. Paradigmanın, Zollverein örneğine dayandırılan genellemelerle milliyetçiliğin alanını sınırlandırdığı yönündeki sezgide bir doğruluk payı vardır – ve Zollverein, milliyetçilik genel başlığı altında toplanan böylesine güçlü ve evrensel bir toplumsal fenomenin açıklanması için ancak çok sınırlı bir model olabilir.
Ancak, Marx’ın, literatür hakkındaki obiter dicta’larının bazılarında çok farklı görüşler bulunabileceğinden hareketle (mesela, Grundrisse’de konu dışına çıktığı Yunan klasiklerine ilişkin bölümde Marx, onların, yazılmalarına yol açan somut sınıfsal yapının ötesinde bir geçerlilikleri olduğunu kabul eder), sosyalist hareket de, hem Marksist gelenek dahilinde hem de çevresinde indirgemeci-olmayan alternatif modeller yarattı. Sosyalist milliyetçilik teorisini yeniden ilgi merkezi yapma yönündeki herhangi bir girişim bunu hesaba katmalıdır ve burada sosyalizm ile milliyetçilik hakkında gelecekte yapılması gereken bir tartışmanın muhtemel bağlamı olabilecek bu girişimlerden birkaçı anılacaktır.
(1) Moses Hess’in yazılarında, Marx’ın indirgemeciliğini tamamlayıcı bir unsur bulunabilir. Hess hiçbir zaman Marx tarafından inşa edilenle kıyaslanabilir bir teorik bina geliştirmedi ve Marx, Komünist Manifesto’da Hess hakkında küçümseyici ifadeler kullandı ancak ikisinin birçok fikri yaşamları boyunca birbirine paralel seyretti. Marx, bazen teorik matrisinin Procrustean* yatağına tüm fenomenleri uydurmaya çalışırken, belki de bir sistem-inşa-edici olmaması sayesinde Hess, yaşadığı dönemde meydana gelen toplumsal gelişmelere daha fazla ayak uydurdu. Hess daha sonra ilk-Siyonist eser olan Rome and Jeruselam (1862) ile tanınsa da görüşleri sadece Yahudi sorunuyla sınırlandırılmış olmayıp çok daha kapsamlıydı; çünkü o, milliyetçiliğin yükselişinin genel anlamda farkındaydı ve onu aynı zamanda Yahudi meselesine uyguladı.
Hess’in milliyetçilik üzerine görüşleri, ulusu, birlik laboratuvarı, insanların toplumsal yarar lehine kendi bireysel çıkarlarını aşmasını söyleyerek bencil olmayan bir tarzda yaşayacak şekilde eğitildiği dayanak noktası olarak gören Mazzini’nin düşüncelerine yakındı. Hess, aynı zamanda ulusal topluluğu, bir arabuluculuk unsuru olarak gördü ve böylece Marx’ta ilginç bir şekilde eksik olan bir Hegelci teorik boyutu ortaya çıkardı. Marx’ta arabuluculuk, sadece evrensel düzeyde sınıfsal birliğe odaklandırılmıştır ve bu Hegelci arabuluculuk anlayışının gerektirdiği türde bir somutluktan uzaktır. Üstelik, proletaryanın zaferi ve sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması ile birlikte gerçeklik kazansa da, arabuluculuk yine de tüm insanları bir arada tutan oldukça soyut insanlık nosyonu ile düşünülebilirdi. Diğer yandan Hess şunu iddia etti:
Milliyet (Nationalität) bir halkın kişiliğidir. Ve bu kişilik, harekete geçirici unsurdur; insanlık farklı bireyler olmadan bir gerçek [actual] (wirklich) olamayacağı gibi, farklı, özgül uluslar ve halklar (Nationen und Volksstamme) olmaksızın da gerçek olamaz. Diğer oluşlara benzer bir şekilde, insanlık arabuluculuk olmaksızın kendi kendini gerçekleştiremez, bir kişilik ortamına ihtiyaç duyar.[28]
Hess’e göre, sınıfları ortadan kaldıracak devrim, aynı zamanda ulusal çatışmaları da ortadan kaldıracak olmakla birlikte ulusların varlığını etkilemez. Kültür, –töreler, gelenek – bunların hepsi sınıfsal yapıyla bağlantılı (diasporadaki Yahudiler’in eşitsiz sosyo-ekonomik yapılarındaki gibi) bir özerk varoluşa sahiptir, ama sadece buna indirgenemez. Hess’e göre, bağımlı ulusların özgürleşmeleri kendi başına proletarya devriminin seyrinin köşe taşıdır ve Marx, iki veya üç büyük Avrupa kültürünün egemenliğindeki daha geniş ekonomik birimlerin içinde birçok ulusun erimesini düşünürken, Hess, tüm ulusların özgür olabileceği ve kendi kültürlerini geliştirebilecekleri bir post-devrimci gelecek postüle eder. Bu, ‘ Alman veya Latin ırkından Slovak veya Fin’e, Kelt veya Sami’ye kadar en küçük ulusu bile’[29] içerir.
(2) Hess’in görüşleri (sosyalist Siyonist hareketin sınırlı çeperi dışında) çok fazla etki yaratmadı, ancak Avusturya Sosyalist Partisi çok daha geniş bir boyutta benzer bir meydan okumaya maruz kaldı. Avusturya Marksizmi’nin sosyalizm teorisine ekonomik ve tarihsel analizlere indirgemeci olmayan bir bakış ortaya koyarak yaptığı eşsiz katkıya, açık tarihsel nedenlerle bugün olması gerekenden çok daha az benimsenmesine rağmen, sık sık dikkat çekildi.[30] Ulusal sorun bağlamında Avusturyalılar, Avusturya-Macaristan’daki sanayileşme ile birlikte ortaya çıkan ve özel bir karmaşıklık gösteren bir durumla yüzleşmek zorunda kaldılar; Viyana’yı dolduran proleterleşen eski köylülerin çoğunluğu Alman soyundan değildi ve Almanca konuşmuyordu: onlar Çek, Slovak, Macar, Hırvat, Sloven, Polonyalı ve Yahudi’ydiler. (kuruluşundan beri Almanca konuşan Viyanalı militanlara dayanan) bir sosyalist parti için, böyle birçok dili içeren ve Alman-olmayan bir proletarya içinde Almanca politik propaganda yapmak bir dizi ciddi problem yarattı. Parti liderleri, kelimenin tam anlamıyla hiç anlaşılamayabileceklerini ve daha da kötüsü, Alman- olmayan işçiler tarafından Alman-dilinin hegemonyasının bir başka örneği olarak algılanabileceklerini ve sosyalist mesajın bu yanlış anlama nedeniyle tam anlamıyla yok olabileceğini gördüler. Sonuç olarak, Avusturya Sosyalist Partisi kendisini dillere göre organize etmeye karar verdi. Böylece Viyana’daki bir işçi Almanca’nın değil kendi dilinin konuşulduğu Çek veya Sloven bir sosyalist klübe katılabilecekti. Bu, genel parti örgütüne, içerisinde kültürel çoğulculuğun politik örgütlenme ve pratiğin köşe taşı haline geldiği federal bir yapı kazandırdı.
Üstelik, teorik düzeyde, Otto Bauer ve Karl Renner gibi bazı Avusturyalı Marksistler sofistike bir tarihsel yaklaşımla sınıfsal yapıyı ulusal sorunlarla ilişkilendirmeye çalıştı. Mesela, Çekler gibi bağımlı ulusların Alman Habsburgları tarafından işgal edildiklerinde ya katliam ya da kültürel asimilasyon nedeniyle üst sınıflarını kaybettiğini iddia ettiler. Sonuç olarak, ulusal elitlerin ortadan kaybolması, Çek ulusunun, hiçbir politik ve toplumsal liderliğe ve yazınsal elite sahip olmayan ve ekonomik açıdan, Almanca konuşan derebeylerine bağlı bir köylüler ulusu olarak kalması anlamına geldi. Böylece kapitalist gelişme Almanca konuşan geleneksel elitlerle başladı ve proleterleşen Çek köylüler, kendilerini hem ekonomik hem de kültürel sömürü altında buldular. Avusturya Sosyalist Partisi politik ve kültürel faaliyetiyle Çek alt sınıflarının yoksullaştırılmış kültürel alanını kurtarma ve böylece Çek (veya Hırvat) çalışanlarına hem kültürel hem de ekonomik güç kazandırma işine koyuldu.
Açıkçası bu çok cazip bir projeydi ve ayrıca parti, Avusturya-Macaristan bağlamında, Almanca-konuşma hegemonyası ile İmparatorluktaki çeşitli milliyetlerin,İkili Monarşi’yi yıkma ve onun yıkıntıları üzerinde sayısız ulus-devlet kurma çağrısı yapan ulusal hareketlerinin yabancı düşmanlığına dayanan milliyetçiliği arasında bir ‘üçüncü yol’ oluşturmaya çalıştı. Avusturya Marksizminin alternatifi eski imparatorluğu korumak ama onu hegemonik ve ulusal bir bağımlılık yapısından ulusal ve kültürel gruplar federasyonuna dönüştürmekti; bu, ulusların birbirlerinin içinde eritilmekten ziyade çoğulcu bir yapı içinde yan yana varoldukları tam anlamıyla enternasyonalist bir sosyalizm modeliydi. Bauer ve arkadaşları aynı zamanda böyle bir sosyalist federatif uluslar topluluğunda (commonwealth) biri üzerinde yaşanan toprağa (territoral), diğeri ise ulus-dile ilişkin olmak üzere iki tip temsil olacağını tahayyül etti. Birincisi söz konusu topraklarda yaşayan bütün vatandaşların müşterek açık sorunlarıyla uğraşır; ikincisi ise seçimi her bir özgül grubun üyelerine bırakılmış eğitim, dil, kültür, tarihsel miras vb. problemlerle ilgilenir. Avusturya Marksistleri bu çoğulcu sistemi, ekonomik olarak güçlü grupların (Alman-Avusturyalılar gibi) daha zayıf ve daha az gelişmiş ulusal birimler üzerinde hegemonya kurmasına karşı bir garanti olarak gördüler.
Elbette bu fikirlerin etkisi, Sovyet milliyetleri politikası, Yugoslav modeli, sosyalist Siyonizm ve Quebec ile Bask milliyetçiliğinin bazı görünümleri gibi kıyaslanamaz alanlarda farklı yollarla tanımlanabilir.
(3) Bu bağlamda, Joseph Stalin adı anılmayı hak ediyor. Önce Lenin daha sonra da kendisi tarafından uygulanan milliyetler politikasının politik sonuçları, birçok örnekte yıkım yaratmış (catastrophic) ve acımasız bir baskıya yol açmış olmakla birlikte kültürel düzeyde Sovyetler Birliği’nin küçük halklarının bazılarının, kültürel dirilişlerini bu prensiplere borçlu olduğu görmezden gelinemez. Stalin, 1913’deki milliyetler problemi ile ilgili broşüründe Avusturya Marksistleri ile, onların milliyet politikasının üzerinde yaşanan toprakla ilgisi olmayan görünümü hususunda bağdaşmıyordu, ancak onun yaptığı ulus tanımı Sovyet pratiğinde her zaman hayat bulmasa da milliyetçiliğin kültürel görünümlerine dönük bir duyarlılık gösterir ve klasik Marksist indirgemeci pradigmanın ötesine geçer. Stalin’in ulus tanımına burada yer vermeye değer:
Ulus, dil, üzerinde yaşanan toprak, ekonomik hayat ve kendini bir kültür ortaklaşalığı içinde ortaya koyan psikolojik yapıdan oluşan ve tarihsel olarak evrim geçirmiş istikrarlı bir topluluktur.[31]
Stalin’e dönük bir ilginin uyanışını savunmama noktasında oldukça dikkatli olmak gerekirken, düşüncesinin bu yönünü, özellikle de Avusturya-Marksist geleneği tarafından gösterildiği gibi açıklığı itibarıyla kültürel boyutların özerkliğini kavrayan çoğulcu yaklaşıma çok yakın olmasını unutmamak lazımdır.
(4) Son olarak, bir Siyonist sosyalist düşünür olan Chaim Arlosoroff’un nispeten bilinmeyen katkısını (İsrail’in dışından yapılan bir katkıyı) anmalıyız. Ukrayna’da doğup eğitimini Almanya’da gören Arlosoroff 1920’lerde Filistin’e göç etti ve Siyonizmini, sosyalizm ile ulusal sorun arasındaki genel ilişki teorisine dayanarak açıklamaya çalıştı. Yirmi yaşındayken referansını Rus popülist ve Alman gençlik hareketi geleneklerinden alan On Jewish People’s Socialism isimli bir broşür yazdı. Alrosoroff, 1918 sonrası Avrupa’sındaki özgül Yahudi sorununa yoğunlaşmadan önce daha geniş bir sorun olan, Sosyalist Enternasyonal’in 1914 yazında enternasyonalist sınıf dayanışmasını kurmakta başarısız olmasına dikkat çekti. Arlosoroff’a göre, suç, ulusal sınırların ötesindeki enternasyonal dayanışmaya genel bağlılık sözlerinin, kurumlar ve davranış biçimlerinin somut arabuluculuğuna (Hess’in arabuluculukta ısrarını hatırlatan bir argüman) sıkı sıkıya bağlanmadan tekrar ve tekrar yinelendiği Marksist geleneğin soyut enternasyonalizminde yatıyordu. Sonuç olarak, işçiler sosyalist harekette, kendi kültür ve miraslarına ilişkin somut bilinçlerine dönük bir karşılık görmediler ve bu nedenle başka yerlere gittiler. 1919’un elektrikli atmosferinde, Arlosoroff, sosyalist hareketi, soyut evrenselciliğini, tarihsel kültürlere sahip somut kimlikle buluşturulan bir evrenselcilikle değiştirmesi konusunda isabetli bir tavırla uyardı; aksi takdirde sosyalist hareket işçi sınıfının desteğini kaybedebilir, bu destek sağa kayabilirdi. İşçi, kendi toplumunun elitlerine ve kendi yüksek kültürüne yabancılaşsa dahi kendisini kendi ulusal ortamının dil ve kültürüne bağlayan somut bir kültürel bilince sahiptir:
Ulusal yaşam ve yazgının ortaklığı, işçilerin kalbini toplumun diğer herhangi bir üyesininki kadar güçlü bir şekilde attırır. Ebeveynlerinin ruhunun yaşadığı ve yaratıldığı, ona o eşsiz ninnilerin söylendiği ana dilini o da sever. Vatanını, halkını ve onların türlü türlü tavırlarını ve geleneklerini o da sever. Onların çok renkli el ürünlerini, vatanındaki gökyüzünü ve anavatanının şehirleri ve kırlarını da. O da ulusunun kültürünü bağrında taşır: ulusunun varoluşu onun varoluşu, ulusunun duygusal dünyası onun duygusal dünyasıdır.[32]
Arlosoroff’a göre, diğer taraftan İkinci Enternasyonal işçi sınıfının somut bilincinin bu görünümünü gözden kaçırdı ve onu proletaryanın gerçek pratiğinde asla yer bulamayan soyut evrenselcilikle değiştirdi. 1914 yazındaki şiddetli milliyetçi saldırı karşısındaki kırılganlığı bundan kaynaklıydı.
Arlosoroff, bir başka yerde, savaştan sonra kendisini yeniden canlandırmaya çalışan yeni örgütlenmiş sosyalist harekete, proleter yaşamın somut bilincinin kültürel içeriğini hesaba katmaması halinde, işçi sınıfının bir başka yere, bu sorunlara dikkat çeken bir hareket veya bir lidere, gidebileceği uyarısında bulundu. 1919 yılında yazıldığı düşünülürse, bu cümlenin tahmin gücünün görmezden gelinemez olduğu açıkça ortaya çıkar.[33]
Böylece sosyalizm 18. Yüzyıl Aydınlanmasının evrenselci fikirlerini öne çıkaran ve kendisini özellikle 19. Yüzyılın sonları ve 20. Yüzyılın meydan okumalarını karşılama kapasitesinden yoksun bırakan ulus karşıtı bir önyargı ile yüklenmiş oldu. Bu körlüğünden kaynaklı olarak Marksizm, bu yoksulluğu çok kapsamlı bir anlamda rakibi klasik liberalizmle paylaşıyor. Aydınlanmanın evrenselci fikirlerinin çocukları olarak her ikisi de, tamamen evrensel kriterler altında sınıflandırılamayacak olan tarihsel birimlere yasallık kazandırma ve onları anlamada zorluk çeker. Proletarya ‘evrensel’ bir sınıf olduğundan Marx için merkezi bir öneme sahipken tabi ki liberalizm için de piyasa, insan ilerleyişinin evrensel tarzlarının ideal örneğidir.
Milliyetçilik farklılık (particular) ile ilgilidir, ancak bu farklılık –Avusturya Marksistleri tarafından da yapıldığı gibi– evrensel alana yayılabilir. O insani bir iletişim biçimidir, belki de en güçlü iletişim biçimlerinden biridir çünkü doğrudan dille ilgilidir ve çok sözel hale geldiği için onu yok etmekten çok uzak olan modern iletişim, onu insanoğlunun somut bilincinin daha da derinlerine işliyor. Toplumsalcı terimlerle düşünen biri için bu, gerçek bir meydan okumadır.
Çeviri : Ali Osman Alayoğlu – Özgür Yakupoğlu
Notlar
* Journal of Contemporary History, (SAGE, London, Newbury Park and New Delhi), Vol.26(1991), 637-657.
[1] Hannah Arendt, Origins of Totalitarianism, new edn (New York 1973), 3.
[2] Ibid., 25.
[3] Ibid., 38.
[4] Karl Marx / Friedrich Engels, Basic Writings on Politics and Philosophy, ed. Lewis S. Feuer (Garden City, NJ 1959), 345.
* En yetkili pasaj
[5] Ibid., 11.
[6] Ibid., 26.
[7] Ibid.
[8] Engels söz konusu olduğunda Slav uluslarının ‘tarihsel-olmayan’ doğası üzerine bazı tepeden bakan görüşlerin bu yorumlara nefret kattığı görülüyor. Bazı Yugoslav eleştirel yorumlar için karşılaştırınız: France Klopcic, ‘Friedrich Engels und Karl Marx über die “Geschichtslosen” slawischen Nationen’, Marxismus und Geschichtswissenschaft, ITH Tagungsbericht, vol. 19(Wien 1984), 217-49.
[9] Karl Marx’ın, editörlüğünü yaptığım On Colonialism and Modernization (Garden City, NJ 1968), 3-31. eserine yazdığım önsöze bakınız.
[10] Son dönemlerin eleştirel yazını için bakınız Walter Connor, The National Question in Marxist-Leninist Theory and Strategy (Princeton, NJ 1984); ve Roman Szporluk, Communism and Nationalism, (New York and Oxford 1988), özellikle birinci ve üçüncü bölümlere.
[11] Leon Trotsky, The History of the Russian Revolution (London 1967), III, 39. Troçki’nin böyle bir teorinin kapitalizmin tarihsel olarak ortaya çıkışının herhangi bir somut analizine uygun olmadığının farkında olduğu, hemen takip eden cümlede Hollanda ve İngiltere’de kapitalist üretim tarzının doğuşunun ulusal devletlerin kurulmasına ön geldiğini söylemesinde görülebileceği gibi açıktır ve onun genellemesi temelde Alman Zollverein örneğinden hareketle oluşturulmuştur.
[12] Bakınız Jonathan Frankel, Prophecy and Politics: Socialism, Nationalism and the Russian Jews 1862-1917 (Cambridge 1981), özellikle 171-257.
[13] Ulusal soruna ilişkin Lenin’in yazılarının detaylı bir listesi için bakınız: James M. Blaut, The National Question (London and New York 1987), 220-1.
[14] Onun bu konu üzerine İngilizce çalışmalarının faydalı bir derlemesi için bakınız: Rosa Luxemburg, The National Question, – Selected Writings, ed. H. B. Davis (New York and London 1976).
[15] En önemli metinler: ‘Report of the Commission on the Nationalities and Colonial Question’, V.I. Lenin, Works (Moscow 1965), XXI, 240-5; ‘The Question of the Nationalities’, ibid., XXXVI, 605-11; ve bir konferans için notlar olarak ‘Imperialism and the Right of Nations to Self-Determination’, ibid., XXIX, 735-42.
[16] Yakın zamanlarda Lenin’in konumunu ikna edici bir şekilde tartışan ve ulusal kurtuluş hareketlerini ‘burjuva’ milliyetçiliklerinden ayırmaya çalışan Sovyet yeniden-ifadesi için bakınız: K.N. Brutens, National Liberation Movements Today (Moscow 1977), 2 vols. Milliyet sorunu hakkındaki iç Sovyet politikasını haklı çıkaran sempatik Batılı gözlemci tarafından kaleme alınan daha erken yazılmış bir deneme neredeyse unutulmuş bir ciltte bulunabilir: Hans Kohn, Nationalism in the Soviet Union (New York 1933).
[17] John Ehrenreich, ‘The Theory of Nationalism: A Case of Underdevelopment’, Monthly Review, 27, 1 (1977), 67. Aynı zamanda onun ‘Marksistler, teorik anlayışlarına milliyetçilik gerçeğini katmakta başarısız oldu ve … bu başarısızlık Marksist düşüncenin kendi doğasından kaynaklandı. (p.1)’ dediği şu makalesine bakınız: ‘Socialism, Nationalism and Capitalist Development’, Review of Radical Political Economists, 15, 1 (1983), 1-40.
[18] Ibid., 29.
[19] Regis Debray, ‘Marxism and the National Question’, New Left Review, no.105 (1977), 25.
[20] Nicos Poulantzas, State, Power, Socialism (London 1978), 97ff.
[21] Horace B. Davis, Towards a Marxist Theory of Nationalism (New York and London 1978), 202-40, 189-91.
[22] Blaut, op. Cit., esp. 68ff.
[23] Brian Jenkins/Gunter Minnerup, Citizens and Comrades – Socialism in a World of Nation States (London and Sydney 1984), 144-5.
[24] Tom Nairn, ‘The Modern Janus’, New Left Review, no.94 (1975), 17.
[25] Tom Nairn, The Break-Up of Britain? (London 1977), 329.
[26] Eric Hobsbawm, ‘Some Reflections on The Break-Up of Britain’, New Left Review, no.105 (1977, 9.
[27] Ibid., 6-7.
* Procrustes, Yunan mitolojisinde boylarını yatağa uydurmak için misafirlerinin kol ve bacaklarını çekip uzatan veya kırıp kısaltan efsanevi bir dev. Procrustean yatak, bu devin eyleyişine gönderme yapmaktadır. (ç.n.)
[28] Kölnische Zeitung’taki makale, 14 Ekim 1843; şu eserin içinde: Moses Hess, Philosophische und sozialistische Schriften 1837-1850, ed. W. Monke, 2nd edn (Berlin-DDR/Vaduz 1980), 251.
[29] Rom und Jerusalem; şu eserin içinde: Moses Hess, Ausgewahlte Schriften, ed. H. Lademacher (Köln 1962), 320. Hess’in Filistin’de sosyalist Yahudi cumhuriyeti vizyonu, Suriye ve Mısır’da bağımsız Arap devletlerini yeniden canlandırma çağrısıyla birlikte ilerliyor. Benim şu eserimle karşılaştırınız: Moses Hess – Prophet of Communism and Zionism (New York 1985), 228.
[30] Bakınız Tom Bottomore ve Patrick Goode (eds), Austro-Marxism (Oxford 1978), özellikle 102-35; Norbert Leser, Zwischen Reformismus und Bolschewismus: Der Austro-marxismus als Theorie und Praxis (Wien 1968).
[31] Stalin’in broşürünün Almanca metninden alınmıştır: Der Marxismus und die nationale Frage (Vienna 1913), 10-11.
[32] Viktor Chaim Arlosoroff, Der jüdische Volkssozialismus (Berlin 1919), 11.
[33] Ibid., 37. Bakınız benim: Arlosoroff (London 1989), özellikle bölüm 2 ve 4.