Düşler her zaman esrarengiz olmadıkları gibi, sırf kişisel sorunlardan ibaret de değildirler. Sadece hayali şeylere değil, tamamen somut bir şekilde var olan durumlara ve daha da önemlisi, kişiyi kuşatan dünyanın koşullarına da bağlıdırlar. İş, maaş, boş vakit uğraşları gibi hepsi de gerek grupları gerekse bireyleri ilgilendiren konularla bağlantılıdırlar. Ayrıca, farklı kişiler aynı durumu ya da gerçeği düşlerinde görebilir. Bu da bize, düşlerimizin kısmen, kişisel yaşantı sınırlarının ötesine de uzandığını gösterir.
Birinci Dünya Savaşı’nda her iki tarafın da cephedeki siperlerde yaşayan ve ansızın gelecek ölümün sürekli tehdidini yaşayan askerleri, tamı tamına aynı tip düşler görüyordu. Dolayısıyla, farklı düşleri yaratan durumlar kadar, onları gördüğümüz sırada içinde bulunduğumuz koşullar da önemlidir. Kültür yani burada, farklı sosyal gruplar tarafından paylaşılan ortak yaklaşımlar, tavırlar, değerler ve gelenekler olarak yorumlanan kültür bizim imgelemimizin bu konuyla doğrudan ilgili bir yönüdür. Çevremize bağımlı olduğumuz inkar edilemez, zaten uyku sırasındaki imge oluşumu da dahil olmak üzere birçok zihinsel durumun doğasının çevremizle bir ilişkiyi gerektirdiğini hatırlamak gerekir.
Düşler toplumsal ve kültürel fenomenler olduğundan, onların toplumsal temelini sorgulamanın iki yolu vardır. İlk olarak, farklı kültürel toplulukların zihinsel alışkanlıklarına ve beklentilerine; yani düşleri, irade, fantezi, bellek ve delilik gibi diğer bilinçli ya da bilinçdışı etkinliklerden nasıl ayrıldıklarına bakabiliriz. Farklılık gösteren bir örnek verelim.
Muhammed’in Kuran’da toplanmış vahiylerine göre, düşle zuhur [vision] arasında çok kesin bir ayrım yoktur. Bunların ikisi de işitsel ya da görsel yaşantılar olabilir. Bunların mistik değeri, zuhuru görenin ruhani ve dinsel tekamülüne bağlıdır. Ama Hindu geleneğinde dünya sadece bir yanılsama, Tanrı’nın tahayyül ettiği bir imge olarak kabul edilir; insanlar sahte görüntülerin arasında gezer durur; ancak düş sırasında kozmik evrene ulaşabilir ve gerçeğin iç yüzünü kavrayabilirler. Düşler, maddi görüntülerden daha evrensel ve otantik bir hakikate açılan pencerelerdir. Düşler ve düş görme konusunda bu farklı anlayışlar, Müslüman ve Hinduların birlikte yaşadığı Hindistan toprağında bir arada varlığını sürdürür.
Müslümanlara göre, ruhsal bir sezgiyi anlatma ve yorumlama hakkı, kutsanmış bir azınlığa has bir ayrıcalıktır. Hindulara göreyse, çileci görenekler ve meditasyon yoluyla yogi olabilme kapasitesine sahip herkes bilinçli bir düş görme haline girebilir. Diğer manevi sistemleri kolayca sınıflandırabilir, düşleri kendi koşullarına göre tasnif edebilir ve sonuçları da karşılaştırmalı bir araştırmada kullanabiliriz. Ama bu, kültür anlayışını “dondurmamıza” yol açar ve bizi, geleneklerin sürekli değişim halinde olduğunu unutmaya götürür. Ortaçağda Müslüman tefsirciler daha küçük çapta peygamberlerin Tanrı tarafından gönderilen mesajlar aldığı düşleri, daha büyük peygamberlere layık görülmüş uyarıcı tanrısal zuhurlardan ayırdılar. Kutsallığın derecesini ölçmeye yarayan algının doğası, içeriğinden önemliydi.
Gerek düşler, gerekse teoriler, yani yorumcuların açıklamalarının nesneleri, düş gören kişilerin içinde yaşadığı bağlamın yani nesnelerin, binaların, doğal çevrenin ve hatta onlarla ilgili, önemsiz birtakım şeylerin ve yaşamlarını etkileyen güncel olayların etkisinde kalmıştır açıkça. Diğer bir yaklaşım ise, antik dünyadan günümüze dek, rüya tabirleri konusunda birbirinin ardı sıra gelen sistemleri takip etmektir. Her tarihsel dönemin egemen dinsel ya da bilimsel düşünce sistemi, bilginin kiplerine bir bütünlük kazandırır. Düşler kültürel arka planın oluşturduğu bir ortamda biçimlenir. Bu bilgi bizim, farklı çağlarda yaşayan insanların düşleri nasıl algıladıklarını, nasıl anlattıklarını ve uyurken hangi görüntüleri “gördüklerini” anlamamıza yardımcı olabilir.
Antik, çoktanrılı toplumların zihinsel temsillerinde, tanrılar ya insanüstü güçler ya da insan varlığına müdahale edebilecek yaratıklardı. Yunanlıların çoğu, düş gibi şeylere bir kişilik atfeder, uyku sırasında bedenlerinin kozmik güçlere açık olduğuna inanırdı. İlyada’da (II, 5), Zeus Agamemnon’a bir düş gönderir ki bu düş aynı zamanda düşü taşıyan habercidir.
“Böyle dedi, Düş onu duydu, çıktı yola,
Akhaların tezgiden gemilerine vardı çarçabuk,
gitti Atreusoğlu Agamemnon’a doğru,
uyur buldu onu barakasında.
Sarmıştı dört yanını ölümsüz uyku.
Durdu tepesinde, girdi Neleusoğlu Nestor’un kılığına,
Agamerınon, yaşlılardan Nestor’u sayardı en çok.
Tanrısal Düş benzedi ona, dedi ki…”
Bu materyalist düşünce evrensel değildi ama, bunu paylaşmayanlar da düşleri bağımsız şeyler olarak görürdü. Platon’a göre (Phaedo, 60, e), Sokrates, kendisini tekrar tekrar “ziyaret edip her seferinde aynı şeyleri söyleyen” bir düşten söz ederdi. Kitabı Mukaddes döneminde ve sonrasında, yani Yahudi-Hıristiyan ve Müslüman dünyalarda, düşlere yan bedensel bir varlık niteliği atfedilmez ve düşler doğrudan Tanrı ya da Şeytan tarafından gönderilen mesajlar olarak algılanırdı. Avrupa’nın Modernlik Çağı’nda, yani kabaca XV. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar hüküm süren dönemde bir bütüncül benlik anlayışı vardı ve bu bütüncül benliğin kimliğinin ve içgörü kapasitesinin, yaşamın gerek uyanık gerek uykuda geçen bölümlerinde bir süreklilik arz ettiği varsayılırdı.
“Bir düş gördüm! Nedir bunun anlamı?” diye soruyordu William Blake, Songs of Experience adlı yapıtındaki şiirlerinden biri olan “Melek”te; yanıtıysa düşün oluşumuyla kişinin aracılığı arasındaki bağlantıyı vurguluyordu; gördüğü hoş zuhur, gençliğin verdiği şevki simgeliyordu; nitekim ;
“Gençlik vakti geçip de / Beyaz saçlar belirince başımda” düşlerin kesildiğini söylüyordu. XIX. yüzyıl pozitivizmi, düşleri bireyin düşüncelerini açığa çıkartmaya elverişli bir süreç şeklinde görmek yerine, düşlerin fizyolojiyle ilişkileri hakkında teori üretme yönünde bir ilgiye yol açtı. Düş görme, diğer bütün fonksiyonlar gibi çözülmeliydi çünkü buradan zihin sağlığı hakkında bazı bilgilerin çıkartılması mümkündü. Pozitivizm, tıbbi ve bilimsel çevrelerdeki düş araştırmalarım canlandırdı. Bu konuda birçok önemli kitap yazıldı ama kanımca bunlar daha çok analitik konular üzerineydi; klinik vakalar dikkatle tanımlanıyor ve büyük teoriler oluşturma hevesine kapılmaktan kaçınılıyordu. Düşlerin rastlantısallığından etkilenen birkaç bilim adamı benliğin bütünlüğü hipotezine karşı-bilinçle bilinçaltı arasında bir ikilik hipotezini ortaya attı. Bilinçaltının kökeni neydi? Tümüyle zihinsel mi yoksa fizyolojik miydi? Freud, düşlerin bir arzunun yerine getirilmesi ya da bilinçaltımızdan bir mesaj olduğunu ileri sürene dek fizyologlarla psikologlar bu konuda sert tartışmalara girdiler. Freud’un The Interpretatioıt ofbDreams (1900) [Düşlerin Yorumu] adlı yapıtı bu tartışmalı gidişatı değiştirdi, çünkü bu yapıt insanların (aslında, çoğunlukla Batılı erkeklerin) tüm psikolojik yapısıyla ilgili geniş kapsamlı kurallar ve düşleri çözümleme konusunda tam bir metodoloji sunuyordu. Kitap çabucak bir klasik haline geldi ve böylece herkes düşler hakkında bir görüşün yanı sıra, bu görüşlerini savunacak bir dizi kural ve dayandıracak teorik bir model edinmiş oldu.
Düşleri yorumlama girişimleri daima şiddetli tartışmalara kaynaklık etmiştir; bu tartışmaların tarihsel gelişimini izlemek zor değildir. Ama tarih, önemli değişimlerin incelenmesidir; bir entelektüel, siyasi yahut iktisadi sistemden diğerine geçiş meseleleriyle uğraşır. Düşlerin yüzyıllar boyunca evrim geçirdiğini iddia edebilecek durumda mıyız? Bizler doğrudan gözlemin bahşedilen akla ancak yalan zamanlarda galip geldiğine inanmaya teşvik edildik fakat, aslında antik dönem yorumcuları çağdaş bilimsel teknikleri çok evvelden öngörmüşlerdi. Uyuyan kişileri düş gördükleri belli olduktan hemen sonra uyandırıp ne gördüklerini anlatmalarını istemek antik dönemde bilinen bir yöntemdi. Bir Babil destanı olan ve MÖ III. milenyuma denk düşen bir tarihten beri kilden tabletlerin üzerinde korunmuş halde bulunan Gılgamış’ ta bundan söz edilir.
Eski Mezopotamya ve Yunanistan’da tanrılardan mesaj almak için tapınaklarda yatıp uyuyanların, gökten inen elçi kaybolur kaybolmaz uyandırılması gerekirdi. Dikkatli gözlemciler gece boyunca süren bir düş döngüsünü çok önceden fark etmişti. MS IV. yüzyılın başında yaşamış Romalı bir toprak sahibi, sonra da Kyrene piskoposu olan Synesius uykuyla ilgili çok isabetli çalışmasında, uyanmadan hemen önceki, gerçeğe yakın ve kısa düşlerle karakterize olan en hafif uyku fazıyla, ondan önce gelen çok daha derin uykuyu birbirinden ayırt etmişti.
İlk Hıristiyan teologlardan (MS III. yüzyıl) Tertullianus, düşün içeriğiyle, uyuyan kişinin ruhsal ve fiziksel durumu arasında bir bağlantı kurmuştu.’ Aynı şekilde, dikkatli bir gözlemci olan ve MS IV. yüzyılda yaşamış Macrobius uykunun farklı aşamalarının olduğunu bildirirken, insanların uykuya daldıklarını fark etmedikleri fakat düş gördükleri aşamaya “uykunun ilk bulutu” demesiyle dikkat çeker.Elbette antik dönemde çok titiz ölçümler yapılmazdı ve gözlemler de ensefalografiyle yaptıklarımız kadar hassas değildi fakat antik dönemin insanları uykunun farklı aşamalardan oluştuğunu gayet iyi biliyorlardı.
Düş yorumlamanın farklı, genellikle birbiriyle çelişen sistemleri hep olmuştur; fakat bunlar, birbiri ardından gün ışığına çıkmaz, aslında bir arada yaşarlar. “Halk” inanışlarıyla, daha özenli ya da daha bilimsel değerlendirmelerin birbirine karıştırılması, antik metinlerde çok zamandan beridir var olan, tekrar tekrar hatırlanıp durmuş imgelerin yeniden merak konusu haline gelmesine yardımcı olur. Herkesin temel psikanaliz teorilerinden haberdar olduğu, “mantık çağı” denen günümüzde bile, rüya tabirleri (düşler hakkında kehanet kitapları) gayet iyi satıyor. Bunları satın alanlar hem düşlerin kendi bilinçaltlarına sondaj yapmalarını sağlayacağını, hem de, nasıl olacaksa, büyük ikramiyenin çıkacağı piyango numarasının uykularında kendilerine bildirileceğini umuyorlar. Düşlerde bulunan birkaç ayrıntı gayet açıkça, tarihsel koşullara bağlıdır elbette.
XX. yüzyıldan önce hiç kimse düşünde kendini bir uçakta görmemiştir. Fakat düşlerdeki uçaklar daha önce başka imgelere dönüşmüş birtakım içsel duyguların zihinsel temsillerinden başka bir şey değildir. Düşlerin sırrının nasıl çözüleceği konusunu yazan antik Yunan ya da Roma kitaplarında sık sık, insanların havada uçtuklarını ya da süzüldüklerini hissettiği düşlerden söz edilir. Günümüzde de, uçuş düşlerinde her zaman uçak yoktur. Düşlerde su yüzüne çıkmış, çağdaş dünyayla ilgili sayısız gönderme bizi ilgilendirir ve bunlara uzun uzadıya değineceğim. Fakat arka planda, farklı dönemlerde rastlanmış birtakım sürekli özelliklerin birikimi de var.
Kitap Hakkında
Düşünde savaş görmek, ortaçağda yaşamış bir krala ve çağdaşımız olan bir devlet memuruna aynı şeyi mi ifade eder? Düşlerimizde gizli, tanrısal bir mesaj var mıdır? Farklı çağlarda, düşte nasıl uçulur ve bu uçuşlar nasıl yorumlanır? İzafiyet kuramı düşlerin yorumlanmasını, düşlerin doğası sürrealizmi nasıl etkilemiştir? Hepimiz düş görmenin ne olduğunu biliriz, ama bir düşü, bırakın anlamlandırmayı, başkalarına anlatmanın da ne kadar güç olduğunu biliriz. Bir düşü anlatmaya giriştiğimizde kelimelerin ne kadar kifayetsiz olduğunu fark ederiz hemen. Düşler, kelimelerin ötesindedir. Peki, “Düş söylemi nasıl oluşur?” Pierre Sorlin bu soruya üç katmanlı bir yanıt veriyor: Düşleri gördüğümüz anda zihnimizde oluşan duyusal söylem; düş anlatımı sırasında oluşan sözsel, sinemasal, resimsel söylem ve düşlerin yorumlanması aşamasında doğan sözsel söylem. Çağlar boyunca insanın düşlere bu üç katmanlı yaklaşımı toplumsal, kültürel ve tarihi olgulara paralel olarak evrilmiştir. Düş Söylemleri, bu etkenlerin, düşlerin görülmesi ve anlatılmasındaki yerini tartışırken edebiyat, psikoloji, mitolojiden de yararlanıyor. İletişim, sinema ve sosyoloji gibi komşu disiplinlere de başvuran Sorlin, Aristoteles, Freud, Jung, Coleridge, Homeros, Graham Greene, Ruskin gibi kişilerle, hatta Kuranıkerim ve Kitabı Mukaddes le buluşmamızı sağlayarak bizi tarihsel, düşünsel ve düşsel bir okuma şölenine çağırıyor. Yazar, kitabın düşleri ele alış tarzına şöyle değiniyor: “Bu bir tarih kitabı değil, düşlerin gizemi konusunda, insani, temel, çağlar boyu tekrarlanan yaklaşımlarla ilgilenen antropolojik bir çalışmadır.” Düş Söylemleri sadece düşlerin oluşumu ve aktarılması üzerinde düşünenlerin değil, tüm bunların arka planındaki toplumsal, kültürel, tarihsel, sanatsal ve felsefi boyutu keşfetmek isteyen herkesin ilgiyle okuyacağı bir kitap.