Şimdiye değin, mizahın değeri üstüne tartışırken hep bireylerin üzerine yoğunlaşmıştık. Ama mizahın önemini tam olarak kavrayabilmek için, mizahın toplumsal işlevine de bir göz atmamız gerekir. Mizah, aslında tıpkı diğer insani zevkler gibi toplumsal bir olgudur. Hatta, başkalarıyla birlikteyken bizi güldürebilen bir çok şeye, yalnızken çok seyrek güleriz. Bir topluluk içindeyken, bir şeyi eğer yalnızca biz komik buluyorsak, genellikle ağzımızı kapatır, gülüşümüzü, en azından diğerleri bize katılana kadar engellemeye çalışırız. Gülme’nin toplumsal boyutu da, onun bulaşıcı olduğunu gösterir. Gülmek, gurup halindeyken bir füzyon reaksiyonu gibi yayılır. Senin gülmen, benim gülmeme yol açar, benim gülmemse, senin gülüşünü güçlendirir. Gerçekten de, bazen bir insanın gülmekte olması, o insanın neye güldüğünü bilmesek bile, bizim de gülmeye başlamamız için yeterli olur. Komedyenler ve tiyatrocular, bir salon dolusu insanı güldürmenin, yarısı dolu olan salondakileri güldürmekten daha kolay olduğunu iyi bilirler.
Bulaşıcı gülmenin, belki de en kesin kanıtı “gülme salgınlaradır. İnsanlar herhangi bir organik nedenden ötürü değil de, yalnızca başkalarının gülmesi yüzünden gülmekten katılabilirler. Bu salgınların en ünlüsü, 1960’ların ortalarında Afrika’da görülmüştür. Bir katolik lisesinde, kızlar arasında başlayan salgın, eve döndüklerinde annelerine ve kız kardeşlerine bulaşır. Gülmeleri, hıçkırık ve ağlama ile karışmış bir halde, birkaç saat ile birkaç hafta arasında sürmüş ve onların çoğunu yemek yemekten bile alıkoymuştur. “Kurbanların” çoğunun sonunda tükendikleri bu salgın, binden fazla kadın ve kız çocuğunu etkilemiş ve yaklaşık iki ay sürmüştür.
Gülmek bulaşıcı olmakla birlikte, aynı zamanda bir kişiden bir başkasına geçtiği için kenetleyici bir etkisi de vardır. Birlikte gülmek insanları birbirine kenetler. Üstünlük kuramına inananlar, gülme’nin, bir grubu bir başka gruba karşı, birbirine kenetlediğine işaret ederek, bu durumu kendi kuramlarına kanıt olarak gösterirler. Ama bu, grup halindeki insanları birbirine kenetleyen tek gülme durumu değildir. Bir insanla birlikte bir şeye gülmek, gülünen şey çok saçma bile olsa, o insanla yakınlaşmak demektir. Gerçekten de, mizahın, bu yönüyle bütünleştirici bir etkisi vardır. Genellikle, bir asansörde, bir sürü insanın iki kat arasında kalması ya da bir tatil günü, herkesin bankaya hücum etmesi gibi ortak aptallıklarımıza hep beraber güleriz; böylesi şeylere gülmek bizi birbirimize kenetler.
İki insan birbiriyle tartışırken, birlikte yapmadıkları ilk şey gülmektir, birbirlerinin esprilerine asla gülmezler, yine, insanlar yalnızlarken kendi başlarına gelen garip şeylere de asla gülmezler. Gülme’nin birleştirici etkisi, içinde bulunduğumuz durumdan bizi uzaklaştırmayı başarması ve bunun verdiği zevkin paylaşılmasıyla ortaya çıkar. Başkalarıyla dalga geçmek, günlük kaygıları o an için bir kenara atmak demektir, bunu yapmak herkesi rahatlatır. Bu açıdan komik bir olaya birlikte gülmek, güzel bir yemeği paylaşmaya benzer. Şurası kesin ki, günlük kaygılarını bir kenara bırakıp rahatlamak yolunu seçmeyen kavgacı insanlar, espri yapıldığında bile, birbirlerinin bu atılımlarına yanıt vermeyeceklerdir. Bu tıpkı, sürekli tartışıp duran insanların birlikte yemek yemek istememelerine benzer.
Öyle ise; gülmeyi başkalarıyla paylaşmak, dostça ve toplumsal bir davranıştır. Bu durum, arkadaşlarımızla birlikte olmak ve onları mutlu etmek isteğimizin bir göstergesidir. Yabancı biriyle karşı karşıya geldiğimizde heyecanlanıyorsak, bunun nedeni bu insanın bize nasıl davranacağını bilmeyişimizdir, paylaştığımız ilk gülüş (eğer paylaşırsak) önemli olacaktır, çünkü ilk gülüş, o insanın bizi kabul edişinin işaretidir. Bundan dolayı, karşımızdakileri rahatlatmak ve onlarla birlikte olma isteğimizi göstermek için, yeni tanıştığımız insanlarla konuşmaya genellikle ufak tefek esprilerle başlarız. Bu yüzden, topluma hitap eden insanlar, yüzyıllar boyunca, konuşmalarına küçük şakalarla başlamışlardır.
Espri yeteneği olan insanlar, espri yeteneği olmayan insanlara göre, başkalarını daha kolay etkilerler. Daha önce de belirttiğimiz gibi, espri yeteneği olan insanlar daha yaratıcıdırlar ve genel olarak daha uyumludurlar. Böyle oldukları için her şeye kafalarını takmazlar. Bu tür insanlar başkalarından gelecek önerilere daha açıktırlar, yani daha canayakındırlar. İnsanın espri yeteneğinin olması onu benmerkezci olmaktan kurtarır.
Mizah pek çok durumda sosyal etkileşimi de kolaylaştırır, ciddi konuşmaların yol açabileceği saldırganlıkları yok eder. Örneğin, bir arkadaşımızdan şikayetçi isek, genellikle bu şikayeti şaka yollu dile getiririz. Şikayetimizi komik bir hale getirmekle, karşımızdakine, aslında sorunun bizi bunaltacak kadar önemli olmadığını gösterir ve bazan “ucunda ölüm yok ya” gibi şeyler diyerek kendi bakış açımıza olan inancımızı sürdürürüz. Mizah, yalnızca bizim kendi durumumuza dışardan bakabilmemizi sağlamaz, o aynı zamanda arkadaşlarımızın kendi durumlarına da dışardan bakabilmelerini sağlar. İnsanlar, eleştirildiklerinde, genelde herhangi bir şeye kafalarını takıp kendilerini savunmak zorunda kalırlar. Ama eleştirilerimizi şaka ile karışık dile getirirsek, karşımızdakini kendisiyle yüzleşmek zorunda bırakmayız, tersine onun bir adım geri atıp, eleştirimize bizimle birlikte gülmesini sağlarız. Ciddi eleştirilerden dolayı yükselebilecek tansiyon böylece azalmış olur ve eleştirilen kişi şikayetin akla uygun olduğunu düşünebilir. Gerçekten de, insanların çoğu, arkadaşları tarafından eleştirildiklerinde, bu eleştirilerden etkilenirler.
Mizah, yalnızca şikayetlerimizi dile getirmemizi sağlamaz, sosyal ilişkilerimizde bir düzey tutturmamızı ve insanları kolay bir biçimde etkilememizi sağlar; karşımızdaki insanın kabullenemeyeceği sorular sormamızı engeller, yapılan hataları ve verilen öğütleri zarif bir biçimde yansıtmamızı sağlar, açıkça, işi bir alışverişe dönüştürür. Önceki bölümde de gördüğümüz gibi, mizah, toplumsal etkileşimlerde ahlaksal olmayan bir biçimde de kullanılabilir. İnsanlar, eğer büyük hatalar yapmışlarsa, bunlara “gülerek geçiştirilen” yorumlar yapıp, mizahı, kendilerinden daha üst düzeydeki kişilere kendilerini, sevdirmek için bir yol olarak kullanırlar. Hatta mizahı, istemedikleri şeyleri yaptırtmak için, başkaları üzerinde bir çeşit haksız baskı aracı olarak bile kullanabilirler: Adamcağız hayır demek istemesine rağmen, bu tür “arkadaşça” şakalarla yüklü bir ricayı yerine getirmediği takdirde çok kaba bir insan gibi görünür.
Mizah başkalarını eğlendirmek amacıyla değil de, kötü bir niyetle yapılırsa, burada, mizahın bir çıkara hizmet ettiğini söyleyebiliriz. Mizah yeteneğimizi, yalnızca kendimizden hoşlanılsın diye sergilesek bile, karşımızdaki insanlar yapılan şakalardan, onların başka bir amaç için kullanılmasından ötürü değil, yalnızca şaka olmuş olmalarından ötürü hoşlanırlar. Bu anlamda mizah diğer estetik nesneler gibidir. Eğer size, bana mirınettar kalasınız diye bir heykel verirsem, bu durum, sizin heykelden alacağınız estetik zevki yok etmeyecektir.
Yapılan esprilerden, belki de en çok, ardında gizli bir niyetin ya da hatta bizi rahatlatmak için yapılmış bir fedakarlığın olmadığını bildiğimiz zaman zevk alırız. Hiç bir artniyet olmadan karşımızdaki insanın bizi yalnızca eğlendirmesini isteriz. Böyle bir durum yakın arkadaşlar arasında sağlanabilir. Gerçekten de, bir grup içinde doğaçlama olarak yapılan esprilerin sıklığı, o grubun üyelerinin birbirine yakınlığının iyi bir göstergesidir. Genellikle kimin kiminle iyi arkadaş olduğu, o kişinin, kimin esprilerinden daha çok hoşlandığına bakılarak anlaşılabilir; birbirleriyle hiç espri yapmadan, uyumsuzlukları paylaşmadan saatlerce konuşan insanlar, yakın arkadaşlar olamazlar.
Pek çok yönden, komik esprileri paylaşmakla, bir grupla yemeği paylaşmak ya da hoş bir deneyimi paylaşmak birbirine benzer. Ama mizah için özel hazırlanmış bir ortama ya da donanıma gereksinim olmadığından, onun diğer herhangi bir paylaşım sürecinden daha fazla çeşitlilik gösterdiği söylenebilir. Mizah, bir konserde olduğu gibi, insanları edilginleştirmez, tersine imgelemleri harekete geçirir ve katılanların yaratıcı olmalarım ister. Mizah her çeşit konuşmayı birbiriyle öyle güzel karıştırır ki, bu yüzden kendi içinde çeşitlilik gösterir. İnsanlar genellikle günlük deneyimlerinin çoğunu yakın arkadaşlarıyla paylaşırlar. Bu yüzden konuşurlarken birbirlerine anlatabilecekleri yeni şeyler az olabilir. Ama komik yorumlar yapmak için yeni yeni olaylara gereksinimimiz yoktur, herkesin bildiği şeyleri yeni bir bakış açısıyla anlatmamız yeterlidir. Ortak şeyleri paylaşan insanlar birbirlerine anlatacak yeni şeyler bulamazlar, ama birbirlerini herkesin bildiği gerçeklerle oynayarak eğlendirebilirler. Sohbetlerin çoğunda, espri yeteneğine bilgiden daha çok önem verilir.
Esprilerle dolu sohbetlerde, yalnızca sohbetin konusu olan gerçeklerle oynamayız, konuşanın kendisinin konuşma biçemiyle de oynarız. Ciddi sohbetlere hakim olan konuşma kalıplarından bile gülünecek bir şeyler çıkarabiliriz. İnandıklarımızı söylemek, uyarmak ve eleştirmek yerine, dalga geçebilir, yalancıktan savlar ortaya atar, yalancıktan uyarır, yalancıktan eleştirir gibi yapabiliriz. Dalga geçmek, komik bir durumdur ve bize zevk verir, çünkü ciddi bir sohbet için kullanılması gereken konuşma kalıplarını alır ve ardından bu ciddi konuşmanın ciddi amacını atarız gider. Yalancıktan yapılan eleştiriler, aynı yalancıktan yumruklaşmak gibi, herkesi eğlendirir. Çünkü herkes, bunun yalnızca bir oyun olduğunu bilir. Bu bazen, tıpkı, birinin onuruna verilen bir yemekte, arkadaşlarının kendisi hakkında şakalarla dolu konuşmalar yapmak için sıralanması gibi, o kişiye olan sevginin dile getirilişi bile olabilir.
Oyun oynamak, insanların temel ihtiyaçlarından biri gibi görünüyor; bu oyunlar, yalnızca konuşma gelenekleri ile ilgili değil, tüm geleneklerle ilgilidirler. Bir tür olarak ilişkilerimizi kurmak ve düzenlemek için geleneklere ihtiyacımız vardır, ama bana, arada bir de olsa, saçlarımızı gözümüzün önüne döküp aptalca davranmaya da ihtiyacımız varmış gibi geliyor. Aptalca davranışlar, yüzyıllar boyunca, sıradan kuralların geçici olarak askıya alındığı festivallerde kurumsallaştırılmıştır. En azından, Eski Mısırlılar zamanından beri, kral ve firavun saraylarında, hükümdara ciddi durumlarda aptalca numaralar yapmayı iş edinmiş soytarılar olmuştur. Çoğu zaman, saray soytarıları kralla bile dalga geçebilmişlerdir. Güneybatı Amerika’da yaşayan Kızılderilileri de içine alan pek çok yerli kabilede palyaçolar, aynı rahipler gibi, bir sınıf oluştururlardı ve gösterileri sırasında, cinsel tabular da dahil olmak üzere, onların hemen her şeyi söylemelerine izin verilirdi.
Batı kültürlerinde de kurumsallaştırılmış aptallıkların uzun bir geçmişi vardır. Eski Yunan ve Romalıların belli mevsimlerde düzenledikleri festivalleri vardı, bu dönemlerde aptalca davranılır, ahlaki kurallar gevşetilirdi. Bu festivallerin kaynağı bereket ayinlerine dayandığı için her tür cinsel ilişkiye izin verilirdi. Bazılarının iddiasına göre, boşluk ve bolluk aynı şeylerdir çünkü her ikisi de bireyin acılarının ve ölümünün üstesinden gelir. Ortaçağ Hristiyan Avrupası’nda, bütün bir yıl boyunca yapılan duaların bir sentezi olan bir tür akşam duasıyla süslenmiş ve kökleri ayin yemeklerine dayanan “Aptallar Yemeği’nin” [Feast of Fools] varolduğunu biliyoruz. Sonraları vahşi gelişmelere yol açan Aptallar Yemeği’nin, Basel Konseyi tarafından 1435’de yasaklandığını da biliyoruz. Bununla birlikte, bu yemeğin Mardi Gras kutlamalarında devam ettirildiğini bugün bile görebiliriz.
Özellikle Ortodoksluk ya da kör sadakate karşı bir panzehir olarak, XV ve XVI. yüzyıllarda aydınların mayalanması, mizahın ve aptallığın değerinin bilinmesi ile sonuçlandı. XVI. yüzyıl Polonyası’nda, Babinian Cumhuriyeti diye adlandırılan bir bölgede “Salaklar Derneği” [Fool Society] kuruldu. Derneğin üyesi olmayan birisi, yönetim tarafından yeterliği kabul edilecek derecede aptalca bir şey yapmış ise, derneğe üye olmaya davet edilirdi. Örneğin, hakkında hiçbir şey bilmediği konularda vaaz verdiği için birisi başpiskopos olabilmişti. Bu derneğin üyeleri o kadar çoğaldı ki, neredeyse ülkenin tüm önemli kilise ve hükümet konaklarının yöneticileri bu derneğe üye olmuşlardı. Polonya Kralı, Babinian Cumhuriyetinin bir kralı olup olmadığını sorduğunda ona verilen yanıt şu oldu: “Siz yaşadığınız sürece, dernek başka birini seçmeyi düşünmeyecektir.”
“Salaklar hareketi”nin o döneme ait daha iyi bilinen bir eylemi de, Erasmus’un, In Praise oj Folly [Deliliğe Övgü] adlı kitabıdır. Bu kitap mizahın ve aptallığın toplumsal değerini öyle güzel yakalamıştır ki, kitabın en önemli savını alıntı olarak vermek bu bölümün sonu için çok uygun olacaktır. Kitap, Aptallık Tanrıçasının kendi için yaptığı uzun bir konuşmayı dile getirmektedir. Aptallık Tanrıçası, hayatta değer verdiğimiz her şeyi bize sağlayan yegane şeyin, ussallık değil aptallık olduğunu savlar. Birlikte yaşamamızı, hatta birbirimizle eşit olmamızı sağlayan tek şey aptallığımızdır. Evlenebilmemiz ya da arkadaşlık kurabilmemiz için, şakacı olmamız ve birlikte olduğumuz kişinin hatalarını aptalca bir tutumla görmezlikten gelmemiz gerekir, eğer arkadaşlığın ya da evliliğin nasıl olması gerektiğini ussal bir biçimde değerlendirebilmiş olsaydık, kendimizi bu işlerden uzak tutardık. Hatta, kendimiz hakkında iyi şeyler düşünebilmemiz bile, kendi hakkımızda gerçek dışı bir imgeye sahip olmamıza bağlıdır.
Tamamen gerçekçi ve mantıklı bir insan, Dame Folly böyle diyor, ne kendini ne de başkasını sevebilir, büyük bir ihtimalle umutsuzluktan kendini öldürür.
Kısacası, hiçbir toplum ya da yaşamdaki hiçbir birlik, ben olmadan (aptallık) ne hoş olabilir ne de yaşamını sürdürebilir. Bir toplum prenslerine, bir efendi hizmetkarına, bir hizmetçi hanımına, kadın kocasına, bir öğretmen öğrencisine, arkadaş arkadaşa, ortaklar birbirine, her ikisininde hatalı olduğu durumlar hariç ya da sırayla hata yaptıklarında, birbirlerine iltifat ettiklerinde, birbirlerine zekice göz kırptıklarında ya da tam aksi halde; birbirlerini aptal bir tatlılıkla yatıştırdıklarında, bundan daha fazla hoşgörülü olamazlar”…